KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK
SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ
YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?
ERGENEKON DERSLERİ
DERS-I
Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz
öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da anılan
Kontrgerilla örgütlenmesi ve icraatları, vesilesi ile tanışmıştı. Kamuoyunda,
uzun süredir tartışılıyordu ama kimseden ses çıkmıyordu. Kontr-gerilla
örgütlenmesine karşı, kitlelerin ve yönetici sınıfların içinden çıkabilecek
itiraz seslerinin,"PKK" terörü bahane edilerek ve terör ile
mücadelede her yolun mubah olduğu kabul ettirilerek kısılabilmişti; bu
örgütlenme, herkesin bildiği bir sır halinde idi!
O yıllarda, kimseye şimdi olduğu gibi "barış gelsin-savaş bitsin-analar ağlamasın" yollu haykırışlar öğretilmiyordu; aksine her yol mübah görülerek, PKK terörüne karşı( aslında, sol/sosyalist harekete karşı) oluşturulmuş ve CIA’nin NATO bünyesinde kurulmuş Gladyo'nun bir kolu olarak, bir karşı-terör hareketi olarak oluşturulmuş olan kontrgerilla örgütü ile çok canlar alınıyor ve çok canlar yakılıyordu; hem faili meçhuller yolu ile PKK'nin ekonomik damarları kesiliyordu ve hem de bu faili meçhuller üzerinden kitleler terörize edilerek, korku kalıcılaştırılıyordu ve Kürt halkının devrimcileşmesi yanında, Türkiyenin devrimci hareketi ile buluşmasına yönelik veya devrimcileşen Kürt ulusal hareketi ile buluşmaya yönelik eğilim ve çabaları engellemeye ama daha çok 12 Eylül faşist rejimini, bu güne taşımak için yolları genişletmeye yönelik idi!
Herkes hatırlar ve henüz bu çeteden burnu kanayan, Ağar’ı ve Ünlü "genel vali" nin "intihar”ını saymazsak, olmamıştır; oysa Çiller ki bir seçim darbesi ile ve de paraşütle hem DYP nin ve hem de Hükümetin başına oturtulmuştu, "devlet için kurşun atan da, yiyen de bizimdir" yollu kükrüyor ve"elimizde liste var" diyordu; ardından da faili meçhuller hız alıyordu; örnek olsun, o listedekilerden biri, bu gün BDP'de saylavlık yapan ki o da bir anlamda buraya ısmarlama getirilmiştir (Öcalan'ın kontenjanından getirilmiştir), Pervin Buldan'ın eşi, uyuşturucu taciri, mafya ve aşiret ağası Savaş Buldan idi; "bizim Kürtlüğümüz, aşiret düzeninden, ağalık düzeninden ayrıdır" yollu konuşan Öcalan'ın ittifak yaptığı bir aşiret ağasıdır veya beyidir veya baronudur, işte bu kişinin, bir gece yarısı operasyonu ile sonradan Susurluk operasyonunda etrafa saçılarak deşifre olan ve Çiller'in "kurşun atan da bizimdir" dediği,"devlet için kurşun atan " devlet elemanları tarafından öldürüldüğünü biliyoruz
O yıllarda, kimseye şimdi olduğu gibi "barış gelsin-savaş bitsin-analar ağlamasın" yollu haykırışlar öğretilmiyordu; aksine her yol mübah görülerek, PKK terörüne karşı( aslında, sol/sosyalist harekete karşı) oluşturulmuş ve CIA’nin NATO bünyesinde kurulmuş Gladyo'nun bir kolu olarak, bir karşı-terör hareketi olarak oluşturulmuş olan kontrgerilla örgütü ile çok canlar alınıyor ve çok canlar yakılıyordu; hem faili meçhuller yolu ile PKK'nin ekonomik damarları kesiliyordu ve hem de bu faili meçhuller üzerinden kitleler terörize edilerek, korku kalıcılaştırılıyordu ve Kürt halkının devrimcileşmesi yanında, Türkiyenin devrimci hareketi ile buluşmasına yönelik veya devrimcileşen Kürt ulusal hareketi ile buluşmaya yönelik eğilim ve çabaları engellemeye ama daha çok 12 Eylül faşist rejimini, bu güne taşımak için yolları genişletmeye yönelik idi!
Herkes hatırlar ve henüz bu çeteden burnu kanayan, Ağar’ı ve Ünlü "genel vali" nin "intihar”ını saymazsak, olmamıştır; oysa Çiller ki bir seçim darbesi ile ve de paraşütle hem DYP nin ve hem de Hükümetin başına oturtulmuştu, "devlet için kurşun atan da, yiyen de bizimdir" yollu kükrüyor ve"elimizde liste var" diyordu; ardından da faili meçhuller hız alıyordu; örnek olsun, o listedekilerden biri, bu gün BDP'de saylavlık yapan ki o da bir anlamda buraya ısmarlama getirilmiştir (Öcalan'ın kontenjanından getirilmiştir), Pervin Buldan'ın eşi, uyuşturucu taciri, mafya ve aşiret ağası Savaş Buldan idi; "bizim Kürtlüğümüz, aşiret düzeninden, ağalık düzeninden ayrıdır" yollu konuşan Öcalan'ın ittifak yaptığı bir aşiret ağasıdır veya beyidir veya baronudur, işte bu kişinin, bir gece yarısı operasyonu ile sonradan Susurluk operasyonunda etrafa saçılarak deşifre olan ve Çiller'in "kurşun atan da bizimdir" dediği,"devlet için kurşun atan " devlet elemanları tarafından öldürüldüğünü biliyoruz
Gladyo sözcüğü bu gün de sık sık
telaffuz ediliyor ve “Gladyo nedir?” bilgisi, artık internette “viki
sözlük”lerden bile temin edilebilmektedir; ancak yine de hatırlamaya gerek var
ve Gladyonun ikinci savaşın hemen sonrasında CIA ile anlaşan eski naziler
tarafından kurulduğunu ve hedefinde komünist örgütlenmeler olduğunu ve de her
NATO ülkesinde bir tane Gladyo örgütünün kurulmuş olduğunu biliyoruz!
İşte sınıfsal bakmak buraya
bakabilmektir! Buraya bakabilmek demek, Türkiye'nin de ordusunu, istihbaratını,
bürokrasisini, NATO'ya girerek, ABD emperyalizmine teslim ettiğini, görmek,
bilmek ve anlamak demektir!
Bu, aynı zamanda sosyalist hareketle
mücadeleyi de ABD emperyalizmine ve onun resmi-yarı resmi ve derin örgütlenmelerine
teslim etmek demektir; en azından bu örgütlenmelerin uzantılarına teslim etmek
demektir!
Evet, 2.dünya savaşının bitimiyle
birlikte CIA ile anlaşan Nazilerin kurduğu Gladyo’nun temel hedefinin sosyalist
hareketin ilerlemesini önlemek, ortadan kaldırmak olduğunu ve her NATO
ülkesinde bir teşkilatının kurulduğunu hep hatırlattık ve bu apaçık ortadadır!
Türkiye’de “Komünizmle Mücadele
Dernekleri”, “ İlim Yayma Cemiyeti ” gibi, solculara, sosyalistlere karşıt
olarak kurulan örgütlerin ve Ülkücü komandoların da bu örgütlenmenin içinde
olduğunu biliyoruz. Türkiye’deki siyasal cinayetler, bu örgütün uzantıları
eliyle gerçekleştiriliyordu, toplumun saygısını kazanmış isimler öldürülüyordu
ve K.Maraş, Sivas, Çorum, katliamları gibi, kitlesel katliamlar yapılıyordu.
12 Eylül darbecilerinin "durumun
olgunlaşması için iki yıl bekledik" yönlü açıklamalarında da ifadesini
bulduğu gibi, Türkiye toplumu, böylece darbeye mecbur edilmek isteniyordu.
Velhasıl uzun zamandır ve bugün daha da
fazlasıyla ortaya çıkmıştır ki, bunların hepsi, CIA/Gladyo eli mahsulü idi ve
Türkiye’yi sola teslim etmemek içindi!
Sonuçta Türkiye dinci akımların eline
teslim edilmiştir ve şimdi ”yetmez ama evet”çi sahtekârlar, utanmadan,
sıkılmadan hâlâ Fetullahi tarikata siper oluyorlar ve hâlâ bu örgütün
“kumpası”ı ile zindana atılanlardan başka deccal tanımıyorlar!
Evet, apaçık görülüyor ki 12 Eylül
faşist darbesine giden kanlı yolları Gladyo/ Kontrgerilla döşemiştir.
Şimdi hükümet yetkilileri ne diyor? Bu
Fetullahi tarikat bir “paralel devlet” örgütlenmesidir!
Peki, kim bu Fetullah ve en başından
kimin koruması ve kollaması altındadır? Tabii ki devlet eliyle kurulan ve
Gladyo’dan da NATO’dan da ayrı olmayan ve kurucuları ile üyeleri arasında o gün
de, bu gün de devletin en yüksek koltuklarında oturanlar olan Komünizmle
Mücadele Derneklerinin kurucularındandır!
Maraş, Katliamı ki Öcalan bile bunun bir
Kontr-gerilla marifeti olduğunu işaret etmiştir, Sivas katliamı, diğerleri, hiç
birini bu Fetullahi örgütten ayıramayız; ikisi de aynı yere düşer ve düştükleri
yerde devlet olduğunu, örnek olsun Maraş katliamında ihmalin büyüğünün
Ecevit’in içişleri bakanı İrfan Özaydınlı’ya ait olduğuna hep işaret edildiğini
biliyoruz!
Fetullah Gülen, sonunda tam yerini
buldu; 21 Kasım 2006’da, ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Servisi‘ne Yeşil
Kart için başvurdu ve 21 Mayıs 2008’de, aralarında CIA eski yöneticilerinin
de bulunduğu nüfuzlu isimlerin referansıyla bu isteğine kavuştu.
Peki, kim bu referansı verenler?
19 sayfalık referans mektupta; CIA eski yetkilisi
Graham Fuller, CIA eski görevlisi George Fidas ile ABD’nin eski Ankara
Büyükelçisi (ABD Haber alma Araştırma Dairesi eski direktörü)
Morton Abramowitz gibi isimler vardı. Başvuru öncesinde CIA görevlilerinin
Göçmenlik Bürosu ile görüşüp lobi yaptığı basına yansıdı.
Şimdi 11 yıldır birlikte olduğu ve birlikte
“Ergenekon” tertibi ile insanları zindana tıktığı Fetullahi örgüt için AKP nin
başı RTE ve en yakın kadroları “paralel devlet” dediler ve TSK ‘ya “kumpas”
yaptığını söylediler; bundan hiç geri adım atmadılar aksine hep bu örgüte hücum
halindeler!
Ve hâlâ Gladyo da, Ergenekon da, Kontr-Gerilla da
başka yerde aranıyor; daha doğrusu, hâlâ bu Fetullahi örgütün, ABD-CIA’den ayrı
olmayan ve AKP-RTE ile birlikte tertipledikleri bir “kumpas” ile ve bütün
muhaliflerin boynuna astıkları “Ergenekon” yaftası ile zindana gönderilen
“Ergenekoncu”larda aranıyor!
Bu dün anlaşılabilir ama bu gün hiç ama hiç
anlaşılamaz bir akıl tutulmasının ifadesidir; değilse birliktelik var demektir!
Öyleyse adres hep netti ama yine hep
olduğu gibi bu gün de, sahte sol gömlekli azap zebanisi Gaponlar, bu netliği
bozuyorlar, gerçeğin üzerini hâlâ örtmek için çırpınıyorlar; fakat nafile
çabadır!
İşte 1989 da Berlin Duvarı'nın
yıkılması, Doğu blokunun çökmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile
eşzamanlı olarak, hepsi komünist hareketlere karşı görev yapmış olan
Avrupa'daki Gladyolar, bir bir açığa çıktı; Batı Almanya'dakinin
adı,"Sword" ; Avusturya'da "Schwert"; İngiltere'de "
Secret British Networkd Revealed"; Belçika'da " Bdra-8" ;
Hollanda'da "Command" ; İsviçre'de" "P-26";
Yunanistan'da "Sheepskin" ; Fransa'dakinin adı ise "Rüzgâr
Gülü" idi. Yalnızca Türkiye’deki Gladyo açığa çıkarılmadı.
Peki, bu gün Hükümetin işaret ettiği ve hükümetin iktidar ortağı olan
Fetullah örgütü tarafından “kumpas kurulan” Ergenekoncular Gladyo’mudur? Bu
soruyu bir yere not edip, açılmış
olan tartışma konusu çerçevesinde, derin devlet-Kontrgerilla ve yeni adıyla "Ergenekon"
üzerine konuşmaya,bu konuda net olmak,adresleri şaşırmamak gerektiğinin
öneminin altını çizerek devam edelim.
Soğuk savaş döneminde 12 Mart ve 12
Eylül darbelerinde, CIA/Gladyo’nun, yani ABD’nin hedefi ve amacı belli idi. Ucu
Sovyetlerin Yıkılmasına dönük olan," Yeşil Kuşak Projesi"ni sonuca
ulaştırmak, komünizmle mücadele, Türkiye’yi sola teslim etmemekti.
Peki, bugün belli değil mi?
ABD nin hedefi ve amacı bu gün de
bellidir, bölgedeki Kürt politikası; AKP'ye bakışı; YDD nin hedefi, BOP –BİP
“Büyük-Kürdistan Politikası” vb. hepsi bellidir!
Bu hükümetin kumpas kurulduğunu itiraf
ettiği "Ergenekoncu"ların da sözde hedefleri bellidir; Darbe yapmak,
irtica ile mücadele ve AKP yi devirmek...
Öyle mi değil mi?
Öte yandan "Ergenekon"a savaş
açan dinci - liberal ittifakının ABD-AB ile ilişkileri de bellidir.
AKP nin başkanı ise, saymışlar, tam 36
kez " BOP Projesinin Eşbaşkanıyım" demiş ve "Diyarbakır'ın
yıldız olmasının bu proje içinde olduğunu" söylemiş.
Öyleyse, her şeyin ve çok öncesinden
belli olduğu net olarak görülmüyor mu?
Öyleyse soruyu tekrar soralım ama başka
biçimde:
Gladyo-kontr -gerilla, uzun zamandır
zindanda olup, artık salıverilmeye başlanan ve “ kumpas kurulduğu” artık
tescillenmiş olan "Ergenekoncu"ların mı, yoksa Ergenekonculara savaş
açmış gibi görünerek Kemalist burjuva cumhuriyetini yıkmayı ve böylece
sosyalist hareketi sonsuza dek tarihe gömmeyi amaçlayan Gladyo’nun veya
Neo-Gladyo'nun mu arkasındadır?
Cevabı, tektir ve basittir ve Gladyo'nun
babası olan ABD nin dünkü ve bu günkü dış politikasına bakarak yanıtlamak
mümkündür.
Cevabını vermeden önce şunu hatırlamak
yerinde olacaktır:
"Ergenekon"un bir hukuk
meselesi olarak görünmediğini ve görülmediğini hep söyledik ve şimdilerde bu açıklık
çok fazladır; Artık hükümetin en yetkili ağızları bile bunu net olarak
itiraf etmektedirler; ayrıca, çıkarlarının peşinden giden iki kapitalist grubun veya hanedanın
çatışmasının yansıması olmadığını da biliyorduk ve buradan hareketle ergenekon saldırısının sınıfsal olduğunu da
görüyor ve gösteriyorduk; bu sınıfsallığı görmek sınıfsal bakabilmekle
mümkündü; hep böyle baktık ve gördük ve gösterdik; görmeyenler ve görmek
istemeyenler çoktu ve hâlâ vardır, ancak azalmışlardır!
İşte bütün mesele ve her zaman budur ki,
sınıfsal bakılmazsa, burnumuzun ucundaki bu gerçeği görmek mümkün olmaz ve
olmadığını gördük! Hâlâ görmeyenlerin ise körlüklerinin fiziki değil, ideolojik
olduğu kabul edilmelidir! Çünkü başka gözle, başka ideolojik gözlükle
bakmaktadırlar!
Bugünkü, yani artık Hükümet
yetkililerinin yaptığı resmi açıklamalarla da bir ”kumpas” ile zindana
gönderildiği tescillenmiş olan “Ergenekon”a, dönersek; bugün soracağımız
“Ergenekon” nedir? Sorusunun cevabı daha bir tamamlayıcı olacaktır ve bu “Ergenekon”un,
devlet içinde oluşmuş bir çete olduğunu söylemek yeterli olmakla birlikte,
Gladyo’nun aksine yerel olduğunu ve uluslararası bağlantısı olmadığını söylemek
daha tamamlayıcıdır.
Buradan hareketle, Ergenekon’un, PKK
terör örgütüne karşı TSK nın, dolayısıyla devletin mücadelesi içinden bazı
kişilerin hukuk dışı yollara sapması ile kişisel çıkarları etrafında
oluşturdukları mafya türü bir örgütlenme olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
Ancak bu gün, daha doğrusu soruşturması
başladığı andan itibaren ve Neo-Gladyoculara göre, Ergenekon örgütü sadece bir
çete değil, bir devlet örgütlenmesidir ve kanunsuzluğunu TSK’dan aldığı güçle
yapmaktadır. Amacı darbe yaparak AKP’yi devirmektir. Dolayısıyla
neo-Gladyocular, TC ve TSK ile hesaplaşmadan bu sorunun çözülemeyeceğine
inanmaktadırlar.
Şimdi durduğumuz yerden daha net
görülüyor ki,bu nedenle tüm AKP muhaliflerinin boyunlarına
"Ergenekoncu" yaftası takılmış,ancak,en başta işaret ettiğim gladyo/
kontrgerillanın, yani kamuya mal olan adı ile Çiller örgütünün,yani asıl
Ergenekonun üzeri örtülmüştür!
Ağarın durumu ise bir iş kazası
niteliğindedir ve kendisi de, tıpkı Çiller’in “devlet için kurşun atan da,
yiyen de bizimdir” dediğini tekrarlayarak ,“ devlet için hapis yatmak da
şereftir” yollu nutuk çekmiştir!
Oysa bu yafta ile yani “Ergenekoncu”
yaftası ile dolaştırılan veya zindana atılan aydınların, politikacıların,
üniversite hocalarının ve elbette gazetecilerin, yıllarca kontrgerilla ile
mücadele etmiş, kontrgerillanın hışmına uğramış kişiler oldukları bilinmektedir.
Net olarak görülüyor ki, ABD-AB ile
ilişkileri de belli olan, hatta en yetkilisinin defalarca ABD’nin bu
bölgedeki politikalarının eş başkanı olduğunu söylediği
"Ergenekon"a savaş açan dinci - liberal ittifakı, hem
Gladyo-kontr-gerilla-Ergenekon örgütlenmesinin üzerine
gitmemişlerdir ve hem de PKK terör örgütüne karşı TSK nın, dolayısıyla
devletin mücadelesi içinden bazı kişilerin hukuk dışı yollara sapması ile
kişisel çıkarları etrafında oluşturdukları mafya türü bir örgütlenme
olan ergenekon’ un üzerine gitmemişlerdir ama bütün AKP karşıtlarının
boynuna astıkları Ergenekoncu yaftası ile aydınların, politikacıların,
üniversite hocalarının ve elbette gazetecilerin, yıllarca kontrgerilla ile
mücadele etmiş, kontrgerillanın hışmına uğramış kişilerin ve TSK içinden çoğu
AKP’ye ve Amerikan politikalarına karşı oldukları bilinen TSK
mensuplarının üzerine gitmişler, zindana atmışlardır!
Ancak, ergenekoncuların anası ve babası sayılacak, "devlet için kurşun
atan da, yiyen de bizim evlatlarımızdır " diyerek KONTR-GERİLLA
(Ergenekon) örgütünün militanlarına arka çıkma cüreti gösterebilen aktörler
dâhil, hiç birisinin üzerine gidilmediği de görülmektedir.
Bu durumda Gladyo/ Kontrgerilla ve Ergenekon örgütü, artık açığa çıkarılıp,
çökertilmiş midir? Sorusu ortada kalmış, cevabı ise artık herkes tarafından
görülmekte, bilinmektedir; çökertilmemiştir!
Buna karşın şimdi, boynuna “Ergenekoncu” yaftası asılarak zindana atılan
AKP muhalifleri, hatta 12 Eylül rejiminin müzmin muhalifleri ve elbette ABD
karşıtlarının hemen hepsi, hukukçuların bile çözemediği bir hukuk düzenlemesi
ile dışarı salınmaktadır!
Ve bazılarımız hâlâ, Gladyo/Kontrgerilla, çiller örgütü de diyebiliriz ve Ergenekon açığa çıkarılıp, çökertilmiş midir? Sorusunu sormamak için bin dereden su getirmektedirler.
Ve bazılarımız hâlâ, Gladyo/Kontrgerilla, çiller örgütü de diyebiliriz ve Ergenekon açığa çıkarılıp, çökertilmiş midir? Sorusunu sormamak için bin dereden su getirmektedirler.
Üstüne üstlük hâlâ, AKP yönetiminin “Kumpas” ve “paralel devlet”
iddialarını da görmezden gelerek, “Ergenekoncu” yaftası takılarak zindana
atılan AKP muhaliflerinin salıverilmesinden duydukları öfkelerini gizlememekte
ve son derece yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar!
Oysa apaçık görülüyor ki, TC’yi yıkmak ve şeriata dayalı, faşist bir yeni
Osmanlı cumhuriyeti kurmak üzere, 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara
teslim eden tekeller ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizmi, bu acil işi
kotaramamışlardır ve bugün deli danalar misli sağa sola koşuşturan egemen
güçler bir restorasyon peşine düşerek, bu çerçevede bekledikleri ve tetikte
oldukları toplumsal ve sınıfsal muhalefetin, denetimleri dışında kabarmasından
da korkarak, dümeni dinci akımlardan alıp, cumhuriyetçilerle aralarında
paylaşmaları yönünde bir rota çizme eğilimine girmişlerdir.
Bu eğilim içinde, tarihte görülmediği şekilde, yasal düzenlemelerle, deyim
yerindeyse, idam sehpasındaki hükümlüleri, dışarı bırakmak zorunda
kalmışlardır!
Ve güçler dengesinin ve halk hareketinin kabarmasının durumuna göre, tekrar
geri almaları ve/veya diğer hükümlüleri de salmak zorunda kalacakları aşikârdır
ki, ikincisi daha olası görünmektedir!
Şimdi, öteden beri ve daha çok sahte sol gömlekli devrim kaçkınlarının
ideolojik şaşırtmaları ile ufuk ötesine hapsedilmiş olan gerçeklik, ufuğu
aşarak önümüze düşmektedir; bunda, sahte sol gömlekli aktörlerin peşine takılma
gafletinde bulunanlarca, türlü çeşit yafta asılarak püskürtülmek istenen
sosyalistlerin, ama daha çok tabandan yükselen Kemalist hareketlenmenin, en
azından gericiliğe karşı dik durmada kararlı olan ilericilerin, devrimcilerin,
devrimci- demokratların payının büyük olduğunu herkesin kabul etmesi
gerekmektedir!
İlluzyona karşı gerçeklik buradadır ve buradayız!
Fikret Uzun
14-Mart-2014
DERS-II
Gerçeklik mi, “Ergenekon” bir illuzyondur ve “Ergenekon”un içine sokularak
zindanda tutulmak istenenler, AKP-ABD muhalifleri ve Kontrgerilla ile nam-ı
diğer adıyla “çiller örgütü” ile mücadele eden aydınlar, politikacılar,
üniversite hocaları ve gazeteciler ve çoğunluğu 12 Eylül rejiminin yönetimini
dinci akımlara teslim eden tekellerin ve işbirlikçisi oldukları ABD
emperyalizminin poltikalarına biat etmemiş olan ordu mensuplarıdır.
Bu arada bu politikaların içinde ve mutfağında olmasa da ürünlerinin kollanmasında
payı olanlar da az da olsa bu çukurun içine gömülmüştür ki şimdi onlardan,12
Eylül rejiminin devamlılığı içinde, kotarılmak istenen restorasyon
çalışmalarında yararlanacaklardır!
Türkiye’nin sınıf mücadeleleri tarihinin bugün önümüze koyduğu çıplak
gerçekliği hâlâ göremeyenler; yani Ergenekon saldırısı üzerinden toplumun hemen
hemen tamamının bir illuzyona hapsedilmiş olduğunu göremeyenler; yani 12 Eylül
rejiminin devamlılığının sağlanmasında kotarılmak istenen restorasyonun bir
yansıması olan Gladyo/kontrgerilla örgütünün, Türkiye’de hiçbir zaman açığa
çıkartılmamış ve faaliyetlerine bu güne kadar devam etmiş olduğunu ve dahası,“Ergenekon”
saldırısının da planlayıcısı olduklarını hâlâ göremeyenler; bununla birlikte en
önemlisi, Cumhuriyet’i yıkma davası olan “Ergenekon” davasının, Cumhuriyet’in
dirilmesiyle ve yeni AKP düzeninin reddi ile sonuçlanmış olduğunu göremeyenler sınıfta
kalmışlardır ve hâlâ aynı nakaratların peşinden korkularını yansıtan ıslıklar
çalmaktadırlar; çabaları nafiledir ve tarih bunun hesabını soracaktır!
Ancak bu gün, tekellerin egemenliğinde de olsa, Türkiye’nin işçi sınıfının
örgütlenmesi ve sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere mevzilenebilmesi için
en elverişli zemin olan cumhuriyet ve daha çok da toplumun ezici çoğunluğunun
akıl dinamiği son derece tahrip edilmiştir; bu tahribattan egemen sınıfların
işlerini kotaracak, kotarması için aday olabilecek kadroların da payını aldığı
açıktır ki, yeni durumda, egemen sınıflar, restorasyonlarını kotarmak için bu
kadrolara dayanmak zorundadır, bu ise başka ve belki de daha önemli etmenlerle
birlikte, bir
anlamda geçmişi geri çağıran egemen sınıfların, yeniden ihtiyaç duydukları restorasyonu üzerine inşa
edilebileceği bir siyasal zemine sahip olmadığını, en azından henüz sahip olmadığını
göstermektedir!
Öyleyse bir hatırlatmaya daha ihtiyaç var ve hatırlatıyorum; bu,
Kemalist TC’yi yıkmak üzere tarih sahnesine çıkartılan, içinde ve merkezinde
Gladyo/kontrgerilla örgütlenmesi de olan iç ve dış politika içerikli senkronize
hareketin yönü, kaçınılmaz olarak cahilleştirmeye, dolayısıyla dinselleştirme/İslamlaştırmaya
dönüktü ve bu yönde ve çerçevede önemli oranda yol kat edildiği görülmektedir!
Ve 12 Eylül Cuntası, Kenan Evren, bu cahilleştirmenin, islamlaştırmanın,
tam merkezinde ve mutfağının başında idi;12 Eylül ile birlikte İmam Hatiplerin
müfredatı yanında, sayısı da genişletilmiştir ki oradan mezun olanların, hem
tıbbiye de, hem harbiye de, hem de mülkiyede olduğunu şimdi daha net görüyoruz;
Diğer yandan hiç bir politikacının cesaret edemediği İslam Konferansına
katılmaya, Evren cüret edebilmiştir.
Evren tek değildir ve aynı ayarda Hilmi Özkök’ü de sayabiliriz ve başka yüksek komutanların, örnek olsun İlker Başbuğ’un da aynı yerde olduklarını, en azından artık, biliyoruz; 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara teslim eden tekeller ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizmi ve de yüzü hep Eylülist rejimin sahibi tekellere dönük olan yüksek “Kemalist” komutanlar, hep beraber İslamlaşmanın önünü açtılar ve Kemalizmle birlikte sosyalizme giden yolları da kapattılar.
Evren tek değildir ve aynı ayarda Hilmi Özkök’ü de sayabiliriz ve başka yüksek komutanların, örnek olsun İlker Başbuğ’un da aynı yerde olduklarını, en azından artık, biliyoruz; 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara teslim eden tekeller ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizmi ve de yüzü hep Eylülist rejimin sahibi tekellere dönük olan yüksek “Kemalist” komutanlar, hep beraber İslamlaşmanın önünü açtılar ve Kemalizmle birlikte sosyalizme giden yolları da kapattılar.
Hepsi budur ve böylece geriye dönüşün kapıları, irtica diyoruz, resmen ama
daha çok hile ile açılmıştır. Hücumları, aydınlanmaya ve aydınlanma ile elde
edilmiş tüm kazanımlara yönelik olmuştur.
Ve elbette asıl korkuları sosyalizm ve sosyalist harekettir.
İşte Ergenekon kod adıyla yürütülen operasyonun, tasfiye hareketinin
kıymet-i harbiyesi buradadır ve hileleri, hedefe varamadan artık ters
tepmiştir, artık “kumpas” olarak, resmen tescil edilmiştir; hilelerinin bütün
vücutlarına etki etmese de, ellerinde patladığını söyleyebiliriz!
Ergenekon saldırısı ile “demokrasi” geleceği ham hayaline kapılarak, bu gün
bizzat kendileri bile “Ergenekon” un bir hile ve kumpas olduğunu itiraf eden
AKP hükümetini ve başı RTE’yi en demokrasi kahramanı ilan edenler, şaşkınlık ve
hüsran durumlarını dışarı salıverilen“Ergenekon” hükümlüleri arkasından küfürlü
ıslıklar çalarak yenmeye çalışmaktadırlar ki aslında “Ergenekon” tertibi ile
birlikte kendilerinin de yıkıldığını ve birbirlerinin üzerine yığıldıklarını
söyleyebiliriz!
Sabah akşam “devlet” deccaldır diyen, bu Ergenekon tertibinden “demokrasi”
bekleyen sahte sol gömlekli aktörler, devletin devamlılığından ve “Ergenekon”
tertibinin bu devamlılığı sağlamak ve rejimin tıkanan yerlerini açmak için
olduğunu görmek istemedikleri gibi, aynı devlet ile pazarlık yaparak, Kürtlere
bir kurtuluş çıkacağı ham hayaline de kapıldılar!
Bu ham hayalleri onları, ABD emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin dinci
akımlara teslim edilmiş yönetiminin, aydınlanmaya, modernizme, dolayısıyla her
türlü yapıya saldırıları içeren politikalarının en sadık savunucuları durumuna
sürükledi; aklın önünde kurulan tüm engellere arka çıkmayı poltika saydılar;
modern düşüncelere saldıran, modern düşünceleri gerici sayan bu aktörler,
tarihin gerisinde kalan ve mevcut halleri ile artık hem gerici, hem de geri
konumda olan formasyonların peşinden sürüklendiler!
Oysa aydınlanma düşüncesini Materyalizmden ayırmak mümkün değildir ve
ayırmak isteyenler, eninde sonunda kendilerini bir karanlığın içinde buldular;
ayırmak için karanlık gerekiyordu ve bunu getiren 12 Eylül rejimine, “devlet” e
en çok hücum eden bu aktörler, koltuk değneği oldular; sonunda aynı karanlığın
içinde akıbetlerine isyan durumundadırlar!
Modernizme ve moderniteye aynı anlama gelmek üzere aydınlanmaya hücumla
Kürtlere aydınlık günler geleceği masalına kendilerini esir ettiler ve akıl
bozmanın öteki adı olan post-modernizmin sadık kulları oldular!
Günahları çoktur ve arınmaları mümkün değildir!
Kemalist cumhuriyet de modernist ve aydınlanmacı idi ve Kemalist Cumhuriyete yönelik şiddetli ve sinsi hücumun, modernizme hücum eden post modern bir darbe ile gelmesi, bütün günahların aydınlanmaya yüklenmesi ile birliktedir ve bu bir tesadüf değildir ve hedef, tekellerin düzeni anlamında cumhuriyetin yıkılması değil, tekellere dar gelen Kemalist Cumhuriyetin yıkılması ve burjuvazinin kendi tarihinin gerisine düşen şeriata dayalı bir “modern” feodal cumhuriyetin kurulması idi; ilk kapıyı Kemalist yüksek kadrolar açmış, yine Kemalist yüksek kadroların asistanlığında dinci akımlar eliyle son kapısına kadar ilerleyip(aslında geriye doğru ilerleyip), son kapıda takılı kalmışlardır!
Gerçekte ise, Kemalist cumhuriyete hücum ile sosyalist hareketin önü
tümüyle kesilmiş olacaktı, öyle ümit ediyorlardı; işte “Ergenekon” tertibi bu
saldırının kod adı ve örtüsüdür! Ancak başarılı
olamamışlardır ve başarısızlıklarını “Ergenekoncu”ları serbest bırakarak teslim
etmişlerdir; başarısızlıkları kalıcıdır ve bunu gizlemek için bütün
işbirlikçileri hareket halindedir!
Demek ki yıkılan Ergenekon tertibinden çok, tekellerin ve işbirlikçisi ABD
emperyalizminin hülyalarıdır; üstelik yıkım yeni başlamıştır, buna karşın pek
fazla çare sahibi görünmemektedirler!
Peki, öyle oldu mu? Yani sosyalist hareketin önü, aydınlanmaya, aynı anlama
gelmek üzere, Kemalist cumhuriyete hücum ile ortadan kaldırılabildi mi? Yoksa
tam olarak başarılı olamayan bu hücum, sosyalist harekete daha fazla alan mı
açmıştır ve taze kanlar da yolda mıdır?
Son tahlilde sosyalist hareketin bileşenleri,kadroları uzaydan gelmedi ve
Kemalist Cumhuriyetin üzerinde kurulu olduğu bu topraklardan çıkmıştır;
geleceği komünist toplum, geçmişi ise burjuva cumhuriyet olan kuşaklardan
gelmiştir; gene gelecekler ve yolda oldukları görülmektedir, soruların
cevapları da ellerindedir!
Her devrim, ne kadar parçalı ve kendi
içinde kavgalı olursa olsun, bir sınıfın rengini taşıyor, bu doğrudur; ancak
son devrim hariç, daha önceki bütün devrimlerde egemen durumda olmasa da, devrimin
sahibi olan sınıfların dışında daha ileri uçlar da bulunuyor.
Almanya’da reform ve köylü savaşları
döneminde, Thomas Münzer eğilimi; Büyük İngiliz Devriminde, eşitleştiriciler ve
Büyük Fransız Devriminde, Babeuf yaşanan devrimleri kendi mantıklarının dışında
anlıyor ve götürmeye çalışıyorlar.
Alman reformasyonu, İngiliz ve Fransız
Devrimleri, kendi süreçleri içinde, Thomas Münzerle, düzleyicilerle, Babeuf ve
örgütü ile de mücadele etmek zorunda kalıyorlar.
Bir Rousseau hayranlığıyla, demokrat ve
pasifist bir yaklaşımla Büyük Fransız Devrimine giren Babeuf, hızla demokrat ve
pasifist bakıştan kopuyor ve özel mülkiyeti reddederek, sans-culettes’larla
yakın bir çizgiyi koruyarak, devrimci sosyalizmin ilk savunucuları arasına
giriyor.
Engels’in hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin
ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmadığını vurguladığı, hatta
kapitalizmin düşünülebilecek en sinsi politik kılıfı olduğunu ve bu kılıfı bir
kez eline geçirdikten sonra iktidarını son derece güvenli ve sağlam kurduğunu
ve ne kişilerinde ne de kurumlarında ve ne de partilerinde hiçbir değişikliğin,
bu iktidarı sarsamayacağını vurguladığı burjuva cumhuriyetin, işçi sınıfının ve
partisinin egemenliğe ulaşabileceği en elverişli siyasal zemin olduğunu ifade
etmesi tesadüf değildir; tesadüf olmadığını başka ifadeleriyle de göstermiştir;
Engels’e göre, burjuva cumhuriyet, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesini o
denli genişletip, geliştirip, ortaya çıkarıp, keskinleştirir ki, ezilen
kitlelerin kendi çıkarlarını tatmin etme olanağı bir kez doğar doğmaz, bu
olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin
proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir.
İşte çürümesini ve can çekişmesini durdurabilmek, durduramasa da, en
azından toplumunu çürüterek ölümünü sonsuza kadar geciktirmek için, tek çaresi
olan, yani kapitalizmi burjuvazinin kendi tarihinin de gerisine, yani ortaçağa
götürmekten başka, dolayısıyla sosyalist hareketi bir ortaçağ karanlığına
hapsetmekten başka çaresi kalmayan emperyalist kapitalizmin ve işbirlikçisi 12
Eylül rejiminin, Kemalist cumhuriyeti yıkarak, Kemalist cumhuriyeti aşmak
isteyenlerin yani sosyalist hareketin önünü kesebileceklerini hesab etmeleri bu
gerçekle bağlıdır ve emperyalistler açısından çok normaldir!
Ancak sosyalistlerin bunun mümkün olabileceğine inanmaları ve bu Amerikan
rüyasının peşinden gitmeleri normal değildir ve gerçekten de sınıf gözlüğüyle,
bilimin aydınlatıcı ufku ile bakan sosyalistler, bu Amerikan rüyasının peşinden
gitmiyorlar; tam tersine, bu rüyayı darmaduman edeceklerinin bilinci ile ABD
emperyalizminin ve işbirlikçilerinin, yani 12 Eylül rejiminin en son
yönetiminin ve bilumum işbirlikçilerinin karşısına dikilmeyi en devrimci iş
olarak görüyorlar, hep gördüler!
Evet, emperyalist ABD’nin ve Türkiye’nin zenginlerinin, tekellerinin
baktıkları yer tam burasıdır; ancak sosyalistlerin baktığı yer gelişmenin
diyalektiğidir, yani ileriye doğru seyridir ve bu, daha zihin açıcı ve
belirleyicidir; sosyalistlere, emperyalistlerin bu güce hiç bir zaman
ulaşamayacaklarını umut edebilecek iyimserliğe sahip olma gücünü vermektedir!
Bunu her zaman belirttik ve şimdi bunu emperyalistlerin de, Türkiye’nin
tekellerinin de görmeye, en azından duymaya başladıkları açıktır! Duymayan, ona
bu şansı vermek için önünü açan güçlerin çoktan tasfiye kararı aldıkları AKP
nin ve Hükümetin başı RTE ve onda hâlâ ikbal görenlerdir!
Körlüğü politika sayanlardan daha körü yoktur! Ancak körlüğü politika
saymakla aydınlığın üzeri karartılamıyor!
Fikret uzun
14-Mart-2014
DERS-III
Dünyada ve Türkiye’de tarihin değiştiğini ve hızlandığını söyleyeli çok
oluyor; henüz kendini tam olarak göstermemişti ancak işaretleri vardı;
tarih,değiştiğini ve hızlandığını şimdi çok daha açıklıkla göstermektedir!
Diğer yandan, bu değişimin ve hızlanmanın Post Erdoğan dönemine kapı
açtığının işaretlerini verdiğini de söylemiştik ve şimdi bunu da görüyoruz ki
RTE’siz ama AKP’li bir dönemin tercih edildiği, RTE’ nin yerine de GÜL’ün ikame
edilmek istendiği de işaretler arasındadır!
Şimdi yeni düzene açılacak sanılan son kapının önünde, RTE’ye karşı yeni
ittifaklara ve yeni uzlaşmalara, kasetler ve dinlemeler eşliğinde bir yol
açılmaktadır!
Ancak aynı kapının eşiğinde, yıllarca o kapının arkasındaki ortaçağ
karanlığına yuvarlamak üzere sürüklenen iyiden, güzelden, aydınlıktan yana
bütün güçlerin birbirlerinden bağımsız birikmişliği var ve artık birbirlerine
bu 11 yılda kalın ipliklerle bağlanmışlardır ve kapıyı tutuyorlar.
Dışarıda ise,11 yıl önce RTE’nin ve
AKP’nin iktidara getirilmesi için yol açan ve bugüne taşınmasında aktif rol
alan aynı ekip, şimdi RTE’ ye yolları kapatmak için hareket halindedir!
Aslında yollar kendilerine de kapalıdır
ve yaptıkları bu kapalı yolları açma çabasıdır!
Bunu sözde, “Ergenekoncu”lar yapacaktı,
AKP-RTE- Fetullahi tarikat ve dışarıdaki ekipmanların da yardımı ile zindana
atıldılar ve şimdi aynı ekip, Fetullahi örgüt de içinde, Edelman, Abromovitz,
Henry Barkey vb. AKP’ye değil ama RTE’ye bütün kapıları kapatmışlardır; hangi
kapıyı açmaya çalıştıkları ise pek yakında belli olacaktır!
Tarihin değişmesi ve hızlanmasında ise,
öncesindekiler de az önemli olmamakla birlikte belirleyici olan Gezi
direnişinin yarattığı toprak kaymasıdır! Gezi direnişi, AKP-RTE ve
işbirlikçilerinin son kapısında takılı kaldıkları yeni düzenin ayaklarının
altındaki toprağı olduğu kadar, RTE-AKP ye iktidar kapılarını açan ve bu
günlere getiren dış ekipmanların da ayaklarının altındaki toprağı kaydırdı!
Bu ise, 12 Eylül rejiminin Kemalist
yönetimini değiştirip, dinci akımların yönetime getirilmesi ve Kemalist
düzenin, şeriata dayalı bir ortaçağ düzeni ile değiştirilmesi yönündeki
restorasyonun ifadesi olan Türkiye’nin tama olarak gerçekleştirilemeyen yeni düzeninin
takılı kaldığı son kapısında yeni bir restorasyonu zorunlu kıldı!
AKP yi saklı tutup, RTE’ye kapıların
kapanması ve eski düzenin kadrolarının geri çağırılması bu restorasyonun
içindedir!
Şimdi hem sermaye sınıfının cephesinde,
hem de cumhuriyetçi ve sol güçler cephesinde bir “yeni dönem” tartışması
yapıldığı görülmektedir!
Sermaye cephesi açısından, AKP’nin
sırtından atılan bir RTE sonrasının düşünüldüğü, en azından tercih edildiği
açıktır; ancak AKP ‘yi sırtına yükleyerek Gül-Kılıçdaroğlu-Fetullahi örgüt ve
Tüsiad patronlarından oluşan bir ittifak ile RTE sonrası dönemde yeni düzenin
son kapısının da açılarak, yeni düzene geçilmesi pek mümkün görünmemektedir; en
azından kolay görünmemektedir!
Başka ifadeyle, AKP- RTE ile önemli yol
kat etse de, Gezi direnişiyle temelleri hasar gören ve sonuca ulaştırılamayan
gerici programlarını, sermaye cephesinin hükümetteki kısmi rötuşlarla tekrar
yürürlüğe koymaları mümkün görünmemektedir!
İşte bütün mesele buradadır ve bu durum
bizi “restorasyon” olgusu ve kavramı ile karşı karşıya getirmektedir!
Her devrim, belli bir aşamada, kendi
merkez gücünün koruyabileceğinden daha uç noktalara kadar uzanmak durumuyla
karşı karşıya geliyor. Bu fiziksel bir durumdur; amaçsal bir yorumu da
yapılabilir. Tıpkı savaşlarda tutulacak toprakları sağlama almak için zaman
zaman daha ileri mevzilere akınlar düzenlenmesi türünden, devrimlerde de
sonradan geri çekilmek üzere, kendi mantığının uçlarının açıldığı görülüyor.
Geriye çekilmek ve asıl toprakları
tahkim etmek kaçınılmaz oluyor; bu da, ”restorasyon” üzerinde enine boyuna
düşünmeyi gerektiriyor.
Marx’ın karşı-devrimin de devrim
olduğunu yazmasına benzer bir biçimde, Roma Tarihi tarihçisi Mommsen de,
”restorasyon her zaman revolüsyon”dur, diye yazıyor ve Gracchi kardeşlerin
devriminden sonra, eski yönetimin değil, eski yöneticinin iade edilmesi olgusu
üzerinde duruyor. Hill de, Büyük İngiliz Devriminden sonraki restorasyonda,
buna Şanlı Devrim deniyor, 1660 yılında,”eski devlet değil, sadece süs donanımı
restore edildi” diyor.
Dar ve has anlamda restorasyon, yapılan
devrimi pekiştirme işidir; bu nedenle devrim platformunda kalıyor.
Restorasyon süreçleri, genellikle devrim
başlangıçlarını aratmayan bir kanlılıkla başlıyor; aynı zamanda, özgürlüklerin
restorasyonu izlenimini de veriyor. Fransız devriminde Thermidor Darbesi,
devrimin geriye doğru çekilmesinin başlangıcı sayılabilir; çağdaşları hiç de
öyle algılamıyorlar. Sans –Culettes’lar, Babeuf, bu darbeyle hapisten
çıkıyorlar.
Jakobenler, kendi düşüşlerini ve
Thermidor’u, bilinçsizlikle hazırlama süreci içinde, kendi solunu hapse atıyor
ve Thermidor, önce hapishaneleri boşaltıyor ve
Robespierre’le arkadaşlarını giyotine
gönderiyor; ancak bu, hapishanelerin kapılarının açılması yanında, en azından,
çağdaşları için ikinci planda kalıyor.
Bütün bunlar, burjuva devrimleri ile
restorasyonları arasında bir “devamlılık ilişkisi” bulunduğunu gösteriyor.
Burjuva toplumlarındaki devrimler ile
restorasyonlar arasındaki bu devamlılığı, “Hasat için olgunlaşmış burjuva
kazanımlarını elde etmek için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa’da ve
1848 tarihinde Almanya’da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye
götürülme zorunluluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.” Sözleriyle
ifade eden Engels, şunları da ekliyor,“işte böyle, ihtilal eyleminin bu
aşırılığı üzerine zorunlu olarak burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine
giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor.” Burjuvazi alanı zapt etmek için önce ileriye
uzanıyor; arkasından, geriye çekiliyor.
Restorasyon’un burjuva devrimini
pekiştirdiği konusunda tarihçilerin hemfikir olduğunu biliyoruz; her durumda,
eski düzenin temsilcilerinin yeni düzenin yönetici sınıflarıyla ittifak
yapmaları anlamına geliyor. Bu anlamda, eski ideolojiler ve eski düzen öğeleri
de geri dönüyorlar; ancak, karşı – devrimin Cumhuriyetin ve kadrolarının
üzerinde yarattığı ağır tahribat nedeniyle, yeni düzene aktarılan eski öğeler,
son derece vasıfsız ve iradesiz kadrolardır!
Ve şimdi, eski rejimin, maruz kaldığı
ağır tahribat bir yana, kesinkes yıkılmamış olduğunu ve AKP çökerken,
Cumhuriyet’in yeniden yükselmekte olduğunu görüyoruz! Tam olarak yükselir mi
bilemiyoruz!
Gördüklerimizle,bugün işleyenin,
Cumhuriyet’in yıkılışının dinamikleri mi,yoksa Cumhuriyet’in çöküşünü telafi
edecek bir “yeni kuruluşun dinamikleri”mi olduğunu net olarak belirlemek mümkün
görünmemektedir.
Bu gün gelinen noktada, Türkiye’nin
restorasyon mekanizmasının restoratör adayları arasında Kemalistler yok;
Kemalistler, yeniden hayat bulacağı tabanda ve sokak eylemlerinde diriliyor.
Gezi ayaklanması ile bugün Erdoğan’ın
karşısında yükselen muhalefetin, kuruculuk vasfı taşımaya aday yeni
cumhuriyetçi muhalefet olduğu artık açıkça görülüyor!
Diğer yandan, Türkiye’nin geldiği bu
günkü noktada, restorasyon mekanizmasını tedrici düzenlemelerle işletecek bir
ekonomik, siyasal ve ideolojik zeminin olmadığı da görülüyor; en azından
zayıftır; bu nedenle, ufukta bir restorasyondan çok, yeni bir kuruluşun
parladığını düşünmek daha akla yatkındır.
Demek ki, bu topraklar radikal çözümlere
ve tartışmalara gebedir. Daha ileri uçlar, belki Baböf’ler yoldadır; bu
topraklardan ve bu sıkışmışlıktan çıkacaktır!
Gezi direnişi ve bu direnişin
bitmediğini, daha da pekiştiğini ve bundan daha da çok korkulduğu, Berkin
çocuğun cenazesinin meydan okuması ile görülmüştür ki bu, yönetenlerin
çaresizliğinin dışa vurmasıdır ve bize ufuktan bir ebenin geldiğinin
işaretlerini vermektedir!
Bu geri çekilme, eski düzeni geri çağırma,
12 Eylül rejiminin devamlılığı içinde ve daha sert, bir Thermidor hamlesine
alan açmak için olduğu hemen hemen aşikâr; ancak bu alanın açılabilmesi pek
mümkün görünmüyor;en azından oldukça zor olduğu görülüyor!
Eski düzen,yani Kemalist Cumhuriyet,bütün
kadroları ve kurumları ile birlikte ağır bir tahribata uğradı; yeni düzen ise
güçsüz olduğunu bu gün itibarıyla net olarak gösterdi ve belirleyici olan emek
sürecinin biriktirdikleri ile birlikte tabandan AKP-RTE muhalifliğinden öte ve
eski düzenden daha fazlasının istendiğinin işaretlerini veren bir yeni
kuruluşun yükseldiğini de görebiliyoruz; öyleyse ilerleyemeyen yeni düzeni, bir
adım geri atarak ilerletmek için, eski düzeni geri çekenlerin gücü, bundan
sonraki adımlarını sessiz sedasız atarak yeni düzeni ilerletmeleri ve
tamamlamaları mümkün görünmemektedir; geri çağırılan eski düzenin devlet
katındaki kadrolarından kalanların da buna yetmeyeceği ortadadır; diğer
yandan,eski düzenin ideolojik,politik ve ekonomik kurumlarının uğradığı ağır
tahribat, bu kurumlar üzerinde ,bu sessiz sedasız atılacak adımları
kolaylaştıracak bir tamiratı mümkün kılmamaktadır!
Öyleyse belirleyici olan zaten
belirleyicidir ve buna tabandan yükselen cumhuriyeti ve daha ötesi ile birlikte
kurma potansiyelinin belirleyiciliğinin eklenmesi ile ortaya çıkan gücün,
mutlak olmasa da kuvvetle muhtemel ve mümkün bir belirleyici olduğu
kendiliğinden anlaşılır bir olgudur!
Tam burada şunu hatırlamak gerek ki bu,
tarih aracıyla yeni durumun tahlilini kolaylaştırmak demektir:
İngilizlerin büyük devrimi, 1640, yöneten
sınıflar arasındaki kavga ile başlıyor.
Tarihçiler arasında, Fransız Devriminin
de bir asiller revolüsyonu ile başladığı konusunda fikir birliği olduğu
biliniyor.
En tepede, yönetenler arasındaki kavga,
büyük hacimli bir su kütlesini tutan bentlerin yıkılmasına benziyor; bentler,
hiçbir zaman birden bire yıkılmıyor; önce sızıntılar, sonra akıntılar ve
ardından sel geliyor.
Yöneticilerin ihtilafından ve bunların
daha aşağı sınıfları kazanma çabasından başlayan devrimci süreçte, yönetim bir
süre, sürekli olarak daha alt tabakalara geçiyor ve aynı anlama gelmek üzere,
radikalleşiyor; bu, devrimin derinleşmesi sürecidir; bununla birlikte devrimi
asıl başlatan üst sınıflar, bu kez, yolunu açtıkları sürecin aktığı kanallardan
ürkerek durdurmaya ve geri çekmeye başlıyorlar.
İç savaş, bu nedenle eski rejimi
devirmekten daha çok, devrimci süreçteki bu iki ters akımın çarpışması oluyor.
Marx, 1789 ve 1848 devrimlerinin pratiğinden,
devrimlerin sürekliliği düşüncesine ulaşıyor. Bu düşüncenin özü, başlayan
devrimin, basamak basamak derinleşmesi ve daha radikal sınıf ve programların
yönetimine girmesidir.
Devrimin, kendi sınıf çizgisinde basamak
basamak radikalleşmesi, somutta ve politik durumda ikili iktidar olgusunun
ortaya çıkmasına yol açıyor. Ekim devriminde bu çok nettir ve en çok bilinen
ikili iktidar durumunu anlatıyor.
Tarihçi Hill, 1640 İngiliz devrimi ile
ilgili olarak,”şimdi ülkede iki iktidar merkezi var “diye yazıyor. Ekim
Devriminde Sovyetler ve Hükümet olarak ortaya çıkan ikili iktidar yapısı,
Fransız devriminde meclis hükümetleri ve Jakoben Kulüpler biçiminde kendisini
gösteriyor.
Hiçbir devlet, ikili iktidara tahammül
edemez.
Devlet olmak, iktidarın tek merkezde
toplanmasıyla mümkündür.
İki iktidar merkezi, ya iç savaş
demektir, ya da iç savaşa çağrı olmaktadır.
Öyleyse ufukta daha ileri bir devrime
açılan, çaresiz bir restorasyona karşı çaresi çoktan birikmiş bir revolüsyonu
karşı karşıya getirecek bir iç savaş görünüyor ve baş aktörlerinin eninde
sonunda Kürt ve Türk emekçileri olacağı öteden beri görülüyor!
Bu ders için kimseden teşekkür
beklemiyorum, akıllarını kullanmak ve başkalarına ait düşüncelerden kurtulmak
için en az bir kez eleştirel bir irdeleme ile okumaları ve eksik veya yanlış
isem beni aydınlatmaları en büyük teşekkür olacaktır!
Olmadı mı, hiç fark etmez tarihe not
düşmek de bir derstir ve bu ders dâhil, daha birçok dersin kaynağında tarihe
düşülen ve hâlâ yol gösterici olan notlar vardır ki, bu derslerin en son
kavgaya kadar tarihe ve hep not edileceğini kimse unutmamalıdır!
Hiçbir yeni gün geçmişinden ve
geleceğinden bağımsız değildir; dolayısıyla bütün yenilerin ve/veya yeniye
yönelmiş yeni günlerin geçmişi, eski ve geridir; geleceği ise yepyeni ve
ileridir ki bu da, tarihe düşülen notlarla sabittir!
Ders bitmez ama dersimiz
burada bitmiştir!
Fikret Uzun
14 Mart 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder