25 Kasım 2017 Cumartesi

BİR KEZ DAHA GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR YALAN VE DEMAGOJİ ÇUKURUNDA TEPİNMEK Mİ KOLAY



BİR KEZ DAHA GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR YALAN VE DEMAGOJİ ÇUKURUNDA TEPİNMEK Mİ KOLAY

Turgut arkadaşım, öncelikle merhaba diyerek, her ne kadar nafile çaba gibi görünse de, belli ki senin de olan bitenlere kayıtsız kalamadığın için SF semalarında görünmene sevindiğimi belirterek ve zaman zaman karşılıklı birbirimize “Nafile çaba, bunlara ne anlatsak boşuna” yollu, selam göndermiş olduğumuzu hatırlatarak, başlamak istiyorum.

Yani uzun süredir bu mod’da idim ve o nedenle SF semalarından uzak duruyordum ama bir taraftan da uzaktan da olsa SF’nin aynı SF olduğunu görebilecek kadar olan biteni izliyor ve ürettikleri varlığı olaydan, nedeni sonuçtan ayıran çukurları, “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğması ile sakatlanmış akılları büsbütün tökezletmek için önlerine fırlatanları görebiliyordum ve deyim yerindeyse “köpeksiz köyde bile gerçeklerden ne denli korkuyorlar ki, hâlâ değnekle dolaşıyorlar” yollu düşüncelere dalıyordum.

Belki de beni bu düşüncelerin kafamda fazla ağırlık yapıyor olması, bu soyut düşüncelerin engebelerle dolu alanına somut gerçeklerin oklarını fırlatmak için itti.

Ancak, bilmelisin ki, bu okların sana da değeceği aklıma gelmemişti.

Bu yüzden, hemen belirtmeliyim ki, önceki mektubumu, ne Kemal’e ve Kemalizm’e methiye düzmek için, ne de Siyonizm’i ve Sabetayizm’i öne çıkartarak sınıflar savaşını arka plana itmek için yazdım.

Bu mektubu, hep yaptığım gibi, ulusal sorunla sınıfsal sorunların üzerinin örtülmesini önlemek için, ulusal sorunla sınıfsal sorunun diyalektik bütünlüğünü ve daha çok da ulusal sorunun yanlış ve tehlikeli sularda, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların kurtuluşlarını uzun sürecek bir pax çukurunda boğmaya çalışanların sularında ele alındığını ve ne Kürt halkı için, ne diğer ezilen halklar için, ne de işçiler için bir kurtuluş getirdiğini, aksine daha çok gerilettiğini, elde edilmiş kazanımların büsbütün kazındığını ve bunun müsebbibinin, egemen sınıfların yeni ideoloji ve politikaları ile dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanan faşist “yeni” 12 Eylül rejimi olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için, egemenliği kalmamış bir ideoloji ve politikaya düşmanlık üzerinden, Marx’ın deyişiyle, işi bitmiş geçmişin "çekici" terimlerini taşıyan laf ebeliklerini, geleceğin görevlerini gizlemek amacıyla kullandıklarını göstermek için yazdım.

Bugünün ve geleceğin görevi, egemen sınıfların “yeni” ve dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist rejiminden kurtulmak ve bu rejimin egemen yönetici unsurları olan dinci akımların yıktıkları ama ortadan kaldıramadıkları cumhuriyeti, halkçı, emekçi, devrimci temelde kurmak ve sosyalist cumhuriyetin yolunu açmak için mücadele etmek olduğu halde, bu görevi, geçmişin artık egemenliği kalmamış ideoloji politikasına düşmanlığa indirgeyerek, ezilen ve sömürülen halkları, sınıfları şaşırtmanın, onları, yaşadıkları ölümcül sorunlarının asıl müsebbiplerinin yedeğine sürüklemenin akıl işi olmadığını, düşman işi olduğunu göstermek için yazdım.

Ve ilaveten bu lafebeliklerinin Kürt siyasetinde çok fazla olduğunu ve Pontus’çu lafebelerinin de aynı yolu izlediklerini göstermek için yazdım.

Velhasıl-ı kelam, bu mektubu, Lenin’in ifadesiyle, Kürt coğrafyasında hanların, toprak ağalarının, mollaların ve benzerlerinin ve elbette Türkiye’nin Kürt-Türk tüm işçi ve emekçilerinin üzerine karabasan misli çöken tekellerin ve dinci gerici 12 Eylül faşist rejiminin durumlarını sağlamlaştırmak, güçlerine güç katmak için emperyalizmi barışçı gösterip, devletten kaçışın resmi bir politika olarak pompalandığı bir zamanda emperyalizm eliyle Barzanilere ve elbette Büyük İsrail’e ve de Türkiye’yi parça pinçik yaparak hediye edilmeye çalışılan bir devletin peşine, Kürt, Türk, Ermeni, Rum vb. halkların takılmasının ve buna sol ton verilmesinin ölümcül bir yanlış olduğunu göstererek; bu ölümcül yanlışta ısrar etmenin, en başta Kürt halkına ve bu bölgenin tüm halklarına kalleşlik olduğunu ve tüm bunlar olurken, Türkiye’nin Kürt-Türk, tüm işçi ve emekçilerinin üzerine bir karabasan misli çöken tekellerin ve dinci-gerici, osmanik-islamik “yeni” 12 Eylül faşist rejiminin görmezden gelinmesini ve toplumun ezici çoğunluğunda biriken kin ve öfke yüklü itirazların yönünün şaşırtılmasının, bu rejimin yönetiminde hiçbir yetkisi ve etkisi kalmamış olan Kemal’e ve Kemalizme karşı yükseltilmeye ve yayılmaya çalışılan intikamcı bir düşmanlık üzerinden, “yeni” 12 Eylül faşist rejiminin hegemonyasına tahvil edilmesinin ve böylece “yeni” 12 Eylül faşist rejiminin, işçi düşmanı, halk düşmanı, laiklik düşmanı, cumhuriyet düşmanı politikalarının görünmez kılınmasının son derece vahim bir halk ve emekçi düşmanlığı olduğunu göstererek; Kemal ve Kemalizm’in bahane, dinci-gerici, osmanik-islamik “Yeni” Eylül faşist rejiminin şahane olduğunu göstermek için yazdım.

Dolayısıyla vurgulamak isterim ki, “devrimci” Karadeniz cephesinden düşmanlık yüklü ve tarihsel gerçekleri çarpıtarak pompalanan lakırdıların, ne denli sistemli bir şekilde bugünün görevlerinin üzerini örtmeye yönelik olduğunu, dolayısıyla resmi politikalarla senkronize olduğunu ve “yeni” rejimin tamamına ermesi için fütursuzca bir nafile çırpınış olduğunu, genel olarak ortaya koyduğum mektubumda göstermiş olduğuma inanıyorum.

Turgut arkadaşım, daha önceki bir tartışmada ifade ettiklerimi de hatırlatmak isterim ve o zaman da benim dediklerimin senin anladıkların olmadığını ifade ettiğim gibi, şimdi de olmadığını belirtmek isterim ki, Sabetayizm, bir “kurgucu deli”nin kafasının içinden geçen soyut bir akli sürecin içine sığmayacak kadar gerçek ve maddidir; Yalçın Küçük’ün zihnine farklı yansımış olabilir, hatta senin de benim de zihnimize farklı yansımış olması mümkündür ama gerçekten var olmuş ve hâlâ var olan bir sürecin içindeki hareket halinde olan bir maddi ilişkiler bütününün yansıması olduğunu, en azından artık, kimse yadsıyamaz, yadsıyamıyor da!

Bu yüzden, dün de bugün de bir “hoca”lık payesine sahip olmasam da, şimdi dediklerimi de, “uzun” demeden, bir kez daha derinlemesine incelemeni öneriyorum!

Çünkü bu uzun mektubumun konusu Sabetayizm ve Siyonizm’den ibaret değildir.

Siyonizm’e gelince; o da aynı şekilde bir “kurgucu deli”nin takıntısının ürünü değildir. Son derece tehlikeli ve egemen ve bir ideolojidir. Bunda anlaşılmayacak bir yan da yoktur; Yahudilik de, Siyonizm de hayatın somut gerçeklikleridir, bir öznel kurgu değildir; ayrıca sınıf mücadelesinden bağımsız değil, içindedir.

Siyonizm’i Yahudi gericiliğinin ideolojisi, proletaryanın birliğini bozan, burjuvazinin entelektüel yetilerini harap eden bir hareket olarak değerlendiren Lenin, 100 yıl önce şöyle yazmıştır:

“Ulusal sorun konusundaki burjuva eğilimin en uç noktası ırkçılıktır. Bu, tüm halkların temel çıkarlarına düşman olan gerici toplumsal güçlerin bir ideolojisidir. Irkçılık ile şovenizmin oluşturduğu birliğin en tipik örneği, dünya gericiliğinin başlıca silahlarından biri olan, antikomünizmin vurucu gücü, Arap halklarının ulusal kurtuluş hareketlerinin ve dünya üzerindeki tüm emekçi Yahudilerin baş düşmanı olan Siyonizm’dir. “

Kaldı ki, Marx da Yahudileri az diline dolamamıştır!

Türkiye’de Sibel Özbudun’un çevirisiyle yayınlanan
Jean Claude Sage ve Jean Allemand’ın birlikte yazdıkları ,“İşçi Hareketi İçindeki Siyonist Ajanlara Karşı Mücadele ve Lenin” başlıklı kitapta da aynı noktaya dikkat çekilmekte ve şöyle denmektedir;

“Lenin Siyonizm’i Yahudi gericiliğinin ideolojisi, proletaryanın birliğini bozan, burjuvazinin entelektüel yetilerini harap eden bir hareket olarak değerlendirmekteydi. Bunun özde gerici bir hareket olduğunu belirten Lenin, Yahudi nasyonalizminin, proletarya saflarında doğrudan ya da dolaylı olarak asimilasyon aleyhine bir anlayışı, "getto anlayışı"nı yaydığı için, proletaryanın çıkarlarına aykırı olduğunu açıklıkla göstermiştir.”

Diğer yandan, bugün yeni bir aydınlanmaya su gibi ihtiyacımız olduğu bir zamanda, Siyonizmin aydınlanma karşıtlığı olduğunu da akılda tutmak gerekir.

Dünya Yahudiliği, İsrail’de Likud, Tahran’da Humeyni, Roma’da Papa ve Türkiye’de Eylülist “devrim”ler ile rahatlamıştır. En son gerçekleşen 2002 AKP “devrimi” ile çok daha fazla rahatlamıştır. Hepsi aydınlanma düşmanıdırlar.

Ve Siyonizm, bu bölgeyi, Kürt sorunu üzerinden “Büyük İsrail” yönünde değiştirip dönüştürmek için elinden geleni yapmaktadır.

Siyonist Osmanizasyon doktrini ilk kez, 1982 yılında Dünya Siyonist Kuruluşunun Bilgi Departmanı dergisi, Kivunim'de (Yönergeler) Oded Yinon imzasıyla “Strategy for İsrael in the Nineteen Eighties” adlı programda açıklandı.

Buna göre, İsrail’i çevreleyen devletleri daha küçük ve zayıf devletlere dönüştürmek yoluyla, jeopolitik ortamın yeniden yapılandırılması ve böylece, İsrail’in bölgesel üstünlüğünün sağlanması öngörülmektedir.

Yani diğer devletler küçük ve zayıf devletlere dönüştürülürken, İsrail büyütülecektir; bu, "Ortadoğu'yu, İsrail’in hegemonyasında Osmanlılaştırma" projesidir.

Yani, bölünmüş Irak dışında, Yinon Planı, bölünmüş bir Lübnan, Mısır ve Suriye çağrısı yapıyordu. İran, Türkiye, Somali ve Pakistan'ın bölünmesi de tümüyle bu görüşlere uyumludur. Ayrıca Büyük İsrail’in Kuzey Afrika'da, Mısır'dan başlayarak Sudan'a, Libya'ya ve bölgenin geri kalanına yayılmasını öngörüyordu.

Bu bağlamda Suriye ve Irak savaşı, İsrail topraklarının genişletilmesi sürecinin bir parçasıdır.

Ancak, ABD sponsorluğundaki teröristlerin (Al Nusra, vb.) Rusya, İran ve Hizbullah'ın desteğiyle Suriye Kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılması Siyonist projenin önemli bir gerilemesini oluşturmuştur.(Michel Chossudovsky, Global Research, 06 Eylül 2015 ve 12 Kasım 2017)

İsrail, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki "eyalet ve millet sistemi"ni uyarlayarak, bölgede kendisi için özerk devletçikler oluşturmayı amaçlıyordu. Ralp Schoenman, Oded Yinon'un raporunun, İsrail'de gerek ordu, gerekse haber alma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını sergilediğini söylüyordu.

"The Zionist Plan for the Middle East" adlı çalışmasında, raporu yorumlayan İsrael Shahak (Kudüs'teki İbrani Üniversitesi'nde Organik Kimya profesörü ve İsrail İnsan ve Sivil Haklar Birliği başkanıdır.) ise “yeniden Osmanlılaştırma” planıyla İsrail'in, Ortadoğu ülkelerinin etnik ve dini yönden parçalanmasını amaçladığını açıklıyordu.

Oded Yinon’un imzası ile yayınlanan Siyonist Plandan 10 yıl sonra, 9 Aralık 1992 tarihinde, Ankara’da Diyanet Vakfı Konferans Salonunda Abdullah Gül, kürsüye çıkmış ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı;

“ Bu açıdan bu 2. cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarını ve bu tartışmanın ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe ümitle bakıyorum.” (Ali Özoğlu Şifre Çözüldü -2007)

Ali Özoğlu’nun daha sonra, Ergenekon’dan tutuklanarak Silivri zindanına atılanlardan biri olduğunu ve 6 yıl sonra serbest bırakıldığını biliyoruz.

Böylece “Osmanizasyon” , artık Türkiye’ye inmiştir ve o sırada Abdullah Gül cumhurun başkanıdır; o zaman Türkiye’ye inmiş olan "Yeni Osmanlıcılık", şimdi Cumhuriyetin yıkıldığı bir eşikte (ki artık AKP’nin de başkanı olan yeni bir cumhurbaşkanı var ve belli ki her şeyin başkanı olmak temel politika ya da temel içgüdüdür), vücut bulmak için durmaksızın eşelenmektedir; ama görüldüğü üzere, eşikte karşısına Atatürk ve halka inmiş bir Kemalizm dikilmektedir; dikilmeseydi, 10 Kasım’da bilumum Atatürk ve Kemalizm düşmanları, birdenbire Atatürkçülükte sınırları zorlayan bir haleti ruhiye içine girmezlerdi; başka ifadeyle gardırop Atatürkçülüğü, böylece on Kasım Atatürkçülüğüne terfi etmiştir ve SF aynı SF’dir ki Kemalizmin ve Kemalistlerin yönetimden çoktan uzaklaştırılmış olmasına rağmen, bütün devlet erkânının ve dahi bilumum TÜSİAD patronları yanında, bilumum yandaşların dahi “Atatürkçü” olmak zorunda kaldığı bir zamanda bile hâlâ “Atatürk” sözcüğüne yasak koymakta beis görmemektedir.

Demek ki, Pontus’çu Karadenizlilere hitaben yazdıklarımda “Siyonizm” takıntısı da, bir “Siyonizm” kurgusu da yoktur; aksine, tarihsel belgelere ki siyonizmin kendi yayınladığı belgelerdir ve sınıfsal bir bakış açısına dayanan ve sınıflar mücadelesinin üzerine örtülmeye çalışılan örtüleri parçalayan hatırlatmalardır.

Turgut arkadaş, bir kez daha hatırlatmalıyım ki, Sabetayizm araştırmalarından korkmak tarihten korkmaktır; yani bu araştırmaların bir kurgu olmadığına aksine dibine kadar nesnel-sınıfsal olduğuna işaret ediyorum. Diğer yandan “Ermeni soykırımı” vaveylası koparmak için tarihe sarılırken, Sabetayizm söz konusu olduğunda Sabetayizm araştırmalarından, dolayısıyla tarihten korkmak manidardır ve neredeyse topluma dayatılan aykırılıklara hiçbir itirazın kalmadığı bir zamanda, sadece ve sadece bu araştırmalara ve üstelik diğer hiçbir araştırıcısına itiraz edilmezken, tek bir araştırıcısına itiraz etmekte birleşmek, çok daha manidardır!


Belki de bu gün Türkiye’nin kötürümleştirici ve edilgenleştirici atmosferinde, neredeyse her yanı saran itirazsızlığın, “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğmasının yönetim ilkesi olmasının ve elbette resmi politikalara aşkla bağlı olmanın, örneğin, 12 Eylülün devamı olan bir diktatörlük rejiminin bir Tanzimat öncesi karanlığa yönelişinin ifadesi olan yeni yönetimi ve yeni düşünceleri ile ki, eskisi de yenisi de eninde sonunda egemen sınıfın, yani tekellerin düşünce ve otoritesinin ifadesidir, senkronize olurken, en çok ve artık hiçbir yerde güç olmadığı bir zamanda, Kemalizme ve cumhuriyete karşı görülmedik bir kinle hücum etmenin kitlesel olmasının kıymet-i harbiyesi, kaynağını buradan almaktadır!

Marx’ın kendisinden önce mevcut olan ve yine kendisinden önce ve bu mevcudiyeti üzerinden yazılmış olan Kapitalizmi sırf bilimsel olarak eleştiriye tabi tuttuğu için bir kapitalizm muhibbi olarak görmekte, sanki kapitalizmin varlığının Marx’ın marifeti imiş gibi bir algı yaratmakta ısrar edenlerin Marx takıntısı ile sırf Sabetayizm olgusunun varlığını tarihe ve bilime dayanarak açıkladığı için, sanki Sabetayizm’i hiçbir tarihsel-nesnel dayanağı olmadan, sadece maddeden bağımsız bir öznel, zihinsel faaliyet ile uydurmuş gibi, Yalçın Küçük takıntısında ısrar edenlerin takıntılarının bir ve aynı olduğunu düşünüyorum.


Bunu, yani bu takıntıyı, Marx takıntısı ile Öcalan’da da görüyoruz!

Turgut arkadaşım, yine tekrar olacak ama demek ki çabuk unutuyoruz ve hatırlatmak yine bana düşüyor, sol olmayı bırakan "sol", devrim yolundan dönen "devrimci", sümüklü böceğe benziyor; kabuğunun içine çekilmiş, sıvı mı, katı mı belli olmayan bir hareketsizlik noktasında canlı, zayıf iki anteni ve bir de saldığı koku var; kokusu da olmasa yaşadığını bile bilmek mümkün olmayacak durumda.

Hal böyleyken, Kürt ulusal kurtuluş hareketini de, Kürt halkını da devrimcisizleştiren bildik devrim kaçkınları, hatta yobazizmle Katolik nikâhı kıymakta beis görmeyen bazıları ki,”önder” deyyu fetişleştirilmektedirler, “devrim” sözcüğünü kullanmadan “politika” yapamamakta, hatta Rojava’da, hem de sanki bir “Ekim rengi” taşıyan bir “devrim” yaptıklarını ve hem de Amerikan silahları yanında, Amerikalı askeri danışmanların eşliğinde söyleyebilmekte ve elbette, sol olmayı bırakan, devrim yolundan dönen bilumum ”sol” ve “devrimci” de, buna inanmakta zorlanmamakta, bu inanca yan gözle bile bakanı “Kürt düşmanı” deyyu yaftalamaktadır.

Oysa ortada, yeni tip ama özü ve mihmandarı da, mucidi de değişmemiş olan bir Mandacılık vardır ki tümüyle sınıfsaldır.

Peki, bugün nedir Mandacılık?

Daha önce Talabani ile Barzani’nin yaptığı idi şimdi Öcalan’ın da ve onun ağzına bakan bilumum tilmizlerinin yaptığıdır; Mandacılık, gerdeğe kendi yerine bir başka adamı, mesela ABD emperyalizmini, sokma işidir.

Ki bu işi de, Siyonizm’den ayıramayız ve son derece sınıfsaldır. Siyonist belgelerdeki “Orta Doğu için Siyonist Plan” budur; uzun bir süredir ve artık ABD-AB emperyalizminin de sorunu olan Kürt sorunu üzerinden, Büyük İsrael’i kurmak.

Çok mu ağır oldu; öyleyse doğru yerden, yani sınıfsal bakmak gerek; doğru yerden bakan herkesin göreceği budur.

M.Kemal’e gelince; bu topraklarda, şimdi Kemalin ve Kemalizmin düşmanlığında sınır tanımayan “sol”lar, yani sol olmaktan ayrılan “sol”lar ve devrim yolundan ricat eden “devrimci” ler, içinde “komünist” gömlekli olanlar da var, on yıllardır M.Kemal’in “tamamlayamadığı” demokratik devrimin tamamlanarak “sosyalizm”e varılacağını vaaz edip durmuşlar ve bunun liderliğini üstlenmişlerdir; yani Kemalizm’in kuyruğuna yapışıp kalmışlar ve bunun yanlış olduğunu söyleyen ve de Kemalizm’i aşarak sosyalizme ilerlemeye çalışan sol’a demediklerini bırakmamışlardır.

Ve şimdi, dün de bugün de, yani hiçbir zaman Kemalizmin kuyruğunda hareket etmeyen sol’a, yani dün, Kemalizmin hüküm sürdüğü bir zamanda yaptıkları Kemalizm’i aşarak ilerlemek olan ve bugün, yani Kemalizmin çok çok gerisine sürüklenildiği bir zamanda, Kemalizmi aşmaktan vazgeçmemiş olarak, Kemalizmin sosyalistleri ilerletmeyeceğini bilerek, Kemalizm’den geri düşmemeyi esas almakta ve hâlâ sosyalist bir cumhuriyet için yol açmaya çalışmakta olanlara, “Kemalist” yaftası ile saldırmaktadırlar!

Önce düşman yaratıp, sonra da “yeni” rejime ve işbirlikçilerine muhalif kimler ve hangi sınıfsal güçler, politik güçler varsa onları bu düşmanın safına yerleştirerek, “yeni” rejime yol ve alan açmak böylece kolaylaşırken, buna bir “sol” renk de verilebilecektir.

Öyleyse , “Başarabilir miydi? ” sorusu, “Neyi başarmasını istiyorduk?” sorusunu ya da “Neyi başarsa idi Kemal’e ve Kemalizm’e düşmanlık hâsıl olmayacaktı?” sorusunu doğuracaktır!

Bu da ister istemez, “M. Kemal’ den bir Lenin olması mı bekleniyordu?” sorusunu önümüze koyacaktır.

Bugün Mustafa Kemal’i, zamanının mümkün olan tek devrimcisi görmenin ve göstermenin de; Mustafa Kemal’in bir “Lenin” olamayışına, yani sosyalist düzen değil de, burjuva düzen kurmak üzere hareket etmesine bakıp dövünmenin ya da Mustafa Kemal gerçeğini inkâr etmenin de bilim dışı olduğunu bilerek M.Kemal’e yaklaşmak, bu sorulara ve daha pek çok soruya önemli açıklıklar getirecek cevaplar verebilmenin anahtarıdır.

Diğer yandan, işçi sınıfının politik hareketinin, müttefiki emekçilerle birlikte kuracağı sosyalist cumhuriyet, en azından bunu dışlamayan bir emekçi cumhuriyet mutlaka gelecek ve geldiği zaman resmi tarih de yeniden yazılacaktır. İşte o zaman, Mustafa Kemal’in yeri ve konumu, zamanında işçi sınıfının politik hareketi içinde yer alan ve zindanlarda çürütülenlere, karanlık denizlerde boğdurulanlara, Kemalist Cumhuriyet düzeninin oturtulmasına yönelik kanlı tasfiye hareketlerine maruz kalanlara göre değerlendirilecektir.

Öyleyse aslolan, kitleleri, intikamcı bir kin ve öfke ile yüklü bir düşmanlık içinde ölü bir M.Kemal’in ve artık egemen sınıfın ideolojisi ve politikası olarak yönetimde hiçbir egemenliği kalmamış olan bir Kemalizm’in üzerine sürmek değildir; aslolan, toplumun ezici çoğunluğunu, en başta da Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Abaza vb. ayırmadan tüm işçi ve emekçileri, çaresiz, savunmasız, geleceksiz, özgürlüksüz, işsiz, aşsız ve fenersiz ve hatta nefessiz bırakan bir yaşamın dayatılmasına karşı itirazlarını yükseltirken bilerek veya bilmeden Kemal’e ve Kemalizm’e sarılan en geniş kitleleri, laik, demokratik, eşitlikçi, ortakçı, halkçı, emekçi bir cumhuriyet kurmak için, bunun önündeki bilumum engellerin üzerine sürmektir.

Çünkü aslolan, sınıfsal olmayan bir intikamcı kin ve nefret değildir; aslolan, sınıfsal bir kindir; sınıf kinidir ki bu kinde intikamcılık yoktur; ancak bu kin, kitlelere doğru ve kararlı adımlar attırabilir.

İşte ancak ondan sonra, M.Kemal’in ve Kemalizm’in yeri ve konumu, zamanında işçi sınıfının politik hareketi içinde yer alan ve zindanlarda çürütülenlere, karanlık denizlerde boğdurulanlara, Kemalist Cumhuriyet düzeninin oturtulmasına yönelik kanlı tasfiye hareketlerine maruz kalanlara göre, değerlendirilebilecektir; doğru olan ve ilerletici olan budur; başka ifadeyle doğru ve ilerletici sonuçlar çıkarabilecek, daha ileri bir düzeni kurmayı kolaylaştıracak olan budur.

Öcalan’a gelince; Besbellidir ki, Öcalan, bir Kürt ulusal kurtuluşu peşinde değildir ve söylemleri, o sayfalar dolusu “çözümlemeleri”, meselenin çözümünü, sadece ve sadece ulusal ve uluslar arası resmi politikaya uydurmak, dolayısıyla Kürt halkını, vazgeçilmez tarihsel-sınıfsal çıkarları için devrimci bir mücadele içine girmekten alıkoymak, tam tersine bir karanlığın içinde tutarak, Kürt sorununu emperyalizmin çıkarları ve haliyle Kürt egemenlerinin çıkarları doğrultusunda çözerek, Kürtlerin başına, ABD-AB emperyalizmine, o olmazsa büyütülmüş bir İsrail’e dayanan bir büyük aşiretin (komünün) ağası misli “önder” olmaktır.

Bunun adı mandacılıktır; bin yıl sürecek bir sulhun adı olan “yeni Osmanlıcılık” içinde bir “demokratik özerk komün” parola, mandacılık ise bir “kurtuluş” yolu olmaktadır.

İşte bu yüzden, bu günleri çok öncesinden planlayan ve müjdeleyen Siyonist belgeler önemlidir ve bunu araştırıp, bulup, ortaya koymak hem tarihsel ve hem de sınıfsal bir iştir.

Bugün, yani Kemalizmin ve Kemalistlerin yönetimden uzaklaştırıldığı, hatta Cumhuriyet’in yıkıldığı bir zamanda, Kemal ve Kemalizm düşmanlığı da sınıfsal bir iştir; ama bu iş tekeller açısından, büyük zenginler açısından, cumhuriyete düşman, hilafete âşık, laikliğe düşman, dinci-gericiliğe âşık olanlar açısından ve elbette Emperyalizm açısından sınıfsal bir iştir; ama ezilen ve sömürülen sınıflar açısından, onların temsilcileri açısından sınıfsal bir iş değildir; Tanzimat öncesi bir karanlığa karşı, sosyalist cumhuriyet için mücadele etmeyi daha çok kolaylaştıracak bir cumhuriyet açısından sınıfsal değildir.

Velhasıl-ı kelam Turgut arkadaşım, Siyonizm’i ve/ya da Sabetayizm’i ve hatta CIA’yı dahi, konspiratif oyunları ile birlikte araştırmak, bulmak ve ortaya dökmek, sınıflar savaşını örtmediği gibi, bir icadın ifadesi de değildir; derinde olanı bulup çıkarmak ve yüzeye, herkesin göreceği mesafeye taşımaktır; yani bilim yapmaktır.

Keza M.Kemal’i ve icraatlarını ve elbette kurtuluş savaşını ve de Türkiye’de düzenin oturtulmasını; bunlar olup biterken ezilen ve sömürülen sınıflarla ezen ve sömüren sınıfların durumunu, bu durum altında M.Kemal’in ve Kemalistlerin durumunu ve dahi bu durum altında, karşılıklı sınıfsal dengeyi araştırmak, bulup çıkarmak ve yüzeye taşıyarak, herkesin göreceği mesafeye koymak da sınıfsaldır ve bilim yapmaktır.

Bunda ne sihir vardır, ne mistisizm, ne fetişizm, ne de agnostisizm vardır.

Senin de hatırlattığın gibi, yani Marx’ın deyişi ile “derindeki ile yüzeydeki, yani görünmeyen ile görünen aynı olsaydı bilim olmazdı” diyorsun ya, işte bu iş, bunun içindir; görünmeyeni görünür kılmak içindir; gerisi görenlere, görenlerin niyetine ve hünerine kalıyor.

Bu işi, mezenformasyon ile karıştırmamak lazımdır ki derindekilerin üstünü örtmek, yüzeye çıkarılmasını önlemek için, ucundan görünenleri ortaya dökerek yapılır; örnek olsun, çoktan deşifre olmuş haliyle MOSSAD’ı yazan ve sonra da “deşifre edildi” yollu vaveyla koparan MOSSAD’ın yaptığı budur; böylece MOSSAD fetiş hale getirilirken, devasa bir güç olarak gösterilirken, derinlerde kalan kısmının üzeri örtülmüş, bilinemez kılınmıştır.

Bir başka örnek de, Siyonizm’i, Siyonist faaliyetleri ve elbette semitik faaliyetleri örtmek için, en yaygın ve en eski yöntem, “anti- semitizm” vaveylası kopararak semitik faaliyetlere hız vermektir; yani Siyonizm’e karşı yaprak kımıldasa, orada anti-semitizm yapılıyor yollu Semitik rüzgârlar estirmektir; yani Siyonizm’e karşı yükselen eleştirilerin karşısına “anti-semitizm” öcüsünü çıkarmaktır.

Türkiye’de bu daha fazladır ve Türkiye’de yobazların Siyonizm karşıtlığı, bir Yahudi karşıtlığı biçiminde sürerken, Türkiye’deki semitik damarların ki tümüyle Siyonizm’e hizmet etmektedir, faaliyetlerini örtmeyi kolaylaştırmakta ve de antisiyonizme ve antiemperyalizmin önüne bariyer koymaktır.

Kısaca Türkiye’de, evet anti-semitizm vardır ama semitizm çok ama çok daha fazladır.

Başka örnekler de bulabiliriz ve eminim onları senin bulman da pek zor olmayacaktır.

Ve evet, yazılarım uzundur ve hiçbir zaman kısaltmayı, cümlelerimde indirim yapmayı düşünmedim; daha doğrusu konunun ağırlığına göre hak ettiği boyutta cümle kurdum ve uzun olduğunu düşünmedim; aksine yine de yeterli olmayacağına inandım. Çünkü son derece yoğun ve şiddetli bir biçimde insan aklına yöneltilmiş saldırı koşullarında, okuma yanında öğrenmeye kayıtsızlığın had safhada arttığı, anlama ve anlatma konusunda son derece zayıf kalındığı bir tarihsel kesitte, okumanın da anlatmanın da tekrar tekrar olması gerektiğine inandım.

Zaman gösterdi ki, sorun yazılanların ya da anlatılanların uzun olmasında değil, öğrenmeye kayıtsızlığın, bu anlamda ve çerçevede anlama yetisinin azalmış olmasının, yazma ve dolayısıyla anlatma yetisine de olumsuz etki ederek, öğrenmek ve anlamak isteyenlerle yazarak ve anlatarak öğretmek isteyenleri, üzüm üzüme baka baka kararır misli, birbirlerine benzetmesindedir.

Elbette bu hengâme içinde, başka ifadeyle at izinin it izine karıştığı bir atmosferde, ben ister istemez az ya da çok abartmış olabilirim ve belki bu abartıdan vazgeçebilirdim ama vazgeçmedim; vazgeçmediysem, at izi ile it izini birbirinden ayırmak ve yerli yerine oturtmak içindir ve artık görülmemesi çok zordur ki, at izi ile it izi artık önemli oranda birbirinden ayrıldığı gibi, at izine basanlarla, it izine basanlar da birbirinden ayrılmıştır.

SF’nin hali pür melali bunu oldukça açık bir şekilde göstermektedir.

Ve zaten, meselenin yazılanların uzun olmasında olmadığını “uzun yazıyorsun” yollu eleştiri getirenler de biliyorlardı; ama “uzun yazıyorsun” demek bahane, ortaya dökülen gerçekliklerin, ya da çelişkilerin, ya da buna sebebiyet veren yalanların örtülmesi şahane idi.

O kadar öyle ki, örnek olsun, SF’ye adımımı atmadan önce eleştirel mektuplarla katıldığım bir tartışma bloğunda, zülfüyâreye çok fazla dokunduğum için, yani gerçekleri saklanamayacak denli açığa çıkardığım ve saklamaya çalışanların suratlarına vurduğum için, bahane, gene “uzun yazmam” ve ayrıyetten “çok yer kaplayarak, diğer tartışmacıların yerlerini işgal etmem” olmuş, bu tartışma bloğundan kovulmuştum.

Dediğim gibi, daha o zamandan Türkiye, ahmak kurnazlar diyarı idi.

Artık, anlamamakla malul olanlarla, anlamamayı kurnazlık sayanlar önemli oranda bir birinden ayrılmakta ve orta yerde kendilerini göstermektedirler.

Fikret Uzun

15-Kasım-2017

Hiç yorum yok: