6 Ocak 2016 Çarşamba

PARADİGMANIN İFLASI –İFLASIN PARADİGMASI-II



PARADİGMANIN İFLASI –İFLASIN PARADİGMASI-II

YENİ YILA GİRERKEN ZİHİN AÇICI SORULAR


Bir düşünelim bakalım, şimdi bu KÖH’ çü Kürtlerin, üstelik pek de yana-yakıla olmadığı belli olan,“antifaşist güçler” e , “Devrimci-Demokratik Güç Birliği”ne, ve dahi şimdiye kadar sessizleştirilmelerine seyirci kaldıkları, edilgenleştirilmiş, tarikat sarmalına hapsedilmiş, geç gelmiş dahi birey Öcalan’ın “demokratik özerk” masallarıyla kandırılmış “Türkiye toplumuna”,“Demokratik Cumhuriyet rejimine” işaret ederek vurgu yapmalarının, acıklı - güldürüden başka bir anlama gelmeyeceğini görebilecek, idrak edebilecek miyiz!

Kim bu “antifaşist güçler”? Bu “Demokratik Cumhuriyet rejimi”, “Devrimci-Demokratik Güç Birliği” nasıl ve kimlerle kurulacak?

Ve daha önce, bir taraftan “modernite” ,”ulus-devlet” reddedilirken, bütün günahların kaynağı sayılırken, diğer taraftan “Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen Demokratik Özerklik” e vurgu yapılması ne anlama gelmektedir, bu “demokratik cumhuriyet rejimi”nin alanı, hangi coğrafyadır? Öncelik “demokratik cumhuriyet”te mi, yoksa “demokratik özerklik”te midir? Başka ifadeyle “demokratik cumhuriyet” inşası “demokratik özerk” birimler üzerinden mi inşa edilecektir, yoksa “demokratik özerk” birimler, ”demokratik cumhuriyet” rejimi üzerinden mi inşa edilecektir? Bunun netleşmesi gerekiyor!

Bunlar net değilken, aksine son derece bulanık iken, üstüne üstlük bir de paradigmadaki bulanıklık söz konusu olunca, Türkiye toplumunun da Kürt halkının da sessizliğine şaşmamak gerek!

Çünkü bu sessizlikte, edilgenleştirilmiş  “Türkiye toplumunun” edilgenliklerine bağlı olarak cevaplayabilmekten uzak kaldıkları ama sorulmayacak gibi de olmayan sorular vardır!

“AKP-DAİŞ faşizmi” diyorsunuz, iyi güzel de, birincisi, buraya durup dururken ya da gökten zembille mi gelindi? Ve ikincisi bu sonuca gelirken, yani Türkiye’nin gerçek devrimcilerinin öteden beri ve ısrarla işaret ettiği dinci-gerici, osmanik-islamik, faşist 12 Eylül diktatörlüğü konuşlanırken, siz de bu konuşlanmada yerinizi almak üzere, bu gericiliği, hatta Osmanlıcılık’ ı giyinerek, sırf Kürtlere de kuru bir statü tanınmasına fit olduğunuz için, bu defacto hüküm süren dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlüğü dejure ilan etmenin ifadesi olacak olan anayasa değişikliğine omuz vererek bu faşist konuşlanmadan sebeplenmek istemediniz mi, hâlâ da bunu istemiyor musunuz?

Bunun için değilse ne içindir “demokratik” İslam Kongresine bütün sarıklıları toplamanız ve hâlâ bunun arkasında durmanız?

Bunun için değilse ne içindir HDP’yi gericilerle doldurmanız? Bunun için değilse ne içindir, Said’ i Nursi’leri vitrine koymanız, selama durmanız? Bunun için değilse ne içindir, Medine Sözleşmesi’ni referans aldığınızı ilan etmeniz?

Başka referans alacak model yok mudur? Vietnam’a, Ho Şi Min’ e ne oldu, Türkiye’nin devrimci gençlik hareketine ne oldu?

Şimdi kalkıp gerici demeye, dinci demeye diliniz varmadığı için “AKP-DAİŞ faşizmi” yollu çerçeve çizip, antifaşist birlik istemeniz ve içine de yine ne kadar devrim kaçkını varsa, devletle, onunla olmazsa, politikaları ile aralarından su sızmayan ne kadar STK ve bu misli parti vesaire varsa doldurmayı önermeniz, komik kaçmıyor mu? Böylece ağzınızdaki “demokratik cumhuriyet rejimi” sözünüzün bir kıymet -i harbiye’ sinin olmadığını gördüğümüzü göremiyor musunuz?

İşte belki de bu sorulardır zaten bir sessizleştirme operasyonunun kıskacında büyüyen bu sessizliği daha da büyüten!

Peki istediğiniz bu değil miydi zaten?

ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü ve “Büyük Kürdistan” projesi etrafında döndürdüğü politikaları ile senkronize politikalar izleyerek içine girmekte, hatta onunla katolik nikâhı kıymakta beis görmediğiniz yenidünyacı emperyalistlerin dayattığı ortaçağ karanlığına sessiz sedasız girmeleri için türlü çeşit “felsefi notlar” ile emperyalizmin geri ve gerici kozmopolitizmine uygun ilkel –bayağı “teoriler” ile “Türkiye toplumunun” akıllarını bozmadınız mı, devrimcisizleştirmediniz mi, yobazlaştırmadınız mı, kısaca harıl harıl çalışan tekellerin ideolojik laboratuarlarının sessizleştirme, bir Amerikan –pax’ ını yerleştirme ameliyesine, sınıf bilincini kovup, tarikat bilinci yerleştirme operasyonuna destek olmadınız mı, en azından göz yummadınız mı ve hâlâ göz yummuyor musunuz?

Öyleyse şimdi neden şikâyet ediyorsunuz bu sessizlikten ve üstelik bu sessizliği koyulaştıran mekanizmalara hücum edeceğinize, hem hâlâ bu mekanizmaların içinde duruyorsunuz ve hem de Türkiye’nin işçi ve emekçilerine bu sessizlikleri nedeniyle lanetler yağdırıyorsunuz ki, buna şaşırmıyoruz; çünkü önderiniz Öcalan’ın felsefi kılavuzlarından biri Nişe’ dir ve o da, tekelci düzende kitlelerin, sessizleştirildiğini, edilgenleştirildiğini, Huxley’in, Orwell’ in, Kafka’ nın, hatta Diderot’ nun insanına dönüştürüldüğünü görüyor ve tekellere değil, bu tekellerin sessizleştirdiği insanlara kızıyordu; Öcalan’ın buna karşı bulduğu çare gene aynıdır; kendisine ve “demokratik ulus inşaatına” dokunmadığı sürece, tekellerle ve sömürü düzenleri ile bir sorunu yoktur; ikisi bir arada barış içinde yaşayabilirler!

Yani bugüne kadar “Türkiye toplumunun” son derece karanlık ve kanlı bir cendere içine sokulmasına göz yumarak bir “Kürt kurtuluşu” peşinde koşmadınız mı? Çok mu zordu bu “kurtuluşun” Kürtlerin değil, Yeni Dünyacı emperyalizmin kurtuluşu olduğunu görmeniz, anlamanız? Ve bu toprakların devrimcileri sizi defalarca, “Kürt halkı, Türkiye’nin emekçilerinin böyle bir karanlık faşizm cenderesine sokularak zapt-ı rapta alınması pahasına bu kurtuluşu kabul etmez” demediler mi?

İşte bu sorulardır bu sessizliğin sessizlik katsayısını yükselten!

Bu soruları aşamadıkları içindir “Türkiye toplumunun” bu büyük ve tehlikeli sessizliği!

Bunda en büyük pay ve suç, elbette onlarca yıl Kürt devrimine bigâne kalan, Türkiye’nin devrimi ile birleşmesine engel koymak için sürekli mızıkçılık yapan Türkiye’nin vurgun yemekten pek mutlu olmuş, hatta bunu fırsata çevirmiş devrim kaçkını “devrimcileri”nindir; ancak, bu devrim kaçkınlarını çatılarının altına toplayıp, onları “devrimci” hatta “sosyalist” göstererek, bir karanlığın içine girdikleri gerçeğinin üzerini örtmek için “Türkiye toplumuna” sol renkle görünmeye çalışan Kürtlerin suçu daha az değildir ; suçun büyüğü, başta Öcalan olmak üzere, siz o her şeyi bilen, her şeye kadir, büyük ve kutsal önder, dahi birey Öcalan’ın teorilerini ezberleye ezberleye, şu TKP artığı Sarısözen’inkiler yanında, şu açıkça şeriat isteyen vazgeçemediğiniz vekilinizin vaazlarını amentü sayarak ve Marx’ı da aşıp, en iyi sosyalizmin bir ümmet toplumu olduğunu Kürt halkına inandırmak için “teorisyen” kesilen Kürt beyefendilerin ve hanımefendilerindir!

Onca zaman Kürt halkını devrimcileştirerek, eğik ve ezik başını göğe yükselterek, kaderlerini tayin etmede ufkunu açarak gelinen yerden, bile isteye bir kör karanlığın içine girilerek ve hatta o karanlık ile kuşanılarak, Kürt halkının da Türkiye emekçilerinin de bu dinci-gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejiminin karşısında korunaksız ve barınaksız kalmasına sebep olan en önemli etmenlerden biri haline gelinerek, bu birikim bir kalemde çöpe atılmıştır; daha doğrusu, emperyalistlere teslim edilmiştir ve bunun vebali çok ağırdır ve tarih bunu mutlaka ödetecektir; ne var ki bunun faturasını bu köylü kurnazlığında sınır tanımayan Kürtlerin, gene emekçi Kürt halkına ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerine yüklemek üzere manevralar yapmakta olduğu da görülmektedir; fakat bunun da nafile çaba olduğunu, bu işin müsebbibi olan Kürtlerin bu vebalden kurtulamayacaklarını tarihin mantığı çok açık olarak göstermektedir !

Şimdi “Türkiye toplumunun” ki buna Kürt halkı da dâhildir, soruları daha da büyümüştür!

“Demokratik cumhuriyet rejimi” imiş!

Demokratik olmadığı halde cumhuriyet, sırf tartışılır renk ve ölçüdeki bir laikliği ve modernistliği içerdiği ve yeterince dinci olmadığı için, daha çok dincileştirmek, laiklikten arındırmak ve modernitesini yerle yeksan etmek, üniter yapısını bozmak ve etnik ya da dinci cemaatlere parçalamak için, hem de onun kurucu unsurları eliyle yönetimi dinci akımların eline teslim edilerek çoktan yıkılmışken ve yerine dinci-gerici bir Tanzimat öncesi karanlık düzenin yerleştirilmesi için var güçle çalışılırken ve bunun için tıpkı sonuçlarını bugün acı bir çaresizlik içinde yaşadığımız 12 Eylül 2010 referandumu ile kotarılan anayasa değişikliği ile yutturulan acı hap misli, şimdi onun çok daha acısının ve hatta zehirlisinin yutturulacağı bir anayasa değişikliği önünde secdeye yatarken, bu değişikliğin defacto hüküm sürdüğünü ve uzun zamandır kotarılmak istenen ve engelleri de hiçbir zaman Kürtler olmayan anayasa deşikliğinin, bu hüküm süren baskı rejimine bir hukuksal meşruiyet kazandırılarak dejure ilan edilmesi için olduğunu görmezden gelirken, siz kimi kandırıyorsunuz ?

İşte onca zamandır sessizleştirilmesinde beis görmediğiniz “Türkiye toplumunun”, bu soruların cevaplarını bulmadan, içinde bulundukları bu sessizliği aşmalarını beklemek abesle iştigaldir!

Ve şimdi sorular daha da önemli ve öğretici olmaktadır!

“AKP’nin 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalıştığından; 2023 hedefinin de İslamcı-Milliyetçi (Türkçü) rejimin tamamlanması olduğundan” söz ederken, hiç mi utanmıyorsunuz?

Buna uzun zamandır göz yumduğunuzu görmediğimizi mi sanıyorsunuz? Ve dahası, daha vahimi demek istiyorum, AKP’nin “çözüm sürecine”, dolayısıyla masaya, müzakereye dönmesi ile birlikte buna göz yummaya devam edeceğinizin de açık olduğunun farkında olduğumuzu görmüyor musunuz?

Tüm sessizleştirilmişliğine rağmen,”Türkiye toplumunun” da bunun farkında olduğu açık değil midir?

Bir de şu var:

“AKP’nin neo faşist rejimine boyun mu eğilecek yoksa Kürtlerin devrimci-demokratik direnişine güç verilerek ve ortak mücadele çatısı altında bir araya gelinerek direniş mi yükseltilecek? “ diyorsunuz!

İyi, güzel de, bunu derken ve beraberinde hem “AKP masada olmayacak” yollu tespit yapıp, hem de “Uluslararası güçler üçüncü bir göz olarak devrede olsalardı süreç diyalogdan öte bir noktaya taşınabilirdi, yani AKP müzakereye zorlanabilirdi” yollu masada “çözüm” sayıklamanız ve “üçüncü göz” olarak “çözümün” garantörü saydığınız “ ABD-AB emperyalizminden medet ummanız bir yana, siz onca zaman bu din temelli faşist 12 Eylül rejimi konuşlanmasını sağlamlaştırırken, emekçileri hepten korunaksız ve barınaksız bırakırken, gençlere biber bombası ya da kurşun sıkarken buna direnç göstereceğinize, onunla sadece onun çıkarlarını güçlendiren bir müzakere süreci peşinde koşmadınız mı?

Başka ifadeyle bu müzakereden medet umarak hepimizi bu müzakereye çomak sokuyoruz diye azarlarken, şimdi “direnmekten” söz ettiğiniz ve “neo faşist” olarak nitelendirdiğiniz bu “AKP rejiminin” her türlü politikasına ve icraatlarına boyun eğerek destek vermiyor muydunuz?

Boyun eğmeyenleri ise bu rejim ile aranızı bozacakları korkusuyla “Kürt düşmanı” olarak yaftalamadınız mı? Şimdi saldırının şiddeti artırıldığı için oraya buraya ateşli çağrılar yapıyorsunuz diye, onca zaman bu din temelli 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin konuşlanmasında siz KÖH’çü Kürtlerin herkesten çok payı olduğunu görmezden gelmemizi mi istiyorsunuz? Ve üstüne üstlük pişkin pişkin , bu noktaya gelirken  “Türkiye toplumunun” hiç direnç göstermediğini mi söylemeye çalışıyorsunuz?

Peki 7 Haziran seçim sonuçlarını ne yapacağız? Bu sonuç,“ Türkiye toplumunun” Demirtaş'ın sloganını ciddiye alarak Kürtlere el uzattığının göstergesi değil miydi?

Anlamadıysanız şöyle soralım; Siz şimdi “direniş”ten söz ederken, tarihe “Gezi Direnişi” olarak geçen, dosta düşmana kitaplar yazdıran içinde tamı tamına “Türkiye toplumu” olan bir halk hareketine, sırf AKP ile, dolayısıyla şimdi dillendirmekte beis görmediğiniz “AKP’nin neo faşist rejimi “ ile aranızın bozulmasını istemediğiniz için omuz vermekten kaçındığınızı açıklıkla açıklamadınız mı?

Politik prestijinizin yere düştüğünü fark edince çark ederek ama yine de önderinizin ifadesiyle, Taksim alanını “Ergenekonculara” bırakmamak için sözde destekleme moduna girmediniz mi?

Kutsal önderiniz Öcalan’ın, ”İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk.” Şeklindeki; KÖH’ünüzün lideri Karayılan’ın,” Bugün muhafazakâr kesimin iktidarda bulunmasında; devlette ve hükümette etkili bir güç haline gelmesinde, KÖH’çü Kürtlerin mücadelesinin payı olduğu” şeklindeki itirafları ne çabuk unuttunuz?

Ayrıca, sırf müzakereyi barışçıl olarak sürdürmekten vazgeçip, şiddet yoluyla sürdürmeye karar veren tarafı, masada, barışçıl olarak müzakere etmeye ikna edebilmek için, Türkiye toplumunu “sessizlik” çemberini kırmaya ve direnişe çağırırken, barışçıl bir şekilde masada yürüttüğünüz müzakerenin politikasında bir değişiklik mi olmuştur, ya da olacaktır, bunu açıklıkla söyleyebilir misiniz?

Yani şimdi yakındığınız ve demediğinizi bırakmadığınız AKP, şimdi masaya dönse tası tarağı toplayıp, çerçevesini ABD emperyalizminin ve dinci-gerici, osmanik-İslamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünün çizdiği masa ve müzakere ayarlarına dönmeyecek misiniz?

Velhasıl şimdi ,“sessizlik” çemberini kırmaya çağırdığınız “Türkiye toplumu”, en başta da Türkiye’nin ilerici- devrimcileri bu soruları sormaz mı sanırsınız?

2010 yılındaki ve bugün bedelini hepimizin ödediği ve sevincini AKP iktidarının ve elbette dinci-gerici, osmanik islamik faşist 12 Eylül rejiminin ve tabii asıl olarak Türkiye’nin tekellerinin ve de işbirlikçilerinin yaşadığı, referandumda “Yetmez ama Evet” çilere öykünerek ürettiğiniz sudan gerekçelerle gerçekleştirdiğiniz “BOYKOT” hamlesi ile dinci-gerici, osmanik-islamik tabanlı 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin, yani sizin deyişinizle “AKP’nin neo faşist rejimi”nin konuşlanmasına destek vermediniz mi ? Diye kimse sormaz mı sanırsınız?

Üstelik hâlâ bir taraftan hem “AKP masada olmayacak” yollu tespit yapıp, hem de “Uluslararası güçler üçüncü bir göz olarak devrede olsalardı süreç diyalogdan öte bir noktaya taşınabilirdi, yani AKP müzakereye zorlanabilirdi” yollu bir tespitle, önceki tespitinizi hiçleştirirken, diğer taraftan “AKP’nin neo faşist rejimine karşı direnişten” söz etmenizin ve “sessizliğini” de üstüne basarak vurguladığınız “Türkiye toplumunu” bu direnişe çağırmanızın hiç iler tutar bir yanı var mıdır? Diye sormak Türkiye toplumunun hakkı değil midir?

Ortada bir “neo faşist diktatörlük rejimi” varsa, bunun emperyalizmden bağımsız olamayacağı açık değil midir?

Yenidünyacı emperyalistlerin, en başta ABD emperyalizminin, Türkiye’nin de içinde olduğu bu büyük ve zengin coğrafyada kırk yıldır güttüğü bir “Kürt politikası” olduğunu en iyi siz bilmez misiniz de, Türkiye’nin rejiminin emperyalistlerin bu konuşlanmasından bağımsız olabileceğini düşünebilirsiniz? Üstüne üstlük, onca zamandır “dostluğundan sual sorulmaz” diyerek kanka olduğunuz bu “üçüncü göz” den medet beklerken, anti-emperyalizmden söz eden herkesi “Kürt düşmanı” diye azarlayıp, yaftalarken, sessizleştirilmesinde sizin de payınız olduğu apaçık olan “Türkiye toplumunu” yardıma çağırmanız biraz komik kaçmıyor mu? Diye kimse sormayacak mı sanırsınız?

Öyleyse siz şu işin aslını söylemek için sadede gelseniz de, “Türkiye toplumunu” hepten aptal yerine koymaktan vazgeçseniz daha yararlı olmaz mı?

Yani, sizin meramınızın, tıpkı Kürt halkını, bu saate kadar masanın/ müzakerenin desteği ile ya da şartları gereği, zorsuz zahmetsiz ve sessizce süren “özyönetim yapılanması” için, şimdi değişen şartlara göre hendek kazmaya çağırdığınız gibi, “Türkiye toplumunu” da, AKP’yi bu aynı masaya/ müzakereye zorlamak için elinizi güçlendirmek üzere direnişe çağırmak olduğunu “Türkiye toplumuna” açıklıkla açıklasanız daha doğru, ya da daha delikanlıca olmaz mı?

Yoksa bu çağrınızdaki ikirciminizi, bulanıklığınızı “Türkiye toplumunun” göremeyeceğini mi sanırsınız?

Bu bile, “Türkiye toplumunun” bu kirli savaşınıza, hatta belki de sahte savaşınıza, bigâne kalması için yeter sebep değil midir; ve sebeplerinin çok fazla olduğunu görmez misiniz?

Yani siz birincisi, cumhuriyete ve laisizme karşı, cumhuriyeti, devleti ya da moderniteyi dışlayan, etnik ya da dinsel bir cemaat, bir ümmet düzenini hedefleyerek konuşlanan dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlük rejimi ile baştan beri senkronize hareket ettiniz ve ikincisi, bu konuşlanmanın ve bu konuşlanmaya su taşıyanların ikircimsiz karşısında duranları, direnenleri, Kürt düşmanlığı ile suçlayarak püskürtmeye çalışırken, senkronize hareket ettiğiniz bu 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin, dinci-gerici, osmanik-islamik konuşlanmasının karşısında duranları, bu konuşlanmaya direnenleri baş düşman saydınız ve zindanlara doldurulan bu “baş düşmana” karşı, şimdi “AKP’nin neo-faşist rejimi” tabir etiğiniz, bu 12 Eylül faşist diktatörlük rejimine şu veya bu şekilde destek verirken, onunla masada müzakere sürdürerek, şimdi “sessizliği”n den yakınarak “direnişe” çağırdığınız, “Türkiye toplumunun”, bu dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanan faşist 12 Eylül rejimi tarafından bütün sığınak ve barınaklarının elinden alınmasına, bir ortaçağ karanlığına sürüklenmesine göz yumduğunuzu hatırlamaz mısınız?

Ve şimdi bu toplum soruyor ki, “hangi yüzle bizi onca zamandır aranızdan su sızmayan ve yine onca zamandır Türk ve Kürt emekçilerini insafına terk ettiğiniz bu AKP iktidarına karşı, sırf zaten yerel yönetimler yasası ile çerçevesi çoktan çizilmiş ve önü açılmış olan ve asıl ucu ABD emperyalizminin kırk yıldır hayalini ve düzenini kurduğu ‘Büyük Kürdistan ‘a yönelik olan bir ‘özerklik’ için onu yeniden bir müzakere masasına oturtarak elinizi güçlendirmek üzere ‘direnişe’ çağırıyorsunuz; hatta daha doğrusu buna zorluyorsunuz, hatta ve hatta tehdit ediyorsunuz?” diye sormaz mı?

Ve dahi, mademki niyetiniz Türkiye’den ve Türklerden ayrılmak değil, aksine Türkiye’de kalmak ve Türklerle birlikte yaşamak, ve mademki hedefiniz bir “demokratik cumhuriyet rejimi”, öyleyse öncelikle Türklerle birlikte, bu eksende, bu cumhuriyet eksenine temelden karşı olan bu dinci-gerici, osmanik islamik faşist 12 Eylül diktatörlüğünün konuşlanmasına karşı durmak ve Kürtlerin ihtiyacı olan eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde yeniden kurulacak ilerici, devrimci, laik, halkçı, özel çıkara karşı kamu çıkarını esas alan bir emekçi cumhuriyeti için aynı temelde birlik olmanız gerekmez mi, yollu sorularını pekiştirmeleri hak değil midir?

Dahası, bugün “Türkiye toplumunun” (Kürt coğrafyasındaki) saldırılar karşısında sessiz, yürütülen bu kirli savaşa ve yapılan bunca katliama kayıtsız ve olup biteni izleyen ve gözleyen bir pozisyonda olduğundan yakınarak, olup bitenlere gözünü, kulağını, aklını kapatarak kendisini kurtaramayacağını” buyuran siz KÖH’ çü Kürtler, dün, “Türkiye toplumunun” olan bitenlere karşı sessiz ve kayıtsız kalması için uygulanan politikalara hiçbir karşı duruş göstermeyip, aksine hiçbir destekten kaçınmayıp, “Türkiye toplumunun” dinci-gerici, osmanik-islamik bir faşist diktatörlüğün pençesinde tümüyle savunmasız hale getirilmesine sessiz ve bigâne kaldığınızı hatırlıyor musunuz?

Ve bu tutumunuzun, gelinen bu günkü son noktada sizi kurtaramadığını, o sessiz ve kayıtsız bırakılmasında önemli katkılarınız olan “Türkiye toplumundan ” ki Kürt halkı da bunun içindedir, sessizlikten ve kayıtsızlıktan çıkıp, sırf AKP iktidarı masaya ve müzakereye dönsün diye yardım istediğinizin; evet evet bu dinci-gerici, osmanik –islamik temelde konuşlanan faşist 12 Eylül diktatörlüğünün cenderesinden Türkiye toplumunu kurtarıp, ilerici, devrimci, laik, halkçı ve özel çıkara karşı kamu çıkarını savunan bir emekçi cumhuriyetini kurmak için değil, tamı tamına ABD emperyalizminin kırk yıllık güdüsünü büyüten çıkarlarına uygun ve sizin deyişinizle “AKP’nin neo-faşist rejiminin “ sağlamlaştırılması ve defacto hüküm süren bu 12 Eylül faşist diktatörlük rejiminin dejure ilan edilmesini sağlayacak yasal ve hukuksal üst yapının kurulması ve “Türkiye toplumunun ” topyekün teslim alınması pahasına sürdürülen “çözüm sürecine”, yani masada müzakere sürecine dönülmesi için “Türkiye toplumundan” yardım istediğinizin farkında mısınız, diye sormak bu toplumun hakkı değil mi?

Ya da daha vahimi, mademki “Türkiye toplumunda” bir sessizlik ve kayıtsızlık görüyorsunuz, bunda dahliniz olduğunu da hatırlayarak, onları bu sessizlikten ve kayıtsızlıktan kurtarmak için öncelikle sizin bu topluma borcunuz yok mudur, diye sormak hakkı “Türkiye toplumunun” hakkı olduğu neden aklınıza gelmiyor acaba?

Sosyalistler mi? Öncelikle çatınızın altında onlardan pek fazla, hatta hiç olmadığı ve sizin de onları pek istemediğiniz, sevmediğiniz ortada değil midir?

Onlar, İspanya’da da cumhuriyet için savaşırlar, Türkiye’de de cumhuriyet için savaşırlar, bunda beis görmezler ama ilkeleri vardır ve bu ilkeler doğrultusunda titiz olurlar; sosyalistler, ulusal kurtuluş için de savaşırlar, dolayısıyla Kürtlerin kurtuluşu için de savaşırlar, savaştılar da ama bunda da ilkeleri vardır ve bu doğrultuda titizlenirler; yani hepsi, yani cumhuriyet için de, Kürtlerin kurtuluşu için de savaşmaları, özel çıkara karşı kamu çıkarının muzaffer olması için, sömürü düzenine karşı, sosyalizmin muzaffer olması için ve elbette sosyalist hareketin sosyalist iktidara biraz daha yaklaşması içindir.

Yani bu özel çıkara dayalı zulüm ve sömürü düzenini, eşitlikçi ve ortakçı bir kamu düzeni ile değiştirmek içindir çabaları ve titizlenmeleri!

Ve buna, bu özel çıkarları için dayatılan zulüm ve sömürü düzeninin sahiplerinin, bekçilerinin ve / ya da yöneticilerinin, hiçbir direnç göstermeden, hatta zorun şiddetini uygulamadan, güle-oynaya izin vereceğini de düşünmemektedirler!

Velhasıl-ı kelam, sosyalistler yaklaşan karanlığa karşı, cumhuriyet'e "yetmez ama evet" diyorlar.

Daha önce de ve tarafımdan sorulmuştu ve sizin bigâne kaldığınız ama payınız da olduğu halde “sessizliğini” lanetlediğiniz “Türkiye Toplumu” tüm sessizliğine rağmen bigâne kalmamış olduğu, şu 12 Eylül referandumunun “anayasacı komünistleri” olan "yetmez ama evet" çiler “cumhuriyete karşı yetmez ama karanlığa evet” deyince doğru oluyor da, “karanlığa karşı yetmez ama cumhuriyete evet” deyince mi yanlış oluyor? Sorusunu bir kez daha soruyorum!

Velhasılı kelam, Ortaçağ karanlığına karşı insanlığa "cumhuriyet"i önermek gericilik değildir amma ve lakin yapılan da bu değildir; yani işaret edilen, tekellerin cumhuriyeti değildir; tam tersine, işaret, tekellerin cumhuriyetinin de, ortaçağ karanlığının da çok ilerisinde olan ve tam zıddı olan sosyalist cumhuriyetedir ve bu, aynı zamanda "komün"ün ta kendisidir; ancak yıkılmaya çalışılan ve ortaçağ karanlığına oranla ileri olan ve sosyalist cumhuriyete oranla gerici olan cumhuriyet de bu güzergâhta yer almaktadır ve bu cumhuriyetin altında kalanların, yıkım ekibine biat edenlerin, bu ekibin karşısında durmayanların, sosyalist cumhuriyeti kurma çabaları da, sosyalizm sayıklamaları da, hatta sosyalizm çağrıştıran “komün” sayıklamaları da beyhudedir; daha açığı koca bir yalandır!

Kapitalizm yıkılmadan, "komün " sayıklamak, ahmaklık bir yana, gericiliğin dik âlâsıdır!


Sosyalist cumhuriyete göre geri olan burjuva demokratik cumhuriyet, bir ümmet düzenine; cumhuriyeti, devleti ya da moderniteyi dışlayan etnik ya da dinsel cemaat türünden bir düzene göre hem ilerici, hem devrimci ve hem de ileridir!

Bugün, tekellerin egemen olduğu bir cumhuriyette ise, “burjuva demokratik cumhuriyet” talebi, sosyalist cumhuriyet talebine göre geri ve gericidir; ve tekeller, cumhuriyetin yönetimini dinci-gerici akımlara teslim edip, cumhuriyeti yıkmalarına göz yumarak, dinci-gerici cemaat türü bir ümmet düzenine dönüştürmelerine destek olarak, bu tekelci düzeni korumayı amaçlıyor ve bunun için uğraşıyorsa, burada aslolan sosyalist cumhuriyet talebi olsa da, özünde burjuva olan, halkçı temelde, laik, eşitlikçi, bir emekçi cumhuriyeti ilerici ve devrimcidir; yani tekelci aşamada gerici bir talep olan burjuva demokratik cumhuriyet talebi, ortada bir kapitalizm öncesinin, burjuva cumhuriyet öncesinin ifadesi olan, dinci-gerici ümmet düzeni talebi ve çabası varsa, buna göre hâlâ ilerici ve devrimci bir taleptir; o halde sosyalist cumhuriyet amacı ile yola çıkanların, burjuva demokratik cumhuriyet talebiyle ayakta olanları yanına alması gerekirken, karşısına alması beklenemez!

Bunu, yeni-mürteciliğe iltica etmiş ama bu yeni durumuna “sol” bir ton verdiğinden hareketle “Marxist-Leninist” gömleğini de sırtından atmamış olanlar, bir bilmece misli görürler ve anlamazdan gelirler!

Lenin’in deyişiyle, burjuva cumhuriyetini ki şartlıdır, bir Tanzimat öncesi karanlığa oranla onaylayan komünistleri, burjuva rejimini, kapitalistleri, polisi, hapisaneleri, işsizliği, sefaleti, fuhuşu, mülkiyeti onaylamakla suçlarlarken, üzerlerine bu suçla yüklü koca koca yaftalar fırlatırken, bir Tanzimat öncesi karanlığın içinde mevzilenmiş dinci-gerici-osmanik-islamik bir hükümeti onaylayan ve onun anayasal bir hamle ile kendilerine, kendilerinin istedikleri gibi bir imtiyaz vereceğini umut ederek, aynı temelde konuşlanmaya, tabanlarını buna göre dönüştürmeye veya bu biçimdeki tabanlarına popülizm yaparak karanlığın daha derinine, yani burjuva cumhuriyetin çok fazla gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığa ilerlemeye (daha doğrusu gerilemeye), bu karanlığa entegre olmaya çalışan Kürtlerin, hem de sırf “demokratik özerkliğin” yüzü suyu hürmetine, “demokratik cumhuriyet rejimi”ni sayıkladıkları bir zamanda, burjuva demokratik hükümeti içeren bir Cumhuriyeti onaylayarak sözde kirlenmekten korkmaları, beş yaşında çocukları bile acı acı gülümseten “demokratik ” bir lafazanlığın şiddetinden başka bir şey olamaz!

Olabilirse bu, yobazizmin kayığına binerek “demokratik Cumhuriyete” yol aldığını zanneden alıkların halet-i ruhiyesi olabilir ancak daha önemlisi var ki o da, yobazizmle iş tutmanın üzerini örtmek üzere, beş yaşında çocukları bile güldüren alıkça bir bahanenin arkasına saklanmaktır; bunun da aynı kapıya çıktığı çok açıktır!

Komünistler hep bunu söylediler ve söyledikçe Kürtler daha çok karanlık giyindiler ve erdemlerini ballandıra ballandıra anlatarak referanslarından birinin ve belli ki en önemlisinin Medine Sözleşmesi ve diğer önemli referanslarının Saidi Nursi olduğunu büyük bir gururla haykıran bir noktaya geldiler ki şimdi birden “demokratik cumhuriyet rejimini” hatırlayıverdiler!

Oysa çok olmadı, kısa bir süre önce, hem bir burjuva demokratik talep peşinde koşarken, hem de burjuva cumhuriyetini, yobazizme, bir dinci-gerici ümmet düzenine oranla gerici saymak, gülmekten beş yaşında çocukların bile karnını ağrıtan bir alıklıktır, demiştim!

Komünistlerin, siyasal özgürlük için savaşımdan, bunun bir burjuva siyasal özgürlüğü olduğu bahanesi ile yan çizmediklerini biliyoruz; ama burjuva rejimin "onaylanması”nı, tarihsel açıdan göz önünde tuttuklarını da biliyoruz; tıpkı, Feuerbach’ ların, materyalizmi geleceğe oranla değil, geçmişe oranla onayladıkları gibi, komünistler de burjuva rejimi, yani burjuva cumhuriyeti, işte tam da bu biçimde onaylarlar!

Komünistler burjuva demokratik cumhuriyeti, burjuva feodal mutlakıyet rejimine oranla, yani dinci-gerici, osmanik-islamik bir ümmet rejimine oranla onayladıklarını söylemekten hiçbir zaman çekinmemişlerdir ve bu ümmet rejimine entegre olmak için bin takla atanların fırlattıkları yaftalara rağmen hiçbir zaman çekinmeyeceklerdir.

Komünistler, burjuva cumhuriyetini, yalnızca sınıf egemenliğinin son biçimi olarak, yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımına en elverişli alan olarak "onaylarlar"; onu hapishaneleri ve polisi, mülkiyeti ve fuhuşu nedeniyle değil, ama bu “sevimli” kurumlara karşı geniş ve özgür bir savaşım ereğiyle “onaylarlar”.

Onaylarlar onaylamasına da, bugün onaylanan yine de bu değildir; yani başka ifadeyle yırtıkları sökükleri dikilerek ayağa kaldırılacak olan bir cumhuriyet değildir onaylanan; yani oligarkların bir ricası ile yüksek Kemalist kadroların tasfiye edilmesine bizzat mihmandarlık ederek, Türkiye’nin büyük büyük zenginlerinin hatırını kırmamak için dinci akımların eline teslim ettiği ve yıkım ekibinde yer aldıkları cumhuriyet değildir onaylanan; bu cumhuriyetin üzerine kurulu 12 Eylül faşist diktatörlüğü ise hiç değildir!

Onaylanan ve bunun için Kürt halkına söz ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerine borç olarak şekilde savaşacak ilerici, devrimci, laik, halkçı, eşitlikçi bir emekçi cumhuriyetidir!

Sorun tamı tamına, KÖH’çülerin şu “üçüncü göz” olarak medet umdukları ve ”dostluğundan” sual sorulmasını istemedikleri ABD-AB emperyalizminin varlığındadır; emperyalizmi, yeryüzünden silmeden ne insanlık yeşerir, ne devlet olmayan devletler özgürce gelişebilir, ne de ulusal baskı ortadan kalkabilir; bu nedenle ABD emperyalizmine rağmen, uyduruk ve ilkel bir aşiret düzeninin ifadesi olan "demokratik özerk komün" ütopyası, hem akıl taşıyanlar için ve hem de Kürt halkı için ve elbette Türkiye toplumu için de hiçbir anlam ifade etmez ama ABD emperyalizmi için biçilmiş kaftandır ve kozmopolitizm ideolojisi ve politikası ile pek uyumludur!

Öyleyse, ummuyor ve önermiyor, oh olsun da çekmiyoruz ama kim bilir belki de, inatçı bir sessizliğin içinden patlayan bir birikimin yankısını dillendirerek ayağa kalkan en değerli ve en yiğit gençlerinin, üstelik ellerinde, üzerlerine yağan biber bombalarına, hatta hakiki tabancalardan çıkan kurşunlara ve polis coplarına karşı kendilerini savunacak bir fidan dalı bile olmadığı halde ölümlerine, iz bırakan yaralanmalarına ve geride gözü yaşlı, yürekleri paramparça analar, babalar bırakmalarına neden olan saldırılara karşı, şimdi “12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalıştığını ve 2023 hedefinin de İslamcı-Milliyetçi (Türkçü) rejimin tamamlanması olduğunu “ hatırladıkları “AKP ile aramız bozulur” diyerek sessiz kalan KÖH’çü Kürtlerin bugünün şiddet ortamında, ortalığın kan revan içinde olduğu bugünlerde yaptığı çağrıya “Türkiye toplumunun” bigâne kalması bu nedenledir!

Cumhuriyet yıkılmış, yerine cumhuriyeti reddeden bir dinci-gerici ümmet rejimi ikame ediliyorsa, sosyalistler bu iç savaşta elbette dinci-gericiliğe karşı cumhuriyet için savaşacaklardır ki bu anda bile savaşımlarının yönü, sosyalist cumhuriyet ya da bu olmazsa sosyalist iktidarı dışlamayan bir halkçı cumhuriyet için olacaktır ve öyleyse gericilikle katolik nikâhı kıyan bir kurtuluş hareketi için savaşmamaları, aksine böyle bir kurtuluşu reddetmeleri ama cumhuriyet için savaşmaları şaşırtıcı değildir; yerindedir, ilkeseldir, madde ile ve tarihin mantığı ile uyumludur!

Diğer yandan, çok açık olarak sosyalistler, tepeden yasalarla, “çözüm –mözüm” tiyatrolarıyla, masada müzakerelerle kurtuluş olmayacağını bilirler; politik ya da zora dayalı bir gücün yoksa “çözüm mözüm” palavradır ve müzakere seansları halkı kandırmak için birer pandomindir; öyle olduğunu Kürtler de görmüşler ki, şimdi bir taraftan emperyalist “üçüncü gözün” paçasını bırakmazlarken ve hâlâ ille de “çözüm-müzakere” yollu sızlanırlarken, diğer taraftan iktidarı bu yöne mecbur edecek politik gücü elde etmek için, zora dayalı güçlerini de kenarda tutarak, ”Türkiye toplumunu” yardıma çağırmaktadırlar!

Aslında bu, “yerim dar” demenin Kürtçesi olsa gerektir!

Aslında bir çaresizliğin yansımasıdır ama çaresi vardır, fakat samimi ve dürüst olmak gerek şarttır; ilaveten ve daha önemlisi, gericilikle kıyılan katolik nikâhından tez vazgeçip, gerçek bir ilerici-devrimci, halkçı renk kuşanarak, ilkesel, samimi ve dürüst olarak Türkiye’nin laik, ilerici, yurtsever, devrimci, devrimci-demokrat, sosyalist, komünist, cumhuriyetçi işçi ve emekçileri, aydınları, gençleri, kadınları ile birlikte hareket etmek gerekir ki bu birliktelik, Türkiye’nin devrimcileri açısından, Kürt ulusal hareketine biat etmek, kuyruğuna takılmak demek değildir; yani böyle birliktelik olmaz ve olmadığı ortadadır!

Kürtler, şimdiye kadar bunu dayattılar ve kuyruklarına ancak ve ancak dün nerede duruyorlarsa, bugün de aynı yerde duranları taktılar; yani dün Kürt halkının başını yükseğe kaldırtan, devrimcileştiren, halkçı politikalar izleyen ve ABD emperyalizminin kesinkes karşısında olan ve faşist 12 Eylül rejiminin Türkiye’nin devrimci hareketini ezdiği bir zamanda korkulu rüyası olan Kürt ulusal hareketinin karşısında ve faşist 12 Eylül rejiminin yanında olanları taktılar; onlar, bugün dinci-gerici, osmanik-islamik bir biçim alan, faşistliğinden bir şey kaybetmeyip, aksine daha da kanlı hale gelen bildiğimiz 12 Eylül rejiminin politikaları ile senkronize oldukları için, devrimcisizleşerek, dinci-gericileşerek, reformizmin dibine düşerek, ABD emperyalizminin “dost” luğundan ve hâlâ yeni versiyon faşizmini lanetledikleri 12 Eylül diktatörlük rejiminin “demokratik” anayasa değişikliğinden medet bekleyerek devrimci çizgiden, Kürt halkından ve Türkiye’nin devrimci sosyalist hareketinden, emekçilerinden koptukları için, en azından popülizm batağına sürüklendikleri için, KÖH’ün ve HDP’nin-yanında, kuyruğunda, hatta çatısının altında olanlardır!

Demek ki, Türkiye’nin ilerici-devrimci, sosyalist hareketi, ve belli ki “Türkiye toplumunun” azımsanmayacak bir bölümü, Kürt ulusal kurtuluş hareketi ile ancak ve ancak ilerici, devrimci, laik, halkçı, cumhuriyetçi temelde hareket ettikleri müddetçe birlikte olacaklardır, buradan ilerisi vardır ama gerisi yoktur!

Yani bu birliktelikte gericilere yer yoktur ve bu birlikteliğin asli görevi, gerici Kürt ve Türk ittifakını engellemek, ilerici-devrimci Kürt-Türk birliğini sağlamlaştırmak ve ileriye atılmak olacaktır!

İşte ancak o zaman “Türkiye toplumunun” laiklikten vazgeçmeyen, dinci-gericiliğe karşı cumhuriyet diyen aydınları, gençleri, kadınları, işçileri, memurları, köylüleri, küçük –büyük bilumum esnafları vb. sessizliğini bozacak ve bu birlikteliğin yükselişi ve Kürt ve Türk emekçilerinin, işçi sınıfının ulusal ve sınıfsal kurtuluşu için; Türkiye’nin ilerici, devrimci, laik, halkçı, eşitlikçi, ortakçı, kamu çıkarını gözeten emekçi cumhuriyetini kurmak için bu birliktelikteki onurlu yerini alacaklardır!

Her sessizlikte, tıpkı Ortaçağın sessizliğinde, bu uzun çağı patlamalı bir şekilde değiştirecek ileri bir hareketin sesinin birikerek ve genleşip patlayarak dünyayı aydınlatan düşünceleri ve düşünürleri açığa çıkardığı gibi bir sesin birikimi, içten içe kendini büyütür ki bu en koyu sessizlikte bile kendisini sürdüren bir sınıf savaşının ifadesidir ve bu sınıf mücadelesi, tıkandığı yerde, kızıştığı yerde, şiddetlendiği yerde ama o sınıfın lehine, ama öteki sınıfın lehine, nihai kurtuluşa kadar, katastrof finale kadar sürecek bir döngü içinde, nihai kurtuluş olmayan fakat kurtuluşa da yaklaştıran bir düzen değişikliğine her zaman neden olmuştur ve olmaya devam edecektir!

Ezilen sınıflar, bu patlamalı serüvende, katastrof finale kadar, zaman zaman galip gelseler de, son tahlilde hep yenilerek ama ille de o büyük, katastrof finale doğru ilerleyeceklerdir!

Ve madde derken ve çağrıların bu maddeye uygun olması gerektiğine vurgu yaparken demek istediğimiz budur!

Öyleyse, başka her türlü çağrının, Doğuda da, Batıda da, beyhude çaba olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Fikret Uzun

31-Aralık-2015

Hiç yorum yok: