23 Ocak 2015 Cuma

BİLİMSEL SOSYALİZMİN BUNALIMINI KAPAK YAPAN İMRALI GÜNLÜKLERİNİN HAKİKİ OLMAYAN HAKİKATİ ÜZERİNE EN AZ SÖZ!



BİLİMSEL SOSYALİZMİN BUNALIMINI KAPAK YAPAN “İMRALI GÜNLÜKLERİ”NİN HAKİKİ OLMAYAN HAKİKATİ ÜZERİNE EN AZ SÖZ!

Marx’ın, sosyalizmi burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşündüğü, bilinen bir gerçektir; Marx bu düşünce ile bu yeni bilimin temellerini atmıştır ve bu temellerin bir kısmını ütopyacı sosyalistlerden ve diğer bölümünü de burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan almıştır.

Bunu Marx’ın kendisinin de onayladığını Grundrisse’de, siyasal iktisadın kurucusu Ricardo’ya yöneltilen eleştirilerden söz ederken, eleştiricilerin, “ siyasal iktisatın anti-tezinin, yani sosyalizm ve komünizmin teorik ön kabullerini, başta siyasal iktisatın tam ve nihai açıklaması olan Ricardo’da olmak üzere, siyasal iktisatın klasik eserlerinde bulduğunu kavradıklarını “ ifade etmesinden de anlıyoruz.

Öte yandan sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu teorik önermesi de Marx’a aittir ve reel sosyalizm ile bu pratik olarak kanıtlanmıştır!

İlaveten, yine Marx’ın düşüncesinin temel dayanaklarından biri olan, emek sürecinin belirleyiciliği hala sürmektedir ki, bunu, dünyada ve Türkiye’de bütün kaygıların kaynaklarını hala emek süreçlerinde bulmasından anlıyoruz; böyle olmasa idi, ABD emperyalizmi bu kadar paralı askeri, ki beş yüz bin gibi bir rakamdan söz edilmektedir, Arap çöllerine herhalde yığmazdı!

Ve ayrıca, tarihsel ve toplumsal gelişmenin lokomotifinin hala sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini, sınıf mücadelesini köreltmenin hala bütün gelişmiş ve gelişmemiş devlet politikalarının odağını oluşturmasından anlıyoruz!

Hepsi birden Marx’ın düşüncesinin temellerinin sapasağlam durduğunu göstermektedir!

Oysa Öcalan, bir süredir “Marx’ı aşmaktan ve bilimsel sosyalizmin bunalımını çözmek” ten söz etmekte ve reel sosyalizmin çözülüşü ile PKK’de ki köklü dönüşüm arasında, ki bunun PKK yerine “KADEK” ve “Kongra Gel” örgütlenmesi olduğunu yine kendisi ifade etmektedir, korelâsyon kurmakta ve böylece çok daha fazla “hakiki “ ve de daha “bilimsel” ve elbette ille de “demokratik” bir sosyalizmin temellerini attıklarının müjdesini vermekte ve haliyle yukarda dikkat çektiğim Marx’ın düşüncesinin temellerinin sapasağlam durduğuna delalet olan pratik göstergeyi reddettiğini de ilan etmiş olmaktadır!

Diğer yandan aynı Öcalan’ın, son derece sinsi ve Kürt halkı yanında bölge halklarının ve elbette Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin varsayılan ayarlara döndürüldüğü varsayımı üzerinden hazırlanan bir emperyalist işi oyunun kilit oyuncusu rolüne soyunmuş olduğu da apaçık görülmektedir!

Demek ki, elbette mutlak değildir ama en azından son birkaç on yılda ampirik olarak da kanıtlandığının kabul edilmesi zor olmamalıdır, eğer herkes “dün nerede ise daha sonra da, mesela bu gün de, aynı yerdedir” şeklindeki aksiyoma bağlı kalacak olursak, Öcalan’ı bir ihanet oyununun başrol oyuncusu saymak yanlış olmaktadır; bu, öncekine göre en ters köşeye savrulunmuş olsa da değişmemekte ve yalnızca varsayılan ayarlara döndürülmüş olduğu varsayılanların ters köşeye yatırılmalarını kolaylaştırmaktadır.

Öyleyse ortada, olsa olsa insana ve insanlığa karşı işlenmiş, affedilemez bir ihanet var demektir; ki burada apaçık görülen, bu oyunun hem prodüktörü ve hem de senaristi olan ABD emperyalizminin de ihanet eylemini bu şekilde açıklamak mümkündür ve bu, sadece aksiyomumuzu güçlendirmektedir!

Öyle ki, ABD emperyalizmi, emperyalizm olalı beri hep aynı ihanet çukurlarını eşeleyip kazmakta ve her atladığı eşiğin öteki tarafında başka bir ihanet çukurunu eşeleyip kazdığı görülmektedir!

İşte şimdi yaptığı da, belki de son eşelediği ihanet çukurudur ve kuvvetli bir şekilde hem mümkün ve hem de muhtemeldir ki, artık kendi çukurunu kazmaktadır; ama bugün kazdığı, ya da kazdırdığı çukur, insanlığın başına sardığı en büyük ve en tahrip edici çukurdur!

Diğer yandan bu sinsi oyunun kilit oyuncusu rolüne soyunan Öcalan ile bugün tarihte kalmış mesela 165 yıl öncesinde kalmış benzerlerini karşılaştıracak olursak, Öcalan’ın, “İmralı günlükleri” yle müjdelediği Marx’ın teorisinin ve bilimsel sosyalizmin bunalımını zihninde aşarak bir “hakikat” misli ve öncelikle Kürt insanının önüne koyduğu idealist söylemlerinin, tıpkı 165 yıl öncesinin yarı-âlim, yarı-filozof, hatta erken gelmiş dahi-bireyleri olan azizlerinin boş-beleş, gerçeklerden kopuk söylemlerine benzediğini görebiliriz.


O kadar öyle ki, Öcalan bir süre sonra, belki özgürlüğüne kavuşup, kendi en hakiki Kürt “sosyalizm”ini son derece demokratik özerk bir şekilde kurduğunda, kapitalizmin Fransız, Reel sosyalizmin Rus,“demokratik” ve ”bilimsel”“sosyalizm”in Kürt olduğunu ve artık komünizme gerek kalmadığını müjdelerse hiç şaşırmam!

Yeter ki, dünyanın maddi gerçeği Öcalan’a ve bu maddi gerçeklikten bağımsız olarak zihninde kurduğu “demokratik özerk sosyalizm”ine dokunmasın!

İşte o saat dünya ebedi kurtuluşun basamaklarını hızla tırmanacak ve yeryüzündeki bütün insanlar, zengini, fakiri hiç fark etmez, hümanizmanın doruğunda ebedi saadeti yakalayacaklardır!

İşte bu, Öcalan’ın zihninde kurguladığı, maddi dünyanın gerçekliğinden bağımsız olsa da, onunla ve yine Öcalan’ın zihninde, sırf insanlar ki öncelikle Kürt insanı mutlu olsun diye, barışık hale getirdiği hümanizm, pratik haline kavuşacaktır!

Yani, Marx’ı aşarak, günümüz dünyasının maddi gerçekliğinde hiçbir değişiklik yaratmadan, son tahlilde pratik hümanizm olan komünizmi, gerçekte zihninde oluşturduğu ve gerçekliğin de kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal olarak insanoğluna hediye eden tek dahi birey Öcalan olacaktır; ki, yaşasalardı önceki benzerleri eminim Öcalan’ı çok kıskanırlar, hasetliklerinden kriz geçirirlerdi; kim bilebilir, belki şimdi de, ebedi istirahatgâhlarında, aynı hezeyanlar içinde, ters dönerek, kemiklerini tıkırdatıyorlardır!

Böylece, Marx’ı da, Marxizm’in ve bilimsel sosyalizmin bunalımını da aşan ve hatta bir“firavun sosyalizmi” ne dönmüş olan reel sosyalizmin defterini de düren Öcalan, insanoğluna ki öncelikle Kürt insanına, her şeye kadir, her şeyi bilen, her şeyi kapsayan bir bilim yanında bonus olarak, en ”bilimsel” , en ”demokratik” ve en “sosyalizan” ve hatta en “özerk” bir “hakiki sosyalizm” hediye etmiş olacaktır!

Kürtlere ve Kürtlerin “öncülük ettiği” insanlığa, sadece ve sadece, Öcalan’ın bıraktığı her şeye kadir bilimi ve bu bilimin yalnızca bir dalı olan “hakiki sosyalizm”i özümseyerek ve özümseterek sağladıkları eski sefil ve vahşi yaşamlarından kurtuluşlarını, “…ne diye sosyalist, ne diye komünist, biz insanız, insan!” şiirsel haykırışları eşliğinde yaşadıkları ebedi saadet içinde kutlamak ve kutsamak kalmaktadır!

Demek ki bütün mesele sosyalizmi “hakiki” yapmak için, sosyalizmin “hakikat”ini toplumun en akılcı düzeni olarak kurgulamaktadır; ve işte bunu ilk başaran geç gelmiş dahi birey unvanı ile birlikte Öcalan olmuş olacaktır; sosyalizm bir kere “hakiki” statüsü kazandı mı, yani sosyalizme metafizik yoluyla, maddeden özerk bir siyaset yoluyla ulaşıldı mı, insanoğlu için en akılcı, en hakiki, en ahlaksal düzen kapıda demektir!

Burada, Kürt ulusunun ya da Türk veya başka ulusların komünist bakış açısının siyasal, metafizik ya da başka türlü bir renge sahip olup olmamasının bir önemi yoktur. Hatta, söz konusu ulusların gelişiminin derecesi de önemli değildir. Bunun için, geç gelmiş bir dahi bireyin, bu ulusların maddeden özerk bir politika aracılığıyla elde ettikleri politik gelişimleri aracılığıyla “komünizm”e ulaştıkları sonucuna ulaşması yeterli ve daha önemlidir.

İşte komünizme metafizik yoluyla, maddeden bağımsız bir siyaset yoluyla vb. ulaşmanın ifadesi olan Öcalan’dan çok önce yaşamış yarı-âlim, yarı-filozof fikir pazarlamacılarının pek sevdiği boş söylemler, daha doğrusu ve aynı anlama gelmek üzere maddeden özerk idealist söylemler, Öcalan’ın üstlendiği rol gereği, Öcalan’ın da mahkûm olduğu en sevimli söylemlerdir!

O kadar öyle ki, her şeyi, maddeden özerk bir “hakikat”in içine hapsederek “en hakiki” sıfatıyla görücüye çıkaran ve beğenmekte tereddüt edilirse türlü-çeşit yollarla dayatılmasına da önderlik eden Öcalan, “emeğin köleliğine dayanan devlet” in “hakikat”ini de “en hakiki” suretle önce Kürt’lere ve sonra da kurtuluşunu, kurtarılmış Kürtler’e borçlu olacak olan insanoğluna pazarlamaktadır!

Dünyanın maddeden bağımsız “hakikat”ini sığdırdığı “İmralı günlükleri” ile müjdelediği biliminin bir dalı olarak, bir “toplum sözleşmesi” misli yansıttığı ama kendi zihninde( yerleştirilmiş de olabilir) ve el çabukluğu ile üretilmiş tasavvuru olan KCK sözleşmesi ile ilan ettiği “bilimsel”,”demokratik” ve “sosyalizan” “sosyalizm” ile ulaşılan toplumda, “metalaşma ve kara dayalı ekonomiden, kullanım değerine ve paylaşıma dayalı komünal ekonomiye geçiş sağlanarak”, “hiç kimsenin kişilik haklarını zedeleyecek şekilde ve emeğinin karşılığı verilmeden çalıştırılamaması” ve “herkesin haksız yollardan olmamak, sömürüye, statü eşitsizliğine ve dengesizliğe yol açmamak kaydıyla, ekonomik yaşamını örgütleme ve mülkiyet edinme hakkı” garanti altına alınıp,“hakiki mülkiyet”e, ya da “hakiki bireysel mülkiyet”e, ya da hatta “hakiki toplumsal mülkiyet” e ulaşılarak,“özel mülkiyet” in “hakikati” değiştirilecek ve bunun sonucu emek de “özgürleşmiş” olacaktır; ve en sonu, emeğin köleliğine dayanan “devlet” de ortadan kaldırılmış olacaktır.

Ama bu Öcalan’ın zihninden “olmayacak dualara âmin” misli akan ve Öcalan’dan daha çok Öcalanist olan Kürt aktivistlerince tapılan iyiliksever çabalar ile ne “devlet” ortadan kalkabilir, ne “emek” ve ne de “özel mülkiyet”!

Çünkü emeğin köleliğine dayalı olan devletin ifadesi olan modern devlet, yani Öcalan’ın ifadesi ile “kapitalist modernite”, bu “özgür emek”e dayanır; yani emek tüm modern devletlerde özgürdür!

Ve emin olunmalı ki, bu kadarını Öcalan da biliyordur ve Öcalanist Kürt aktivistler de bu bilgiden yoksun olmadıklarını söylemleri ile göstermektedirler, emeğin özgürlüğü, işçilerin kendi aralarındaki serbest rekabetten başka bir şey değildir!

İşte mesele de buradadır, marifet emeği özgürleştirmekte değil, onu kaldırmaktadır!

İşte Öcalan’ın “İmralı Günlükleri”ne sığdırdığı ve kendisi de inanmaya mahkûm olduğu “hakikat”lerin hakikati budur; yani gerçeklerle taban tabana zıttır! Zaten, maddeden özerk bir “hakikat”in içine, maddeden özerk olmayan hakikatlerin sığdırılabilmesi, mümkün değildir; tersi de mümkün değildir!

Demek ki, komünizmin, özel mülkiyet dünyasına karşıtlığı, en kaba haliyle, yani bu karşıtlık tüm gerçek koşullarından arındırılıp, en soyut biçimiyle tasavvur edilecek olursa, mülkiyet ve mülkiyetsizlik karşıtlığı ile yüz yüze gelinir. İşte o zaman, bu karşıtlığın ortadan kaldırılmasına, karşıtlığın bir tarafının ya da diğer tarafının ortadan kaldırılması olarak bakılabilir; ya mülkiyetin kaldırılması olarak, ki bundan genel mülkiyetsizlik ya da sefillik elde edilir, ya da mülkiyetsizliğin kaldırılması olarak, ki buradan ulaşılacak sonuç hakiki mülkiyettir.

Gerçekte bir tarafta gerçek özel mülkiyet sahipleri, diğer tarafta da mülksüz komünist proleterler durmaktadır.

İşte meselenin diğer ucu burasıdır ve bu karşıtlık hızla keskinleşmekte ve bu keskin haliyle içine doğru yol aldığı kriz de ve hem de küresel ölçekte ve de son derece belirgin çizgilerle kendini göstermektedir; dolayısıyla diğer taraftaki mülksüzlüklerinin sınırında yaşayan proleterlerin ve emekçilerin teorik temsilcileri, düşünsel ve yazınsal faaliyetleri ile proleterleri ve emekçileri bu yabancılaşmanın dayanılmaz etkilerinin farkına varmasına yarayacak herhangi bir şey başarmak istiyorlarsa, her şeyden önce bu karşıtlığın keskinliğine dair bilinci daha da zayıflatan bu boş söylemlerin, bu karşıtlığın üstünü örten ve hatta güven kaygısı taşıyan burjuva insan sever bir coşkuyla komünistlere yanaşma fırsatı veren tüm boş söylemlerin ipliğinin pazara çıkartılarak, sökülüp atılmasında ısrarcı ve inatçı olmak zorundadırlar!

Yani meselenin bu ucundaki marifet, komünist hareketin, Kürt olsun, Türk olsun ya da her nereli olursa olsun, birkaç laf ebesinin boş söylemleri ile zarar görmeyeceğinden hareketle, meseleyi ciddiye almamak, ya da küçümsemek değildir; tam tersine, asıl marifet, şekilde görüldüğü gibi, felsefi söylemlerin veya maddeden özerk teori ya da politikaların 165 yıldır ve hala bir baş belası misli belli bir güce sahip olmaya devam ettiği, en başta “dinsel” ve “ kendisi de bir din misli dayatılan “demokrasi” illuzyonları yanında, egemen sınıfların yoğun ideolojik saldırısının yarattığı, Öcalan’ın ifadesiyle, “hegemonik” yanılsamaların devam ettiği bir atmosferde, akılları ve bilinçleri daha da geriletebilecek, köreltebilecek veya bulandırabilecek tüm bu boş söylemlere karşı durmaktır!

Öcalan’lar, üstelik tümüyle emperyalist senaryolar gereği ve yönlendirmesiyle, düşlerin göksel âlemiyle, “insanın özü” nün âlemini, kurtuluşunu bekleyen ve örgütüne güvenmek isteyen ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların önüne sürüp, gerçeklere meydan okumaktadırlar!

Kendilerine ait veya mahkûm oldukları ya da dayatılan ütopyalarını, her alanda ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların eylemleri hakkındaki nihai hüküm olarak gördükleri için, tüm dünyayı yargılamaya ve tüm tarihi nihai amacına Türkiye’de ve hatta dünyada ulaştırmaya sadece kendilerinin yetkili olduklarına inanmaktadırlar!

Oysa bu ölçüsüz ve aşırı ulusal kibrin, son derece bayağı, dar kafalı ve küçük esnaf zihniyetli bir pratiğe karşılık geldiğini ve hatta ulusal dar kafalılık her yerde itici iken, bu coğrafyada iğrenç bir hal aldığını da hepimiz biliyoruz ve bunu pek sıklıkla görmekteyiz.

Ve bu ölçüsüz ulusal kibir, milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde bulunulduğu illuzyonu eşliğinde, ulusal kibirlerini ve gerçek çıkarlara dayanmalarını açık yüreklilikle teslim eden ulusların karşısına sürülmektedir; kaldı ki bugün hala tüm halklar içinde, ulusta ısrara, yalnızca burjuvalarda ve onların yazarlarında rastlanır.

Velhasıl, Öcalan da, tıpkı 165 yıl önceki benzerleri gibi ve daha çok üstlendiği rolü gereği, kavramların dünya yaratan ve yıkan gücüne dair duyduğu felsefi inanç ile, yani tüm gerçek bölünmelere “kavramların bölünmesinin” yol açtığı inancıyla, gelişigüzel bir bireyin, kavramları herhangi bir “yok etme”si ile , ”yaşamın bölünmesini yok edebileceğini ” sanmaktadır!

İşte Öcalan, “devlet”i de,”ulus-devlet”i de ve dahi“özel mülkiyet”i de, yok olmasının tarihsel-nesnel koşullarının yokluğunda bile yok edebileceğine, kendi zihninde ürettiği veya zihnine girmelerine izin verdiği kavramların gücüne güvendiği için inanmakta ve bunu yarı-âlim, yarı-filozof bir yaklaşımla savunmakta ve hatta dayatmaktadır!

Oysa Engels’ in deyişiyle, eğer ütopyacılar, ütopyacı idiyseler bu, kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacakları içindi. Eğer yeni bir toplumun öğelerini kafalarından çıkarmak zorunda kaldılarsa, bunun nedeni, bu öğelerin henüz eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamalarıydı; eğer yeni yapılarının temellerini atmak için usa başvurma durumunda kaldılarsa, bu, henüz çağdaş tarihe başvuramamalarının sonucuydu.

Ama şimdi, onlardan hemen hemen seksen yıl sonra Bay Dühring’in ve yakın zamanda “yeni hakiki sosyalist”lerin yaptığı gibi, ütopyacılardan 165 yıl sonra Öcalan da, tarih içinde oluşan bu sistemi kendi zorunlu sonuçları olarak veren güncel gereçlerden hareketle değil de, onu yüce kafasında, kesin doğruluklara gebe olan aklında kurarak, yeni toplumsal rejimin "kural hizmeti gören" bir sistemini açıklama savıyla sahneye girerse, o zaman, bu geç gelmiş dahi birey, yani Öcalan, ütopyacıların artçılarının en sonuncusundan, yani sonuncu ütopyacıdan başka bir şey değildir.

Üstelik, Dühring’in ütopyacılara yaptığını, Marxizm-Leninizm’in kurucularına yapmakla, yani onları neredeyse "toplumsal simyagerler" olarak göstermekle ütopyasına bir gerçeklik katmamaktadır; ama o zamandan beri, büyük sanayinin, kapitalist üretim biçimi içinde uyuklayan çelişkileri son derece açık karşıtlıklar durumuna getirdiği gerçeğinin; ve bu üretim biçiminin yakın yıkılışına, deyim yerindeyse, elle dokunulabilir oluşuna; yeni üretici güçlerin, ancak onların bugünkü gelişme derecelerine uygun düşen yeni bir üretim biçiminin kurulması ile korunup geliştirilebilir oluşuna; iki sınıfın, şimdiye değin egemen olan üretim biçimi tarafından yol açılan ve durmadan daha keskin bir çelişki içinde üreyen savaşımlarının bütün uygar ülkelere yayıldığına, bunun gün be gün daha zorlu bir durum aldığına ve bu tarihsel bağlantının, bunun zorunlu kıldığı toplumsal dönüşüm koşullarının bilgisinin, son olarak gene bunun koşullandırdığı biçimiyle bu dönüşümün temel çizgilerinin bilgisinin, daha şimdiden edinilmiş bulunuyor oluşuna dair gerçekliğin, ütopik hezeyanlarını sığdırdığı “hakikat”i ile tezat teşkil ettiğini görmezden gelmeyi kolaylaştırmaktadır!

Ve eğer şimdi Öcalan, tıpkı Dühring gibi, var olan iktisadi gereçlerden yararlanacak yerde, yüce beyninde yeni bir toplumsal ütopya imal ederek, "toplumsal ilm-i simya"dan başka bir şey yapmış olmuyor!

Ya da daha doğru ifadeyle, modern kimyanın bulunmasının ve yasalarının saptanmasının çoktan gerçekleşmiş olduğu bir zamanda, eski ilm-i simyayı yeniden kurmak ve atom ağırlıklarını, molekül formüllerini, atomların birleşme değerini, billurlar bilimini ve tayf analizini sadece filozof taşının bulunması için kullandırmak isteyen biri gibi davranmış oluyor!

Fikret Uzun

23-Ocak -2015

Hiç yorum yok: