5 Ocak 2016 Salı

PARADİGMANIN İFLASI–İFLASIN PARADİGMASI-I

PARADİGMANIN İFLASI–İFLASIN PARADİGMASI-I

ÇOKTAN İFLAS ETMİŞ BİR PARADİGMANIN GEÇ KALMIŞ ELEŞTİRİSİ

Yazmak yerine kitap ve yazar adı saymaya çalışanlar ve yazmayı, bu yazıları paylaşmak ve daha asmadan kötü bir koku yayarak dağılan lakırdıları iplere dizmek sayanlar ve okumayı ise, okumaktan ziyade, sahibinin ve cellâdının önlerine fırlattığı yemleri gagalayarak çiğnemeden yutan tavuklar misli, yazılanları “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğması doğrultusunda gagalamak ve gagalarını, gagaladıkları yazılara dil uzatanların dillerini gagalamak için hazır tutmak sananlar, dediklerimi her zaman küfür sayarken aslında pek de haksız değillerdi; çünkü sözlerim, her zaman en yakıcı ve sol memelerin altındaki sönmeye yüz tutmuş ateşleri harlatan gerçeklerin küfür misli vurgulanmasının ifadesi olmuştur!

Bu, yazdıkları ya da paylaştıkları hiçbir zaman sol memelerin altındaki ateşleri harlatmayanlar; bu, başkaldırıya veda misli mırıltıların hiçbir zaman bir başkaldırının içinde ve tarafında olmayan sahipleri, bu mırıltıları ezberlemeyenleri en kötü lakırdılarla azarlamış ve yola gelmeyenlerin üzerine bu mırıltılardan demetlenmiş koca koca yaftalar fırlatmışlardır; en aşkın teorik yaklaşımları bu olmuş ve fırlattıkları her yafta ile “Marxizm-Leninizmi aşmanın” onurdan uzak gururunu yaşarken kendilerinden geçerek prim yaptıklarını sanmışlardır!

Hiç birini yapamadıysalar, Nazım’ın çok önceden tarihe not düşerek “ölüm kendinden önce yalnızlığını gönderdi” dizeleriyle veciz biçimde haber verdiği gibi, başkaldırıya veda eden mırıltılarını deşifre ederek mahkûm edenlerin sözlerini, öncesinde fırlattıkları sessizliğin içindeki bir ölümle boğmaya çalışmışlar; bu da yetmezse, şeytan taşlar misli bu sözleri koca koca yaftalarla taşlarken “şeytan gelme üzerime, tanrım yetiş imdadıma” yollu bağrışmışlar ve bu sözlerin sahiplerini bir birlerine şikâyet ederek teskin olmaya çalışmışlardır ve bunu, hakkını vermediklerinden bihaber oldukları erdemin bir gereği saymışlardır!

İşte şimdi bir kez daha emin olunmalı ki, yazmak yerine kitap ve yazar adı saymayı marifet sayan ve yazmayı, yazılanların bir tümcesini paylaşmak ve en çok da daha asmadan kötü bir koku yayarak dağılan lakırdıları iplere dizmek; okumayı ise, sahibinin ve cellâdının önlerine fırlattığı yemleri gagalayarak çiğnemeden yutan tavuklar misli, yazılanları “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğması doğrultusunda gagalayarak ezberlemek ve gagalarını, gagaladıkları yazılara dil uzatanların dillerini gagalamak için hazır tutmak sananlara, en yakıcı ve sol memelerin altındaki sönmeye yüz tutmuş ateşleri harlatan gerçeklerin vurgulanmasından ibaret olan ifadelerim yine küfür misli gelecektir!

Niyetim hiç kimseye küfür ve hakaret etmek değildir elbette fakat bu toprakların, küfür kadar yakıcı doğrulara şiddetle ihtiyacı olduğundan ve ihtiyaç keşfin anasıdır aksiyomuna uygun olarak, bu doğruları keşfetmekten hiç kimse kaçınamayacağından ve de bu çok basit ve tarihin mantığı tarafından çoktan önümüze konan keşfe bigâne kalma katsayısının yüksek olmasından, bu iş bir kez daha Ulak’ın omuzlarına düşmüş ve bu vesile ile adında “sosyalizm” ve “okul” sözcükleri olan bu forumun sakinleri, bir kez daha küfür kadar yakıcı doğruların şiddeti ile sarsılarak, eğer niyetleri varsa ve uyarlarına da gelirse, kendilerine gelme fırsatı bulmuş olacaklardır!

Sosyalistler için önemli olan bir Kürt yükselişidir; sosyalistlere göre, aydınlanmış, sürekli haklarını arayan, emekçi, özgürlükçü bir Kürt gerçekliği, Kürt halkının kendisi için de, Türkiye ve içinde bulunduğu bu geniş bölge için de büyük bir zenginliktir ve on beş yıl öncesine kadar bu yolda çok önemli mesafe kaydedilmiştir; ne var ki son 15 yıldır, bu mesafe geri çekilmiştir ki işte sosyalistler bu yüzden Kürtleri,“gelip gelip bir Tanzimat öncesi karanlığın içine girdikleri” konusunda uyarmışlardır!

Peki dinleyen olmuş mudur?

Kesinkes hayır ve üstüne üstlük Kürtler, kendi özgürlüklerini kutsal sayarlarken, sosyalistleri ve elbette Kürt halkını ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerini zifiri bir karanlığa zorlamak hakkına sahip olduklarını düşünmüşler ve ısrarla bunun için gayret etmişlerdir; sosyalistler ise ve defaatle, “sırf Kürtlere sevgimiz nedeniyle, Türkiye’nin tekelleri ile birlikte Kürt ve Türk emekçilerinin kanını emerek büyüyen Kürt zenginlerinin daha da zenginleşmesi pahasına kendi dünyamızı karartmak zorunda değiliz” demişlerdir!

Öte yandan biz, “Türkiye’mizde kaynağında sömürü ve zulüm düzeni olan faşist ve şeriatçı partilere yer yoktur ve onlarla birlik olarak, onlarla empati kurarak bir yere varılamaz” dedikçe, Kürtler inadına, şeriatçı partilerle empati kurmuşlar ve yüzlerini dinci akımlara ve/ya da tarikat şeyhlerine dönmüşlerdir; üstelik sosyalistlerin, birkaç zaman öncesine kadar Kürtlerin İngiliz casusu dedikleri Şeyh Sait’in, hiçbir zaman casus olmayan, tutucu bir Kürt milliyetçisi olduğunu ortaya koymalarına rağmen, Şeyh Sait üzerinden oy avcılığı yapmak için onu, Kürt kalkışmasının en kutsal aktörü olarak anma veya yükseltme ayinleri yapmışlardır!

Daha öncesi de var fakat pek hatırlayan olduğunu sanmıyorum ve bu yüzden hatırlatmak istiyorum!

90’lı yıllarda, Refah’ın kapatılması ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesinde dava açılmasından sonra, bazı Kürt politikacılar ve bu arada Hadep yöneticisi Sedat Yurttaş ile Feridun Yazar’ın, üstelik Türkiye halkıyla birlik istedikleri ve Türkiye ilericilerinin Kürt davasını desteklemelerini talep ettikleri bir zamanda, Türkiye’nin Kürtlerinin, 12 Eylül baskı rejiminin her zaman oy deposu olduğunu ve Türk ve Kürt gericiliğinin ittifakının, Türkiye halkı için her zaman büyük bir tehlikenin habercisi olduğunu ve dahi faşist 12 Eylül rejiminin özellikle bunun için çalıştığını unutarak, Refah’ın kapatılmasına “demokrasi” adına karşı çıkan açıklamaları olmuştur.

Oysa parti kapatmanın ya da açık tutmanın “demokrasi” ile bir ilgisi olmadığı bir yana, Türk ilericiliği ile Kürt ilericiliğinin beraberliğini sağlamak, Kürt ve Türk ilerici-devrimcilerinin, sosyalistlerinin vazgeçemeyecekleri bir görevdir; Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakını bozmak da aynı görevin içindedir; Kürtler, sıkışınca, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşında Türklerle birlikte savaştıklarını hatırlamayı biliyorlarsa, bunu da bilmeli ve anlamalıdırlar!

Bu savaşta kurulan birlik, son tahlilde, ilerici Kürt ve Türk birliğinden başka bir şey değildi!

Tüm bunları dinlemeyen Kürtler, artık bir Tanzimat öncesi karanlığının içine girmiş ve buradan çıkmak için hamle yapacaklarına, suçlarını ona buna veya etrafına dağıtarak, bu karanlığa daha sıkı sarılmaya çalışmaktadırlar!

Türkiye’de “Kürt halkının varlığını” ilk kez bir politik belge olarak ortaya koyan Türkiye İşçi Partisi olmuştur ve daha önce TİP’ te siyaset yapan Kürtlerin daha sonra Kürdistan İşçi Partisi’ni kurmaları tesadüf sayılmamalıdır ve şimdi, kurulurken TİP’in ismini, Türkiyenin Devrimci Gençlik Hareketini ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Hareketini pusulasının birer parçası yapan bu parti, bütün pusulalarını tarihte bırakmış ve bir Tanzimat öncesi karanlığının içine girerek, Tanzimat ile birlikte cumhuriyete karşı ABD emperyalizmi ve faşist 12 Eylül rejimi ile bir ve aynı gerici politikaları izlemekte ve kaçınılmaz olarak, tutunduğu iplerin ucundakilerin “dost”luğundan ya da verdikleri “söz”lerden medet umarak politika kurduğu için sık sık yanlışa düşmekte, inatla ve göz göre göre düştükleri bu yanlışlarına rağmen, Türkiye solunun kendisine biat etmesini istemektedir; son olarak, bu yanlışlarından ders almak ve yanlışlarını düzeltmek yerine, bu yanlışlarının da günahını, medet umdukları ile birlikte sessizleştirdikleri Türkiye’nin emekçi halkına atmakta ve herkesi, bu sessizliğe devam ederlerse onların da başına bugün kan revan içinde olan “Diyarbakır”ın düşeceği yollu tehdit etmektedirler ki şirazeleri hepten kaymış ve “doğru”dan çok fazla uzaklaşmışlar demektir!

Eninde sonunda bir ölçü olan “doğru”nun ve bir tartı olan bilimin paçasını bırakmaz isek göreceğimiz şudur ki iddia ve eğilimleri ölçüsünden çıkarmak, gerçekliğin çeşitli öğelerini tartamayıp ondan uzaklaşmak, solcuların değil, solcu olduğuna inanmamızı isteyen köylülerin işidir; bunu belli etmemek ise köylü kurnalığı olmaktadır ve buna en başta Öcalan olmak üzere KÖH’çü Kürtlerde sıklıkla rastlamak mümkündür!

TİP, ölçülü olmaya ve tartılı değerlendirmelere özen göstermiş, aykırılığa sapıp bunu köylü kurnazlığı ile örtmeye çalışmamıştır; fakat içinden bunu yapanlar da çıkmıştır ki ittihatçıları gerici ve itilafçıları ilerici ya da, akıl düzeninden yana olanları sağcı ve yobazları solcu olarak resmetmiş ve Erbakan’a göz kırparak ortalığı toz- duman etmeye çalışmıştır!

İşte en sonunda Kürtler, gele gele Tanzimat öncesi karanlığın içine girmişler ve Kürt halkını devrimcisizleştirerek, dinci-gericileştirerek ve elbette Türkiye’nin gerçek devrimcileri ve sosyalistleri ile aralarına duvar örerek, ilerlemeye çalışmanın gerilemek ve gericileşmek olduğunu artık düşünemeyecek bir noktaya gelmişlerdir!

Bu geldikleri noktada hâlâ köylü kurnazlığı peşinde koşmaktadırlar ve ne hoş ki, aynı zaman aralığında, bazıları ,“Türkiye toplumu Kürdistan’da olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını kapatarak kendisini kurtaramaz” diyerek, suçu bilinçli bir kesiminin 7 Haziran seçimlerinde Kürtlere el uzattığı ” Türkiye toplumuna” (bu toplumun Kürtleri de kapsadığı unutulmamalıdır) atmaktadır; HDP’nin “Türkiyelileşme” iddiası ile yola çıkıp Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanlığına da aday olarak ve dahası mevcut cumhurbaşkanına “seni başkan yaptırmayacağız” yollu “meydan okuyarak” ününü artıran eş başkanı Selocan ise, “
HDP'de gizli Erdoğan seviciler vardı” diyerek, hatta ”vardı” ve “artık yok” demeye getirerek, suçu artık var olmayanların üzerine atmakta ve kendisini ve kendisi ile birlikte olanları bundan masun ve masum tutmaktadır!

Ne demişler, şeytan ayrıntıda gizlidir!

Demirtaş böylece, HDP’ deki, daha önce BDP’deki kısaca KÖH’deki asıl gerçeği, gizli Erdoğan seviciler” e indirgeyerek üzerini örtmektedir; malum önlerinde kongre var ve kapışmanın gericilik ilericilik eksenine kaymaması gereklidir!

Yani asıl mesele Kürtlerin gelip gelip bir Tanzimat öncesi karanlığın içine girerek, bu karanlıktan hâlâ medet ummasıdır ve madde hareket halinde olduğundan, yani bunda bir terslik, hem de çok vahim bir terslik olduğunun idrakinde olanlar da olacağından ve Selocanlar bu tersliğin üzerine gidip düzeltemeye değil, bu terslikle katolik nikâhı kıydıkları için, bu evliliği sürdürmeye niyetli olduklarından, bu meselenin su yüzüne çıkmaması ve çatışmalı bir hal almaması mümkün görünmemektedir!

Belli ki parti içindeki bir iç savaşın eşiğindedirler ve işte Demirtaş’a HDP'de gizli Erdoğan seviciler vardı” dedirten de budur!

HDP’nin (daha önce BDP’nin), şimdi Eş başkan Selocan’ın itirafıyla ortalığa saçılan, AKP iktidarı ile şiir gibi bir ilişkisi olduğunu biz söylerken, ne “ulusalcılığımız”, ne “sosyal şovenliğimiz”, ne “Kemalistliğimiz”, ne de “faşistliğimiz” kalmıştı; hatta koca koca “Kürt düşmanı” yaftaları üzerimize fırlatılmıştı!

Ayrıyeten başka sözlerimiz de vardı ve “Biz, bunları”, yani “iktidarın, rejimin, tekellerin ipine bin bir bağ ile bağlanmış olan, dinci-gericilikle katolik nikâhı kıymış olan Kürt egemenlerini, sırf Kürt oldukları için sosyalistler sevmeye mecbur değildir” diyorduk; Bu Kürtlere, Türkiye’nin Kürt ve Türk emekçilerinin kanını emen tekellerine, 12 Eylül faşist diktatörlük rejimine ve ABD emperyalizmine ve elbette işbirlikçilerine nasıl bakıyorsak öyle bakıyoruz diyorduk ve üzerimize bu tekellere, ABD emperyalizmine ve elbette 12 Eylül faşist diktatörlük rejimine duymadıkları bir kin ve nefretle ”Kürt düşmanı” yaftaları fırlatıyorlardı; bununla da kalmıyor, bilumum işbirlikçileri çatılarının altına topluyor ya da paçalarına takıyorlardı, hâlâ da devam ettiklerini görebiliyoruz!

Ve şimdi bir de görüyoruz ki Demirtaş da, bu Kürtleri “sevmediğini” keşfetmiş olmaktadır!

Demirtaş herhalde çok çaresizdir ki çaresizliği, HDP ve KÖH’ün de çaresizliğidir ve bir suçluya, ya da suçlulara ihtiyaç duymuş olduğunu görebiliyoruz ve biz ihtiyacın, keşfin ya da icadın anası olduğunu biliyoruz; Demirtaş, hem keşif hem de icat yapmıştır ve öyleyse ihtiyacı son derece yakıcıdır!

Buradayız ve belki de daha doğrusu şöyledir:

Demirtaş, malumatfuruşluktan çok, iyiden iyiye açık olan malumun üzerini örterek sıkıntıları hafifletmek için çırpınmaktadır; “öyle değil” diyenlerin, şu anda HDP'nin ve vekillerinin profillerine ve de Demirtaş’ın koşuşturmasına, beyanat üstüne beyanat vermesine bakması yeterlidir!

Daha önemlisi ve doğrusu, bu sevda zaten öteden beri vardı ve en belirgin olarak, “Ergenekon” tertipleri bir yana, halka bir hap misli yutturulmak üzere iktidarı ile muhalefeti birlikte ki içinde BDP (HDP) de vardı, el birliğiyle kotarılan 2010 Anayasa referandumundan beri, AKP-RTE sevdası örgütlü bir şekilde hüküm sürüyordu (yetmez ama evet' çileri saymıyorum bile); CHP'nin rolü ayrı, MHP’nin rolü ayrı, BDP'nin ve elbette Öcalan'ın rolü ayrı idi ki bundan Kandil’in rolünü ayıramıyoruz, bu rollerin hepsi, referandumda AKP lehine "EVET" çıkması için idi; başarılı da olundu!

Ve bu sevda, "seni başkan yaptırmayacağız" şeklindeki içi boş ve daha çok bir yalancı pehlivan narasına benzeyen ısmarlama sloganın AKP'ye ve daha çok RTE'ye karşı yükselen ve CHP'den de, MHP'den de medet ummayan bir muhalif kesimde karşılık bulması ile birlikte kısa süren bir zafer sevincinden sonra, ortaya çıkan karşı şiddet ile birlikte ve en sonu 1 Kasım seçim sonuçları ile birlikte bir hayal kırıklığına uğradı, şaşkınlık da diyebiliriz; ne var ki bu sevdadan hâlâ vaz geçilmediğini görebiliyoruz. İşte bu nedenle Demirtaş’ın bir mezenformasyon denemesi yaptığını ve asıl noktalara çevrilmiş olan projektörleri, tali ve önemi kalmayan, daha doğrusu artık geçmişte ve dışarda kalan noktalara yöneltmeye çalıştığını düşünebiliriz!

Ancak, Demirtaş’ın bu çıkışı, şu ünlü deyişteki “merdi kıptiyi” çağrıştırmaktadır ki, bir turnusol özelliği vardır!

Bir şeye karşı durmak, kesinkes karşı durmak demektir; ya da tersinden söylersek, karşı olunan bir şeyden kesinkes ayrılmak gerekir; Kürt ulusal kurtuluşçularının öteden beri yaptığı gibi, kesinkes ayrılmayıp, bulaşık kalınırsa, karşı durmanın bir kıymet-i harbiyesi kalmaz ve o zaman da o karşı olunan şey ile muhalif değil, ister istemez müttefik olmaya mahkûm olunur.

Öyleyse Demirtaş’ın “HDP’de AKP ya da Erdoğan sevdalıları vardı” demesi acıklı bir tiyatronun komik sözleridir!

Figen hanımın bir süredir Demirtaş’ın dediklerini yalanlamasını ise, herhalde mizah sayamayacağımız bir acıklı komedya saymamız gerekmektedir!

Olan budur ve ortalık kan revan içinde iken, kimsenin bu kan revanı durdurmaya niyeti yokken, Demirtaş da diğerleri de, hâlâ bu niyeti taşımayanlara "çözüüm" ne olur "çözüüm" diye yalvarmaktan geri durmamaktadırlar ve üstüne üstlük, tıpkı Gapon'un, Rus işçilerini patronlarını onlarla bin bir bağ içinde olan Çar'a şikâyet ederek meselenin çözüleceğine inandırdığı gibi, Kürtleri de, “çözümden” kaçanlar, “üçüncü göz” olarak tabir ettikleri, fakat bu meselenin bu hale gelmesinde en baştan beri müsebbip olan ve tıpkı çar gibi Türkiye’nin tekelleri ile ve hâlâ islamist-osmanist, dinci-gerici faşist bir diktatörlük olarak hüküm süren Eylülist rejimle bin bir bağ ile bağlı ABD-AB emperyalizmine şikâyet edilirse "çözüm" e dönüleceğine ve daha vahimi, “çözüm” sağlanacağına inandırmaya çalışmaktadır!

Velhasıl-ı kelam, kimse Ulak’ın emperyalizmden ve işbirlikçilerinden “dost” da,”yar” da olmaz sözüne kulak asmıyor, asmadı; oysa bu söz Ulak’ın değil, tamı tamına maddenin sesidir!

Ve maddeden bu ses ile birlikte bir başka ses daha çıkmış, hâlâ bu ses yankılanmaktadır ki, bu sesten yeni bir toplumsal ve siyasal düzene geçiş için bir devrim çıkacağını öngörmeyen ve tüm Aydınlanma düşünürleri gibi insanlık için gerekli olanın yeni bir toplum sözleşmesi olduğuna hükmeden Rousseau’nun da, yaşadığı dönemin diliyle, “aylak soylular sınıfı” ile kilise’nin ayrıcalıklarından vazgeçmesi anlamına gelecek bu yeni toplum sözleşmesine nasıl razı olacakları sorusuna cevap vermeyerek bu sese uzak kaldığı gibi, Kürtler de ve hâlâ uzak kalmaktadırlar!

Bu, son derece öğreticidir; hatta ibretliktir!

Tarih, en güzel ve en iyi niyetli, ideali en yüksek bir toplum sözleşmesinin dahi, herhangi bir devrime gerek olmadan,“aylak soylular sınıfı” ile kilise’nin ayrıcalıklarından vaz geçmesini herhangi bir zor olmadan sağlayamayacağını göstermiştir. Fransız Devrimi’ nin şiddeti, egemen sınıfların ayrıcalıklarından vazgeçmemek için gösterdiği direncin bir türevi olarak ortaya çıkmış ve sonuç olarak egemen sınıfları ayrıcalıklarından vazgeçmeye ikna etmişti!

Ve bu sonucun teorideki karşılığını ise çok öncesinden, siyaset biliminin iki önemli kurucusu olan Machiavelli ile Hobbes’ un,“silahlı peygamber” teorisi ile “kılıçsız sözleşme olmaz” teorisinde görüyoruz!

Büyük bir devrimci sezgiyle “Kralcılar ile cumhuriyetin barış içinde bir arada yaşayamayacağını” gören Robespierre, “Kamu Kurtuluşu Komitesi” adına yaptığı konuşmalarda,”Bazıları kralcılar için hoşgörü diye bağırıyorlar,” diyordu ve bunu yalnızca “suçlular için kurtuluş” saydığını gizlemiyor ve şu sözleri de ekliyordu; “Cumhuriyetin iç ve dış düşmanlarını boğmak veya onunla beraber mahvolmak“,”ya özel çıkar ya kamu çıkarı”

Machiavelli ise Canterbury Piskoposu’nun “bizzat şeytan tarafından yazılmış olduğunu” söylediği Hükümdar’da, “… Bütün eli silahlı peygamberlerin başarıya ulaştıkları, silahsız olanların ise hüsrana uğradıkları görülmüştür.” yazarak,”silahsız peygamberlerin başarısızlığa mahkûm olduğu” saptamasını yapıyordu!

Yalnızca Kilise egemenliğindeki Orta Çağ’da değil, Machiavelli modern dönemde de bir “şeytan” muamelesi görmüş ve görmektedir!

Çıkarların uzlaşmaz olduğu yerde, kılıçsız sözleşme olmamakta, silahsız peygamberler hüsrana uğramaktadırlar; işte maddenin duyurduğu, başka ifadeyle pratiğin doğrulayarak tarihin mantığına içerdiği anlamlı ve öğretici ses budur!

Sınıf mücadelesi pratiğinin, özel çıkara dayalı bir düzende, kamu çıkarını, en güzel ve en iyi niyetli, ideali en yüksek ama “kılıçsız bir sözleşme” ile kurmanın ya da korumanın mümkün olmadığı hükmü, maddeye ve oradan da tarihin mantığına içerileli çok olmuştur.

Demek ki tarihin mantığından çıkan ses, en “iyi” sözleşmeyi “kılıçlı peygamberlerin” yapabildiklerini haber vermektedir ki kulak küpesi mislidir!

İşte bunun için, yani “egemen sınıfları, kamu çıkarı için ve zor yoluyla alaşağı etmeyi” savundukları için Robespierre ve Machiavelli suçlu olmuşlardır. İşte bunun için, “insan hakları” ve “demokrasi” kavramlarını bir kaide üstüne koyarak kutsallaştıran tekelci dönem, “kamu çıkarı” tartışmasını gözlerden saklar ve şiddet tartışmasını,“ne için” ve “neden” sorularından kopararak, neredeyse başlamadan biten bir tartışma olduğu açık olan, boş bir uzayda,”şiddet iyi midir, kötü müdür” tartışmasına indirger.

Son zamanların en popüler ve bir o kadar da “sol” tartışması bu olmuştur ki soldan çoktan uzaklaşmış olan ”sol” un en çok övündüğü tartışmalardan biri bu olmuştur!

Egemenler, insanlık suçu olarak mahkûm ettikleri şiddeti, en ağır ve acımasız şekilleriyle uygulamaya devam ederken, Hollywood filmleri ve Amerikan dizileri “karşında katil varsa bile sen katil olamazsın “ vaazını şaşmaz bir dakiklik ve bıkmazlık ile yaymayı sürdürmektedir.

“Sana tokat atarlarsa, diğer yanağını çevir”; İyi niyetli gösterilen ama son derece kötü niyetli bir vaazdır ve “coca-cola’dan daha tatlı ve afyondan daha uyuşturucudur.”

Bu, Marx’ın da ve 170 yıl önce, Reinische Zeitung’da “sol yanağınıza vurulduğunda sağ yanağınızı mı uzatıyorsunuz, yoksa şiddete maruz kalmaktan dava mı açıyorsunuz? “ sorusunda dediğidir ve Marx afyon etkisi olarak “şiddete maruz kalmaktan dava açmayı” yasaklayan İncil’i işaret etmiştir!

Tarihin ve elbette onun belirleyicisi olan maddenin, yani gerçek insan faaliyeti içerilmiş olan pratiğin, insanlığın kaçınamadığı bu sorunun yanıtını, Aydınlanma teorisi ile değil, devrim sürecinin dayattığı pratik zorunluluklarla verdiğini biliyoruz.

İşte Kürtler’in de sağırlığı bu yönde idi ve artık duyduklarını kabul edebiliriz ama hâlâ “çözüüm”, ”üçüncü göööz” , “bu Türkiye toplumu neden sessizzz ” yollu yakarışlarının kıymet-i harbiyesini anlamakta güçlük çekiyoruz!

“Demedik mi?” desek yeridir ama demiyoruz ve bir kez daha hatırlatmakla yetiniyoruz; “çözüm” sınıfsaldır ve ne bir dâhi’nin, ne bir akil'in ne bir Herkül misli babayiğitin, ne bir iyi niyetli otoritenin ve hatta ne de bir kötü niyetli despotun dudaklarının arasından çıkacak buyruğa bağlıdır; o buyruk da, o buyruğun işaret edeceği “çözüm” de tümüyle maddeye bağlıdır; maddenin ağırlığına ve gösterdiği, işaret ettiği yöne bağlıdır; burada politik güç ve özellikle politik ayak oyunları anlamında politik etmen, elbette belli oranda tayin edicidir ama son tahlilde o da maddeye bağlıdır ve maddeye bağlı olarak bu politik güç ve etmen, hem de kendi içinde, 180 derece dönüş gösterebilir ki, buna atalarımız “sap döner keser döner …” diyerek çoook uzun zaman önce işaret etmiştir. Hesabı döndürecek olan işte bu maddenin ağırlığı ve elbette onun işaret ettiği yerde konuşlanarak biriken güçtür!

İşte bu yüzden, “eşyanın tabiatına aykırı çırpınışlar nafile çabadır” diyoruz; çünkü bu çırpınışların hiç birisi maddeye dayanmadığı gibi, maddeye ne gözüyle, ne de aklıyla bakıyor ve maddenin işaret ettiği yere ise tümüyle sırtını dönüyor!

Bu nedenle hem Demirtaş'ın, hem KÖH'ün ve hem de tilmizlerinin ve muhiplerinin çırpınışları (eşyanın tabiatına uymayan bu haliyle) nafiledir; yani bu haliyle hiçbir çırpınışın çözüm getirmeyeceği ama ABD emperyalizminin kırk yıldır politika bildiği "çözüm"üne su taşımaya devam ettireceği çok açıktır!

Demek ki maddeye iyi bakmak gerek; puslu gözlerle bakınca maddenin hareketi görülemiyor, ağırlığı da fark edilemiyor; örnek olsun, saldırının sivri ucu Kürtlere ve halkıydı, örgütü idi ayırmadan yönelince, “AKP’nin, 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışması”, KÖH’ün ileri gelenlerinin aklına ancak bu zamanda gelebiliyor ve akıllarına geliyor gelmesine ama Demirtaş bütünüyle, KÖH’çüler ise yarı-yarıya, hâlâ bu kendi ifadeleri ile açık ettikleri açıklıktan bihaber görünmektedirler!

İşte bu, maddeden uzak olmak demektir, hatta maddeyi pek kale almamak demektir ki bunu politika bellemeleri ise en kötüsüdür ve biri yakınlaşmış ama hâlâ uzaktır; diğeri ise bile isteye maddeye upuzak durmaktadır ki birincisinin KÖH’ çü Kürtler ve ikincisinin Demirtaş ve müritleri olduğunu görebiliyoruz!

Ve biri suçu , “Türkiye toplumu Kürdistan’da olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını kapatarak kendisini kurtaramaz” diyerek Türkiye toplumuna ve diğeri ise, “
HDP'de gizli Erdoğan seviciler vardır” diyerek, hatta ”vardı” ve “artık yok” demeye getirerek, suçu artık var olmayanların üzerine atıyorsa ve kendisini ve kendisi ile birlikte olanları bundan masun ve masum tutuyorsa, bunun hâlâ maddeden uzaklaştırmaya çalışmak demek olup olmadığını, herkes kendine sormalıdır!

Diğer yandan şunu da arz etmeliyim ki ,“Türkiye toplumu Kürdistan’da olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını kapatarak kendisini kurtaramaz” diye haykırırken insan biraz utanır; karşılığı var ve çook önceki bir zamanda D’Holbach’ın, “din, yönetim ve eğitim insanı bozarken ahlak vaazları vermenin anlamsızlığını” haykırarak, daha o zamandan bugünün Kürtlerinin yüzüne vurmasıdır!

Rousseau’nun “Köleler zincirlerinde her şeyi unuturlar, zincirlerinden kurtulma isteği de dâhil” yollu haykırması da Kürtlerin yüzüne vurmada D’Holbach’ınkinden daha aşağı kalmaz!

Köleleştirilen insanın, fiziksel ve zihinsel zincirlerini kırmak için savaşmayanların ahlaktan söz etmeye hakları olabilir mi? Şimdi yana yakıla “bu Türkiye toplumu neden sessiz” diye haykıran KÖH’çüler, bu soruyu da akıl ve vicdanlarının filtresinden geçirmeleri ve köleleştirilen insanların sessizliklerini mahkûm etmeden önce, bu sessizlikteki paylarını tartıya vurmaları gerekmektedir!

Daha önemlisi, Kürtlerin de ve yalnızca “inanıyorum öyleyse doğrudur “doğmasına esir edildikleri için inanıp feyz aldıkları, Gramschi’ ye öykünerek İmralı’da “felsefe notları” yazan Öcalan’ın, Kürt halkının fiziksel ve zihinsel zincirlerini kırmak için, onlara devrimci bir biçim vermek için mücadele etmekten, bu mücadeleyi hiç yapmamış olduğunu düşündürtecek denli vazgeçip, tekellerin Aydınlanma düşünürlerine de açtığı savaşa katılarak, Kürt halkını devrimcisizleştirmeyi ve dahi dinci-gerici bir biçimde dönüştürmeyi bayrak edinmesini ve bunu, Kürtlere felsefi bir tonda dayatmasını, bu köleleştirme operasyonunda egemen sınıflarınkinden daha az etkili sayamayız!

Öyleyse, ABD-AB emperyalizminin “dostluğundan” medet umarak, onunla bir olup, yüzlerce yıl önce “kamu çıkarını” ahlak teorisinin merkezine oturtmuş olan Aydınlanmacıları hedef tahtasına oturtanların, ABD-AB emperyalizminin Aydınlanma düşüncesine ve düşünürlerine düşmanlığı ile senkronize hareket edenlerin, akıl düzeninden sapıp, yobazizmde istikbal arayanların, şimdi “ bu Türkiye toplumu neden sessiz” yollu mızmızlanmaya hakları var mıdır, yok mudur, bunu da herkes düşünmelidir!

Şimdi, “Türkiye toplumunun” bu hale gelmesinde sanki payları yokmuş gibi ve her yer kan revan içinde iken hâlâ “çözüm sürecine dönelim” yollu yalvarmıyorlarmış gibi, elbirliğiyle suçu, Kafka’nın, Huxley’in, Orwell’ in, hatta Diderot’ nun insanlarına dönüştürdükleri, en azından buna göz yumdukları “Türkiye toplumunun” üzerine fırlatmaları, onları bu hale getirenleri ve bu kan revan durum ile en yakından bağlı olanları ise kırk yıl değilse bile, köprüden geçene kadar hatırı olacak az şekerli kahve içme molalarıyla sanki bir futbol maçının sonucunu kutlarmış gibi ağırlamaları, hem bir acıklı güldürüdür ve hem de fıkralara konu olan tipik bir Kürt tepkisini andırmaktadır!

Kürt peşmerge dağda yakalanmış ve jandarmalar götürüyor; başlamış “jandarma iyidir, güzeldir, allah başımızdan eksik etmesin” yollu konuşmaya; uzatmayalım, mahkemeye getirilmiş ve başlamış, “hâkimlerimiz iyidir, hoştur, adaletlidir, allah başımızdan eksik etmesin” yollu konuşmaya ve sonuçta kalem kırılmış, en sonu darağacına getirilmiş ve bu kez başlamış devleti güzellemeye ve “devletimiz büyüktür, adaletlidir, allah devletimize zeval vermesin “ yollu konuşmaya ve cellât ipi geçirmiş, ilmeği sıkıyor… işte o zaman “eeeyt, Sı..rım ulan ben böyle işin içine! ” yollu kükremiş ya, işte tablo şimdi tam da budur!

Hayır! Asıl suçlular, “Türkiye toplumunun” sessizliğinden bin kat fazla bir sessizliği politika bilen ve Kürt halkını da, devrimcilerini de bu sessizliğe türlü çeşit teorik masallar ve aynı çeşitlilikte pandominler ile hapseden ve bunu yaparken, Türkiye’nin devrimcilerine, sosyalistlerine olmadık yaftalar fırlatarak, kendilerine biat etmelerini dayatan Kürt’lerdir; bugün dinci-gerici, osmanik-islamik faşist bir diktatörlük olarak konuşlanan 12 Eylül rejiminin bu haline gelene kadar sessiz kalıp, Kürtlere yeni versiyonu ile hâlâ devam eden Eylülist yönetimi “allah başımızdan eksik etmesin, o olmazsa ‘çözüm’ de olmaz” yollu türküler ezberleten Kürtler, şimdi suçu ya birbirlerine ya da gene aynı hikâye misli “Türkiye toplumuna” atarak bir yere varamazlar, varamadıkları apaçık ortadadır!

Ve ilginçtir, daha önce olduğu gibi, artık belli ki TDH’ye suç yüklemiyorlar; çünkü TDH’yi, yalnızca çatıları altına girenler veya da kendilerini dışardan destekleyenler olarak görmektedirler ve artık hepsi çatılarının altında ya da paçalarındadır; Türkiye’nin asıl devrimcilerini ise hâlâ yok saymakta ya da cumhuriyetçiliklerinden, laikçiliklerinden ötürü düşman saymaktadırlar ki bu da şimdi “Demokratik Cumhuriyet rejimini” sayıklarlarken en yaman çelişkileridir ve “Türkiye toplumu” yollu mızmızlanmaları da bu çelişkilerini anlaşılır kılmaktadır.

Oysa apaçıktır ki, cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığının ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, ümmet toplumunu hedefleyen bir rejimde, en hakkaniyetli toplum sözleşmesi ya da bir anayasa da yapılmış olsa, “demokratik cumhuriyet” çiçek açamaz!

Öte yandan, KÖH’çü Kürtler,“Antifaşist güçler”, “Devrimci-Demokratik Güç Birliği” ve “Demokratik Cumhuriyet rejimini” sayıklarlarken, yine yanlış yerlerden medet ummakta, başka ifadeyle bu sayıkladıklarının altına yanlış özneleri ve renkleri koymaya çalışmaktadırlar!

Öyleyse, suçu, Kürtlerin de dahli olduğu postmodernist bir operasyon ile sessizleştirilmiş “Türkiye toplumuna” (bu toplumun Kürtleri de kapsadığı unutulmasın) atarak, tarihin illaki soracağı hesaptan kurtulacaklarını hesap eden Kürtler’in şu sayıkladıklarını herkesin dikkatlice incelemeleri gerekmektedir!

“Şu anda aslında iki rejim paradigmasının ve projesinin savaşı ve çatışması sözkonusu imiş:

“Biri AKP’nin başını çektiği İslamcı-Milliyetçi (Türkçü) neo faşist rejim projesi”, imiş. “Diğeri de Kürtlerin başını çektiği Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen Demokratik Özerklik projesi” imiş.

Ve “Bu savaşı kazanan Türkiye’nin kaderini belirleyecek” imiş.

“Bu süreç AKP-DAİŞ faşizmine karşı herkesin safını belirleme ve kendisini netleştirme süreci” imiş. “Yani AKP’nin neo faşist rejimine boyun mu eğilecek yoksa Kürtlerin devrimci-demokratik direnişine güç verilerek ve ortak mücadele çatısı altında bir araya gelinerek direniş mi yükseltilecek?” imiş.

“Herkes safını netleştirerek harekete geçmeli” imiş.

Doğru, Türkiye’de iki rejimin savaşı ve çatışması elbette ve öteden beri var; ama biri artık eski rejim olmuştur ve diğeri bu eski rejimin devamı olan fakat dinci-gerici, Osmanik-İslamik temelde ve faşist dikkatörlük biçiminde konuşlanan 12 Eylül rejimidir; öyleyse yıkılan faşist 12 Eylül rejimi değil ama bir cumhuriyettir ve diğeri ise, yıkılan bu cumhuriyetin üzerinde konuşlanarak defacto hüküm süren ve henüz hükmünü dejure ilan edemeyen ve bunun için epeydir kotaramadığı bir anayasa değişikliği peşinde koşan ve bu konuda en sadık müttefikinin HDP, KÖH ve elbette Öcalan olduğu sır olmayan, yeni ve dinci-gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül diktatörlük rejimidir; yani aslında “iki rejim paradigmasının ve projesinin savaşı ve çatışması”, şimdi biri, cumhuriyetin çok gerisinde, bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen, faşist 12 Eylül rejimidir ki Kürtler öteden beri bu yönelişin müttefikidirler; en azından ya da en hafifinden, buna göz yummaktadırlar; diğeri ise, ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı, özel çıkara karşı kamu çıkarını gözeten ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetidir ki, buna da diğer taraf ile müttefik olan Kürtler, hem de şimdilerde “Demokratik Cumhuriyet rejimi” yollu konuştukları halde, kesinkes karşıdırlar!

Çünkü hâlâ, kamu çıkarı tartışmasını gözlerden saklamak için, yani özel çıkarın, sınıf çıkarı olduğunu ve kaynağındaki eşitsizliği gözlerden saklamak için, doğuştan gelen ve bir sınıfın hiçbir zaman sahip olamadığı ve de olamayacağı “insan haklarını” ve bir kültürler toplamına indirgenen “demokrasiyi” bir kaide üstüne koyarak kutsallaştıran tekellerin ve rejimlerinin politikaları ile senkronize hareket etmektedirler!

Burada da, yani bu emekçi cumhuriyetin yöneliminde de Kürtler vardır ama onlar, sadece ilerici-devrimci Kürtlerdir ve başı elbette Türkiye’nin ilerici-devrimci işçileri ve emekçileri ile birlikte bu ilerici- devrimci Kürtler çekeceklerdir ve elbette dinci- gerici Kürtler ve Türkler, bu paradigmada, her halukarda diğer tarafta, yani dinci-gerici, osmanik islamik faşist 12 Eylül diktatörlüğünün tarafında olacaktır!

Sözün özü, burjuvazi, kendi düzeninin tesisine, eşitlik mücadelesine ve laikliğe saldırarak başladı, ancak orada durmadı; yükselen tekeller, yapıları gereği, hukuku, laik ve modern aklı, ulus-devlet sınırlarını, kalkınmacılığı ve bağımsızlıkçılığı kendi yayılmalarına ve var oluşlarına engel gördüler; insanın ve giderek modern cumhuriyetin eklemlerine saldırmaya başlamaları kaçınılmazdı, var güçle saldırdılar.

Cumhuriyet, Robespierre’den burjuvazinin eline geçmesinden itibaren, kuruluşunun temel ilkelerine sırtını dönmüştü ama tekeller döneminde, “halk” ve “yönetim” sözcüklerini bir arada kullanmak bile anlamsızlaşmıştır.

İşte Kürtlerin senkronize oldukları tam olarak budur ve KÖH’çüler hâlâ, bundan “demokratik özerk bir cennet” çıkacağı hayalini “Türkiye toplumu niye sessiz “ yollu haykırışları eşliğinde Kürt ve Türk emekçilerine yutturmaya çalışmaktadırlar.

Bütün bunlar, epeydir ve ağırlığı ilerici-gerici karşıtlığında artan bir eksende devam eden bir iç savaşın içinde olduğumuzun resmini vermektedir ve dış savaş ise kapıda ve burnumuzun dibinde, aynı renk ve güzergâhta hepimizi içine çekmeye çalışmakta ve /ya da daha doğrusu içine itilmekteyiz!

Ve Kürtler hâlâ hem ABD emperyalizminin ipine ve hem de yobazizmin karanlığına tutunmakta ve burunlarından kıl aldırmadan “Türkiye toplumu”na ayar vermeye çalışmaktadırlar; Türkiye’nin gerçek solcularını, sosyalistlerini, devrimcilerini ise yok saymaya, laiklikten ve cumhuriyetten söz edenleri düşman görmeye ve devrimci bir teoriden ise çok uzak durmaya ama ABD emperyalizminin “Kürt politikaları” ile ve faşist 12 Eylül rejiminin, dinci-gerici, osmanik-islamik temelde dönüşümüne yönelik politikaları ile senkronize hareket etmeye özen göstermektedirler!

Velhasıl Kürtler, yalnızca dış güçlere dayanarak, bölgede kalıcı bir başarı kazanmanın mümkün olmadığını anlamış görünerek “Türkiye toplumu” nu ittifaka çağırmakla birlikte, diğer yandan kongrelerinden çıkardıkları kararlar ile AKP’den daha geniş bir cepheye, ”Türkiye toplumunu” da içine alacak bir cepheye savaş ilan ettiğinin farkında görünmemektedir!

Demek ki, ne şark cephesinin, ne emperyalist cephenin, ne de 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin politikalarında bir değişiklik vardır ve birbirleri ile senkronize bir şekilde soğuktan sıcağa, ya da sükûnetten şiddete doğru bir geniş yelpaze içinde, her biri kendi elini güçlendirmek için, “soğuk ya da sıcak fark etmez, amaca ulaşmak için her şey mübahtır” politikasında birbirleri ile düğüm olmuşlar ve olan gene ezilen ve sömürülen halklara, sınıflara olmaktadır!

Şimdiye kadar masada ve müzakere yoluyla, yani sulh içinde yürütülen politikalar aynen devam ederek, artık şiddete bağlanmıştır ve eninde sonunda masaya ve müzakereye dönülecektir!

Ve KÖH’çü Kürtlerin de, HDP’nin de ufuklarında, bundan ötesi yoktur!

Öyleyse Kürtler, Kürt coğrafyası dâhil, Türkiye’de olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını ne kadar kapatıyorsa, “Türkiye toplumu” da ki tekraren hatırlatıyorum, bu toplumdan Kürtleri ayıramayız ve KÖH’çü Kürtlerin de ayırdığını düşünemiyoruz, Diyarbakır’da olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını o kadar kapatmakta ve bunun için,“Türkiye toplumu” kendisini kurtaramayacağı bir hesap ile yüz yüze kalacaksa, aynı hesap Kürtler için de söz konusu olacaktır; fakat ne yazık, şimdiden görünen odur ki, hesabın büyüğü gene Kürt halkına kalacaktır ve bu hesabı onlara bırakan Kürtler hiç utanmayacaklardır!

Ve defacto süren 12 Eylül faşist rejiminin, dinci-gerici, osmanik-islamik temelde ve faşist bir diktatörlük rejimi olarak konuşlanmasını bu kadar rahat gerçekleştirebilmesinde ve uygulayabilmesinde ve bu defacto uygulamayı dejure ilan etme yolunda önemli yol kat etmesinde en önemli katkının sahibi olan ve buna “Türkiye toplumundan” çok daha fazla kayıtsız kalan, hatta destek veren KÖH’çü Kürtlerin bu hesaptan kurtulmalarının çok daha zor olduğu da ortadadır!

Demek ki, KÖH’ çü Kürtler, hepimize yönelttikleri,“AKP’nin faşizmini bu kadar rahat uygulamasının sebebi de toplumun bu kayıtsızlığı değil midir?” sorusunu önce kendilerine sormalıdırlar ve sorarken, tarihe “Gezi Direnişi” olarak geçen toplumsal hareketlenmeye, sırf “AKP ile aralarının bozulması” kaygısıyla kayıtsız kaldıklarını ve bu kayıtsızlık, “AKP’ nin faşizmini bu kadar rahat uygulamasının sebebi” sayılmaz mı, o günleri hatırlayarak kendilerine sormalıdırlar!

Yeter mi? Elbette yetmez ve "müzakerenin" devam ettiği masanın orta yerde durduğu 2013 yılında, İmralı’daki Öcalan ve Kandil’deki Karayılan ne demişti herkes hatırlamalıdır!

Öcalan,“…Kendime kızıyorum, 2001-2004’te biz eylemi ‘tak’ diye kestik. Hükümet anlamadı, ‘terör bitti’ dediler. (Altan Tan’a dönerek) Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Bize bir teşekkür etmedikleri gibi 2’nci Atatürk rolüne soyunup daha çok üstümüze geldiler, ezmeye çalıştılar…” diyordu!
(
http://www.hurriyet.com.tr/akp-ye-ik...unduk-22712286)

Ve Karayılan, “…Bugün muhafazakâr kesim iktidarda bulunmaktadır. Devlette ve hükümette etkili bir güç haline gelmiştir. Bunda da Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin rolü vardır. Bizim mücadelemiz derin devleti, Ergenekon’u ve katı Kemalist bakış açısına dayanan kesimleri başarısız kılmış, yıpratmış, teşhir edilmesine ve iktidardan düşürülmesine zemin sunmuştur. Bundan yararlanan muhafazakâr kesim bugün iktidara çok rahat bir biçimde hâkim hale gelmiştir. Fakat nankörlük yapılmadan şu bilinmeli ki, bugün gelinen düzeyde Kürt halkının direnişinin yeri fazladır.” Diyordu!
(
http://www.cesurgazete.com/haber/124...ar-yaptik.html)

Bunu KÖH’ çü Kürtlerin sessizliğinden yakındıkları “Türkiye toplumu” görmezden, duymazdan gelebilir mi; gördüyse ve duyduysa unutabilir mi?

Bu gün gelinen sonuçta KÖH’çü Kürtlerin payının fazla olduğunu; “AKP’nin faşizmini bu kadar rahat uygulamasının sebebinin ”en fazlasının Kürtlere düştüğünü, KÖH’ün önder ve lider takımı, bizzat kendileri ve daha 2013 yılının başında itiraf ediyorlardı ve bu itiraflarına rağmen buna devam ettiler; ne zaman ki müzakere buzdolabına kondu, o zaman akıllarına “AKP faşizmi” geldi şimdi suçu “Türkiye toplumuna” atarak ve onların desteğini alarak belki müzakereye dönebileceklerini ve dönerken ellerinin kuvvetli olacağını düşündükleri açık değil mi?

Böyle politika olur mu? Tek kelimeyle, olmaz! Bu politika değil, düpedüz köylü kurnazlığıdır; ”hep bana rab bana” politikasıdır!

Sorun “AKP faşizmi” idiyse, bunu sadece Kürtler değil, içinde Kürtlerin de olduğu “Türkiye toplumu”, sadece şimdi değil, onlarca yıldır Kürtlerle birlikte iliklerine kadar yaşadı ve hiç kurtulmadan hâlâ da yaşıyor!

Zaten dediğimiz tam da bu idi; “Türkiye’nin ezilen ve sömürülen halkının, işçilerinin, emekçilerinin faşist 12 Eylül diktatörlüğünün cenderesinde katmerli bir sömürünün ve zulümün pençesinde yaşamaya mahkûm edilmesi pahasına bir Kürt kurtuluşu olmaz ve buna Kürt halkı da razı gelmez !” dedikçe, KÖH’ çü Kürtler kulaklarını tıkadı ve hatta bunu diyenleri ”Kürt düşmanı” yollu azarlayarak, sessizleştirmeye çalıştılar!

Öyleyse, bütün bunların, ”Türkiye toplumunun” sessizliğini daha da büyüttüğünü ve belki de bu sessizliğin, çok büyük ve şiddetli bir sesin yankı bulmasına sebep olacak bir başka ve daha nitelikli bir birikimin habercisi olduğunu düşünmek ve bu nitelikli birikimin karşısında değil, uzağında değil, tam aksine, yanında ve önünde olmak gerekmektedir!

Bu yankıya içerilen ve sessizlikle büyüyen birikimin şiddetli bir sarsıntı yaratmasının kuvvetle muhtemel olduğu görülmektedir; hem de gericilikle katolik nikâhı kıydığı açıkça belli olan Kürtlere rağmen ve ikircimsiz karşısında olarak ilerici, devrimci, laik, halkçı, emekçi ve cumhuriyetçi ve de sosyalizmi dışlamayan bir renk alacağını aklımıza getirmek durumundayız!

Öyleyse bir tekrar gerek:

Demek ki, aslında KÖH’çü Kürtlerin aniden keşfettikleri , “iki rejim paradigmasının ve projesinin savaşı ve çatışması ” biri, cumhuriyetin çok gerisinde, bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de modernizmi de eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve/ya da etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen, dinci-gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejimi; diğeri, ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı, özel çıkara karşı kamu çıkarını hedefleyen ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetidir!

Dikkatli okuyucu bunun, Kürtlerin Türkiye’yi de, Türkleri de bırakmak istemediğini varsaydığını, Kürtlerin tam da böyle ifade ettiklerini açık olarak fark etmiş olmalıdır.

Öyleyse, buradan bu anlamda bir Kürt kurtuluşu çıkacaksa, öncelik, ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetidir ki bu cumhuriyet, eşyanın tabiatı gereği, hali hazırda egemen olan, cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de moderniteyi de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve/ya da etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen, dinci-gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejimini dışlar ve ona cepheden karşı olur.

Yani bu ikisinin çıkarları birbirine taban -tabana zıttır ve öyleyse ne ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyetine, ne de bu cumhuriyetle bağlı bir Kürt kurtuluşuna, bu egemen olan dinci-gerici, Osmanik-İslamik 12 Eylül diktatörlük rejimi, kesinkes ne müzakere yoluyla, ne masa da, ne de başka bir yerde izin vermeye niyeti vardır!

İzin vermeye niyetli olduğu, cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de moderniteyi de eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve/ya da etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumuna biat edecek bir Kürt kurtuluşudur!

İşte bu nedenle, yani KÖH’çü Kürtlerin şimdi yeniden akıllarına gelen “Demokratik cumhuriyet rejimi” lakırdıları, bir temenniden öte değildir ve bu temennideki “Demokratik Cumhuriyetin” de, sosyalistlerin önerdiği, ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı ve özel çıkara karşı kamu çıkarını gözeten bir emekçi cumhuriyeti ile ilgisi yoktur!

Böyle bir emekçi cumhuriyetinin, masada ve müzakere yoluyla, başka ifadeyle çıkarları bununla taban tabana zıt olan egemen sınıfların anayasada yapacağı bir değişiklik ile gerçekleşebilmesi mümkün değildir.

Velhasıl, dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin, Kürt politikası değişmemiştir, bu politikanın üstüne basarak yürüttüğü genel ve rejim değişikliği politikası sıkıntılı bir süreç yaşadığı için, yani bu yöndeki konuşlanmasını dejure tamamlayamadığı için, ortalık kızışmış, kanlı ve çatışmalı bir atmosfer ortaya çıkmıştır; şimdi bu atmosferin üstüne basarak genel politikadaki sıkıntının aşılması hesap edilmektedir!

Bu hesap ne kadar tutar bilinmez ama Kürt politikasında herhangi bir değişiklik olmadığı ortadadır; Clausewitz’ in savaş üzerine ortaya koyduğu aksiyomuna uygun olarak, 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin Kürt politikası, şimdi başka araçlarla, şiddet ve çatışma yoluyla yürütülmektedir; Kürt’ler de buna uymuş ama işlerinin pek iç açıcı gitmediği görünmektedir!

Öyleyse eninde sonunda masaya ve müzakereye gene ve bir politik değişiklik olmadan dönülecektir; “Türkiye toplumu” sessizliğini bozsa da, korusa da bu olacaktır!

Çünkü işleyen Kürt politikası, ne Kürt halkının, ne de Kürt –Türk işçi ve emekçilerinin ulusal ve sınıfsal kurtuluşlarının politikasıdır; Kürt politikası, en başta ABD-AB emperyalizminin, faşist 12 Eylül rejiminin, Türkiye’nin tekellerinin ve onlarla bin bir bağ ile bağlı Kürt egemenlerinin ve daha fazla koyulaştırılmış ve yaygınlaştırılmış bir dinci-gericilik temelinde yürütülen politikasıdır!

Kürt politikası, ancak Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin, tekellerin çıkarlarını koruyan, kamunun çıkarlarını ise yerin dibine gömen faşist 12 Eylül zulüm ve sömürü rejiminden kurtulması ile ve bunun için yürütülen devrimci bir ulusal-sınıfsal mücadele programına bağlı olarak Kürt halkının ve Türk-Kürt işçi ve emekçilerinin politikası olarak ifadesini bulabilir!

Buna göre, KÖH’çü Kürtlerin rejim paradigmasına dönersek, KÖH’çü Kürtlerin bu iki paradigmanın birincisinde KÖH’çü Kürtlerin hâlâ görmek istemediği gerici Kürt-Türk ittifakı vardır ve ikincisinde ise birincisini dışlamayan ve ona bağımlı olduğu apaçık görülen, hatta destekçisi ve ABD emperyalizminin kozmopolitizmi ile senkronize olan ve fena halde “demokrasi” sosu ile kaplanmış, yoklukta eşitliğin simgesi misli bir ilkel aşiret komünü vardır.

Ancak sınıf savaşımının ortaya çıkardığı ve karşı karşıya getirdiği rejim paradigmasının ise Kürtlerinkine uymadığı ortadadır!

Yukarda arz ettim ancak tekrarı gerekiyor; “iki rejim paradigmasının ve projesinin savaşının ve çatışmasının sözkonusu olduğu” doğrudur ancak bunda KÖH’çü Kürtlerin zihinleri fena halde bulanıktır ki buna gönüllü olduklarını ve “çözüm sürecine” ,”masaya” ve “müzakereye” dönmenin yüzü suyu hürmetine bu bulanıklığı bir politika saydıklarını düşünme eğilimindeyim!

Şöyle ki, yukarda çerçevesini çizdiğim gibi, bu paradigmalardan biri artık eski rejim olmuştur ve diğeri bu eski rejimin devamı olan fakat dinci-gerici, Osmanik-İslamik temelde ve faşist dikkatörlük biçiminde konuşlanan 12 Eylül rejimidir ve KÖH’çü Kürtlerin işaret ettiği ve tilmizlerinin daha çok sosyalizmle anarşizmi kaynaştıran “sosyalizmden de ileri bir devletsiz ümmet toplumu” paradigması olarak pazarladığı, “Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen Demokratik Özerklik projesi” nin bu yeni 12 Eylül rejimi ile karşıt bir tarafı öteden beri ve hâlâ yoktur; aksine içindedir!

Öyleyse, KÖH’çü Kürtlerin, Türkiye’nin kaderini belirleyecek olan “bu savaşın kazananı” konusunda da zihinleri bulanıktır!

Doğru, bu savaşta kazanan Türkiye’nin kaderini belirleyecek ama kazanan, KÖH’çü Kürtlerin ifadesiyle “AKP’nin başını çektiği İslamcı-Milliyetçi (Türkçü) neo faşist rejim projesi” de olsa; bu projeyi dışlamayan, hatta ona bağımlı olan ”Kürtlerin başını çektiği Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen Demokratik Özerklik projesi” de olsa, Türkiye’nin kaderi konusunda farklı bir sonuç doğurmayacaktır!

Farklı ve Kürt ve Türk emekçilerinin ulusal ve sınıfsal kurtuluşları açısından sonucu belirleyecek olan ise, KÖH’çü Kürtlerin hâlâ görmek istemedikleri, hatta karşı oldukları ve hatta “düşman safında” gördükleri, ilerici-devrimci Kürt ve Türk emekçilerinin başını çektiği, ilerici, devrimci, laik, halkçı, özel çıkara karşı kamu çıkarını gözeten ve sosyalizmi dışlamayan bir emekçi cumhuriyeti projesidir!

Bu proje, ne cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen, yeni faşist 12 Eylül rejimine biat etmeyi hedeflemektedir; ne de bu yeni 12 Eylül rejimine çoktan biat etmiş olan KÖH’çü Kürtlerin ABD emperyalizminin kozmopolitizmi ile senkronize olan ilkel aşiret komününe biat etmeyi hedeflemektedirler!

Ve dahi, bu proje, artık eski rejim olarak geride kalmış olan ne eski 12 Eylül faşizminin, ne de tekellerin faşist diktatörlüğünün konuşlandığı cumhuriyeti geri çağırmanın, başka ifadeyle söküklerini ve yırtıklarını dikmenin peşindedir!

Peşinde olduğu, yepyeni bir ilerici, devrimci, laik, özel çıkara karşı kamu çıkarını gözeten bir emekçi cumhuriyetidir!

Bu ise, masada, müzakere yoluyla, hele bu günkü iç savaş ve son derece sıcak bir soğuk ve de ilaveten dış savaş koşullarında, üstelik karşısında cumhuriyetin çok gerisinde bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, modernizmi de, eşitliği de istemeyen, kamu çıkarı yerine özel çıkarı göklere çıkartan, hatta kamu çıkarına cepheden saldırarak, yerine “doğuştan gelen hakları” ve bir kültürler toplamına indirgenmiş “demokrasiyi” koyan, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen yani son derece dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin dikildiği bir “demokratik cumhuriyet “in kurulması mümkün değildir anlamına gelmektedir ki, KÖH’çü Kürtlerin de bunun farkında olduğunu, biraz “yarım-ağız” çağrışımı yapsa da, vurgularından anlamak mümkündür!

Yani demek ki, KÖH’çü Kürtlerin de kendi lisanlarıyla vurguladıkları gibi, kazanılan da kaybedilen de bu eksendeki bir savaş olacak ve ancak bu savaşın kazananı Türkiye’nin ve haliyle zulmün ve sömürünün katlanılmazını yaşayan işçi ve emekçilerinin ve elbette karanlığa karşı aydınlıktan yana bir dünya isteyen toplumunun kaderini belirleyecektir!

Öyleyse “herkes safını netleştirecek” ise, bu çerçevede netleştirmesi gerekmektedir!


Ancak, bunun aksine hareket eden ve asıl kendisinin safını belirleme konusunda aklı bulanık olan KÖH’çü Kürtler’in, Süleyman Üstün’ün torunu Deniz Hakan'ın deyişiyle, bir gün "çözüm" ve dolayısıyla AKP, bir gün kardeşlik, özyönetim ve Türkiyelileşme, ertesi gün federasyon diyerek ve sonra “Türkiye toplumundan” ve dahası, CHP’den, özellikle de cumhuriyetçilerden saf belirlemesini istemesi bir kara mizah mislidir!

Velhasıl-ı kelam, KÖH’çü Kürtlerin yeni paradigmayı nasıl oluşturacakları konusunda da zihinlerinin bulanık olduğunu ve bu yüzden dönüp dolaşıp demokrasiyi genişletmekten öte bir paradigmadan söz edemediklerini görüyoruz!

Fikret Uzun

31-Aralık-2015

Hiç yorum yok: