12 Ocak 2016 Salı

EY KARANLIĞIN “ÇÖZÜM” SEVER “İSLAM”SEVER MUHİPLERİ, KURTULUŞ KARANLIKTA DEĞİL, AYDINLIKTADIR: BUNU KÜRT HALKI DA TÜM KARANLIĞINIZA RAĞMEN ERGEÇ GÖRECEKTİR



EY KARANLIĞIN “ÇÖZÜM” SEVER “İSLAM”SEVER MUHİPLERİ, KURTULUŞ KARANLIKTA DEĞİL, AYDINLIKTADIR: BUNU KÜRT HALKI DA TÜM KARANLIĞINIZA RAĞMEN ERGEÇ GÖRECEKTİR

Cimcime suretli forum üyesi merhaba, TDK sözlüğünün tarif ettiği cin mısırı [Derleme Sözlüğü c: 3]) gibi görünüyorsun ama herhalde dışına patlamayı unutmuş içine patlamışsın ve kör lakırdılarla hepimizi acıklı bir komedi seyreder misli buruk buruk şenlendiriyorsun!

Kemal Okuyan’ı azarladığın bu mektubunda hem düşünmeyi unutmuş ya da unutmuşa yatarak düşünmeyi unutturmaya çalışan Amerikan muhiplerinin profilini vermişsin, hem de bir süre önce ilerici, devrimci, devrimci-demokrat ve sol/ sosyalist Kürt gençlerine seslenirken, Türkiye’de, “çözüm” sever ve “islam” sever bir “yeni sol”un türediğini söylemekle haksızlık etmediğimi teyit eder misli kelam etmişsin!

Evet, gerçekten de, 12 Eylül faşist darbesi ile birlikte yerleştirilen 12 Eylül faşist rejiminin Türk gericiliğine hediyesi olmuştur bu “yeni sol”!

Ne gericileşme, ne dinselleşme, ne 12 Eylül faşist diktatörlüğü, ne karanlık, ne sömürü, ne sendikasızlık, ne örgütsüzlük, ne işçi haklarına saldırı, ne kamu çıkarı, ne laiklik, ne emekçi halka saldırı, ne Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına saldırı, ne de örneğin kuran kursuna gönderilen çocukların cinsel istismarı bu “yeni sol” için mesele olmuştur!

Bu “yeni sol”un iki temel meselesi “çözüm” ve “islam”dır ki bu meseleler, ABD emperyalizminin ve “yeni” 12 Eylül rejiminin de meselesidir!

Ancak bu iki temel mesele, beş yaşında bebelerin kapatılma “özgürlüğünü” de sorumluluk alanına alan ama şimdilerde “AKP’nin, 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışması”ndan söz ederek “Türkiye toplumunu” “demokratik cumhuriyet rejimini hedefleyen demokratik özerklik” inşası için, emreden bir tonla ayağa kalkmaya, Kürtlerin kuyruğuna takılmaya davet eden KÖH için de temel meseledir ki Öcalan’ın buyruğu ile “demokratik islam kongresi” girişimleriyle tüm sarıklıların KÖH’ün kapsama alanına alınması ve elbette Said-i Nursileri vitrinlere koyarak, uluların ulusu bir KÖH’ün ilanının yapılması ve de çatısı altına “yeni sol”un en mürteci kadrolarını ve yobazları dolduran HDP’nin şimdilerde “tekke ve zaviyeler açılsın” diye meclisi harekete geçirmeye çalışması, fotoğrafı tamamlamaktadır!

İşte sonucu ve yansıması budur; artık tüm cin mısırları içe doğru patlayarak “engin din bilgilerini” beş yaşında bebelerin kapatılma “özgürlüğü” lehinde konuşturarak nefesini son derece keyifle Türkiye toplumunun” kara bahtına üfleyip durabilirler!

Üfleyip dururlar ki, KÖH’ün tarifi ile “12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışan AKP” ye tek bir toz konduran olursa kendi tozlarında boğulsun!


Öyleyse “yeni sol” derken ,”resmi sol”u dolayısıyla resmi politikayı anlamak gerekmektedir!

Ve azıcık matematik bilgisi olan anlar ki, sonuçta KÖH de, tam da bu “yeni sol”un içinde olduğu resmi politikanın sadık bir muhibbi gibi hareket etmektedir; karanlıktan vazgeçemiyor ve aydınlıktan korkuyor!

Öyleyse “yeni sol” ya da “resmi sol” derken, KÖH de aynı yerdedir ve elbette HDP’yi ayırmıyoruz, çoktandır sınıftan kaçan, sınıfı aşağılayan, devletçiliğe, hatta laikliğe bile “faşizm” diyen, halkın vazgeçilmez çıkarları yerine, şu ünlü dinden kurtarmayan ama din özgürlüğü veren, mülkiyetten kurtarmayan ama mülkiyet hakkı veren, çalışmaktan kurtarmayan ama girişim hakkı veren, “doğuştan gelen insan hakları” veren; cumhuriyet yerine, şu devletin biçimlerinden biri olduğu, sınıfların varlığında ortaya çıktığı unutulan ve bir kültürler toplamına, bir “ambiance” a indirgenen, “demokrasi”yi veren; sınıfsal kimlik yerine, etnik “kimlik” veren; “özgürlük” deyince, beş yaşında bebelerin ”kapatılma özgürlüğü”nü anlayan, aynı coğrafyada bir devlete deccal muamelesi yaparken, bir diğer devlet ile yönetişen “sivil” mi “sivil” toplum örgütlerini anlamak gerekmektedir!


Önüne son derece geniş yelpazeli bir konsensüs ile Türkiyelileştirilen bir HDP’nin yerleştirilmeye çalışıldığı bu en az 30 yıllık mazisi olan “yeni sol”un bu iki temel meseleye verdiği cevap ise apaçık ortadadır:

“Kürt mücadelesinin ortaya çıkardığı dinamikleri, Batı’da cumhuriyetçi ve laik eksene kaydırmamak” ve “halkın ılımlı mı ılımlı islamına” dokunmamak, dokundurtmamak!

Bu cevap, ABD emperyalizminin, Türkiye’nin ve Kürt coğrafyasının egemen sınıflarının Büyük Ortadoğu Planları ile uyumlu ve hem Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin ve hem de Kürt emekçi halkının tarihsel ve vazgeçilmez çıkarları ile uyumsuzdur; hatta eşyanın tabiatına uygun olarak, karşısındadır; başka türlüsü de mümkün değildir; çünkü ortada, ne Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin cephesinde, ne de Kürt emekçi halkının cephesinde elde edilmiş, elde edilmesi muhtemel bir kurtuluş vardır!

“Devrim”i ve “devrimciliği” telaffuz edenlerle, ”çözüm” ve “İslam” hususunda tereddüt edenlere ise hem bacalar ve hem de kapılar sımsıkı kapalıdır!

Ve biz biliyoruz ki bu ”yeni sol”un birinci vazifesi, Amerikan himayesinde, amerikan Paxı’nın selametinin yüzü suyu hürmetine, bir amerikan mandası misli ilkel bir aşiret komünü uğruna, Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin özgürce tayin haklarından vazgeçmeyi, ABD emperyalizminin, Türk ve Kürt egemen sınıflarının ve bilumum işbirlikçilerinin sorunlarının “çözümünü” ve ”seküler vitrinli islamlaştırmayı” sevmek ve sevdirmektir.

Mevcudiyetinin yegâne temeli budur ve bu temel, ABD emperyalizmi ve Kürt, Türk egemenleri için en kıymetli hazinedir!

Peki, senin birinci vazifen ve vazgeçilmez vazifen nedir, bunu düşünmeyi hiç düşündün mü Cimcime kardeş?


Düşünmeyi unutmadıysan, düşünmeyi düşünmeye başladı isen, şu gerçeği hatırlayarak vazgeçilmez vazifeni de hatırlayabilirsin!

Egemen sınıflar, ideolojilerine sadık değillerdir; bu nedenle Kemalizmden vazgeçmekte zorluk çekmediler; dinci ideolojiyi benimsemekte ise hiç zorlanmadılar; ayrıca ABD emperyalizmi ve bağlaşıkları, son tahlilde sınıfsal doğaları gereği, onurlu, emekçiden yana, devrimci ve özgürlükçü hiçbir Kürdü kabul edemez, etmemiştir; sadakatleri burada katıdır ve Kürt gericiliği ile Türk gericiliğini kaynaştırmak hâlâ temel politikalarıdır; ne var ki, Suriye’de Esad rejimini düşürememiş olmalarının ve bu çerçevede besledikleri ve büyüttükleri adamlarını istedikleri gibi kontrol edememiş olmalarının getirdiği sıkışmışlık içinde, Barzani’nin gücüne ve Erdoğan’a güvenemeyeceğini de anlamış olmalarının güvensizliğinde, kendilerine yeni ve modern vasaller aramaktadırlar; imkânlar da imkânsızlıklar da bir yumak misli buradadır ve en tercih edilebilir vasallerinin PKK’nin genç potansiyel muhipleri olduğu bir sır değildir; buna, Türkiye’nin büyük büyük zenginlerinin ve Kürtlerin ağalarının, beylerinin, aşiret reislerinin, tarikat şeyhlerinin ve elbette daha da zenginleşmek isteyen burjuvalarının yanında, HDP’nin de, KÖH’ün de ve elbette bir önde giden “önder” olarak Öcalan’ın da hem taraf olduğu aşikârdır!


İşte bence Kemal Okuyan’a o kıt, kendi içine patlayan aklınla laf yetiştirerek etraftan alkış koparmaya çalışacağına, şiddetle hatırlaman gereken budur; tarihin, maddi yaşamın gerçekleri üzerinden şekillenen mantığının işaret ettiği bu gerçekliği aklında tutmaya çalışmalısın!

Unutmazsan, nerede duracağına, nerede durmayacağına, yani, resmi ideoloji ve politikalara boğazına kadar batmış, anti-laik, halktan uzaklaşmış, sınıftan uzaklaşmış, resmi politikalara ve yeni mürteciliğe sonuna kadar açık, “yeni sol”un durduğu yerde mi, yoksa laik, ilerici Kürt devrimcileri ile laik, ilerici Türk devrimcilerinin birlikteliğinin durduğu yerde ve ezilen ve sömürülen Kürt ve Türk emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel hakları için mücadele ekseninde mi ve Kürt ve Türk emekçilerinin laiklik, halkçılık, ilericilik, devrimcilik, eşitlikçilik, özgürlükçülük ve kardeşlik ve elbette ortakçılık ekseninde konuşlanarak kuracakları, sosyalizme açık emekçi cumhuriyeti için, Türk devrimcileri ile birlikte mihmandarlık ekseninde mi duracağına, devrimci bir özne olarak kendi insiyatifinde, kendi bağımsız iradenle karar verip, tarihe ve Kürt, Türk ezilen ve sömürülen bütün halkların işçi ve emekçilerine, gençlerine mahcup olmazsın!

Cimcime kardeş, dinci siyasal akımlar, ülkeyi burjuva dönemin de gerisine çekmek içindir; sosyalizm ise kendisini burjuva dönemin sonrası olarak tanıtıyor; öyleyse bu ikisi yan yana getirilemez!


Yan yana getirilirse, o dediğin olur; “yani bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demeyi hak eder!


Hep vurguluyoruz ki, elbette Türkiye’de insanlar, okullara, sokakta yasak olmayan her kıyafetle girebilmelidirler; isteyen sakalla ve isteyen türban ile okullara, üniversitelere girebilmelidirler.


Bu ayrıdır, ancak, belki sana vız gelip, tırıs gidiyordur ama Türkiye’de bir laisizm sorunu vardır ve türban, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürülmüştür; dinci siyasal akımlar, türban özgürlüğünü, türbanla üniversiteye girebilme özgürlüğünü, özgürlüklere inandıkları için değil, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürmüş ve önemli oranda başarılı olmuşlardır; öyle ki artık “özgürlük” deyince, beş yaşında bebelerin ”kapatılma özgürlüğü” anlaşılmaktadır!


Öyleyse sosyalistlerin buna karşı çıkmış olması normaldir ve hem hakkı, hem de görevidir ve bu da ayrıdır ama daha önemlidir.


Dün de bugün de bir erkeğin ya da bir bayanın kısa şort ile camiye girmesi mümkün değildir; hatta ayakkabı ile girmek de yasaktır; camiye girerken giysi ve abdest koşulları aranırken, üniversitelere girerken, üniversite yönetiminin koyduğu kuralları “zulüm” saymak, bunun için ayaklanmak, çifte standarttır; hatta daha ötesidir; bu ancak faşistlere ve yobazlara yakışır!


Hatırlar mısınız bilmem ama Türkiye’nin yakın tarihine “Gezi Direnişi” olarak kaydedilen halk hareketi sırasında, polisin biber bombaları ile yaralananların tedavi amaçlı camilere sığınmaları sırasında “ayakkabılarla girildi” gerekçesiyle az vaveyla koparılmamıştır!


Bu anlamda ilerici, devrimci gençlerin, sosyalistlerin, “türban özgürlüğü” gerekçesiyle, yobazlarla ve faşistlerle aynı çizgiye gelmeleri, ortak eylemlere girişmeleri, dinci akımlarla empati kurmaları, tarihe pek de hoş harflerle kaydedilmemiştir.


Hiçbir gerekçe, ilerici – devrimci gençlerimizi, sosyalistlerimizi yobazlarla ve faşistlerle bir eylem birliği içinde olmasını, aynı çizgiye gelmesini haklı göstermez!


Solculuk ve devrimcilik, tutarlılık ve süreklilik isteyen bir yaşam biçimidir; evlerinde ve pek çok üniversitede, hatta İstanbul hapishanelerinde, Diyarbakır hapishanelerinde, devrimci gençlerimizi katledenler faşistlerdir, yobazlardır; önderiniz Öcalan’ın sık sık model olarak gösterdiği devrimci gençlik ABD emperyalizmine karşı yürüyüşe geçtiğinde, üzerlerine palalarla, silahlarla saldıranlar, yobazlardı; daha dün tarihe “Gezi Direnişi” olarak kaydedilen halk hareketinde gençlere palalarla saldıran, kurşun ve biber gazı sıkan, gençlerin yaralanmalarına ve ölmelerine sebep olan, yobazlığın dürtüsüyle hareket eden siviller ve polislerdi!


“Türbana özgürlük” gibi, ”darbelere dur de” gibi kampanyaların arkasındakiler de, geçmişte devlet denetimli “komünizmle mücadele derneklerinin” içinde örgütlenmiş, şimdi devletin kilit noktalarında kadrolaşmış oldukları resmi olarak tescillenmiş, dinci-gerici, yobaz kadrolardır, onların izleyicileridir.


Bunları unutup, ABD emperyalizminin fetvasıyla, yobazların türbanlarını savunmak, “Demokratik İslam Açılım”larıyla sarıklı yobazlara alan açmak, tarikat şeyhlerini meşrulaştırmak, devrimcilerimize, sosyalistlerimize düşmez!


Sosyalizme, sınıfsız bir dünyaya, onun insanına vurgu ile dolaşırken, Türkiye’ye karanlığın, “Komünizmle Mücadele Dernekleri “ içindeki yobazlarla geldiğini unutmak, bu yobazlarla kol kola omuz omuza, “yobazlığa özgürlük” demek olan eylemlerde bir araya gelmek, yobazların kestanelerini ateşten almak gafletinde bulunmak, devrimcilere, sosyalistlere hiç yakışmaz, yakışmamıştır, yakışmıyor!


İlerici-devrimci, devrimci-demokrat gençlerimiz, sosyalistlerimiz, kendi mücadelesini kendileri vermek zorundadır; mücadelelerinde yobazlara ve faşistlere ihtiyaçları yoktur, buralardan taban yapmaya çalışmak beyhude çabadır; daha kötüsü ahmaklıktır!


Elbette bu alanda izlenen sinsi politikaların, bu yobaz kampanyaların yobazlığa alan açmasında önemi büyüktür; bu aşırı yasakçı politikalar da, bu politikaların tuzaklarına gelmek de sosyalistlerden bağımsızdır, onlara uzaktır ve bu aşırı yasakçı politikalar, TC’nin yönetimini çoktan dinci akımlara teslim etmiş olan, laisizmden de kemalizmden de çoktan uzaklaşmış olan “Kemalist” yüksek kadrolar eliyle uygulanmıştır!


Fakat bu politikaların asıl sahipleri, egemen sınıflardır, büyük büyük zenginlerdir, oligarşidir, plütokrasidir ve uzun süredir “Kemalizm” ya da “Atatürk” diye diye Türkiye’ye bir Tanzimat öncesi karanlığını yerleştirmeye çalışan 12 Eylül faşist rejiminin de sahibi olan bu egemen sınıfları her şeyden masun ve masum tutarak, kahve seanslarında kırk yıllık hatırlarını kazanmaya çalışarak ve dahi beş yaşında kız çocuklarının örtünme “özgürlüğü” nün arkasına saklanarak özgürlük savaşçısı olunmaz, devrimci de olunmaz, sosyalist hiç olunmaz; böyle olsa olsa, dinci-gericilikle katolik nikâhı kıymaya yelken açılmış olunur!


İnsanlık tarihi aynı zamanda bir ilericilik - gericilik tarihidir; dünyanın hiçbir yerinde ilericilik-gericilik ayrımını ve tartışmasını ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır; ancak ilerici ya da gerici olarak nitelenen kişiler yer değiştirebilir.


İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele kendiliğinden ileri ve ilericidir ve de sınıf mücadelesinin içindedir.


Aydınlık, eşitlikçi, ortakçı geleceğimizde, yobazlığın, yobazların yeri yoktur; katkısı da olamaz; olsa olsa köstek olurlar ve olmuşlardır; aydınlık ve ortakçı geleceğimizin gecikmesinde en büyük pay onlarındır!


Yobazlıklarının özgürlüğünden, bu toplumu ilerletecek herhangi bir şey çıkmaz, çıkmamıştır; aksine, toplumsal gelişmenin, ilerlemenin, hatta aklın önündeki en büyük engel olmuşlar, olmaktadırlar!


Öyleyse, bir kez daha vurgulamalıyım ki, yobazların türbanlarını savunmak, ilerici, devrimci, devrimci-demokrat gençlerimize, sosyalistlerimize düşmez; onlara aydınlık, eşitlikçi, ortakçı geleceğimiz için kendi şanlı mücadeleleri yeter!


Dinsellik, kendine güvenini yitirenlerin sığınağıdır. Aşırı dinsellik, insanın tümüyle çöküşü, tükenişidir! Bu anlamda Türkiye’de dine dönme yükselmiş insanı çökertme operasyonu idi; egemen sınıf, çok büyük zenginler ve onların emirlerini uygulayan yüksek komutanlar, yükselmiş insandan çok korktular ve çökertmek için dine dönmekte çare buldular!


Bu bir egemen sınıf politikasıdır; çaresizliği tavan yapmış emperyalist kapitalizmin, son çare olarak, ulu önderiniz Öcalan’ın bir zamanlar tarif ettiği “bin yıllık “silaha sarılmasıdır!


Dünyevi işleri kontrol dışı kaynak ve otoritelere bağlamak, eninde sonunda yobaz yaratmaktır!


Türkiye’de İslam’ın tarikatlar halinde teşkilatlandırılması, Türkiye’de sol düşüncenin ve Marxizm’in yayılmasından ve kitleselleşmesinden sonradır; tarikatlarda hem ruhban sınıfı var ve hem de itaat öğretimi ve disiplini çok ciddidir! Tarikat mensupları, normal bir dindardan daha az akıllı ve daha çok biat halindedirler!

Türkiye’de İslamizasyon tarikatçılıktır!

Her türlü tarikatçılığı, her türlü gericilikten ayıramayız!


Ayrıca, tarikatçılık hem insanı hem de İslamı bozma operasyonudur. Tarikatlar, insandan aklı alma mekanizmalarıdır ve tarikatçılık bir devlet politikası olarak ilerlemiştir! Başka ifadeyle islamlaşmayı, İslamcılar değil, devlet yapmıştır!


Öyleyse şu açıktır; sosyalistler hiç kimsenin dinine, imanına, ibadetine karışmaz, karşı da durmaz; karşı durdukları, durmak zorunda oldukları dinin, Öcalan’ın milattan önceki ifadesiyle “bin yıllık silah” olarak ezilen ve sömürülen halkları daha da köleleştirmek için kullanılmasınadır; egemen sınıfların elinde mazlumları daha kolay ve ucuz disipline eden, daha kolay köleleştiren, daha sinsi bir şekilde insanlıktan çıkararak, edilgenleştirerek, sürüleştirerek, Huxley’in, Orwel’ in, Kafka’nın, Diderot’nun insanına dönüştürerek yok eden bir silah olmasınadır!


Umarım o cimcimeliğinde birazcık olumlu cinlik vardır da, bu dediklerimdeki zihin açıcı dersleri idrak edebilirsin; yoksa o çoktan karanlığa teslim olmuş aklın, kendi içine patlayarak karanlık adına, doğuştan gelen insan hakları adına, ya da beş yaşında bebelerin kapanma “özgürlüğü” adına en acıklı güldürüleri üzerimize fırlatıp fırlatıp kendinden geçmeye devam edeceksin!


Amerika’nın ünlü CIA şeflerinden olan ve “Yükselen Bölgesel Aktör- Yeni Türkiye Cumhuriyeti” nin yazarı Graham Fuller,”60’larda ve 70’lerde Türkiye’de sol çok güçlüydü; Komünizmi zayıflatmak için sağ iktidarları destekledik” diyordu ve gazetelerin baş sayfasında yerini buluyordu ve ayrıca,” Komünizme karşı İslamı desteklediklerini” ekliyordu ki yıl 2004’ü gösteriyordu ama ortada “vay anasını!” diyen bile yoktu, işte o gün sessiz kalanlar ve o günden beri ve hâlâ ve artık pek çoğu “HDP’nin çatısı altında, Graham Fuller’in çerçevesini çizdiği “Yükselen Bölgesel Aktör Türkiye” için, yani bu gün KÖH’ün tarif ettiği “AKP’nin, 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalıştığı” “ dinci-gerici, osmanik-islamik, yeni Türkiye”nin inşası için iş başındadırlar!


Senin gibi cimcimeler, pardon cin mısırları ise bu kuyruğun en sonundaki tilmizleridir!

Aslında Kemalist yüksek komutanlar, her şey “kemalizm” için diye diye, 12 Eylül rejiminin bu günlere açılan yollarını döşemek üzere çok öncesinden harekete geçmişlerdi; hareket alanlarında Türk İslam Birliği vardı ve bir yanında (diyanet işleri-Türk İslam Birliği sözcüklerinden elde edilmiş olan) DİTİB diğer yanında Uğur Mumcu’nun deşifre ettiği, Suudi Arabistan tarafından finanse edilen “Rabıta” (Rabıtat-ül Âlem –ül İslam) adlı İslamcı örgüt vardı; bu örgütün Kemalizmin yerine konulan “Türk –islam sentezi “ düşüncesinin yayıcılığını üstlendiği apaçık belli idi!

İlk kez 1984 yılında Almanya’da Köln’de bir cami ve bir birlik bürosu açtığı ve Türkiye büyükelçiliğinin yönetiminde olduğu bilinmektedir; kısa zamanda Almanya’daki göçmen Türklerin en büyük örgütü olmuştu; 1980 darbesi olunca yakalanmadan yurt dışına kaçan solcuların büyük kısmı ve daha sonra birkaç yıl hapis yatıp çıkanları da Avrupa’ya ve daha çok Almanya’da Köln’e göçmüşlerdi; böylece Köln, neredeyse tamamıyla bir Türk vilayeti olmuştu; demek ki Türk hükümeti, İslamlaştırma operasyonuna Köln’den ve solculardan başlamıştı ki bugünün “yeni solu”na dikkatle bakarsak, bu hiç şaşırtıcı gelmemektedir!

Şimdi bu solcu eskilerinin hemen hepsi yeni mürteciliklerinden gurur duymakta ve HDP’nin çatısı altında “Çözüm” ve “İslam” meselesi için yırtınmakta ve bir proje olarak HDP’nin “Türkiyelileşmesi” için engin “solcu” birikimlerini konuşturmaktadırlar!


“Solcu”luklarının yanına mürteciliği de ekleyenlerin büyük çoğunluğunun Köln’de göçmenlik deneyimi yaşamış olması şaşırtıcı değildir ki bunlardan bazıları Oya Baydar, Aydın Engin ve ünlü politika cambazı Nabi Yağcı’ dır, Veysi Sarısözen de buradan mıdır hatırlamıyorum ama aynı rengi vermektedir ve sen gibi cimcime tilmizleri de çoktur; demek ki solcuların döküntüleri eninde sonunda mürteci olmaktadırlar!


Bunu, mutlaklaştırmamakla birlikte önemli bir önerme olarak kaydediyorum.


Diyalektiği devreye sokarsak, “islamın altın çağı”nın, ezilen ve sömürülen sınıflar için, orta çağ olduğunu görebiliriz!


Demek ki “İslam’ın altın çağı” büyük büyük zenginlerin altınlarının artmasını içermektedir; demek ki bir yerde altın değerinde kazanımlar vardır ve öyleyse kayıplar da olmalıdır ki kayıpların ezilen ve sömürülen sınıflara düştüğünü biliyoruz!


Öyleyse İslamizasyonu, 12 Eylül rejiminin ekonomi politiği içinde saymak yerindedir!

General Boğuşlu, dinden “en ucuz disiplin” olarak boşuna söz etmemektedir!

Hepsi apaçık gözlerimizin ve aklımızın bakış açısının sınırlarında cereyan etmekte ve öncesinde habercileri var ama hem gözler ve hem de akıllar kör ve egemen sınıfın egemen düşüncelerine tutuklu olduğu için kimse bir şey görmemektedir!


Bu bir paradoks mislidir ki açıklıkla cereyan edenleri görmek ve göstermek için bilimsel bakışa ihtiyaç olmaktadır


Aslında bu açıklıkları gösterenler var ve bunlardan biri, sola kapalı olsa da, Türk İslam Sentezi ideolojisinin ve kadrolarının devleti nasıl ele geçirdiklerini, bunun nasıl bir devlet politikası olduğunu gösteren Fransız araştırıcı Dr. Etienne Copeaux’tur. Bu, aynı zamanda solu yenmek için kendisini yok eden veya düzenini dinci akımlara bırakan Kemalistlerin hikâyesinin anlatımı olmuştur.


Bu kayda değer bilgileri veren Copeaux, hem Aydınlar Ocağı’nın ve hem de “Türk İslam Sentezi” kampanyasının, solun ve sosyalist düşüncenin çok güçlenmiş olmasına bir tepki olduğu görüşünü de eklemektedir. Hümanizm, Marxizmin ilerleme teoremi misli, kemalizm ile sosyalizmin ortak paydasıdır ve Türk gericiliği, sosyalist ideolojinin yayılması ile birlikte, hümanizme karşı da savaş açmıştır.

Copeaux’a göre Aydınlar Ocağı işte budur ve Eylülist cunta ile desteklenmiş ve iktidara gelmiştir.

Demek ki bir tekrar ile hatırlamak gerek;


Dine dönüş, sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertiptir.


Bu noktada, 1950 ya da 1956 yılında İstanbul'da kurulan Komünizmle Mücadele Derneğini hatırlamak yerinde olur; amacı kısaca şuydu: “Milli bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah'a bağlılığı kökleştirmek”


Aynı yıl dernekle aynı ismi taşıyan bir de dergi yayın hayatına başladı; Komünizme Karşı Mücadele Dergisi...


Dergi’de, Bediüzzaman Said-i Nursi'den el almış bir nur talebesi olan Avukat Bekir Berk’ten, şu ünlü şarkıcı Tarkan’ın dedesi Fethi Tevetoğlu'na, İsmail Hakkı Danişmend' den, İslamcı sosyalist olarak bilinen Nurettin Topçu'ya kadar birçok ünlü isim yazıyordu.

1969 yılındaki tarihe Kanlı Pazar olarak geçen ve solcu gençlerin düzenlediği “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” nün kana bulanmasında başrol İlhan Darendelioğlu yönetimindeki, Komünizmle Mücadele Derneğine aitti!


Dernek; Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi AKP kurmaylarının içerisinden çıktığı "Milli Görüş" hareketinin kuruluşunda da etkili olmuştur.


Şimdi Hükümet tarafından “paralel yapı” olarak ilan edilen tarikatın lideri Fettullah Gülen 1965 sonrasında bu derneğin Erzurum şubesi kurucuları arasında bulundu. Saadet Partisinin eski başkanı Recai Kutan Diyarbakır şube başkanıydı. Derneğin ziyaretçileri arasındaki bir başka ilginç isim ise Abdullah Öcalan'dı. Uğur Mumcu'nun bulduğu bu bilgiyi gazeteci Avni Özgürel derinleştirdi. Özgürel, 1993'te Bekaa'ya yaptığı ziyarette yaşananları şöyle anlatıyor:


“Basın toplantısından sonra Öcalan'la dergi için özel söyleşi de yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. 'Ankara'da İzmir caddesinde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende 'seni orda gördüm' gibi bir his uyandı, dedim. Bana 'yoo, doğru hatırlıyorsun. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi.”


Milli Türk Talebe Birliği ve İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği'nin türevleri olarak hayat buldular. Oradan yetişen bir kuşak bugün Türk Siyasal yaşamına yön veriyor. Bülent ARINÇ, Abdullah GÜL, R.T.ERDOĞAN, Abdulkadir AKSU, Hüseyin ÇELİK, Ticaret Bakanlığı yapmış Ali COŞKUN gibi birçok isim, Millî Türk Talebe Birliğine üye olmuş, Türk siyasetinde öne çıkan isimlerdir.


Türk Milliyetçiliği ülküsüyle kurulan bir dernek zamanla Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir kuruluşa dönüştü. Hem MİT hem CIA bu dernekte çok etkin oldu. Yetiştirdiği kadrolar ise devlet idaresine uzun yıllar yön verdiler.


Yakın zamana kadar “Darbelere dur de!” miting ve yürüyüşlerinde, 12 Eylül rejiminin devşirmeleri sahte sol gömlekli azap zebanileri ile birlikte kol kola bu derneklerin ardıllarını görmek şaşırtıcı olmamıştır!


Derneğin tarihine ve İslamcı kadroların bu derneklerdeki konumuna bakıldığında görülmektedir ki, Türkiye’deki İslamcı hareketlerin gelişimi, emperyalizmden bağımsız değildir. Türkiye’deki İslamcı hareketler yukarıdan aşağıya direkt olarak devlet eliyle örgütlenmiştir.


Bugün devletin üst kademelerinde boy gösteren İslamcı kadrolar, yeni 12 Eylül faşizminin inşaası sürecinde sola karşı yürütülen kontrgerilla operasyonlarının başında yer almış ve toplumsal muhalefete karşı yapılan kanlı saldırıların yürütücülüğünü üstlenmişlerdir.


Bunları hatırlamadan, bu gün Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile birlikte hızlandırılan ve Eylülist rejimle bugünlere getirilen dine dönüş operasyonunun, İslamizasyon’un kodları çözülmüş olmaz; sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertibin bu olduğunun bilincine varılamaz!


Bu bilince varılamazsa, islâmi hareketlere, naif bir “halk hareketi” olarak bakma aymazlığından kurtulunamaz; dine dönüş operasyonunun, islamizasyonun, ABD emperyalizminden bağımsız olmadığı, bu operasyonun, kapitalist enternasyonalin bütün dünyada yapmak zorunda kaldığı bir karşı devrim örgütlenmesinin en somut biçimi olduğu idrak edilemez! Dolayısıyla bu operasyonun gizli muhipleri olan sahte sol gömlekli yeni mürtecilerin sahtekârlıkları kavranamaz!


Bugün, dine dönüş operasyonunun da bu kanaldan kotarıldığı artık daha açıklıkla görülebilmektedir; TSK’nin üst kademeleri, bu büyük dönüşü, “Kemalizm” edebiyatını yüksek tutarak gizlemeyi başardılar; öyleyse bir açıklığa ulaşmış durumda olmalıyız ki birinci iç savaştan Tanzimat çıkmıştır ve ikincisinden ise cumhuriyetin çıktığını tespit edebiliyoruz; üçüncüsünde ise yani şimdilerde eşiğinde eşelenilen ikinci cumhuriyet olarak adlandırılan, ortaçağa döndüğümüz apaçık görülmektedir!

Ancak yerleştirmekte sıkıntı yaşanmaktadır ve yerleştirmek için kararlı olduklarını görebiliyoruz, bir mahkûmiyettir ve başka çareleri yoktur ama çareleri gene de çaresizlikten öte değildir!

Demek ki 12 Eylül darbesi ve sonrasında hüküm süren 12 Eylül rejimi, koyu bir dinsellik ile orta çağa dönüş hedeflerinin tam ortasındadır ve bu faşist darbenin, bu iki hedefi en tam ifadesiyle gerçekleştirmek üzere gerçekleştirildiği apaçık anlaşılmaktadır; hâlâ anlamak istemeyenleri ayırıyorum, çünkü buna mahkûmdurlar; yani egemen sınıfın egemen düşüncelerini taşımaya ve yaymaya mahkûmdurlar; bu nedenle anlamalarını beklemiyorum!


Tasfiyeler ve katliamlar, örnek olsun, Maraş ve Sivas katliamlar'ı, laisizmin, rasyonalizmin ve Kemalizmin kökünü kazıyarak sosyalizmi tarihe gömmek hedefini yakınlaştırmak ve garantilemek için gerekliydi; bellek kazıma ancak, öldürmek ve korkutmakla mümkündür ve Huizinga bu duruma “yitik akıl “ diyordu; öldürmekle birlikte, işsizlik ve korkutmak, bellek kazımak için, en kestirme yol olmaktadır; böylece ve sürekli olarak daha az akıllı yapmak kolaylaşmaktadır.


Ancak Orta çağda, ne kadar daha az akıllı yapmaya çalışılsa da, aydın hep vardı ve bu, aydınları her yerde bulmak mümkündür anlamındadır; ortaçağda var iseler, her yerde vardırlar demek istiyorum ve demek ki aydınlar tükenmiyorlar!


Artık buradayız ve aydının uzun zamandır yaşadığı sancılı döneminden çıkışının eşiğindeyiz!

Bu eşikte senin gibi cimcimeler için pek bir istikbal yoktur!

Bir kez daha vurguluyorum ki, isteyen buradan devam edecek, isteyen buraya hücum edecektir; bu, antagonist çıkarlar açısından kaçınılmazdır ve turnusoller de kuvvetle muhtemel daha çok buradan açığa çıkacaktır!


Diğer yandan, İslamın bütün tarihi, siyasal iktidar savaşıdır ve Türkiye’de İslam hep, öyle ya da böyle, iktidarlara ortak ve baskıcı olmuştur; şimdi artık iktidardadırlar; demek ki kendisi baskı altına alınıncaya kadar, ciddi bir işbirliği yapılması mümkün görünmemektedir.


Sosyalistler ancak ezilenlerle işbirliği yapabilir. İslam, Türkiye’de ezilmiyor, aksine eziyor; ezilmeye başladığı zaman, işbirliğinin imkânları düşünülebilir.


Bununla birlikte, İslami akımların ilerici öğeler taşımadığı da apaçık ortadadır; dolayısıyla İslami akımlarla demokratik bir birlik yapılabileceğine de inanmak ham hayaldir; öyle olsa idi bu, İran’da mümkün olurdu; üstelik Muaviye’den bu yana İslam’ın tek mücadele silahı takiyedir ve bugün çok daha net ortaya çıkmıştır ki İslam, siyasal iktidar kavgasının dışında hiçbir tartışması olmayan tek dindir!


Bunun yanında, İslamda “istiklal” kavramı ve düşüncesi de yoktur; İslamda “milli” kavramı da yoktur ve bunun yerine aynı iman sahiplerini anlatan “ ümmet” kavramı vardır; İslam düşüncesinde topraklar, dar-ül-harp ve dar-ül-islam olarak ikiye ayrılır ve zıtlaştırılır.


Kâfir bir hükümdarın egemen olduğu yerler ve Müslümanlarla gayrimüslümler arasında henüz barış akdedilmemiş olan memleketler, İslam hukukunda dar-ül-harp sayılır; Müslümanların hürriyet ve emniyetlerinin garanti altında olmadığı ve İslami düzenin esas alınmadığı modellerin hâkim olduğu topraklar dar-ül-harp’tir; yöneticileri ve halkı müslüman olan, islam kurallarının geçerli olduğu ya da olması gereken topraklar ise dar-ül-islam’dır; İslami görüşe göre Dar-ül-harb’i, Dar-ül-islam haline getirmek cihadın amacıdır.


İşte senin o cimcime aklının almadığı da budur; yani idrak edemediğin resmi bir tatil ile herkesi Cuma namazına, camilere yönlendirmenin, Dar-ül-harb’i, Dar-ül-islam haline getirmenin içinde olduğu gerçeğidir!


Fikret Uzun


09-Ocak-2016

Hiç yorum yok: