27 Temmuz 2015 Pazartesi

HALKI KENDİ DURUMU ÜZERİNDEKİ YANILSAMALARDAN VAZGEÇİRMEK İÇİN ONU GERÇEĞİN ÖTEKİ DÜNYASINDAN KURTARIP ÖNÜNE BU DÜNYANIN GERÇEĞİNİ KOYMAK GEREKİR




HALKI KENDİ DURUMU ÜZERİNDEKİ YANILSAMALARDAN VAZGEÇİRMEK İÇİN ONU GERÇEĞİN ÖTEKİ DÜNYASINDAN KURTARIP ÖNÜNE BU DÜNYANIN GERÇEĞİNİ KOYMAK GEREKİR

Marx, Kapital’de, “Makine ve büyük sanayi- Makinenin Gelişmesi” bölümünde, John Stuart Mill’in, Principies of Political Economy adlı yapıtında, “Bugüne kadar yapılan bütün mekanik buluşların, insanoğlunun katlandığı günlük meşakkatleri hafiflettiği kuşkuludur.” sözlerini hatırlattıktan sonra ve “makinelerin, hali vakti yerinde aylakların sayısını büyük ölçüde artırdığını” ekledikten sonra, “Ne var ki bu, hiçbir şekilde, makinenin kapitalistçe uygulanmasının amacı (günlük meşakkatleri hafifletmek) değildir. Emeğin üretkenliğindeki diğer bütün artışlar gibi makine de, metaların ucuzlatılması ve işçinin kendisi için çalıştığı işgünü kısmını kısaltarak, karşılığını almadan kapitaliste verdiği diğer kısmını uzatmak amacıyla kullanılır. Kısacası makine, bir artı-değer üretme aracıdır.” Diye yazar.

Marx’ın yaklaşımını Mill’in bu “duygu”lu yaklaşımı karşısında, “duygusuz ve ruhsuz” bir yaklaşım olarak görenlerin çok olduğuna eminim; ancak bu tür yani duygusal bir yaklaşımın da bu sorun karşısında pek fazla yapacağı bir şey olmadığı açıktır!
Bu konuda, bir papaz olan Edmund Cartwright adlı şair gibi duygusal yaklaşarak, yani dokumacıların haline acıdığı için, makineli dokuma tezgâhının üretilmesi ile birlikte aç kalan dokumacıların yoksulluklarından duydukları acının birçok yeni şairin doğmasına neden olduğunu hatırlamak oldukça öğreticidir!
Buradaki ders ise, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” yaklaşımını nahoş bulup, J.S.Mill ve iyi yürekli papaz şairin makinelerle işçilerin günlük meşakkatleri arasında dokunaklı bir ilişki kurup, mülkiyeti gözden kaçırdıklarının ve böyle olunca da, teknolojik buluşların insanın yaşamını kolaylaştıracağına, nasıl olup da, daha da kötüleştirdiğinin bir bilinmez olarak kalmasına dokunaklı bir dokunuş ile yardım etmiş oldukları gerçeğidir!
Ve haliyle sorunu çözmek, o “duygusuz ve ruhsuz” yaklaşımı ile insanın yerine proleteri koymak ve yine Marx’ın sözüyle, “en gelişkin makinenin, işçiyi bir vahşinin çalıştığından ya da kendisinin en basit, en kaba aletlerle çalışacağından daha fazla çalışmaya zorlayacağı” nı hatırlatmak Marx’a düştü…
“Teknolojik gelişme ile eskiden canlı işçiye ait olan etkinliğin, artık makinenin etkinliği haline geldiği ve böylece de insanın en temel ilişkisinin, doğa ile olan ilişkisinin, dolaylı olarak mülkiyete tabi kılındığı” gerçeğinin; yani “büyük sanayinin, yalnızca kapitalist olan ilişkileri değil, işin kendisini de işçi için dayanılmaz hale getirdiği” gerçeğinin ve dahi “bu sonuca yol açan şeyin makine olmadığı” gerçeğinin; böylece de “üretim araçlarının ve emeğin gerçekleşme koşullarının insana yabancılaşmasının da , ‘kötü ’ insanların marifeti olmadığı ama doğa-insan ilişkisinin bu özel biçiminin tarihsel bir kategori olduğu” gerçeğinin hatırlatılması da açıklayıcı olacaktır.
Bunun için, yani bu dersten dersler çıkarmak için, tek yapılması gereken şey, sorunun çözümü ve anlaşılabilir kılınması çerçevesinde, Marx’ın ”duygusuz ve ruhsuz“ yaklaşımını göz önünde bulundurmaktır.
İşte şimdi de önümüzde ve kuşkusuz büyük çoğunluğumuzun yüreklerinde küçük ya da büyük bir yara misli taşıdığımız ve yüreklerimizin her dokunaklı etkiye verdikleri tansiyon yükselten tepkileri ile kanayan Kobane gerçekliğinin, amacının da, hedefinin de ve çözümünün de, “iyi” ya da “kötü” insanların marifetlerinden ziyade, nesnel-tarihsel koşulların yarattığı bir sonuca bağlı olduğunu ; “iyi” ya da “kötü” insanların duygularından ya da duygusuzluklarından bağımsız olarak, tarihsel vazgeçilmez çıkarların ivmelendirici etkisiyle yükselen ve bir örgütlü hareket içinde vücut bulan ezilen ve sömürülen halklara ve sınıflara has bir öfkenin, kinin ve isyanın yarattığı sonuca bağlı olduğunu ve bütünsel bir tarihsel-nesnel zaman yanında, koşullarından da bağımsız olmayan bir tarihsel kategori olarak durduğunu görüyoruz!
İşte burada, bu kategoriye de ve bu kategoriye yaklaşımın ikili ve daha çok taşıdığı sınıfsal özü ile kategorize edebileceğimiz yanına da, “duygusuzluk”  ve “ruhsuzluk” ile nitelendirilme riskini göze alarak, Marx’ın yaklaşımında kendini gösteren “sınıfsal ve bilimsel bir yaklaşım ile mi yaklaşsam?”, yoksa “Mill’in ‘duygulu’ yaklaşımı ile mi yaklaşsam?” diye sorup, düşünüp, taşınıp, tam da Marx’ın yaklaşımını tercih etmişken, bu tarihsel kategoriye benim tercih etmediğim bir yaklaşım ile yaklaşılmasının da payı olan bir trajik sonuç ile karşılaştık.
İtiraf ediyorum ki, her ne kadar bu sonucun, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” olarak nitelenebilen ve uzaktan öyle görünen yaklaşımı ile ortaya koyduğu nedenlerle bağlı olduğuna ve dahi buradaki yaklaşımımın Marx’ın yaklaşımı ile bağlı olması gerektiğine inanmış olsam da ve hatta bu yaklaşım temelinde düşüncelerimi kurgulayıp formüle etmiş olsam da, yüreklerimizi kanatan, öfke ve kinimizin duygularımıza yansıyan şiddetine tavan yaptıran, artık insanlığın zerresinin kalmadığını, dahası artık “kötülüğün”,”iyiliğe” baskın olduğunu düşündürten bir insanlık dışı katliamın yarattığı halet-i ruhiye içinde açıklamaya ne yüreğim, ne de dilim el verdi.
Bu insanlık dışı trajedinin yarattığı ve bütün dünyanın vicdanında geçmişteki dokumacıların yaşadıkları acıları bin kat sollayan bir acıyla yankılanan haykırışların papaz şair gibi “duygusal” sesi olmayı denedim ama yapamadım. Çünkü bunu iki yüzlülük saydım ama bu halet-i, ruhiyeden çıkana kadar, doğru olduklarına duyduğum inançla formüle ettiğim düşüncelerimi paylaşmak için, hem kendimin ıstırap çeken yüreğine ve hem de bu trajik atmosferin yarattığı ıstırap yüklü öfke ve intikamcı duyguların bilimsel-sınıfsal yanına baskın çıktığı bir kin ile dolu olarak kitleye sinen ilk şaşkınlığın dağılmasını ve acıların biraz olsun dağlanmasını bekledim!
Ancak henüz önceki şaşkınlık dağılmadan, acılarımız yeterince dağlanmadan, önümüze aynı türde bir içerikle başka bir trajedi ve bunun yarattığı başka bir şaşkınlığın çıkarılması, beni Marx’ın yaklaşımına döndürmüştür!
Yani, Marx’ın yaklaşımına dönerek, insanoğlunun yabancılaşmasının zirvede olduğu bir zamanda ve nesnel-tarihsel koşulda, “iyi” ve “kötü” insanın varlığının, hatta ve hatta” iyi” insandan çok ”kötü” insanın varlığının yadsınmayacağı ama yine de insanın bu “kötü” halinin, tümüyle emeğin gerçekleşme koşullarına bağlı olan yabancılaşmanın bir ürünü olduğunu bilerek ve iyiliğin kötülüğe savaş açmasından daha çok ve belirleyiciliğini teslim ederek,  insanın bu “iyi” haline baskın çıkan “kötü” halinin de sorumlusu olan yabancılaşmanın asıl müsebbibi olan emeğin gerçekleşme koşullarına savaş açmanın çözüme ve sonuca en yakın seçenek olduğu gerçeğinden hareket etmek kaçınılmaz olmuştur!
Bu yüzden, samimiyetimin ağırlığı bir yana, yüreğimde büyüyen ve içimi ateş gibi yakan en öfkeli, en kinli ve en tiksintili acıların ıstırabıyla ama bir o kadar da bilimsel bir iyimserlikle yüklü umudumla kısa bir süre uykuya yatırdığım düşüncelerimi, yüreğimde hâlâ kanayan bir yara halinde büyüyen öfkemin ve kinimin yanında tiksintimin de gereği olarak ikircimsiz aktarmayı bir borç biliyorum!
Nesnel durumunun taşıdığı yıkıntılı savaş halinin umut kırıcı gerçekliğinden uzaklaştırmak için,  Kobane’nin harap olmuş tüm sokaklarının taşıdığı yalın gerçekliğin üzerini imgesel çiçeklerle örter misli, rengârenk oyuncaklarla donattırmak üzere, ellerinde ve sırt çantalarında plastik arabaları ve bebekleri,  yüreklerinde ise bir insan sevgisinin varlığını ve elbette buruk da olsa bir yanılsamalı “katastrof finalin” coşkusunu taşıyan insanları, bir bayram, bir festival, hatta katastrofa ermiş bir zafer coşkunluğu havasında ama tüm silahsızlıkları, hatta tüm savunmasızlıkları içinde Kobane yolculuğuna çıkarmak; yanılsamalara gereksinim duyan bir halkı, Kobane halkını, bu gereksinimine kavuşturmak üzere, bilimsel bir iyimserlik içermeyen umutvar bir yanılsamanın içine sokmak pahasına, sinsi ve egemen bir şemsiye altında kurulu tuzaklarla dolu olan ve henüz bitmemiş bir savaş alanında ve henüz yenilmemiş bir düşmana hedef yapmak demektir!
Bunun, kendiliğinden bir coşkunluğun, kendiliğinden bir ivmelenmesi ile kendiliğinden dile gelen bir eylem olmadığı açıktır. Hatta belki de hesapsız, kitapsız öngörülmüş bir eylemdir demek şimdi hak edilmemiş bir haksızlık olarak görünse de, bu trajedinin ilk şaşkınlığı ve can yakan acısı hafiflediğinde, ya da belki daha fazla can yakan başka bir trajedinin yarattığı acı ile üzeri küllendiğinde bir haksızlık olmadığı anlaşılacak ve kabul edilecektir.  Bu, henüz başlamamış ve ilk tuzakla, taşıdıkları insan sevgisinin varlığının sökülüp alınmış ve yerine, kalpsiz bir dünyanın yürekleri dağlayan kızgın sıcaklığının yarattığı gerçek üzüntüye duyulan nefret ve öfke yüklü iç çekişlerin konulması ile sonuçlanmış bir trajedidir!
Aniden patlamış bir kasırganın ürünü misli görünen bu trajedi, aslında zincirlerle ve patlamalı bir şekilde birbirine bağlanarak ve de bütün işaretleri ile kendini göstererek ve büyüyerek ilerleyen bir ateş topu misli yuvarlanarak büyümüş olan ve önü alınmazsa daha da büyüyecek olan bir trajedi yumağı mislidir!
Bunda, sırtlarındaki çantalarında taşıdıkları plastik oyuncakları, yüreklerinde taşıdıkları insan sevgisi ve Kobane’de yaşanmış ve katastrof finali yakalamış bir devrimin coşkunluğu içinde, sosyalizme değil, sosyalist iktidara hiç değil, ama Kobane’nin yıkıntıları üzerinden yükselen sosyalizmin iktidarsız biçiminin, bütün insanlığa umut olacağına inandıran partilerine inanarak, henüz hâlâ bir savaş alanı olan ve sinsi-açık envai çeşit tuzaklarla dolu Kobane yolculuğuna çıkartılıp, savaş alanına pek de uzak olmayan, hiçbir güvenliği olmayan, hatta sağlanmadığı da anlaşılan bir alanda kamp kurdurularak, coşkunluklarının belki de zirvesinde oldukları bir zamanda, bütün sözleri kifayetsiz bırakan bir insanlık dışı katliama maruz bırakılan çoğunluğu gencecik fidanlar olan bu insanların hiçbir suçu ve dahi hesabı kitabı yoktur!
Burada baş suçlu elbette, insanoğlunu tersine dönmüş bir dünyanın, tersine dönmüş bilinci içinde yabancılaşmanın en uç noktasına sürükleme ameliyesi içinde bütün bunlara neden olmanın nesnelliğini taşıyan emperyalist kapitalist dünyanın sahipleri ve bu dünyada yer tutmak isteyen, dünyanın yok olması pahasına elde edilmek istenen zenginliklere ortak olmak isteyen bilumum işbirlikçileridir!
Bu suçtan, onları bu yolculuğa uğurlayanları masun tutamayız, masum sayamayız!
Çünkü Kobane halkı, yanılsamalı mutluluklar vererek değil, tümüyle bilimle yüklü iyimser umutlarla donatılmış mutluluklar vererek, gerçek bir mutluluk için birleştirilebilir, bu mutluluk için kararlı bir mücadelenin içine sokulabilirdi!
Yüz elli yıldan da önce, Marx ve Engels’in vurguladıkları, yabancılaşmanın en yüksek biçimine kapitalizmde ulaştığı ama öte yandan bu aynı kapitalizmin, insanlığın büyük çoğunluğunu mülksüzleştirerek ve zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirerek bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının pratik koşullarını da hazırlamış olduğu gerçeğini, Marxizm’i aşma bahaneleriyle görmezden gelmeleri bir yana, bugünün çürümüş ve kokuşmuşluğu içinde, bu yabancılaştırmanın da yetmediğinden hareketle, “gerçeğin öteki dünyası”nı dayatarak çaresizliğini ortadan kaldıracak bir tersine çevrilmiş dünya ve tersine çevrilmiş bilinç yaratmak için, dünyanın genel teorisi olan, gerçek bir gerçekliğe sahip bulunmayan insanal özün doğaüstü gerçekleşmesi olan dini dayatan emperyalizmi, tekelci düzeni;  aynı anlama gelmek üzere, tersine çevrilmiş bir dünyayı ortadan kaldırmak suretiyle bu tersine çevrilmiş dünyanın kaçınılmaz olarak yarattığı tersine çevrilmiş bilinci ortadan kaldırmak yerine, emperyalizmin karasularında, bu çürümüş ve kokuşmuş insanlık dışı düzenin sahipleri ile  “barış içinde bir arada” yaşamayı, daha somut ifadesi ile “bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ını bir reçete misli, allayıp-pullayarak öneren, hatta türlü çeşit demagojilerle dayatan aydıncıkların suçları belki de daha büyüktür!
Diğer yandan, insanoğlunun en yüksek yabancılaşmaya ulaştığı kapitalizmde, dinin vaad ettiği göksel mutluluk egoizminin, zorunlu olarak dinsel bireyin maddi egoizmine, göksel gereksinimin yersel gereksinime, öznelciliğin ise özel çıkarlara dönüştüğü biçimindeki açıklama varken ve bu açıklama yadsınmamışken, “göksel gereksinimler” bahane edilerek, “demokratik din açılımları” ile yabancılaşmanın en uç noktasına sürüklenmiş kitleleri, “gerçeğin öteki dünyası”na sürükleyerek, dünyanın maddi gerçeklerinden uzaklaştırmak, bu aydıncıkların suçlarından daha az değildir!
Daha önemlisi ki bütün saptamalarımı teyit eder mahiyettedir, “suçlu sensin veya sizsiniz!” deyip, suçlu olarak ilan edilenlerin karasularında veya suçlu olduğunun işaretlerini en tam ifadesiyle taşıdığı alanlarda yer kapmaya, bu alanları “demokratize” ederek suçlarından kurtarılmış kılmaya çalışmak, ikiyüzlü bir şekilde suça ortak olmak demektir!
Öyleyse ,“barış” özlemleri ile alay eder misli ve “biz istemezsek, ya da bizim istediğimiz tipteki bir ‘barış’tan başka ‘barış’ olmaz” der misli işlenen bu insanlık suçunu “lanetlemek” yetmez, hatta suçluyu işaret etmek de yetmez; bu lanetlenenlerin ve işaret edilen suçluların soyutlanarak somutlanması, yani en tam ifadesiyle netleştirilmesi, deşifre edilmesi ve bunlardan tümüyle ve de kesinkes kopulması ve de mutlak karşı tarafa konulması gerekmektedir!
Ancak böyle hem lanet okumalar ve hem de bu lanetlenen suçlulardan da, bundan sonra işlenecek suçlarından da kurtulmak üzere verilen sözler inandırıcı ve umutvar olur; en önemlisi de gerçek olur!
Bu yapılmazsa, yabancılaşmanın uç noktasında yaşayan kitleler, mutluluğu ne göksel dünyada bulacağına, ne de maddi dünyada bulacağına inanır ve bu uç noktadaki yabancılığına sıkı sıkı sarılarak korkularından kurtulmaya ya da korkularıyla empati kurmaya çalışırlar ki ikisi de aynı kapıya çıkar!
Yani bütün can yakıcı gerçekliği ile yüz yüze olduğumuz gerçek dünyanın içinde bir gözyaşı vadisi misli büyüttüğümüz acılarımızı, yeni ve ansızın gelen acılarımıza katık ederek, gerçeğin öteki dünyası ile avunmaktan başka bir yere varmamış oluruz!
Öyleyse bilimsel, iyimser, umut yüklü öfkemizi ve kinimizi ve dahi tiksintimizi yüreğimizde soğutmadan, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” gibi görünen ama aslında gerçeğin yansısı olan yaklaşımını göz önünde bulundurmak hepimize iyi gelecektir. Ama daha çok, gerçeği öteki dünyasından kurtarıp gerçeğe dünyanın gerçekliğinde sahip çıkarak, şimdi bir ezilen ve bir proleter suretindeki canlı, yaşayan, somut insanı ücretli emeğin yabancılaştırıcı ve aslında köleleştiren ama özgürmüş gibi gösteren yanılsamalı dünyasından kurtarmak için bir bilimsel yol olacaktır!  
Fikret Uzun
27 Temmuz 2015



Hiç yorum yok: