CEHALETİN
GERİLEMESİNE ÜZÜLÜP AYDINLANMANIN HÜCUMU KARŞISINDA AĞLAYANLARA
Cehalet, tarihte hep egemen sınıfların
baskılarını kolaylaştırmak için kullandığı en önemli ve ucuz araçlardan, disiplin
de diyebiliriz, biridir; şimdi tam da buradayız ve yine tam burada, yani
ülkenin topyekün ve hızla cahilleştirilmeye devam edildiği bu gün, iktidarının
da, muhalefetinin de ve dahi solunun da,sağının da "millet" ile
"milliyet"in birbirlerinden çok ayrı olduklarını bilmedikleri
görülmektedir.
Cehalet,
egemen sınıfların baskı araçlarından ve en ucuzlarından biri ise, ekonomisi de
militarizmi de politikası da ve hatta vurgun yemiş "sol"un pek
severek sığındığı kozmopolitizm ideolojisi de depresyon geçiren zavallı ABD-AB
emperyalizmini de ve onsuz yapamayan, daha yeni başkanı Kılıcıdaroğlunun, ekibi
ile birlikte Amerikan emperyalizminin şefkatli kollarında ağlamak için
Washington'a veya New-York'a uçtuğu, taa oralardan politika yaptığı ve
gitmişken şimdilerde AKP'nin, daha çok RTE'nin saldırı oklarının hışmı altında
olan Fetullah Gülen tarikatına da, "cahilleştirmeyi biz daha iyi yaparız, o
nedenle oylarınıza talibiz, ama takdir hoca efendi hazretlerinindir" yollu
selam çakan CHP'yi de 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünün
baş aşçısı olduğu cahilleştirme politikasından ayrı tutamayız; yani Türkiye'nin
cehalet saçan ve cehalet'i yaşam biçimi yapan politikaları ile yeni dünyacı, ulusal
nihilist, "Büyük Kürdistan" ile " Küçük küçük aşiret devletleri
topluluğunu içeren Ortadoğu" düşü gören emperyalizmin beynelmilel
cahilleştirme politikaları çok yakın akrabadır.
Gelip
gelip karanlığın içine giren ve Kürt halkını da hızla bu karanlığa çekmek için
yoğun bir cahilleştirme politikaları içine giren Kürtler de tam buraya
uymaktadır.
İşte
tam burada, bu tabloyu bir kez daha ortaya koyduğum için, Kürtlerin bu tabloya
uymadığını ve AKP'nin de bu tabloda olumsuz bir yanı bulunmadığını kanıtlamak
üzere CHP saylavı olan ve bir bilim kadını olan Birgül Ayman Güler'in
"Kürt düşmanlığı" bir kez daha öne çıkarılmıştır.
Oysa
Birgül Ayman Güler hanımefendi, bu herkesin bildiği bir sır olarak duran ihanet
tablosuna, bir bilimsel fırça darbesiyle ve elbette durup dururken değil, onca
zaman Kürt'lüklerinden utanan ve saklayan, sonra da Kürtlerin neredeyse
"en üstün ırk" olduğu yollu savunular içine giren ve "Türk
ulusunu tarihten silmek"ten, Türklüğün "ırkçılık" olduğundan söz
etmekten bile geri durmayan, hatta bazıları "şeriat talep eden", bazıları
ise "hegemonyayı tarikatlara vermeyi" öneren ve hatta bazıları Kürtçe
bile bilmeyen ve suçu yasaklayanlara atan, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Türk
milletine ve Türkiye Cumhuriyetine bağlılık yemini eden BDP'li
milletvekillerinin (ki ABD-AB gericiliği ile 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı
faşist gericiliğinden bunları ve bağlı olduklarını ayrı görmüyoruz) sözlerine
karşı aynı parlamentonun bir üyesi olarak ve taşıdığı Türk kimliği ile ama bir
bilim insanı sorumluluğunda "millet" ile "milliyet"
sözcüklerinin ve olgularının çok ayrı olduğu gerçeğini ortaya koymuştu.
Yer
yerinden oynamış ve bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan, duyan-duymayan ama
şeyhlerinin, imamlarının, ağababalarının, aşiret reislerinin ve artık onursal
hale gelen önderlerinin ağzına bakan herkes,onlarla birlikte deprem
yaşıyormuşcasına sağa sola "susturun şu kadını" yollu bağırıp
çağırmaya ve hep hazırda tuttukları "ırkçı","kürt düşmanı"
vb. yaftalarının hepsini Birgül Ayman Güler’in boynuna asıvermişlerdi.
Hiçbir
yalan bu kadar büyük deprem yaratamazdı ve yaratamamıştır ama Birgül Ayman
Güler'in cesaretle ve bilimsel sorumlulukla ve elbette kendi partisinden bile
ki CHP'nin AK-CHP olma yönünde epey bir çaba sarfettiğini de biliyoruz, zılgıt
geleceğini bile bile ortaya koyduğu somut ve bilimsel gerçek, herkesin
kimyasını bozan şiddeti yüksek bir deprem yaşattı ve artçılarının hâlâ sürmekte
olduğunu bu gün bile görüyoruz.
Oysa Birgül
hanım'ın söylemi, kimsenin reddemeyeceği ve üstünü örtemeyeceği denli açık ve
net olan insan topluluklarının birincisi, klan-kabile (aşiret de buradadır ve
Öcalan'nın "demokratik komünü" nü dayandırdığı temeldir) toplumları
ve ikincisi, milliyet toplumları ile üçüncüsü ulus toplumlarının eşit olmadığı
ve ayrı kategoriler olduğu gerçeğini hatırlatmaya yöneliktir.
Ve
bu anlamda "...bana Türk ulusu ile Kürt milliyetinin eşdeğerde olduğunu
kabul ettiremezsiniz" sözü, ne ırkçılıklıktır, ne de Türkleri üstün ırk
saymaktır; ve Kürtleri aşağılamak da değildir!
Bu
somut ve bilimsel gerçek karşısında, cehaletinin farkına varacağına,
cehaletinden aldığı cesaretle cahilane öfke gösterileri yapanlar, bundan Türk
milleti ile Kürt ulusu kaşılaştırması yapıldığını ve dahi Türk milletini üstün,
Kürt ulusunu aşağı göstererek,"ırkçılık" yapıldığı sonucunu
çıkarmışlar ve birgül Ayman Güler'i öfkeli haykırışlarla cahilleştirdiklerini
umdukları ve sandıkları Türk ve Kürt halkına şikayet etmişlerdir. Üstelik,
Türkiye toplumunun Türk Ulusu biçiminde oluşmuş durumda olduğunu, bir etnik
kökene dayandırılmadığını kendileri de inkar edemeyecek durumda iken...
Ve
Marx'ın tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini, "kadercilik"
ile özdeşleştirmeye yeltenip de başarılı olamayanların,bu çizgiyi toptan
reddetmesi herhalde bu nedenle olsa gerektir ki "Marx'ın bu çizgi ile
bağlı şemasına göre,sırasıyla komünal toplumlar,feodalite ve kapitalizm var ve
Kürtler feodal aşamadadır ve bundan da şikayetçi değildirler" demek olan
gerçeğin bu şamarını, Birgü Ayman Güler'in "ırkçı"lığının ,"Kürt
düşmanlığı"nın bir sonucu ve "gerçek dışı" bir
"hakaret" olarak görmek, cahillik değilse, suçüstü yakalanmış
cahilleştirme çabası içindekilerin "yağmasan da gürleyeceksin"
halet-i ruhiyesinin dışa vurumudur.
Bir
kez daha hatırlatalım ki "milliyet" kategorisi, her zaman
"millet"ten öncedir ve tarihsel olarak aşağı aşamadır.
Kim
bilir kaç kez ve çoğu kez bazılarının, yani söz konusu her ne pahasına olursa
olsun Kürt sorunu çözülsün olunca, Marx'ı ve Lenin'i şahit göstermekten geri
durmayanların Marxçı-Leninciliklerinin sahteliği yanında, Marx'a ve Lenin'e
atfettiklerinin de yalan-yanlış olduğunu yüzlerine vurmak için hatırlatmışımdır
ki, Marx, Engels ve Lenin,"Milliyet" terimini daha çok, kabile
düzenininin dağılmasından, kapitalizmin tarih sahnesine çıkışına ve ulusların
oluşumuna kadar uzanan dönem içinde görülen sosyo-tarihsel toplulukları
belirtmek için kullanmışlardır.
Milliyetler,bir
ulusun belirgin özelliklerini andırmakla birlikte,olgunluk derecesi ile ve
nitelikçe farklılık gösterirler; önem derecesine göre bu belirgin özellikler, dil
ve toprak ortaklığı, ekonomik, politik ve kültürel yaşam ortaklığının ilk
gelişme belirtileri, etnik benlik duygusu ve göreneklerdir.
Bir
milliyetin özü, yalnızca ardarda sıralanan belirgin özelliklerden ibaret
değildir; bu belirgin özelliklerin olgunluk derecesine de bağlı ve bu esas
olarak toplumsal, yalnızca daha az olmak üzere etnik anlamdadır. Ayrıca, bu
belirgin özelliklerin oynadıkları rol,aralarında kurulan özgül birleşimlere de
bağlıdır. Milliyetin, içinde geliştiği somut tarihsel ortam son derece
önemlidir; yani, milliyet gelişmesini özgürce yapabilmekte midir, yoksa baskı
altında mıdır; kendi devletini kurabilmekte midir,yoksa çokuluslu bir devletin
parçası mıdır, vb.
Milliyetlerin
ulus düzeyine yaklaşmaları, üretim güçlerinin, iç iletişimin, işbölümünün ve
kültürel ilerlemenin vardıkları düzeye bağlıdır.
Yalnızca
sosyalizm koşullarında milliyet ile ulus arasında ulusal düzeydeki ilişkiler
bağlamında esaslı bir fark yoktur. Sosyalist düzen, milliyetlere de, uluslara
sağladığı aynı toplumsal koşulları sağlar.
Milliyetin
ulusa dönüşümünü engelleyen ki bazı milliyetler için bu engel ister istemez
aşılamaz durumdadır, bu milliyetin esas olarak küçük nüfus ve dağınık yerleşme
düzenine sahip olması gibi sınırlı bir ulusal gelişme potansiyelidir.
Engels,
Milliyet kavramıyla, ulusal benlik duygusunu, yani bireylerin, kendi ulusal
bağlarını algılayışlarını kastetmiştir. Engels, büyük bir ulusun bu dağınık
parçalarının bu büyük ulusun ulusal yaşamından koparak, büyük ölçüde, başka bir
halkın ulusal yaşamıyla bütünleştiklerine dikkat çekerken, bu bütünleşmenin, her
şeyden önce, toplumsal bağlamda gerçekleştiğini de işaret etmiş oluyordu; çünkü,
etnik özellikler, uzun zaman değişmeden kalırlar.
Örnek
olsun, Macaristan Almanları, Alman dilini kullandıkları halde, "zihniyet, karakter
ve görenek bakımından gerçek anlamda Macarlaşmışlardır.
Engels,
Alman imparatorluğunun Fransız devrimine savaş ilan ettiği zaman, Alman kökenli
olan Alsas-Loren halkının ulusal kimliğini hiçe saymış olduğunu yazmıştır. Engels,
Bu Alman kökenli Fransızların, konuştukları dile ve tarihsel geçmişlerine
karşın, devrim adına savaş alanlarında has Fransızlarla bir tek halk halinde kaynaştıklarını
belirtir.
Diğer
yandan, Fransızlarla aralarında "etnik akrabalık ve ortak dil bağı
olmasına karşın" İtalya ile birleşmeyi tercih eden Savoyalıların durumunda
toplumsal etkenlerin etnik etkenlere oranla daha belirleyici bir rol oynamış
olduğu görülür.
Öte
yandan dil etnik bir özellik olmasına karşın, dilin bir takım insanların
milliyetinin ne olduğu sorununun bir sonuca bağlanmasında, yani kendini bir
ulusla özdeşleştirmekte bir ölçüt olarak hizmet göremez.
Lenin,
çoğunluğu Fransa ile birleşmeyi seçmiş olan Alsas -Loren halkının milliyeti
konusuna değinirken, bu halkın bir kısmının yalnızca dillerinden ötürü
değil,aynı zamanda ekonomik çıkarları ve duygusal eğilimlerinden ötürü de, Almanya'ya
yöneldiklerine işaret etmiştir.
Demek
ki insan yaşamında yer alan ulusal köken ve ulusal kimlik, birbirinden bağımsız
ama hiç kuşkusuz birbiriyle ilintili birer etkendir.
Ulusal
bağlar, etnik temelden çok, toplumsal temel üzerinde,yani ortak çıkarlar, ortak
ahlak değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkarlar.
Daha
önce de kaydetmiştim ki, sınıf, ulus, vb. insan topluluklarının birbirinin
peşisıra ya da yan yana ortaya çıkmalarına, insanlığın ilerlemesi yol açmıştır.
Tarihteki
insan toplulukları arasında, yukarda da değindim, kabile, milliyet ve ulus ayrı
birer yer tutarlar. Ulusların ve milliyetlerin varlığı sürdükçe, bunların
gelişmesi ve birbirlerine yakınlaşması, çeşitli çokuluslu toplulukların ortaya
çıkmasına da yol açar ve açmıştır.
Sosyalizm
dünya çapında kurulduğunda, bu çokuluslu topluluklar, önce birkaç çokuluslu
topluluk halinde, sonra da, ulusların kaynaşmasının ve insanlık tarihinde
ulusların aşılmış olacağı çağın ilk basamağı olacak olan tek bir uluslararası
topluluk halinde bütünleşeceklerdir.
Farklı
insan topluluklarının, topluca yaşamanın , soy, dil, gelenek ve inanç ortaklığı
gibi ilk biçimlerini içeren etnik özelliklerini ifade etmek için Latince
"natio" sözcüğünün kullanımının yaygınlaşması, iki bin yıl öncesine
dayanır; başlangıçta yalnızca kabile toplulukları için kullanılan bu
"sözcük", daha sonraları belli bölgelerin, devletlerin, tek tek
milliyetlerin halklarını da kapsamına alacak biçimde genişlemiş, feodalizmin
çöküşü ve kapitalizmin doğuşuyla birlikte nitelikçe yeni bir kuruluş olan ulus
için de kullanılmıştır.
Yani,tarihsel
bir insan topluluğu biçimi olan ulus, özü olsun, özellikleri olsun (bir ulus
çapındaki), çeşitli toplumsal ve etnik etkenler arasında; çeşitli öznel ve
nesnel etkenler arasında özdeşlikler bulunmasından kaynaklanan son derece
karmaşık bir organizmadır.
Elbette
etnik olan aynı zamanda toplumsal olandır; ancak toplumsal dendi mi her zaman
"sınıfsal" etkenler kastedilir. Etnik denildiğinde ise toplumsal
gelişme süreçlerinin özlerinin değil de, daha çok biçimlerinin yansıları ifade
edilmiş olur.
Elbette
artık hepimiz biliyoruzdur ama konunun bütünlüğü açısından bir kez daha
hatırlatmalıyım ki, Marxizm-Leninizm, ulusların ortaya çıkışını doğrudan
doğruya kapitalist çağa bağlar; toplumsal gelişme sürecinde kapitalizm
evresinin kaçınılmaz bir ürünü ve kaçınılmaz bir biçimi olarak ortaya çıkan
uluslar, sosyalist toplumda da varlıklarını sürdüreceklerdir ve sürdürdüklerini
hepimiz gördük ve biliyoruz; gelişmiş komünizmin tüm dünya çapında yaygınlık
kazanacağı aşamaya kadar ortadan kalkmayacaklardır.
Öyleyse
buradan hareket ederek bile, bu günkü genel olarak "ulus-devlet"
düşmanlığının yersiz ve temelsiz olduğunu, ulus varsa, yaşıyorsa ve gelişimini
ve formasyonunu tamamlamak için devlete ihtiyaç duyuyorsa
"ulus-devlet"in de olacağını kabul etmek zor değildir.
Ulus
tanımının burjuvaca yapılması, bugünkü kafa karışıklığını artıran temel
nedenlerden birisidir; yani, tıpkı ünlü Otto Bauer'in yaptığı gibi, ulusu,
ortak kültür bağlarının üzerine kurulu bir toplulukla sınırlamak ve ulusal
karakteri, ulusun ana ögesiymiş gibi göstermek çabaları, bugün milliyet ile
ulusun bir ve aynı olduğu yanılsamasına, ya da ayrı olduğunun algılanamamasına
yolaçmaktadır.
Lenin'in
kültürel özerkliği bir burjuva yalanı olarak nitelendirdiğini biliyoruz;
"kültürel milliyetçil" konusunda sosyal antropolog Bronislav
Malinovski'de, Otto Bauer'inkine benzer şekilde, milletlerin kendilerini
gerçekleştirme alanları olarak, hem de dışlayıcı biçimde, kültürleri görür; bu
nedenle de temel ilgi alanı olarak kültürlerin korunmasını ele almıştır;
kültürlerin korunması için önerdiği çözüm yolu ise dolaylı idaredir. Çünkü ona
göre gerekli korumaya ve politik istikrara, bir"ulus-devlet" değil,
ancak ve ancak dolaylı idare sayesinde ulaşılabilir. Bu düşüncesi nedeniyle
Malinovski, 1940'ların Polonya'sında "Fransız Joseph (Avusturya imparatoru
ve Macar kralı) aslında bizim Joseph'ten (yani Stalin’den) daha iyi idi"
diyebilmiştir.
Oysa
ulusların ve ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal özünü gözden kaçırmazsak ki
bunun için, ulus sorununa bilimsel yani sınıfsal, yani Marxist-Leninist
teorinin bakış açısıyla bakmak gerekmektedir, ulusların ve ulusal düzeydeki
ilişkilerin kapitalist toplumdaki çelişkili mahiyetlerini görürüz; bunu görünce
de ulusal olan ile uluslararası olan arasındaki diyalektik ilişkinin önemi
ortaya çıkar.
Ve
tam burada burjuva ideolojisi ile proletaryanın ideolojisi arasındaki savaşın
varlığı ve önemi ortaya çıkar.
İşin
kötüsü ve tuhaf tarafı, Marxizm ile ilişkileri olsun veya olmasın, ulus
teorisinin burjuvaca kurgulanmasında sakınca görmeyenler, bunu Marxist-Leninist
teori ile ilişkilendirmeye, ulus teorisini marxist-Leninist temelde kurgulamaya
özen göstermedikleri denli özen göstermişler ve göstermeye devam etmektedirler.
Burada,
ulus konusundaki anlayışın burjuva milliyetçiliğine batmış olduğunu gösteren en
önemli yanı, etnik etkenlerin abartılması ve kapitalist uluslardaki toplumsal, özellikle
de sınıfsal çelişkilerin göz ardı edilmesidir.
Ulus
olgu ve kavramına burjuvaca yaklaşanlar, ulusu "tarihsel olmayan" bir
kategori olarak ele alırlar ve ulusu, sosyalizm koşullarında kesintisiz
gelişerek, özgül ulusal özelliklerini sürekli olarak güçlendireceği bir mutlak
kategori olarak göstermeye çalışırlar. Bu, sosyalizmde de milliyetçiliği
mutlaklaştırıp, enternasyonalizmi tümüyle unutmak demektir.
Öcalan
ile birlikte anarşist takılanların, "otorite"nin müzmin düşmanı
olanların, daha doğrusu böyle imişler gibi yapanların, sosyalizmde devlet
olgusu ve kavramına hücum halinde olmaları bu anlayışın sonucudur. Öte yandan, bu
lafızlarını enternasyoanlizmin içine sokmaları ise kafalarının karışıklığından
değilse, akıl taşıyanların akıllarını bozmak içindir.
Çünkü,
apaçık görülmektedir ki, Öcalan ve taraftarları, Kürt coğrafyası ile bağlı
olarak, ulusal etkeni abartmakta ama yine aynı coğrafya ile bağlı olarak
uluslararası etkeni, üstelik enternasyonalizmin lafzını ihmal etmedikleri
halde, hiç hatırlamamaktadırlar; ama öte yandan, parçası oldukları bütünsel
coğrafyada ulusal etkeni tümüyle yadsırlar, ulusun tarihsel bir kategori
olduğu, toplumsal gelişmenin kaçınılmaz sonucu olduğu gerçeğini kabul etmezler.
Bu
burjuva bakış açılarını, Kürt halkına onca zaman devrimci,hatta sosyalist bir
renkle yaklaşmış olmaları nedeniyle, kendi yarattıkları bu beklentiyi
kıramadıklarından veya alenen tersine çeviremediklerinden, ihtiyaç duydukları
devrimci renk ile yaldızlamak için, "demokratik" lafzı bol bir söylem
içine girerek, en sonu, "ayrı devlet istemediklerini" ilan edip,
kapitalizm koşullarında, hem de kapitalistlerin kapitalizmden çoktan
vazgeçtikleri bir zamanda, emperyalizmin dünya imparatorluğu kurarak, dünya
halklarını topyekün köleleştirmek için ortaçağa kervan düzdüğü bir zamanda,
tekellerin sömürüsünün ve ezgisinin ve bununla orantılı olarak sınıfsal hıncının
son derece arttığı koşullarda, üstüne üstlük bunların kaçınılmaz sonucu olarak
şeriata dayalı bir faşist diktatörlüğün konuşlandırıldığı 12 Eylül rejimi koşullarında
"demokratik komün"ü icat etmişlerdir.
Ama
bunun, yani "ayrı devlet istemiyoruz" demelerinin,“biz millet değil,
milliyetiz" demek olduğunu bilmez görünürlerken,"millet" ile
"milliyet"in birbirlerinden ayrı olduğu yüzlerine çarpılınca, komplekse
kapılıp, "Kürtleri aşağılıyorsunuz, hakaret ediyorsunuz, ırkçılık
yapıyorsunuz " yollu kükremeyi ihmal etmemektedirler.
Oysa
artık, sizin istediğinizi yaparak, bırakalım Lenin'in, Marx'ın söylediklerini,
"millet" varsa "devlet"in de olacağı konusunda burjuva Batı
dünyasının ideologlarının bile, hemen hemen tam bir görüş birliği olduğunu
görmemek mümkün değildir.
Kaldı
ki zaten kozmopolitizmi dilinden düşürmeyen ABD-AB emperyalizminin bile, devletten
ve/veya ulus-devletten vazgeçmedikleri; amma ve lakin, "Büyük
Kürdistan" hayallerinin onları, bu projenin gerçekleştirilmesi için ,
"Büyük Kürdistan"a karşılık, küçültülmüş, hatta parça pinçik olmuş
bir Ortadoğu'ya mahkum ettiği apaçık görülmektedir.
Demek
ki henüz, tarihsel olarak "devlet" in de "ulus-devlet"in de
tarihe karışması zamanı değildir; ancak Türkiye'nin de yer aldığı bu geniş
coğrafyada genel olarak "devlet" in değil ama bir çok
"ulus-devlet"in zorla tarihe karıştırılmaya çalışıldığı bir zamandır;
amma ve lakin,"devlet"in de "ulus-devlet"in de henüz tarihe
karışmasının tarihsel koşullarında yaşamıyoruz; bu nedenle sevsek de, sevmesek
de ve hatta bütün kötülüklerin anası olsa da, olmasa da,"devlet" de
"ulus-devlet" de başımızda kalacaktır; henüz başımızdan atabilmemizin
nesnel olarak da hatta ne kadar zor kullanılırsa kullanılsın, öznel olarak da
mümkünatı yoktur demek istiyorum.
Ancak
ve ancak, o da emperyalist oyunlarla ve emperyalistlerin bölgedeki bilumum
işbirlikçilerinin katkısı ve topyekün "zor" uygulaması ve belki bir
savaş ile "ulus-devlet"ler parçalanabilir, küçük -küçük devletler
haline, hatta aşiret devletleri haline getirilebilir; amma ve lakin bu, ne
genel olarak "devlet" in ortadan kaldırılmasıdır, ne de
"ulus-devlet"in ortadan kaldırılımasıdır.
Yerine,
köküne aşiret bağlarının konulduğu veya bu köke dayandırılan
"demokartik" de olsa bir "komün" koyarak, ki komün, gemenwessen,
topluluk ve ortakçılık demektir, ki aşiret ile bağlamak pek kurnazcadır, Kürt
coğrafyası aşiret bağlarına, aşiret topluluğuna aşinadır ve içinde yaşıyorlar,
bu "ceberrut devlet" i de, tarihsel olarak "devlet"i de ve
elbette "ulus-devlet"i de başımızdan atıyoruz-aaat-tık diyerek
atamayız; ABD emperyalizmi de atamaz, onun "dost"luğuna yaslanarak
"Öcalan" da atamaz!
Ne
yapar, "ulus-devlet" yapısını parçalarlar ve ortaya çıkan küçük
parçalarına hapsederek, her parçasını birbirine kırdıra kırdıra, içinden
birleştirerek oluşturdukları en büyük parçaya köle yaparlar.
Bu
ne "devlet"i ne de"ulus-devlet"i def etmektir; tam tersine
daha "devlet" ve daha "ulus-devlet" bir
"devlet"i, bu geniş coğrafyaya ABD-AB emperyalizmi adına bela
etmektir.
Tam
burada hatırlatmalıyım ki oldukça zihin açıcıdır,"ulus"un da,"ulusal
devlet"in de, birisi, mesela ABD emperyalizmi, mesela Öcalan, "yok-ol"
dedi diye yok olmasının mümkünatı olmadığını, ancak vakti-saati geldiği zaman,
yani sınıf mücadelesinin ve toplumsal ilerlemenin şekli şemaline ve sonucuna
bağlı olarak tarihsel koşulları sahneye çıktığı zaman bağlansa durmayacağanı, ne
yapıp edip yok olacağını biraz olsun anlamaya epey bir yardımı olacaktır:
Çünkü,
kendileri ne derse desin, gerçekte burjuva ideolojisi içinde çürüyenlerin iddia
ettikleri ve inanmamızı istedikleri gibi, ulus, çok sayıda insanın birlikte
paylaştığı bir kavram olarak mevcut değildir; ulusun temeli ulusal irade
değildir; ulusun varlığı, insanların iradesine, ortak isteğine bağlı değildir;
ulus,birlikte yaşama isteğinden doğmuş bir birliktelik değildir; ulus, sınıfsal
bağlamdan koparılmış, bir ideolojik ve kültürel yaşam, bilinç, ruh ya da
duyguya indirgenemez; ulus, tamamen insan aklının, bir ürünü değildir; yanlış
bir şekilde "tarihsel ilerlemenin en aktif motoru" olarak görülen
ulusal bilincin ete kemiğe bürünmüş hali de değildir.
Peki
nedir?
İlk
önce, toplumsal bir kategori,tarihsel bir insan topluluğudur; ikincisi,
toplumsal-sınıfsal bir topluluk olarak ortaya çıkmış olup, gelişmesinde sonucu
belirleyici etken, ekonomik yaşam ortaklığıdır; üçüncüsü, diğer belirgin
özellikleri kendiliğinden oluşmamış olup, varlıklarını kendi başlarına değil, ancak
ekonomik yaşam ortaklığıyla birlikte sürdürürler; dördüncüsü, varlıklarını
ekonomik yaşam ortaklığı ile birlikte sürdürürler tanımı, ulusun belirgin
özelliklerinin arasına kültür, bilinç ve psikolojiyi de katar; ayrıca,
kapitalist toplumda bir ulusal topluluğun, birbirine karşıt, iki sınıfsal yanı
vardır; bu anlamda, kapitalist toplumda bu iki karşıt sınıfsal yan, ekonomik,
politik ve kültürel alanlardaki en temel sınıfsal çıkar ve amaçların
bağdaşmazlığını ifade eder ve buradan hareketle, kapitalist düzende"ulusal
birlik" ve "bütünlük", olsa olsa ancak itibari ve göreceli
olarak mümkün olabilir; ve ulus, bütün bu özellikleri nedeniyle ekonomik ve
tarihsel koşullara bağlı olarak uzun ömürlü bir tarihsel insan topluluğudur.
Dilin
ise etnik bir etken olarak önemi yadsınamaz, ancak, bundan daha çok dilin
ulusların doğuşu ve gelişmesi açısından taşıdığı toplumsal rolü önemlidir; bu
anlamda milliyetin ulus haline büyümesi sırasında, dil değişmez bir öge olarak
kalmaz, çünkü değişmeden kalsa idi, oynadığı toplumsal rolü oynayamazdı;
feodalizmden kapitalizme geçiş sırasında dillerin uğradığı değişim
incelendiğinde, diğer başka bulgular yanında, dilin sözcüğün tam anlamıyla
standartlaştığı, nitelik bakımından değişikliğe uğradığı ve edebiyat eserleri
düzeyine yükseldiği sonucuna varılmıştır.
Öyleyse,
ekonomik yaşam ortaklığı, ulusların oluşumunu hazırlayan ana etkendir ve ulusal
devlet,daha sonra ulusların sahneye çıkışı ve gelişmesi için gerekli önemli
koşullardan birisidir; yani ulus için, gelişimini ve formasyonunu tamamlamak
üzere, ekonomik bakımdan ulusal devlet gereklidir.
Lenin,
önemli olanın bir ulusun devlet kurması değil, devlet kurma savaşımında
birleşmesi olduğunu söyleyerek, ulusların oluşması dönemi boyunca toplumsal
gelişmenin özellikleri arasında, şuna dikkat çeker; "Ekonomik üst yapı.
Demokrasi ve ulusal egemenlik. İşte bu yüzden 'ulus-devlet' ..."
Ve
bu hatırlatmalardan sonra, ulusun derli toplu bir tanımına varmış bulunuyoruz
ki "ulus-devlet"e, tam da küçük-burjuva bakış açısıyla ve hatta
burjuvaca bakanlar, onu hiç olmaması gereken bir icat, bir kurgu, bir düzenleme
veya ekonomik ve tarihsel koşullardan bağımsız, öznel bir kötü niyetli
örgütlenme olarak gördükleri için, ki bu sola ait olmayan bir "öğretilmiş
düşüncedir", "ulus-devlet"e düşmanlığı fetişleştirirler.
Bu
yüzden de, bu hatırlattıklarıma gözleri ve kulakları kapalı olacaktır, ama
olsun, ben yine de bu tanımı derleyip, toparlayıp, buraya asacağım.
Ulus,
ekonomik yaşam ortaklığına ve buna bağlı olarak dil, toprak, kültür, bilinç ve
psikoloji ortaklığına dayalı bir toplumsal gelişme biçimini oluşturan, uzun
ömürlü tarihsel bir insan topluluğudur. Ömrünün nereye kadar sürebileceğini ise
yukarda hatırlattım.
Peki,
milliyet bu mudur?
Biz
olmadığını biliyoruz ve Birgül Ayman Güler'in de bildiği ortadadır; bunu buraya
kadar kısa da olsa gösterdik ve ayrıca, ulus ile milliyetin bir ve aynı
olmadığını, bu anlamda eşdeğer olmadığını ve hatta "Kürtler"in
"ayrı devlet istemediklerini" ilkel aşiret bağlarını kök olarak alan
bir "komün"de karar kıldıklarını, dahası "ulus-devlet"in,
"yok-ol" diyerek yok olacağına inandıklarını ve "yok-ol"
demiş bulunduklarını, yani "miliyet" olarak kalmak istediklerini,
feodaliteden çıkmak istemediklerini ilan ettiklerini de hatırlattık; öyleyse
alınmalarına gerek yoktur!
Ancak,
sanırım, bu kompleksi yenmek ve yendirmek için Öcalan, Kürtlerin önüne koyduğu
"demokratik komün" hedefini, önce Kürt coğrafyasında
bölgeselleştirerek, uluslararası çerçeveye yaymakta ve bu "demokratik
komün"ü, önce "nush" ile olmadı "tekdir" ile o da
olmazsa "kötek" ile bölge halklarından ve yönetimlerinden başlayarak,
sonra da uluslararası çapta yaymayı ve bir "üst birlik-yönetimi"
haline getirerek, dünyaya nur topu gibi bir "Kürt Demokratik Komün
Cumhuriyeti" hediye etmeyi anıştıran kelamlar etmekte ve ham hayaline
"otoriter" bir içerik kazandırmaya çalışmaktadır.
Buna
rağmen alınarak, aşağılanmış hissederek, komplekse kapılarak ve hakaret kabul
ederek kükrenmesi, hem cehaletin büyüklüğünü ve hem de kimsenin gerçekte
Öcalan'ın "komün" ütopyasını pek ciddiye almadıklarını, daha doğrusu
bunun, "Büyük Kürdistan Devleti"nin şifresi olduğunu düşündüklerini
göstermektedir.
Buraya
kadar hatırlattıklarım aslında hemen hemen herkesin bildikleri ama çoğunun
bilmezden geldikleri bilgi, bulgu ve olgulardır. Ancak bir de, bugün üzerine
bastığımız ve kolay kolay yadsıyamayacağımız, görmezden gelsek de gözümüze
batmasından kurtulamayacağımız, canlı yaşamın üzerindeki cap-canlı, tarihsel
gerçekler var:
Emperyalizmin,
ulusal sorunun içeriğine getirdiği çelişkilerin, devlet kurumunun halkların
yaşamında oynadığı rolü değiştirmiş olması, bu günün ve ötedenberi süregelen
somut, tarihsel, canlı gerçeğidir.
Oysa
biz, burjuvazinin, yığınların desteği ile iktidarını pekiştirirken, yani çoktan
geride kalmış olan zamanlarda, genel oy hakkı, parlamenterizm, vb. gibi
demokratik ilkeleri de yaşama geçirmiş olduğunu biliyoruz; ancak, bu çok geride
kalmıştır ve yerine gelen tekeller düzeni, yani emperyalizm, artık bütün
alanlarda tam bir gericilik uygulaması getirmiştir. Bir taraftan burjuvazi ile
işçi ve emekçilerin arasındaki karşıtlık ve husumet büyürken,bu anlamda
birbirlerinden uzaklaşırlarken; öte yandan burjuvazinin tekelci katmanları da,
burjuvazinin orta kesiminden uzaklaşmıştır; böylece ulus, Lenin'i
doğrularcasına, iki kanada ayrılmıştır; bir uç tarafta, sırtını tekellere ve
devlet gücüne dayayan gerici burjuvazi, diğer uç tarafta ise, ilerici unsurlarının
devletin demokratik kurumlarına güvenerek, tekellere karşı, önceleri büyük bir
saflıkla savaşmaya kalkıştığı büyük çoğunluk; ve giderek tekeller, önce tekelci
devleti, sonra da tekellerin devletini, yani tekellerin bizzat kendilerinin
devlet olduğu devlet kapitalizmini kurarak, devlet egemenliğinin aracısız
sahibi olmuştur; işte yaşarken ayağımıza takılan, gözlerimizi tırmalayan, aklımızı
kurcalayan bu günün canlı gerçeği ötedenberi budur.
Öyleyse
bu somut gerçeklikte, şu somut açılımı görmek zor değildir; egemenlik
tekellerin ise, büyük büyük zenginler devletin aracısız sahibi ise ve
emperyalizm uluslararası ölçekte bütün halkların toplumsal yaşamına ve
yönetimlerin politik-ekonomik, hatta ideolojik ve kültürel yapısına içkin halde
ise, yani ulusal yaşam ile uluslararası yaşam, gittikçe içiçe geçiriliyorsa,
moda tabirle "küresel" leştiriliyorsa, öyleyse karşıtlığın nesnel
olarak hem ulusal ve hem de uluslararası içerik taşıdığını, dolayısıyla içiçe
geçtiğini ve öyleyse, ulusun diğer uç tarafındaki ezici çoğunluğunun, hem karşı
ucundaki gericiliği temel ideolojik dayanak yaparak devlet egemenliğinin
dolaysız sahipliğini yürüten tekellere ve çıkarlarını tekellere yaslanarak
koruyacaklarına inanan gericileşmiş burjuva katmanlara karşı, hem de bundan
ayrı olmayan veya bu gerici ucun ayrı olamayacağı emperyalizme ve onun
gericiliğine nesnel olarak karşıt olduğunu kabul etmek zor değildir.
Ancak
buna karşın, bu nesnel olarak tekellerin karşısında yer alan büyük çoğunluğun,
öyle veya böyle, nesnel olarak karşıtı olan ve istese de istemese de kendisine
karşıt uçta konumlanmış olan tekellerin, büyük zenginlerin, işbirlikçilerinin
ve devletinin ve elbette emperyalizmin egemenliğini sürdürmesinin en önemli
dayanağı olduğunu da görüyoruz.
Bu
şimdiye kadar pek fazla bir "zor"a gerek duyulmadan, özellikle medya
baskısı ile ve elbette "sol" görünerek kitleleri aldatan devşirilmiş
aydınlar, solcular ,sosyalistlerin çabaları ile yaratılan illuzyon sayesinde
sürdürülüyorken, şimdilerde bunun sürdürülebilmesinin zorlaştığını ve bu nedenle
"zor"a başvurunun da, "zor"un şiddetinin de arttığını
görebiliyoruz!
Yani, hem
tekellerin ve hem de emperyalizmin egemenliklerini sürdürmede pek de başarılı
ve güvende olmadıklarını görüyoruz.
Yani
demek oluyor ki, uç taraflarda nesnel olarak olduğu kadar olmasa da, gittikçe
artan bir şekilde öznel olarak da bu karşıtlık ve karşı durma eğilimi artmakta
ve netleşmektedir.
Bu
demektir ki kitleler, kendi önsezileri ile veya ötedenberi söylenenlerin doğru
olduğunu pratikteki yansımaları ile görerek, bilerek, isteyerek ve hatta öfkesi
artarak uç tarafta ve birikerek durma ve artık geriye gitmeme eğilimini net
olarak göstermeye başlamıştır.
İşte
tam bu sırada, gerici burjuva milliyetçiliğinden ayrı olmayan, daha doğrusu
sadece sinsiliği ile ayrılan, tekellerin, büyük büyük zenginlerin ve elbette
emperyalizmin bayrak edindiği, gerici milliyetçiliğin öteki yüzü olan, büyük
emperyalist güçler arasında egemen olan büyük büyük zenginlerin, egemenlikleri
altındaki küçük, büyük bütün halkları, denetim altında tutatabilmek, egemenlikleri
dışındaki ülkelerin emekçilerini, ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa
bel bağlamanın anlamsız olduğuna ikna etmek ve sömürülmekte olan halkların
direncini kırmak ve de bir kısmını diğer halkları ezmek ve sömürmek için
kullandığı kendi yurttaşlarını hizaya getirmek için, "dünya devleti"
ve "dünya hükümeti" veya "globalleşme" ve
"küreselleşme" fikirleri ve "uluslarüstü" bir hükümetin
yönetimi altında "bütünleşmiş bir Avrupa birliği" kampanyaları ve
propgandaları eşliğinde, kozmopolitzm ve ulusal nihilizm ortaya sürülmüştür.
Böylece, ne kadar burjuva bilim adamı, ideologu, teorisyeni, sanayicisi,
bankacısı, hatta din adamı varsa; ve elbette ezilen ve sömürülen halkların, işçi
sınıfının ve emekçi kitlelerin içinde ne kadar oportünist, ikiyüzlü şarlatan,
sahtekar, aydın müsveddesi varsa, hep birlikte, "ulusal devlet"i
sıfırdan başlayarak kurmak şöyle dursun, "ulus-devlet" fikrine
sarılmanın bile ne denli anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek ve kitleleri ikna
edebilmek için canhıraş bir çaba sarfetmektedirler.
O
kadar öyle canhıraş bir çabadır ki bu, Marx'a ve teorisine düşman olanlar bile,
Marx'ın bu çabalarına yarayacak ne kadar teorik önermesi varsa,hem çarpıtarak
ve hem de yarım bir doğru biçiminde öne çıkartarak ikna yeteneklerini artırmaya
çalışmaktan geri durmazlar.
Kimi
Marx'ı şahit göstererek, Marx'ın, burjuvalardan gelen "komünistlerin vatan
ve milliyeti kaldırmayı istedikleri" suçlamasına karşı, "işçilerden, sahip
olmadıkları bir şeyin alınamayacağını " söylerken kullandığı
"İŞÇİLERİN VATANI YOKTUR" önermesini öne çıkartıp; aynı ifadenin
devamı olarak, "işçi sınıfının, her şeyden önce siyasal gücü ele geçirmek,
'ULUSUN ÖNDERİ' durumuna gelmek, bizzat 'ULUSU OLUŞTURMAK' zorunda
olduğunu" ve "bu ölçüde kendisinin 'ULUSAL' olduğunu", ama
"sözcüğün burjuva anlamında olmadığını" belirten önermesini üzerini
örterek bu koroya katılmakta; kimi Sokrates'in kozmopolit görüşlerini antika
sandığından çıkartarak, "ben ne Türkiyeli, ne İranlı, ne Suriyeli, ne de
Iraklıyım, ben dünya vatandaşıyım ve buradaki tek vatandaşım Kürtlerdir."
yollu koro halinde türkü söylemektedir.
Kimileri
ise ciddi politikacı veya savaş uzmanı edasıyla,"savaşların nedeninin
ulusal hükümranlık olduğunu" haykırır durur ve "durdurun bu kanı, yok
edin buna meydan veren 'ulus-devlet' leri" yollu duygusal sesler
çıkartırlar.
Bütün
bunları açık olarak söyleyemeyenlerin "icadı" veya "keşfi" ise
görüldüğü gibi, "demokrasi" sosuna batırılmış, ama ilkel aşiret
bağlarından ayırmama dürüstlüğünü de göstererek öne çıkartılan
"komün" olmuştur.
Oysa
hepsi ama hepsi, tekellerin, emperyalizmin gerici milliyetçiliğinin sinsi yüzü
olan kozmopolitizmin, ulusal nihilizmin içindedir ve emperyalizmin hiçbir zaman
vazgeçmediği, özellikle de bu geniş coğrafyadaki halklara yönelik olarak
taşıdığı ve özünde, daha büyük karlara engel olduğu için, ulusal
hükümranlıkları ve gümrük duvarlarını yıkmak,halkların ulusal birliklerini
parçalamak ve böylece, ilerlemelerini durdurmak, köleleştirilmelerini sağlamak
politikasına hizmet etmektedir.
Daha
önemlisi ve asıl önemli olan budur diyebiliriz, çökmekte olan ve ilerleyemediği
için, kendi tarihinin gerisine dönme eğilimi gösteren kapitalist dünyanın,
dünya devrim sürecinin, üstelik bir coğrafyada sosyalizmin yıkılmış olmasına
rağmen büyüyen ve netleşen güçlerine karşı, gericiliğin dünya çapındaki ve
ulusal sınırlarla bölünmüş bütün güçlerini birleştirmek amacıyla kozmopolitizmi
ve ulusal nihilizmi kullanmaktadırlar.
Bununla
birlikte, kozmopolitizm ile proleter enternasyonalizmi arasında korelasyon
kurdurarak, işçi ve emekçilerin bilinçli unsurlarının aklını karıştırmaya
çalışmaktadırlar.
Daha
bu günden, halkların ve ulusal farklılıkların öznel müdahalelerle özümleme
yoluyla ortadan kaldırılabileceği fikrinden hareketle, sömürü düzenini ortadan
kaldırmaya gerek olmadan, yani tekellerin ve emperyalizmin egemenliğini
yıkmadan, "ulus-devlet"in dolayısıyla sınırların ortadan
kaldırılmasıyla, bütün halkların eşit, kardeşçe ve özgürce birarada ve hatta
kaynaşmalarına gerek olmadan, renklerini koruyarak ve sağlamlaştırarak ve
üstelik her tarafı kana susamış emperyalist tekellerin, silah ve bomba
ticaretinden palazlanan büyük büyük savaş baronlarının cirit attığı,
yönetimleri satın alabildiği ve kullanabildiği bir konjonktür de, birlikte
yaşayabilecekleri fikrini yaymaktadırlar.
Oysa
bu kozmopoliitizmin şövalyelerinin burun kıvırdığı Marxizm-Leninizm
göstermiştir ki, ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almak ve bunun
ancak uzak bir gelecekte, yalnızca tamamen özgür bir ulusal gelişme temelinde
olacağını kabul etmek gerekmektedir.
Diğer
yandan,150 yıl önce bile Marx, milliyetin ve ulusların artık "modası
geçmiş" bir "önyargı" olduğunu ileri sürenleri alaya almış ve
Lenin ise 1916 da,"Vperyod" grubunun, ulusların tarihsel karakteri
ile ilgili hiç bir şeyi anlayamadıklarını belirtmişken, bu gün hâlâ aynı bu
tarz düşüncelerin yayılmaya çalışılması, hem de "sol" etiketleri en
görünen yerlerine yapıştırmış olarak dolaşanların bu düşüncelerin esiri
olmaları, düşündürücü olduğu kadar, akıl taşıyanlar için ders mahiyetindedir.
Oysa
biraz diyalektik ve tarih bilinci taşıyanlar dahi görebilirler ki ulusal
sorunun sınıfsal yanına ilişkin olarak taşıdığı önemin yadsınması yanında, çok
fazla abartılması da; aynı şekilde ve özellikle ezilen halklar söz konusu
olduğunda, ulusal sorunun taşıdığı önemin küçümsenmesi yanında, abartılması da
son derece yanlıştır ve ulusal sorunun çözümünde yanlış sonuçlara götürür.
Bugün
tam da buradayız ve yanlışa götüren çizginin açısı son derece genişlemiş ve iki
çızgi, neredeyse karşı karşıya gelmiş, dolayısıyla yanlışa götüren çizgi egemen
sınıfın çizgisi ile örtüşmüştür.
Diğer
yandan, bilumum "Kürtseverler"in, faillerini ve faillerine yakın
duranları ve elbette arkasında duranları pek fazla kafaya takmasalar da, Musa
Anter'in öldürülmesi karşısında ağıt yaktıklarını biliyoruz; öte yandan İsmail
Beşikçi'nin Kürt tarihi konusunda otorite olduğunu kabul ettiklerini de
biliyoruz; ancak bugün bazılarını kükreten,"Kürtler millet oldu mu, olmadı
mı?" tartışmaları çok eskidir ve Musa Anter, bir sosyalist olarak, Türkiye
Kürtlerinin "millet" aşamasına gelmediğini düşünürken ve ayrı devlet
politikasının redddi içinde iken öldürülmüştür; İsmail Beşikçi ise ille de
"Kürt devleti" diyordu, bunun için hapislerde yatıyordu ve Öcalan'ı
buna uzak görünce Barzani'ye yaklaşıyordu ve yaklaşmıştır.
Bununla
birlikte ve yine bilumum "kürtseverler", her yerde Kürtlerin katlini
görüyorlarken, hatta faillerinin resmini neredeyse ezbere çizerlerken, Sakine
Cansız ve arkadaşları katledilince, önce gördüler, sonra biraz ağladılar ve
ensonu,yağmasalar da gürlediler amma ve lakin ne Osman Cengiz Çandar'ın solcu
Kürtleri işaret eden raporunu, ne de medyanın bir "sol" renkli Sakine
Cansız resmi izlettirdiğini ve hatta o sıralar pek sık konuşan ve de Kandil'in
Öcalan'a "racon kestiği" yollu konuşmalar yapanların,"Kandilde
sol etkiler" bulunduğundan söz etmelerini ve tabiatıyla Öcalan'ın böyle
görülmüyor olmasını ve Kürtlerde bir sol temizlik peşinde olunduğunu katiyen
görmüyorlardı ve hâlâ görmemektedirler.
Ayrıca,
M. Karayılan ve S. Ok'un ile C. Bayık, D. Kalkan, M. Karasu ve Suriyeli
Bahoz'un,bir ve aynı düşünmediklerinin işaretlerini verdiklerini de, hem
birbirleri ile tartıştıklarını ve hem de Öcalan'ı yerdiklerini ve de ikinci
tarafın "sol" renklerinden rahatsız olunduğunu görmemekte ve Öcalan
etrafında pervane olmaya devam etmektedirler.
Pervane
olurken başları dönmüş olacak ki, uzun hapisliğin Öcalan'ı büyük yanlışların
içine itmiş olabileceği ihtimalini, AKP ile ve hâlâ, yapacağı her türlü
anlaşmanın bir geçerliği ve kendisine bir yararı olabileceğini düşünmesinin, bu
uzun hapislik yıllarının getirdiği bi yanılsaması olabileceğini katiyen görmek
istememektedirler.
Oysa
bu noktada her şeyi görmek ve göstermek, enine boyuna irdelemek sorumluluk
gereğidir. Ancak, bu noktalarda eleştirel yaklaşıp, gördüklerini göstermeye
çalışanlar, "Öcalan'ın yıllarca silahlı savaş yapmış olduğu", bu
nedenle, "sırf tutsak tutuldu diye, gidip TC'ye hizmet etmeyeceği"
yönündeki savlarını mutlaklaştırarak ve eleştirileri hakaret sayarak
saldıranların hışmına uğramaktadırlar.
Ama
daha önemlisi, özellikle Öcalan'ı mitleştiren Öcalanistler,bunun salt bir
"gönüllü hizmet"in ifadesi olmayacağını, uzun hapislik yıllarının, Öcalan'ı
yanlış ve ABD emperyalizminin ve de 12 Eylül faşizminin çıkarları yönündeki politikalara
hizmet eden yaklaşımlara ve politikalara itmiş olabileceğini,varsa kafasında kurnaz
tilkiler, bu yanlışı düzeltmeye yetmeyeceğini görememektedirler.
Ol
zaman, Birgül Ayman Güler'e hemen "ırkçı" yaftası da asılıvermişti ve
kimsenin o yaftayı geri aldığını sanmıyorum!
Peki
öyleyse ırk nedir, ırkçı kime denir? Bu konuda tam bir fikir birliği veya
tartışmasız kabul edilen net bir teori var mıdır?
Peşin
peşin söylemek gerekir ki, ırkçılığın tanımı konusunda literatürde büyük oranda
uzlaşı görülse de, ırkçılığı yaratan nedenler konusu tartışmalı kalmaya devam
etmektedir.
Irk,yaygın
olarak en sert ve dışlayıcı bir kimlik kategorisi olarak nitelenmektedir.
Bu
kimlik kategorisi, tanımlanmış bir grubun, değişmez ve kuşaklar boyu süren
özelliklere sahip olduğu algısı durumunda ortaya çıkar.
Irk,
toplumsal anlamını ırksallaştırma süreciyle kazanır. Irksallaştırma, çoğunlukla
deri rengi gibi gözle görülebilir fiziksel işaretlere toplumsal anlam
yüklendiği toplumsal bir süreç olarak değerlendirilebilir.
Bu
durumda, çoğunlukla biyolojik farklılıklarla tanımlanan insan kategorileri,
toplumsal ve ahlaki niteliklere sahip ayrı insan ırkları olarak
sınıflandırılırlar. Irksallaştırma sık sık katılımla oluşan dış görünüşe
dayansa da, ırkın örneğin deri rengine bağlı bir tanım olması zorunlu değildir.
Irk,
son tahlilde belirli gruplara değişmez özelliklerin atanmasıyla ilgilidir. Yani
etnik gruplar, milliyetler ve hatta sosyal sınıflar bile ırksallaştırmaya tabi
tutulabilirler.
Hatta,
Pier- Andre Taguieff'e göre, halklar arasında biyolojik değil, kültürel
farklılaşmalara dayalı ayrımlaşmalar da ırkçılık kavramıyla tanımlanabilir; bu
durumlar için "yeni ırkçılık" kavramını kullanmıştır.
Irkçılık,
ırksallaştırma sürecinin ideolojisidir; Amerikalı Antropolog, Ruth Felton
Benedict'e göre, ırkçılık bir etnik grubun doğası nedeniyle doğuştan
aşağılığına, diğer grubun ise doğuştan üstünlüğüne yönelik bir doğmadır.
Belçikalı
sosyolog ve antropolog Pierre van den Berghe'ye göre, ırkçılık, insan grupları
arasındaki organik ve genetik olarak aktarılan (gerçek ya da hayal edilmiş)
farklılıklarının, özünde belirli toplumsal olarak açık yetenek veya
karakteristiklerin varlığı ya da yokluğu ile ilgili olduğuna dair inanç
setidir.
Alman
asıllı Amerikalı tarihçi George Lachmann Mosse'a göre,ırkçılık, tüm insan
kişiliğini, görünüş, davranış ve aklını kapsayıcı bir biçimde değerlendirmeye
tabi tutan, sınıflandıran ve sınıflandırmanın değişmezliği iddiasında bulunan
bir ideolojidir. Irkçıığın değişmezlik iddiası ve bireyi aşan gerçeklliklerin
varlığı konusundaki savı, onu bir din biçimine sokar.
Bu
aktardığım yaklaşımlar, ırkçılığı sosyal psikoloji düzleminde ele almışlardır.
Irkçılığı ekonomik düzlemin ürünü olarak ele alan yaklaşımlar damevcuttur.
Örneğin
Steve Fenton, kapitalizmin, özellikle Avrupa'dan dünyaya yayılma aşamalarında, köleliğin
yönetimi gibi stratejik süreçlerdeki rolü aracılığyla ırkçılığı geliştirdiği
fikrini işlemiştir. Ona göre dünya kapitalizminin gelişmesi, dünya ırkçılığının
gelişmesi için bir vesiledir. Ortodoks Marxist yaklaşımlar ise sosyal hayatın
temel açıklayıcı unsuru olarak sınıf ve sınıf mücadelesini görmeleri nedeniyle ırkçılığı,
burjuvazi tarafından, çalışan sınıfı içten bölmek için kullanılan
meşrulaştırıcı bir ideoloji olarak değerlendirmişlerdir.
Wallernstein'e
göre ise ırk kavramı, dünya ekonomisindeki merkez-çevre ilişkilerine
bağlıdır.Yayılan bir kapitalist sistem, bulabildiği tüm emek gücüne
ihtiyaçduyar. Ancak, sonraki aşamalarda sermaye birikiminien üst noktaya
çıkarmak için hem üretim maliyetlerini (özellikle de emek-gücü maliyetlerini)
en aza indirmek, hem de bu durumun yaratacağı tepkileri dizginlemek
gerekmektedir. İki amaca da ırkçılığın hizmet edebildiğini tarih aracıyla
hepimiz biliyoruz.
Durum
bu kardeşim ve nasıl ki senin, AKP ile ilgili son derece olumlu bir portre
çizdiğin için, AKP yanlısı olduğun yönlü haksız bir sonuç çıkarmamızı
istememişsin, sen de öyle yaklaş e mi? Yani dediklerimin B. Ayman Güler'e
güzelleme yapmak için değil, bu hanfendinin de cesurca ve doğru olarak dikkat
çektiği gerçekliği daha da ayrıntılandırarak somutlamak ve sırf CHP üyesi
olduğu için, söylediklerini hemen çöpe atmak bir tarafa, bir de
söylediklerinden, derinlemesine anlamadan, dinlemeden "ırkçılık"
sonucu çıkarmanın son derece yanlış olduğunu göstermek için olduğunu gönülden
kabul et e mi?
Ayrıca
bu ve daha önce ifade ettiklerimden, kesinkes ne "kürt düşmanlığı",ne
"Öcalan'a hakaret", ne de "Kürtlerin kendi kaderini özgürce
belirleme hakkını inkar"sonucu çıkar; hatta bu sonuncudan Öcalan
vazgeçmiştir, ve bu hakkı açık ve net olarak ABD emperyalizminin insiyatifine
bırakmıştır ve bütün bu "demokratik komün" masalları, bunu örtmek ve
Kürt halkının, kaderini Öcalan'ın önderliğine, dolayısıyla ABD emperyalizminin
"DOST"luğuna, o beğenilmezse, "demokrasi" aşkına, o da
beğenilmezse, "gücüne" ve kavgasız gürültüsüz bırakması içindir, ama
ben hiç inkar etmedim!
Ulusların
kendi kaderini özgürce tayin hakkı, birinci dünya savaşının sonunda Amerika'nın
bile alel acele,"self -determinasyon"adı altında, Lenin'in
karizmasının ağırlığını azaltmakiçin, bölge halklarına verilmiş, ancak hemen
vazgeçilerek, "manda" fikri ortaya atılmış Türk halkı dahil, pek çok halk
bu "manda"ya balıklama atlamıştır.
Yani
kardeşim, Kendi kaderini tayin ilkesinin ulusal kurtuluşun en önemli ve
vazgeçilmez ve tayin edici bir ilkesi olduğunu,daha o zaman Amerika bile kabul
etmiş amma ve lakin, gel gör ki, Öcalan ve taraftarlarının bu ilkeyi çoktan
unuttuklarını biz görüyoruz, siz görmüyorsunuz ama AKP'nin Kürt halkını ne de
çok sevdiğini, o nedenle de Kemalistlerin yapmadığı iyilikleri Kürtlere
yaptığını çok kolay görüyorsunuz ve belki de bu iyilikleri sayesinde mekanının
cennet olacağını düşünüyorsunuz ya da duasını ediyorsunuz!
Fikret
Uzun
13-Aralık-2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder