19 Nisan 2015 Pazar

DUYDUM Kİ



Duydum ki, O.Müftüoğlu, K.Okuyan, A.Güler ve M. Çulhaoğlu'nun Eleştirileri HDP’ye Oy İsteyenleri üzmüşler Öyleyse İleriorg Yazarı Deniz Hakan’ın Eleştirel Analizini Verelim

Son HDP grup toplantısında yaptığı “kısa ve duygu yüklü ve sakin konuşmasında” sözlerine “…Biz bir pazarlık hareketi, pazarlık partisi değiliz. AKP ile aramızda kirli bir pazarlık olmadı, asla olmayacak. Kirli bir alışveriş, kirli bir işbirliği asla olmadı ve asla olmayacak…” diye başlayan HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, sözlerini, ”Sayın Recep Tayyip Erdoğan, HDP var oldukça, HDP’ liler bu topraklarda nefes aldığı müddetçe sen başkan olamayacaksın. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız” diye bitirmiş!

Bu sözleri öne çıkartan HDP’ye oy isteyenler, “Burada sergilenen iradeye bakın, ‘Başkan olmana karşı direneceğiz’ demiyor ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ diyor. Hem de arka arkaya üç kez… Bu adamın ne kendi hareketi içinde ne de ülke siyaseti içinde yalnız, tek başına bırakılmaması lazım. Devrimcilik bunu gerektiriyor” diye feryat ediyorlar!

Doğru, gerçekten de, HDP’ye oydan başka bir şey istemeyenlerin dediği gibi,HDP aylardır yoğun bir şekilde “Ezilenlerin partisi ve Türkiye’nin partisi” olduğunu, ”barajı aşarak RTE’yi başkan yaptırmayacaklarını” söylemekten bıkmıyor, usanmıyor; başkan yaptırmamakta kararlı olduğu da belli oluyor; ama kimse asıl soruyu, yani, “peki başka birisi başkan olabilir mi, ya da başkanlık sistemi gelebilir mi?” sorusunu sormuyor!

Ve ne kötü-fena ve üstelik kuyruklu yalan ki, bu HDP’ye yana yakıla oy isteyenler, “seçimde HDP’ye oy verilmemesini, yani AKP’ye oy verilmesini isteyenler olduğunu ve bunların, HDP’nin niteliği konusunda ve söyleyecek doğruları olmadığı için yalan söylemekten bıkmadıklarını usanmadıklarını” gene yana yakıla anlatıp duruyorlar ve HDP çok şey istemiyor ki, istedikleri kabul edilmez bir şey değil ki, yalnızca ve yalnızca oy istiyorlar” diyerek ağlamaklı bir şekilde vicdanlara sesleniyorlar!

Eğer bu işte belirleyici olan vicdan ise, sanırım, vicdansızlığın daniskasını, Türkiye’nin Kürt, Türk bütün işçi ve emekçilerinin, dinci-gerici, osmanik-islamik bir diktatörlük altında yoksulluk ve yoksunluk yanında, örgütsüzlüğe ve geleceksizliğe ve elbette zifiri bir karanlığa mahkûm edilmesi pahasına, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarından vazgeçmek pahasına, Kürt ağa ve beylerinin, Türkiye’nin tekelleri ile ve uluslar arası tekellerle bin bir bağ içindeki Kürt zenginlerinin egemenliği uğruna, 12 Eylül faşist rejiminin ve elbette ABD-AB emperyalizminin politikaları ile senkronize olan Öcalan’ın ipiyle kuyuya inmekte beis görmeyen Kürtler yapmış ve yapmaya devam etmektedirler!


Bu yüzden biz de, tam üstüne gelen, bir Deniz Hakan yazısı ile daha konuya dâhil olup gerçeklere, yalnızca gerçeklere sahip çıkılmasını istedik; çünkü gerçekler, de bu gerçeklere sahip çıkılmasına dair isteğimiz de, HDP’nin yana yakıla istediği oylardan ve Demirtaş’ın duygu yüklü, sakin konuşmalarında verdiği sözlerden ki deneyimle sabittir, çok daha fazla hakikat payı taşıyor ve çok daha kutsal ve yücedirler!

Deniz Hakan mı? Aileden solcudur; annesi ile babası, babası hapisteyken evlenmişler. Dedesi Süleyman Üstün’ü tanıyan çoktur; bizim kuşağın unutmayacağı bir öğretmendir; müthiş bir öğretmen örgütçüsüydü, müthiş bir Türkiye İşçi Partili idi, sonra TKP ve Maden-İş’i seçti, yine müthişti, o meydan toplantılarındaki sanki devrimin ön günlerindeyiz duygusu ile yürekleri coşturan söylevleri unutulmazdı; 2007 yılında aramızdan ayrıldı; Süleyman Üstünü, o müthiş örgütçüyü anmayı, Deniz Hakan ile devam ettirmek çok hoş.

Süleyman Üstün,2007 yılında, dönülmeze göçmeden kısa bir süre önce, TKP’lilerin düzenlediği bir Mustafa Suphi’leri Anma Gecesi’nde yaptığı konuşmasına, ”Türkiye’de işçi sınıfının doğuşu ve örgütlenmeye başlaması 150 yıl kadar bir süreye dayanıyor. Türkiye’de 150 yıldan bu yana işçiler var, işçi sınıfı var. İşçi sınıfının ortaya çıkması, kapitalizmin gelişmesine bağlıdır…” diyerek başlıyordu ve konuşmasının başlıkları kısaca şöyleydi:

“Sendikacılık giderek üç temel üzerine kuruluyor.

Bir, örgütlenme seferberliği yapılacak; bir yandan örgütleneceğiz, bir yandan dayanışmaya gireceğiz; daha bilinçli, daha duyarlı, daha ne yapacağını bilen insanlar durumuna gelmek için eğitim yapacağız.

Seçiyorsun, seçtiğine destek vereceksin. Grev mi var, sonuna kadar içinde olacaksın. Birileriyle direnişe mi geçti, yönetimin tam arkasında olacaksın. Onu kavga içinde yalnız bırakmayacaksın.

İki, aşağıdan yukarıya destek, aşağıdan yukarıya kontrol, yukarıdan aşağıya sorumluluk.

Üç, birlik; işyeri düzeyinde; iş kolu düzeyinde birlik; ulusal düzeyde emeğin buluşması, birleştirilmesi; uluslararası buluşma; küresel sermayeye karşı küresel emeğin birleşmesi…

Demokrasi bir anlamda gücün gücü denetlemesidir, sınıfın sınıfı denetlemesidir. Bu güç, sermaye, bizi her şeyle denetliyor. Ücretiyle denetliyor, işyerinde denetliyor, eğitimiyle denetliyor, geç kaldın-erken gittin denetliyor. Devamlı surette denetliyor…

Türkiye’de ortalama bir işçinin sekiz saatlik işgününde her türlü masraf çıktıktan sonraki değer, yani artı değer dediğimiz şey yüz lira. Ham madde masrafı çıkmış, makinelerin yıpranma masrafı çıkmış, her türlü masrafı çıkmış. Bir işçi diyelim bunu yaptı, yüz liranın paylaşımı; yirmi lira işçinin, seksen lira patronun…
Bir işçi ve bir patron olsa, yirmi lira işçi, seksen lira patron. On işçi olsa, birinci işçi yirmi lira, ikinci yirmi lira, sekizinci, dokuzuncu hepsi yirmi lira. Öbürü on tane seksen lira!

Burada yüz işçi olsa yüz tane seksen, bin işçi olsa bin tane seksen! Öbürlerinin hepsi birden yirmi, yirmi, yirmi...

Ayrıca bir şey daha: Türk olsan da yirmi, Kürt olsan da yirmi, Laz olsan da yirmi. Ne olursan ol yirmi! Öyleyse niye birbirimizle dövüşeceğiz?

Hepimiz neyiz? İşçi…

Örgüt nedir? İnsanlık için ortak bir amaca yönelmiş insan topluluğuna örgüt denir.

Sendikalar, aynı sınıftan olan insanların belirledikleri hedeflere yürüdükleri örgütlerdir. Sendika sınıf örgütüdür! Altını çok çizmek lazım. Sendikanın niteliği, üyelerin bilgi-bilinç düzeyiyle doğrudan orantılıdır, ilgilidir. Onun için bütün sendikaların sınıf bilincini vermek sorumluluğu vardır…

Tek başına mutluluk utanılacak bir şeydir. Güzel arkadaşlarım, egemen, hükmeden değil, kimsenin tahakkümü altında olmadan yaşayandır egemen. Yani biz kimsenin egemenliği altında olmamak için direnmeliyiz. Ve egemen yurttaştır. Böyle bir sol, böyle bir aydın, böyle bir örgüt olmalıyız.


Biliyorsunuz çok insan öldürüldü! Bugün de andık, seksen altı yıl oldu Karadeniz’de öldürüleli bu Türk gençleri. Kimler gitmedi ki... Deniz Gezmişlerin annesi, babası öğretmen arkadaşımdı. Evimizin insanları yani. Kemal Türkler, hapishane arkadaşımdı. Kavga arkadaşımdı, gitti. Cavit Orhan Tütengil, bilim insanı, otobüs durağında öldürüldü. Kimler gitmedi ki, Uğur Mumcu da gitti, ve Deniz Gezmişleri astılar. Deniz Gezmişleri astıkları zaman, aynı günlerde, yani 1972’de İspanya’da da onlar gibi üç genci daha astılar…”

Süleyman Üstün o gün ve daha öncesinde, çok önemli dersler veriyordu ama öyle görünüyor ki, pek fazla kimse, üstelik bu pek yüksek tutulan öğretmeni yeterince dinlememiş, dinleyenler ise yeterince anlamamıştır; yoksa bulunduğumuz yer, bugün bulunduğumuz yerden çok ilerde olurdu!

En azından böyle geri bir yerde, daha da geriye sürüklendiğimiz bir eşikte eşeleniyor olmazdık!

Demek ki, bugün bulunduğumuz yer, bir anlamda bizim anlamamaktan, dinlememekten doğan mahkûmiyetimizdir!

Şimdi torunu, yani Deniz Hakan, tıpkı dedesi gibi, hiç de yabana atılmayacak ve tarihe not olan sözler ile hepimize ders vermekte ama hala dinleyen ve anlayan pek yoktur; bu tartışma sayfasında tartışanlar için de son derece öğretici sözlerdir ve eminim, gene, ya sessizlikle ya da küfür ve yahut yafta bombardımanı ile püskürtülmeye çalışılacaktır!

Çok yazık ve nafile çabadır ve buna alıştık ama bu nafile çabalardaki inat hala devam etmektedir; belli ki, bu inada, nafile çaba da olsa, gerçeklere karşı bu cenk halindeki halet-i ruhiyeye bir mahkûmiyet durumu söz konusudur!

Yani Deniz hakan’ı da pek dinleyen olmayacaktır; ama olsun, ben yine de ve şükranlarımla paylaşıyorum; en azından tarihe nottur!

TEKELLERİN MAHREMİ VE SARAYDAN ANAYASA KAÇIRMA-Deniz Hakan

Odatv davasında tutuklu yargılanan Barış Terkoğlu, tutukluluğu birinci yılına yaklaşırken mahkeme heyeti karşısında şu sözleri söylüyordu: “Bugün buradan çıksam adliyenin merdivenlerine oturup aynısını yazacağım. 100 yıl hapiste kalsam, çıktığım gün aynı fikirlerde ısrar edeceğim. Sağ kolum olmasa sol kolumla düşündüklerimi anlatacağım… Hapishane korkusuyla, polis sopasıyla, savcılık terbiyesiyle başka birisi olamam. Bedenimin hürriyetini, ruhumun esaretiyle değişemem. Bu yargılamaların beklentisi buysa ki bence böyle, ben bu beklentiyi geri çeviriyorum.” Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, yeni kitapları Mahrem ile sözlerini tutmaya devam ediyorlar.

ABD kriptolarında AKP-Cemaat savaşının izini sürdükleri kitapta, 80 sonrası Kemalist generallerin ve yöneticilerin ülkeyi nasıl tarikatlara teslim ettiğini, Amerika’nın AKP’yi nasıl kendinden koruduğunu, tarikatlar ve Kürtler üzerine nasıl bilgi topladığını, gazetecilerin Amerikan istihbaratına nasıl gönüllü bilgi kaynağı olduğunu, iki eşli AKP’lileri, kendi üzerine kendi eliyle kuma alan ılımlı islam dönemi kadınlarını, makyajı her gün dökülen bir düzenin nasıl insanı insanlıktan çıkararak ayakta kalabildiğini ve koca bir ülkenin nasıl küçük bir azınlığın “mahrem”i haline getirilmeye çalışıldığını okuyoruz.

Kuvvetler ayrılığı engeli

Mahrem ismi, kitabın gizli belgelerde Türkiye’nin sırlarını işlemesinden geliyor; ancak yukarıda kullandığım anlama varmakta hiç de gecikmiyoruz. Gül-Erdoğan çatışmasını konu alan bölümde Erdoğan’ın 2012’de sarf ettiği şu sözler geçiyor: “Kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor, sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor. Diyor ki, senin de bir oynama sahan var”. Herhalde, Erdoğan Türkiye’yi kendi “mahremi” olarak görmek istiyor. İstediğini yapma hakkı olacak ve kimseye hesap vermeyecek; Amerika’sından sermayesine, CHP’ sinden MHP’sine pek çoklarının Erdoğan’a her seferinde istediğinden fazlasını vermesiyle şişirdiği bir tür kendini bilmez güven ile 21. yüzyılda bunu açık açık söylemekten de çekinmiyor. Bu hesapsız güvende, bu açıklamadan iki yıl önceki referandumda yürütmenin hesap vereceği merci olarak yargının çökertilmesine “yetmez ama evet” ya da “boykot” tavrı ile katkıda bulunanların da etkisi olduğunu not düşmek gerekiyor, tarihimizdir, unutmuyoruz, ancak geleceğe bakıyoruz.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi bugün yürürlükte mi, ya da Erdoğan’ın koca ülkeyi kendi sınırsız oyun sahası ya da mahremi yapmak istediğini açıkladığı tarihte, hatta 12 Eylül anayasasına karşı çıkmak adına yargının bütünüyle AKP ve tarikatlara teslim edilmesinin oylandığı 2010 referandumunda yürürlükte miydi?

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin kaldırılması, başkanlık sistemine geçiş sürecinde bir adım ve tekelli düzene en uygun bir yönetim biçimi oluyor; yeni olmadığını söylemek durumundayız; ilk adımlar 80’de de atılmış bulunuyor.

Uyuklayan noter

Parlamento, temelinde, halk adına söz söyleme yeridir; ancak, 80 darbesiyle birlikte, alınan kararların ve geçirilmek istenen yasaların tartışılmasına zaman ve fırsat tanıyan çift meclisin de kaldırılmasıyla, bugün bütünüyle, halkın ilgisinden ve bilgisinden yasa kaçırmaya yaramaktadır. Yasama organının etkisini ise, kamu gelirlerinin kullanılmasında ve yasa yapmada söz sahibi olmakla ölçüyoruz; öyleyse, artık yoktur, diyebiliyoruz. 80’den dahi önce devreye giren kanun hükmünde kararname sistemi ile parlamenter sistem, en iyi ihtimalle, bir yüksek denetleme kurulu haline gelmiş bulunuyor. Bu sistemde parlamento, yürütmenin çerçevesini çizmiyor; ancak ve ancak, yürütmenin yürürlüğe koyduğu ve yasa sayılan düzenlemeleri onama işlevi görüyor.

Bir tür noterlik diyebiliriz ve şimdi artık karikatür halindedir; torba yasalar kız kaçırırcasına gece yarıları kaçırıldığından, o saatte mecliste bulunma inceliği gösteren vekillerden yorgunluklarına teslim olanlar için “uyuma”, bu göstermelik oyun için uyanık kalabilenler içinse “el kaldırıp indirme yeri” diyebiliyoruz.

Ancak bu da yetmiyor ve Erdoğan, adıyla sanıyla “bir imam hatip mezununun her söylediğini yapan bir meclis”,bir “harem” istediğini söylüyor; dünyanın başka yerlerindeki başkanlık sistemlerinden de farklı olarak Erdoğan’ın başkanlık sistemi tartışması budur ve ancak bu kez en azından Amerika ile sermaye, en azından Erdoğan’a, bir isteyince iki vermeye hazır görünmüyor, çünkü Erdoğan’a güvenmiyor.

Yalnızlaşan Erdoğan

Amerika’nın değişen Ortadoğu politikasında hâlâ “Esad” diye sayıklayan, hızını alamayıp başka ülkelerin liderlerine dahi yönetim dersleri vermeye çalışan, Ortadoğu’da Sünni imparatorluğu, kendi ülkesinde “kindar” bir şeri düzen kurma hayalleri kuran, freni patlamış Erdoğan’a nasıl güvenecekler; güvenemiyorlar ve artık parlayan, parlatılan yıldız, barajı geçmesiyle Erdoğan’ın başkanlık hayallerini kursağında bırakabilecek HDP’ dir.

Güzel ve önemlidir, ancak HDP’nin değeri yalnızca buradan kaynaklanmıyor.

‘Eşme ruhu’

Amerika’nın yeni dönem Ortadoğu politikası ve bu çerçevede Kürtler’e biçtiği rol üzerine çok yazdık, burada tekrarlamayacağım; yeni olan Amerika’nın tüm toplantılarında ve yavaş yavaş önemli gazetelerinde, Ortadoğu bağlamında ulus-devlet tartışmasına dönmesi ve bu kez ulus-devleti sahiplenmesi oluyor.

Emperyalist dünya utanç duygusunu unutalı elbette çok oldu, ve Amerika’da en azından bir kanat, şimdi İran’ın ulus-devletlerin güvenliğini tehlikeye attığını söyleyebiliyor.

İki açıdan önemlidir: Bir, Amerika bunu söylerken IŞİD’e karşı savaşta Şii milislerin başarılarından ve İran’ın bölgedeki etkisinin artmasından korktuğunu göstermektedir ki bir yandan İran ile “détente” (yumuşama)çabaları sürdürürken diğer yanda Yemen savaşı budur; ve iki, Ortadoğu’da tutturmaya çalıştığı dengeler içinde henüz, özellikle Türkiye ya da Irak ayağında resmi bir Kürdistan’a yer yoktur ve Amerika için yeni Ortadoğu politikasında, de facto Kürt yapılanmaları Türkiye’nin korumasına verilmek istenmektedir; Türkiye egemenleri ile hem Türkiye ve hem de Irak Kürtleri’nin “dost” kılınması, bir başka deyişle “barış içinde bir arada yaşaması” bu açıdan önemlidir.

Kısaca ve Öcalan’ın adlandırması ile “Eşme ruhu” diyebiliyoruz; tabii, kuşkusuz hem kolay değildir, hem de ancak Kürtler’in bir süre her türlü toprak talebinden vazgeçerek bir “Türkiye partisi” olması ile, hem de Türkiye’nin bölgedeki gücünün azalması pahasına gerçekleşebilecek bir projedir.

De-islamizasyon

Daha önceki yazılarımızda Amerika’nın yeni Ortadoğu politikasının Türkiye için de-islamizasyon ve de-Türkifikasyon anlamına geleceğini yazıyorduk.

İşte bu yeni “dostlukta” ya da Pax Americana’da, bu haliyle Erdoğan islamına yer olmadığını hem Amerikan yayınlarından, hem de Demirtaş’ın yüksek perdeli çıkışlarından anlayabiliyoruz; Erdoğan da karşılığında sertleştikçe sertleşiyor. Demek, bir savaş var. Ancak bu sertleşme ya da savaş arasında çok önemli bir ayak gözden kaçıyor ve bu, yeni anayasa tartışmasıdır.

De-türkifikasyon

Başkanlık sistemini tartışanlar, bir rejim değişikliği tartıştıklarının farkındalar; ancak “yeni anayasa” tartışmaları yalnızca başkanlık sistemi tartışmalarına endekslenmiş görünüyor ve içinde başkanlık sistemi olmasa da “yeni anayasa”nın bir rejim değişikliği anlamına geldiği gözlerden kaç(ırıl)ıyor.

De-islamizasyon, Tayyip’in karşısındaki pek gerçek tehlikedir ve de-türkifikasyonu Davutoğlu’ nun hafta içinde sunduğu anayasa önerisinde buluyoruz.

Demirtaş’tan henüz bir yanıt gelmemiş olsa da, önerinin başkanlık kısmına hayır ve Türk sözünün anayasa’dan çıkarılmasına evet dediğini tahmin edebiliyoruz.

Amerika ile sermaye de başkanlıkta Erdoğan’a destek vermiyorlar; ancak anayasanın ilk dört maddesinde değişiklik yıllardır peşinde koştukları gelişmedir ve başkanlık sistemi tartışması içinde sessiz sedasız kapıya dayanmış olmasına pek sevindiklerini düşünmek durumundayız.

Barış Terkoğlu ile Barış Pehlivan’ın Mahrem kitabında, Amerika’nın “çok kültürlü, âdemi merkeziyetçi model” arayışı içinde olduğunu okuyoruz, Amerika’dır, Balkanlar’dan Irak’a hep bu yolla kendi “mahremlerini” aradığını biliyoruz; bizlerin önünde ise iki soru duruyor:

1-Sınıflı toplumlarda her barışın aynı zamanda bir savaş olduğunu bilerek Kürt siyasi hareketi kiminle barış ve kiminle savaş içinde yaşayacak?

2-Amerika ile sermayenin anayasa ile, değiştirilemez dört madde ile derdi nedir?

Birincisinde, sosyalistler olarak “ilericilikte buluşma” çağrımız vardır, ancak cevap, eninde sonunda Kürt siyasi hareketinden gelecektir ve ikincisine ise sosyalistlerin hızla teorik ve pratik yanıt üretmesi gerekmektedir.

Deniz Hakan - Tekellerin mahremi ve saraydan anayasa kaçırma - ilerihaber.org

Fikret Uzun

18-Nisan-2015

Hiç yorum yok: