17 Eylül 2015 Perşembe

BUGÜN EN BUYUK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 1




BUGÜN EN BUYUK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 1
Hasan Karataş arkadaş,

Haklısın, komünistler sazan değildirler ve gene haklısın ki kimse onları sazan olmadıkları için yadırgayamaz ve daha pek çok vurguna eyvallah ancak, en büyük sorunumuz, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır en önemli sorumuz ve sorunumuz!

Dünyaya ve sorunlara neresinden bakacağını bilememek başlı başına bir sorun ve son derece önemli bir eksikliktir; bunun ayırdında olamamak ise ayrı bir sorundur; dolayısıyla Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile birlikte emperyalist kapitalizmin ideologlarının kapitalizme karşı artık hiçbir ideoloji kalmadı anlamında türettikleri “ideolojilerin sonu” sözü ile hiçbir bağ kuramamak şaşırtıcı olmamalıdır!

Bu, kendisine ait bir ideolojisi olmadığını zanneden sınıf-insanın ya da halkın, ister istemez, toplumun egemen sınıfının ideolojisini, bir ideoloji olduğundan bihaber olarak benimsemiş olması demektir!

Oysa ideolojisi olmayan bir toplum ya da insan düşünmek mümkün değildir!

Çünkü sınıflı bir toplumda, ideoloji dediğimiz şeyin kaynağında eninde sonunda sınıfsal farklılıkları buluruz; yani eşitsizlik varsa, sömürü ve ezgi varsa, eninde sonunda, kapitalizme karşı ideolojiler de olacaktır.

Öyleyse kapitalizmin bugünkü geldiği yerde, yani çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun, kısaca bitmişliğinin zirvesinde olduğu ama bir o kadar da egemenliğini dayattığı koşullarda, kapitalizmin gücünün kaynağı kendisinde değildir; ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların ideolojisizliğindedir!

Öyleyse insanlığın kapitalizme karşı güçlü bir ideolojiye ihtiyacı vardır!

Demek ki asıl sorun ideolojisiz kalmış olmaktır!

Öyleyse, bu bir teslim olma halinin ifadesidir!

Bu ise, bizi şu yalın gerçeğe götürüyor; kapitalizm, bugün bir ideolojik saldırı altında değildir! Ancak buna karşın, yine son derece güçlü bir ideolojik saldırı ve kuşatma peşindedir!

Bunu şu şekilde de formüle edebiliriz; kapitalizm elindeki imkânlarla bütün ideolojileri tekeline almış ve ideolojisiz kalmış toplumları ideolojik hegemonyası altına almaktadır!

Gücü buradadır; gücü, karşısındakilerin ideolojisizliğindedir!
Buna karşın, yine de, dünyanın bu halinin kapitalizm olduğunu bilen insanlık, kapitalizmin ne anlama geldiğini 30-40 yıl öncesine göre daha iyi bilmekte ve görebilmektedir!

Çünkü artık pratik, teorinin önüne geçmiş ve kapitalizmi anlama klavuzu, pratik olmuştur; artık kapitalizmin ezilenler açısından ne anlama geldiğini anlamak için “Kapital”e gerek kalmamıştır; bu ise “teorik kalsaydı hâlâ anlaşılamayacaktı” demektir!

Bu durumda ve ideolojinin bir ihtiyaç olduğuna inanıyorsak, ideolojinin ve elbette güçlü bir ideolojinin keşfi de kaçınılmazdır; çünkü ihtiyaç, keşfin anasıdır!

İşte İslamizm bu boşluktan, yani ideolojisizliğin ve ideolojiye olan ihtiyacın üzerinden yükselmiştir; ne var ki, İslamizmin, önünde frenleyici bir sosyalizm de kalmamış olan kapitalist dünyanın bu yeni hali nedeniyle çekilen acılara karşı itirazı, İslam’ın ilk dönemlerine dediğin gibi 1400 yıl öncesine dönmeyi önermekten başka bir şey olmamaktadır ve bu tamı tamına bir teslim olma hali ve bir ideolojisiz kalma halidir!

Bu ise, ezilen ve sömürülenlerin bu haline ihtiyaç duyan emperyalist kapitalizmin keşfidir!

Güçlü bir ideolojinin keşfinin önüne geçmek için, emperyalist kapitalizm, bu ihtiyacı, örnek olsun, bu coğrafya’da İslamizm ile ve ılımlı İslam formunda karşılamayı, bir zorunluluk olarak, yol haritasının içine yerleştirmiştir!

Artık buradayız ve sorunumuz hâlâ ideolojisiz kalmış olmaktır!

İslamizm, bir din olmasının yanında, bir ideoloji ve güçlü bir ideolojidir de; ve doğuş yıllarını anlatanlardan öğrendiğimize göre İslam, doğuşunda eşitlikçidir; eşitleyerek birleştirir; kabile toplumundan devlete geçişin ideolojisidir; işin başında savaş vardır ve İslam, çatışa çatışa ilerler ya da yayılır; bunun anlamı, İslam inancının yayılmasında bir zorun iş başında olduğudur!

Demek ki hiçbir din devlet desteği olmadan din olamaz ve din olduktan sonra da devlet olması ya da daha kullanışlı ifadesi ile din devleti olması arasındaki mesafe çok kısadır!

Demek ki din, din olduğunda aynı zamanda devlet olmuştur; öyleyse devlet olmuş din, her halukârda fetihçidir, yayılmacıdır.

Bütün tek tanrılı dinler, şu ya da bu şekilde gücünü ve otoritesini devletten almışlardır; ilk Yahudi devletleri, Roma ve Emevi -Abbasi devletleri buna örnektirler!

Bu yüzden, yani devlet ile din olabildiklerinden, ezilenler için devlet ne ise din de odur; yani ironik biçimde ikisi de ezilenler için vardır; dinin ve devletin varlık nedeni ezilenlerdir!

Her defasında boş çıksa da, ezilenler, dinin ve devletin, daha kullanışlı ifadesiyle din devletinin toplanma çağrısına uyduklarında sırtlarındaki yükten kurtulacaklarını ummaktadırlar!

Yani, din, ezilenler için bu tepesi üstü duran dünyaya karşı mümkün olan tek protesto şeklidir ve öyleyse ”afyondur” diyerek kestirip atamayız; Ortadoğu’da pek çok halk ve elbette Türkiye’nin ezilen sömürülen halkları, işte o İslama tutunmaktadır; dünyevi acılar karşısındaki iç çekişlerinden İslama tutunarak kurtulmaya çalışmaktadırlar!

Demek ki halkın inancı ile ılımlı ve radikal İslam’ı birbirinden ayırmak zorundayız; tüm emperyalist çabalara karşın inanç, direnişe engel değildir; olmamaktadır; olmadığını, ABD emperyalizminin Yeni Dünya Düzenine bir sıçrama tahtası yapmak üzere dizayn etmeye çalıştığı bu geniş coğrafyada,çok net ve anlaşılır biçimde gördük!

Buna karşın, İslam’ın ilk dönemi, devletin oluşmamış ve statükonun henüz kurulmamış olması ile birlikte, yoğun bir dünyevi iktidar mücadelesidir ve hâlâ öyle olduğunu görebiliyoruz!

Ali’nin öldürülmesiyle birlikte, Emeviler yönetimi ele geçirdiler ve Halifeler döneminin ardından Arap devletini yönettiler ve dini kurallara pek uymadıkları halde, İslam’ı yayılma ideolojisi olarak kullandılar; ardından Emevileri deviren Abbasiler iktidarı ve halifeliği ele geçirdiler, Osmanlı dönemine kadar egemen oldular!

Sonunda Osmanlıya geçen halifelik, artık ölmüş bir kurumdu!

Demek ki bütün bağlılıklar eninde sonunda bağlılıktır, tarihsel ve nesneldir; bu anlamda kategoriktir ve zamanı geldiğinde değişirler!

Bu anlamda İslam, inançla kitleleri birleştirmiş ve yeni bir bağ yaratmıştır!

Bir doğrudan demokrasi olarak da tanımlanan Dört Halife döneminin bitmesinden sonra, Emevilerden, Osmanlı’ya kadar gelen egemenlik de bu bağ ile ayakta tutulmuştur!

Mustafa Kemal ise, halkına, halifeliği kaldırıp bir kenara koyarak, yeni bir bağ önerdi; tarihin akışı, ümmet olmaktan çıkıp, ulus ve halk olmaya yönelmişti; yani tarihin mantığı ümmeti değil ulusu ve halkı öneriyordu!

Bir tarihsel-nesnel kategori olan ulusun, kendisi gibi tarihsel-nesnel bir kategori olan ulus-devleti varsaydığını hatırlatmak ise yalnızca totolojidir ama görüldüğü üzere bundan hâlâ kurtulamıyoruz!

Yani, bir dahi bireyin icadı değildir ama tarihin dayattığı bir ihtiyacın doğurduğu keşiftir ve bu ihtiyaç için öne çıkmış olanlar, bu tarihsel-nesnel kategorinin yerinde ve zamanında tarih sahnesine çıkmasında sadece bir vesiledirler, elbette bu, bu kişilerin, bu tarihsel olaydaki katkılarını yadsımaz!

Politik olarak Osmanlı’da ve ümmet toplumunda keramet görenler yanında, temel görevleri İslamı yayarak dünyayı bir İslam devleti haline getirmek olan ve “egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır” diyenlerin de tarihin mantığına gözlerini kapatarak, Mustafa Kemale ve Kemalizme intikamcı bir yaklaşımla saldırmaları bundandır!
Yani, İslam tarihinin bir anlamda,”egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Mustafa Kemal tarafından kesintiye uğradığından hareketle Kemale Kemalizme saldırmaktadırlar!

Oysa Mustafa Kemal bu tarihsel-nesnel kategorinin dünyaya gelmesinde sadece bir vesiledir; yani Mustafa Kemal olmasaydı da tarihin akışı öyle ya da böyle, ümmet kategorisini ulus ve halk kategorisine sürükleyecekti!

Biz ise, yani komünistler, sazan olmayanları kastediyorum, başka bir bağ peşindeyiz; o bağ, ne bir devlettir, ne bir ümmettir, ne bir ulustur, ne de piyasadır; bütün bunların ötesinde, bir insanlar toplumu oluşturmanın peşindeyiz; tarihin akışına içerilmiş mantık da bunun peşindedir ve insanlığa bunu önermektedir; ama önce bu önermenin muhatabı olan insana ulaşmamız gerektiği konusunda yaşadığımız sorunları aşmamız gerekmektedir!

Ve bu bile ideolojisizlikten kurtulmuş olmakla bağlıdır!

Öyleyse en büyük sorunumuz, bir kez daha, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır asıl sorumuz ve sorunumuz!

Güçlü bir ideolojiye sahip olamazsak, hiçbirini alt edemeyeceğimiz apaçık ortadadır!

Sovyet sosyalizminin çökmesinden itibaren dünyanın, ikinci dünya savaşı koşullarının öncesine döndüğünü ve hemen ardından Ortadoğu’da, birinci dünya savaşı ile oluşan statükonun parçalandığını görüyoruz; ikisi arasında Irak’ın Amerikan emperyalizmi tarafından işgali var ve statükonun parçalanması, tüm hızıyla devam etmektedir!

Öyleyse, Ortadoğunun sınırlarının, birinci savaşın sınırlarının öncesine çekilmesi emperyalizm için kaçınılmazdır ve öyleyse vazgeçeceğini beklemek saflıktan ötedir; Türkiye’yi de bundan ayıramayız; masada da sahada da önümüzde duran “BOP”tur ve bunun, Türkiye açısından büyük ihtimali, küçülen bir Türkiye; küçük ihtimali ise, daha büyük, fakat daha zayıf bir iç birliğe sahip Türkiye olabilir!

BOP’un en önemli hedeflerinden biri, Avrupa’nın odak noktası olan İsrail’in çevresinde Arap olmayan bir çember oluşturmaktır; bu çemberin en önemli halkalarından biri olan Türkiye ise, artık bu önemini kaybetmiştir; önem kazanan, ABD emperyalizmin kırk yıldır güttüğü politikanın adı olan “Büyük Kürdistan”dır ve Türkiye’nin yerine ikame edilmektedir!

Bu, ABD emperyalizminin olduğu kadar, Türkiye’nin egemen sınıflarının istediğidir ve bir devlet politikasıdır!

Türkiye’nin, daha doğrusu egemen sınıfın, kendi ideolojisi olan Kemalizmden kurtulmak istemesi bu nedenledir!

Oysa Osmanlıyı reddetmesi eksikli olan Kemalizm, var olmayan bir ulusu icat etmek zorunda kalmış ve ümmetten bir millet çıkarmıştı; ancak artık görebiliyoruz ki, ümmetten çıkmış bir millet pek sorunludur!

Buna karşın, yine de Kemalist cumhuriyet seksen yılda kendi insanını önemli oranda yaratmıştır; sol olarak andığımız topluluk, bu cumhuriyetin verimidir; ne ki, Kemalizm, bu verime karşı mücadele ederek şekillendi; en sonu, ayaklarının altındaki toprağın eninde sonunda kayacağını gördü ve büyük bir korkuyla kendi öz evlatlarına saldırdı!

Bu saldırıyı tamamına erdirememiş olsa da, altından büyük bir karanlık çıkardığını biliyoruz ve buna İslamizasyon diyoruz ve ne “rastlantı” ki, “tarihin cilvesi” de diyebiliriz, kendi öz evlatlarına saldıran Kemalizm’in bu saldırısının altından çıkardığı karanlığa, Kürtler gönüllü olarak girdiler ve çıkmaya niyetleri olmadığı, aksine iktidarı paylaşma planları yaptıkları apaçık görülmektedir!

Demek ki hâlâ ideolojiye ihtiyacımız var ve solun, karanlıkla irtibatı olmayan, güçlü bir düşünceyi netlikle ortaya çıkarması kaçınılmazdır!

Yeter ki, solun içindeki bulanıklığı kovup, netliği egemen kılabilelim ki bunun bile ideolojiye ihtiyacı olduğunu görebilmek ve bilince çıkartabilmek için çok zeki olmaya gerek yoktur!

O halde özetin özeti niyetine altını çizerek tekrar etmeliyim ki, en büyük sorunumuz, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır en önemli sorumuz ve sorunumuz!

Ve ikisi de tarihsel birer kategori olan “ümmeti” başımıza koyup, “devleti” en büyük sorun yapmak, devletten çıkmak istememenin üstünü örtmek için değilse, ideolojisizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.

Saygıyla ve sevgiyle ve bu vesileyle asker postalı ve polis üniforması giymiş emekçi çocuklarının kayıpları ile analarının ve babalarının yüreklerine çöken acıyı yürekten hissettiğimi ve bu işte bir terslik olduğuna, bu işin Kürt siyasal hareketine bir getirisi olmadığına olan inancımı ifade ederek bitiriyorum!

Fikret Uzun

08-Eylül-2015


Hiç yorum yok: