16 Aralık 2013 Pazartesi

CEHALETİN GERİLEMESİNE ÜZÜLÜP AYDINLANMANIN HÜCUMU KARŞISINDA AĞLAYANLARA



CEHALETİN GERİLEMESİNE ÜZÜLÜP AYDINLANMANIN HÜCUMU KARŞISINDA AĞLAYANLARA
 Cehalet, tarihte hep egemen sınıfların baskılarını kolaylaştırmak için kullandığı en önemli ve ucuz araçlardan, disiplin de diyebiliriz, biridir; şimdi tam da buradayız ve yine tam burada, yani ülkenin topyekün ve hızla cahilleştirilmeye devam edildiği bu gün, iktidarının da, muhalefetinin de ve dahi solunun da,sağının da "millet" ile "milliyet"in birbirlerinden çok ayrı olduklarını bilmedikleri görülmektedir.
Cehalet, egemen sınıfların baskı araçlarından ve en ucuzlarından biri ise, ekonomisi de militarizmi de politikası da ve hatta vurgun yemiş "sol"un pek severek sığındığı kozmopolitizm ideolojisi de depresyon geçiren zavallı ABD-AB emperyalizmini de ve onsuz yapamayan, daha yeni başkanı Kılıcıdaroğlunun, ekibi ile birlikte Amerikan emperyalizminin şefkatli kollarında ağlamak için Washington'a veya New-York'a uçtuğu, taa oralardan politika yaptığı ve gitmişken şimdilerde AKP'nin, daha çok RTE'nin saldırı oklarının hışmı altında olan Fetullah Gülen tarikatına da, "cahilleştirmeyi biz daha iyi yaparız, o nedenle oylarınıza talibiz, ama takdir hoca efendi hazretlerinindir" yollu selam çakan CHP'yi de 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünün baş aşçısı olduğu cahilleştirme politikasından ayrı tutamayız; yani Türkiye'nin cehalet saçan ve cehalet'i yaşam biçimi yapan politikaları ile yeni dünyacı, ulusal nihilist, "Büyük Kürdistan" ile " Küçük küçük aşiret devletleri topluluğunu içeren Ortadoğu" düşü gören emperyalizmin beynelmilel cahilleştirme politikaları çok yakın akrabadır.
Gelip gelip karanlığın içine giren ve Kürt halkını da hızla bu karanlığa çekmek için yoğun bir cahilleştirme politikaları içine giren Kürtler de tam buraya uymaktadır.
İşte tam burada, bu tabloyu bir kez daha ortaya koyduğum için, Kürtlerin bu tabloya uymadığını ve AKP'nin de bu tabloda olumsuz bir yanı bulunmadığını kanıtlamak üzere CHP saylavı olan ve bir bilim kadını olan Birgül Ayman Güler'in "Kürt düşmanlığı" bir kez daha öne çıkarılmıştır.
Oysa Birgül Ayman Güler hanımefendi, bu herkesin bildiği bir sır olarak duran ihanet tablosuna, bir bilimsel fırça darbesiyle ve elbette durup dururken değil, onca zaman Kürt'lüklerinden utanan ve saklayan, sonra da Kürtlerin neredeyse "en üstün ırk" olduğu yollu savunular içine giren ve "Türk ulusunu tarihten silmek"ten, Türklüğün "ırkçılık" olduğundan söz etmekten bile geri durmayan, hatta bazıları "şeriat talep eden", bazıları ise "hegemonyayı tarikatlara vermeyi" öneren ve hatta bazıları Kürtçe bile bilmeyen ve suçu yasaklayanlara atan, Türkiye Büyük Millet Meclisinde Türk milletine ve Türkiye Cumhuriyetine bağlılık yemini eden BDP'li milletvekillerinin (ki ABD-AB gericiliği ile 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist gericiliğinden bunları ve bağlı olduklarını ayrı görmüyoruz) sözlerine karşı aynı parlamentonun bir üyesi olarak ve taşıdığı Türk kimliği ile ama bir bilim insanı sorumluluğunda "millet" ile "milliyet" sözcüklerinin ve olgularının çok ayrı olduğu gerçeğini ortaya koymuştu.
Yer yerinden oynamış ve bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan, duyan-duymayan ama şeyhlerinin, imamlarının, ağababalarının, aşiret reislerinin ve artık onursal hale gelen önderlerinin ağzına bakan herkes,onlarla birlikte deprem yaşıyormuşcasına sağa sola "susturun şu kadını" yollu bağırıp çağırmaya ve hep hazırda tuttukları "ırkçı","kürt düşmanı" vb. yaftalarının hepsini Birgül Ayman Güler’in boynuna asıvermişlerdi.
Hiçbir yalan bu kadar büyük deprem yaratamazdı ve yaratamamıştır ama Birgül Ayman Güler'in cesaretle ve bilimsel sorumlulukla ve elbette kendi partisinden bile ki CHP'nin AK-CHP olma yönünde epey bir çaba sarfettiğini de biliyoruz, zılgıt geleceğini bile bile ortaya koyduğu somut ve bilimsel gerçek, herkesin kimyasını bozan şiddeti yüksek bir deprem yaşattı ve artçılarının hâlâ sürmekte olduğunu bu gün bile görüyoruz.
Oysa Birgül hanım'ın söylemi, kimsenin reddemeyeceği ve üstünü örtemeyeceği denli açık ve net olan insan topluluklarının birincisi, klan-kabile (aşiret de buradadır ve Öcalan'nın "demokratik komünü" nü dayandırdığı temeldir) toplumları ve ikincisi, milliyet toplumları ile üçüncüsü ulus toplumlarının eşit olmadığı ve ayrı kategoriler olduğu gerçeğini hatırlatmaya yöneliktir.
Ve bu anlamda "...bana Türk ulusu ile Kürt milliyetinin eşdeğerde olduğunu kabul ettiremezsiniz" sözü, ne ırkçılıklıktır, ne de Türkleri üstün ırk saymaktır; ve Kürtleri aşağılamak da değildir!
Bu somut ve bilimsel gerçek karşısında, cehaletinin farkına varacağına, cehaletinden aldığı cesaretle cahilane öfke gösterileri yapanlar, bundan Türk milleti ile Kürt ulusu kaşılaştırması yapıldığını ve dahi Türk milletini üstün, Kürt ulusunu aşağı göstererek,"ırkçılık" yapıldığı sonucunu çıkarmışlar ve birgül Ayman Güler'i öfkeli haykırışlarla cahilleştirdiklerini umdukları ve sandıkları Türk ve Kürt halkına şikayet etmişlerdir. Üstelik, Türkiye toplumunun Türk Ulusu biçiminde oluşmuş durumda olduğunu, bir etnik kökene dayandırılmadığını kendileri de inkar edemeyecek durumda iken...
Ve Marx'ın tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini, "kadercilik" ile özdeşleştirmeye yeltenip de başarılı olamayanların,bu çizgiyi toptan reddetmesi herhalde bu nedenle olsa gerektir ki "Marx'ın bu çizgi ile bağlı şemasına göre,sırasıyla komünal toplumlar,feodalite ve kapitalizm var ve Kürtler feodal aşamadadır ve bundan da şikayetçi değildirler" demek olan gerçeğin bu şamarını, Birgü Ayman Güler'in "ırkçı"lığının ,"Kürt düşmanlığı"nın bir sonucu ve "gerçek dışı" bir "hakaret" olarak görmek, cahillik değilse, suçüstü yakalanmış cahilleştirme çabası içindekilerin "yağmasan da gürleyeceksin" halet-i ruhiyesinin dışa vurumudur.
Bir kez daha hatırlatalım ki "milliyet" kategorisi, her zaman "millet"ten öncedir ve tarihsel olarak aşağı aşamadır.
Kim bilir kaç kez ve çoğu kez bazılarının, yani söz konusu her ne pahasına olursa olsun Kürt sorunu çözülsün olunca, Marx'ı ve Lenin'i şahit göstermekten geri durmayanların Marxçı-Leninciliklerinin sahteliği yanında, Marx'a ve Lenin'e atfettiklerinin de yalan-yanlış olduğunu yüzlerine vurmak için hatırlatmışımdır ki, Marx, Engels ve Lenin,"Milliyet" terimini daha çok, kabile düzenininin dağılmasından, kapitalizmin tarih sahnesine çıkışına ve ulusların oluşumuna kadar uzanan dönem içinde görülen sosyo-tarihsel toplulukları belirtmek için kullanmışlardır.
Milliyetler,bir ulusun belirgin özelliklerini andırmakla birlikte,olgunluk derecesi ile ve nitelikçe farklılık gösterirler; önem derecesine göre bu belirgin özellikler, dil ve toprak ortaklığı, ekonomik, politik ve kültürel yaşam ortaklığının ilk gelişme belirtileri, etnik benlik duygusu ve göreneklerdir.
Bir milliyetin özü, yalnızca ardarda sıralanan belirgin özelliklerden ibaret değildir; bu belirgin özelliklerin olgunluk derecesine de bağlı ve bu esas olarak toplumsal, yalnızca daha az olmak üzere etnik anlamdadır. Ayrıca, bu belirgin özelliklerin oynadıkları rol,aralarında kurulan özgül birleşimlere de bağlıdır. Milliyetin, içinde geliştiği somut tarihsel ortam son derece önemlidir; yani, milliyet gelişmesini özgürce yapabilmekte midir, yoksa baskı altında mıdır; kendi devletini kurabilmekte midir,yoksa çokuluslu bir devletin parçası mıdır, vb.
Milliyetlerin ulus düzeyine yaklaşmaları, üretim güçlerinin, iç iletişimin, işbölümünün ve kültürel ilerlemenin vardıkları düzeye bağlıdır.
Yalnızca sosyalizm koşullarında milliyet ile ulus arasında ulusal düzeydeki ilişkiler bağlamında esaslı bir fark yoktur. Sosyalist düzen, milliyetlere de, uluslara sağladığı aynı toplumsal koşulları sağlar.
Milliyetin ulusa dönüşümünü engelleyen ki bazı milliyetler için bu engel ister istemez aşılamaz durumdadır, bu milliyetin esas olarak küçük nüfus ve dağınık yerleşme düzenine sahip olması gibi sınırlı bir ulusal gelişme potansiyelidir.
Engels, Milliyet kavramıyla, ulusal benlik duygusunu, yani bireylerin, kendi ulusal bağlarını algılayışlarını kastetmiştir. Engels, büyük bir ulusun bu dağınık parçalarının bu büyük ulusun ulusal yaşamından koparak, büyük ölçüde, başka bir halkın ulusal yaşamıyla bütünleştiklerine dikkat çekerken, bu bütünleşmenin, her şeyden önce, toplumsal bağlamda gerçekleştiğini de işaret etmiş oluyordu; çünkü, etnik özellikler, uzun zaman değişmeden kalırlar.
Örnek olsun, Macaristan Almanları, Alman dilini kullandıkları halde, "zihniyet, karakter ve görenek bakımından gerçek anlamda Macarlaşmışlardır.
Engels, Alman imparatorluğunun Fransız devrimine savaş ilan ettiği zaman, Alman kökenli olan Alsas-Loren halkının ulusal kimliğini hiçe saymış olduğunu yazmıştır. Engels, Bu Alman kökenli Fransızların, konuştukları dile ve tarihsel geçmişlerine karşın, devrim adına savaş alanlarında has Fransızlarla bir tek halk halinde kaynaştıklarını belirtir.
Diğer yandan, Fransızlarla aralarında "etnik akrabalık ve ortak dil bağı olmasına karşın" İtalya ile birleşmeyi tercih eden Savoyalıların durumunda toplumsal etkenlerin etnik etkenlere oranla daha belirleyici bir rol oynamış olduğu görülür.
Öte yandan dil etnik bir özellik olmasına karşın, dilin bir takım insanların milliyetinin ne olduğu sorununun bir sonuca bağlanmasında, yani kendini bir ulusla özdeşleştirmekte bir ölçüt olarak hizmet göremez.
Lenin, çoğunluğu Fransa ile birleşmeyi seçmiş olan Alsas -Loren halkının milliyeti konusuna değinirken, bu halkın bir kısmının yalnızca dillerinden ötürü değil,aynı zamanda ekonomik çıkarları ve duygusal eğilimlerinden ötürü de, Almanya'ya yöneldiklerine işaret etmiştir.
Demek ki insan yaşamında yer alan ulusal köken ve ulusal kimlik, birbirinden bağımsız ama hiç kuşkusuz birbiriyle ilintili birer etkendir.
Ulusal bağlar, etnik temelden çok, toplumsal temel üzerinde,yani ortak çıkarlar, ortak ahlak değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıkarlar.
Daha önce de kaydetmiştim ki, sınıf, ulus, vb. insan topluluklarının birbirinin peşisıra ya da yan yana ortaya çıkmalarına, insanlığın ilerlemesi yol açmıştır.
Tarihteki insan toplulukları arasında, yukarda da değindim, kabile, milliyet ve ulus ayrı birer yer tutarlar. Ulusların ve milliyetlerin varlığı sürdükçe, bunların gelişmesi ve birbirlerine yakınlaşması, çeşitli çokuluslu toplulukların ortaya çıkmasına da yol açar ve açmıştır.
Sosyalizm dünya çapında kurulduğunda, bu çokuluslu topluluklar, önce birkaç çokuluslu topluluk halinde, sonra da, ulusların kaynaşmasının ve insanlık tarihinde ulusların aşılmış olacağı çağın ilk basamağı olacak olan tek bir uluslararası topluluk halinde bütünleşeceklerdir.
Farklı insan topluluklarının, topluca yaşamanın , soy, dil, gelenek ve inanç ortaklığı gibi ilk biçimlerini içeren etnik özelliklerini ifade etmek için Latince "natio" sözcüğünün kullanımının yaygınlaşması, iki bin yıl öncesine dayanır; başlangıçta yalnızca kabile toplulukları için kullanılan bu "sözcük", daha sonraları belli bölgelerin, devletlerin, tek tek milliyetlerin halklarını da kapsamına alacak biçimde genişlemiş, feodalizmin çöküşü ve kapitalizmin doğuşuyla birlikte nitelikçe yeni bir kuruluş olan ulus için de kullanılmıştır.
Yani,tarihsel bir insan topluluğu biçimi olan ulus, özü olsun, özellikleri olsun (bir ulus çapındaki), çeşitli toplumsal ve etnik etkenler arasında; çeşitli öznel ve nesnel etkenler arasında özdeşlikler bulunmasından kaynaklanan son derece karmaşık bir organizmadır.
Elbette etnik olan aynı zamanda toplumsal olandır; ancak toplumsal dendi mi her zaman "sınıfsal" etkenler kastedilir. Etnik denildiğinde ise toplumsal gelişme süreçlerinin özlerinin değil de, daha çok biçimlerinin yansıları ifade edilmiş olur.
Elbette artık hepimiz biliyoruzdur ama konunun bütünlüğü açısından bir kez daha hatırlatmalıyım ki, Marxizm-Leninizm, ulusların ortaya çıkışını doğrudan doğruya kapitalist çağa bağlar; toplumsal gelişme sürecinde kapitalizm evresinin kaçınılmaz bir ürünü ve kaçınılmaz bir biçimi olarak ortaya çıkan uluslar, sosyalist toplumda da varlıklarını sürdüreceklerdir ve sürdürdüklerini hepimiz gördük ve biliyoruz; gelişmiş komünizmin tüm dünya çapında yaygınlık kazanacağı aşamaya kadar ortadan kalkmayacaklardır.
Öyleyse buradan hareket ederek bile, bu günkü genel olarak "ulus-devlet" düşmanlığının yersiz ve temelsiz olduğunu, ulus varsa, yaşıyorsa ve gelişimini ve formasyonunu tamamlamak için devlete ihtiyaç duyuyorsa "ulus-devlet"in de olacağını kabul etmek zor değildir.
Ulus tanımının burjuvaca yapılması, bugünkü kafa karışıklığını artıran temel nedenlerden birisidir; yani, tıpkı ünlü Otto Bauer'in yaptığı gibi, ulusu, ortak kültür bağlarının üzerine kurulu bir toplulukla sınırlamak ve ulusal karakteri, ulusun ana ögesiymiş gibi göstermek çabaları, bugün milliyet ile ulusun bir ve aynı olduğu yanılsamasına, ya da ayrı olduğunun algılanamamasına yolaçmaktadır.
Lenin'in kültürel özerkliği bir burjuva yalanı olarak nitelendirdiğini biliyoruz; "kültürel milliyetçil" konusunda sosyal antropolog Bronislav Malinovski'de, Otto Bauer'inkine benzer şekilde, milletlerin kendilerini gerçekleştirme alanları olarak, hem de dışlayıcı biçimde, kültürleri görür; bu nedenle de temel ilgi alanı olarak kültürlerin korunmasını ele almıştır; kültürlerin korunması için önerdiği çözüm yolu ise dolaylı idaredir. Çünkü ona göre gerekli korumaya ve politik istikrara, bir"ulus-devlet" değil, ancak ve ancak dolaylı idare sayesinde ulaşılabilir. Bu düşüncesi nedeniyle Malinovski, 1940'ların Polonya'sında "Fransız Joseph (Avusturya imparatoru ve Macar kralı) aslında bizim Joseph'ten (yani Stalin’den) daha iyi idi" diyebilmiştir.
Oysa ulusların ve ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal özünü gözden kaçırmazsak ki bunun için, ulus sorununa bilimsel yani sınıfsal, yani Marxist-Leninist teorinin bakış açısıyla bakmak gerekmektedir, ulusların ve ulusal düzeydeki ilişkilerin kapitalist toplumdaki çelişkili mahiyetlerini görürüz; bunu görünce de ulusal olan ile uluslararası olan arasındaki diyalektik ilişkinin önemi ortaya çıkar.
Ve tam burada burjuva ideolojisi ile proletaryanın ideolojisi arasındaki savaşın varlığı ve önemi ortaya çıkar.
İşin kötüsü ve tuhaf tarafı, Marxizm ile ilişkileri olsun veya olmasın, ulus teorisinin burjuvaca kurgulanmasında sakınca görmeyenler, bunu Marxist-Leninist teori ile ilişkilendirmeye, ulus teorisini marxist-Leninist temelde kurgulamaya özen göstermedikleri denli özen göstermişler ve göstermeye devam etmektedirler.
Burada, ulus konusundaki anlayışın burjuva milliyetçiliğine batmış olduğunu gösteren en önemli yanı, etnik etkenlerin abartılması ve kapitalist uluslardaki toplumsal, özellikle de sınıfsal çelişkilerin göz ardı edilmesidir.
Ulus olgu ve kavramına burjuvaca yaklaşanlar, ulusu "tarihsel olmayan" bir kategori olarak ele alırlar ve ulusu, sosyalizm koşullarında kesintisiz gelişerek, özgül ulusal özelliklerini sürekli olarak güçlendireceği bir mutlak kategori olarak göstermeye çalışırlar. Bu, sosyalizmde de milliyetçiliği mutlaklaştırıp, enternasyonalizmi tümüyle unutmak demektir.
Öcalan ile birlikte anarşist takılanların, "otorite"nin müzmin düşmanı olanların, daha doğrusu böyle imişler gibi yapanların, sosyalizmde devlet olgusu ve kavramına hücum halinde olmaları bu anlayışın sonucudur. Öte yandan, bu lafızlarını enternasyoanlizmin içine sokmaları ise kafalarının karışıklığından değilse, akıl taşıyanların akıllarını bozmak içindir.
Çünkü, apaçık görülmektedir ki, Öcalan ve taraftarları, Kürt coğrafyası ile bağlı olarak, ulusal etkeni abartmakta ama yine aynı coğrafya ile bağlı olarak uluslararası etkeni, üstelik enternasyonalizmin lafzını ihmal etmedikleri halde, hiç hatırlamamaktadırlar; ama öte yandan, parçası oldukları bütünsel coğrafyada ulusal etkeni tümüyle yadsırlar, ulusun tarihsel bir kategori olduğu, toplumsal gelişmenin kaçınılmaz sonucu olduğu gerçeğini kabul etmezler.
Bu burjuva bakış açılarını, Kürt halkına onca zaman devrimci,hatta sosyalist bir renkle yaklaşmış olmaları nedeniyle, kendi yarattıkları bu beklentiyi kıramadıklarından veya alenen tersine çeviremediklerinden, ihtiyaç duydukları devrimci renk ile yaldızlamak için, "demokratik" lafzı bol bir söylem içine girerek, en sonu, "ayrı devlet istemediklerini" ilan edip, kapitalizm koşullarında, hem de kapitalistlerin kapitalizmden çoktan vazgeçtikleri bir zamanda, emperyalizmin dünya imparatorluğu kurarak, dünya halklarını topyekün köleleştirmek için ortaçağa kervan düzdüğü bir zamanda, tekellerin sömürüsünün ve ezgisinin ve bununla orantılı olarak sınıfsal hıncının son derece arttığı koşullarda, üstüne üstlük bunların kaçınılmaz sonucu olarak şeriata dayalı bir faşist diktatörlüğün konuşlandırıldığı 12 Eylül rejimi koşullarında "demokratik komün"ü icat etmişlerdir.
Ama bunun, yani "ayrı devlet istemiyoruz" demelerinin,“biz millet değil, milliyetiz" demek olduğunu bilmez görünürlerken,"millet" ile "milliyet"in birbirlerinden ayrı olduğu yüzlerine çarpılınca, komplekse kapılıp, "Kürtleri aşağılıyorsunuz, hakaret ediyorsunuz, ırkçılık yapıyorsunuz " yollu kükremeyi ihmal etmemektedirler.
Oysa artık, sizin istediğinizi yaparak, bırakalım Lenin'in, Marx'ın söylediklerini, "millet" varsa "devlet"in de olacağı konusunda burjuva Batı dünyasının ideologlarının bile, hemen hemen tam bir görüş birliği olduğunu görmemek mümkün değildir.
Kaldı ki zaten kozmopolitizmi dilinden düşürmeyen ABD-AB emperyalizminin bile, devletten ve/veya ulus-devletten vazgeçmedikleri; amma ve lakin, "Büyük Kürdistan" hayallerinin onları, bu projenin gerçekleştirilmesi için , "Büyük Kürdistan"a karşılık, küçültülmüş, hatta parça pinçik olmuş bir Ortadoğu'ya mahkum ettiği apaçık görülmektedir.
Demek ki henüz, tarihsel olarak "devlet" in de "ulus-devlet"in de tarihe karışması zamanı değildir; ancak Türkiye'nin de yer aldığı bu geniş coğrafyada genel olarak "devlet" in değil ama bir çok "ulus-devlet"in zorla tarihe karıştırılmaya çalışıldığı bir zamandır; amma ve lakin,"devlet"in de "ulus-devlet"in de henüz tarihe karışmasının tarihsel koşullarında yaşamıyoruz; bu nedenle sevsek de, sevmesek de ve hatta bütün kötülüklerin anası olsa da, olmasa da,"devlet" de "ulus-devlet" de başımızda kalacaktır; henüz başımızdan atabilmemizin nesnel olarak da hatta ne kadar zor kullanılırsa kullanılsın, öznel olarak da mümkünatı yoktur demek istiyorum.
Ancak ve ancak, o da emperyalist oyunlarla ve emperyalistlerin bölgedeki bilumum işbirlikçilerinin katkısı ve topyekün "zor" uygulaması ve belki bir savaş ile "ulus-devlet"ler parçalanabilir, küçük -küçük devletler haline, hatta aşiret devletleri haline getirilebilir; amma ve lakin bu, ne genel olarak "devlet" in ortadan kaldırılmasıdır, ne de "ulus-devlet"in ortadan kaldırılımasıdır.
Yerine, köküne aşiret bağlarının konulduğu veya bu köke dayandırılan "demokartik" de olsa bir "komün" koyarak, ki komün, gemenwessen, topluluk ve ortakçılık demektir, ki aşiret ile bağlamak pek kurnazcadır, Kürt coğrafyası aşiret bağlarına, aşiret topluluğuna aşinadır ve içinde yaşıyorlar, bu "ceberrut devlet" i de, tarihsel olarak "devlet"i de ve elbette "ulus-devlet"i de başımızdan atıyoruz-aaat-tık diyerek atamayız; ABD emperyalizmi de atamaz, onun "dost"luğuna yaslanarak "Öcalan" da atamaz!
Ne yapar, "ulus-devlet" yapısını parçalarlar ve ortaya çıkan küçük parçalarına hapsederek, her parçasını birbirine kırdıra kırdıra, içinden birleştirerek oluşturdukları en büyük parçaya köle yaparlar.
Bu ne "devlet"i ne de"ulus-devlet"i def etmektir; tam tersine daha "devlet" ve daha "ulus-devlet" bir "devlet"i, bu geniş coğrafyaya ABD-AB emperyalizmi adına bela etmektir.
Tam burada hatırlatmalıyım ki oldukça zihin açıcıdır,"ulus"un da,"ulusal devlet"in de, birisi, mesela ABD emperyalizmi, mesela Öcalan, "yok-ol" dedi diye yok olmasının mümkünatı olmadığını, ancak vakti-saati geldiği zaman, yani sınıf mücadelesinin ve toplumsal ilerlemenin şekli şemaline ve sonucuna bağlı olarak tarihsel koşulları sahneye çıktığı zaman bağlansa durmayacağanı, ne yapıp edip yok olacağını biraz olsun anlamaya epey bir yardımı olacaktır:
Çünkü, kendileri ne derse desin, gerçekte burjuva ideolojisi içinde çürüyenlerin iddia ettikleri ve inanmamızı istedikleri gibi, ulus, çok sayıda insanın birlikte paylaştığı bir kavram olarak mevcut değildir; ulusun temeli ulusal irade değildir; ulusun varlığı, insanların iradesine, ortak isteğine bağlı değildir; ulus,birlikte yaşama isteğinden doğmuş bir birliktelik değildir; ulus, sınıfsal bağlamdan koparılmış, bir ideolojik ve kültürel yaşam, bilinç, ruh ya da duyguya indirgenemez; ulus, tamamen insan aklının, bir ürünü değildir; yanlış bir şekilde "tarihsel ilerlemenin en aktif motoru" olarak görülen ulusal bilincin ete kemiğe bürünmüş hali de değildir.
Peki nedir?
İlk önce, toplumsal bir kategori,tarihsel bir insan topluluğudur; ikincisi, toplumsal-sınıfsal bir topluluk olarak ortaya çıkmış olup, gelişmesinde sonucu belirleyici etken, ekonomik yaşam ortaklığıdır; üçüncüsü, diğer belirgin özellikleri kendiliğinden oluşmamış olup, varlıklarını kendi başlarına değil, ancak ekonomik yaşam ortaklığıyla birlikte sürdürürler; dördüncüsü, varlıklarını ekonomik yaşam ortaklığı ile birlikte sürdürürler tanımı, ulusun belirgin özelliklerinin arasına kültür, bilinç ve psikolojiyi de katar; ayrıca, kapitalist toplumda bir ulusal topluluğun, birbirine karşıt, iki sınıfsal yanı vardır; bu anlamda, kapitalist toplumda bu iki karşıt sınıfsal yan, ekonomik, politik ve kültürel alanlardaki en temel sınıfsal çıkar ve amaçların bağdaşmazlığını ifade eder ve buradan hareketle, kapitalist düzende"ulusal birlik" ve "bütünlük", olsa olsa ancak itibari ve göreceli olarak mümkün olabilir; ve ulus, bütün bu özellikleri nedeniyle ekonomik ve tarihsel koşullara bağlı olarak uzun ömürlü bir tarihsel insan topluluğudur.
Dilin ise etnik bir etken olarak önemi yadsınamaz, ancak, bundan daha çok dilin ulusların doğuşu ve gelişmesi açısından taşıdığı toplumsal rolü önemlidir; bu anlamda milliyetin ulus haline büyümesi sırasında, dil değişmez bir öge olarak kalmaz, çünkü değişmeden kalsa idi, oynadığı toplumsal rolü oynayamazdı; feodalizmden kapitalizme geçiş sırasında dillerin uğradığı değişim incelendiğinde, diğer başka bulgular yanında, dilin sözcüğün tam anlamıyla standartlaştığı, nitelik bakımından değişikliğe uğradığı ve edebiyat eserleri düzeyine yükseldiği sonucuna varılmıştır.
Öyleyse, ekonomik yaşam ortaklığı, ulusların oluşumunu hazırlayan ana etkendir ve ulusal devlet,daha sonra ulusların sahneye çıkışı ve gelişmesi için gerekli önemli koşullardan birisidir; yani ulus için, gelişimini ve formasyonunu tamamlamak üzere, ekonomik bakımdan ulusal devlet gereklidir.
Lenin, önemli olanın bir ulusun devlet kurması değil, devlet kurma savaşımında birleşmesi olduğunu söyleyerek, ulusların oluşması dönemi boyunca toplumsal gelişmenin özellikleri arasında, şuna dikkat çeker; "Ekonomik üst yapı. Demokrasi ve ulusal egemenlik. İşte bu yüzden 'ulus-devlet' ..."
Ve bu hatırlatmalardan sonra, ulusun derli toplu bir tanımına varmış bulunuyoruz ki "ulus-devlet"e, tam da küçük-burjuva bakış açısıyla ve hatta burjuvaca bakanlar, onu hiç olmaması gereken bir icat, bir kurgu, bir düzenleme veya ekonomik ve tarihsel koşullardan bağımsız, öznel bir kötü niyetli örgütlenme olarak gördükleri için, ki bu sola ait olmayan bir "öğretilmiş düşüncedir", "ulus-devlet"e düşmanlığı fetişleştirirler.
Bu yüzden de, bu hatırlattıklarıma gözleri ve kulakları kapalı olacaktır, ama olsun, ben yine de bu tanımı derleyip, toparlayıp, buraya asacağım.
Ulus, ekonomik yaşam ortaklığına ve buna bağlı olarak dil, toprak, kültür, bilinç ve psikoloji ortaklığına dayalı bir toplumsal gelişme biçimini oluşturan, uzun ömürlü tarihsel bir insan topluluğudur. Ömrünün nereye kadar sürebileceğini ise yukarda hatırlattım.
Peki, milliyet bu mudur?
Biz olmadığını biliyoruz ve Birgül Ayman Güler'in de bildiği ortadadır; bunu buraya kadar kısa da olsa gösterdik ve ayrıca, ulus ile milliyetin bir ve aynı olmadığını, bu anlamda eşdeğer olmadığını ve hatta "Kürtler"in "ayrı devlet istemediklerini" ilkel aşiret bağlarını kök olarak alan bir "komün"de karar kıldıklarını, dahası "ulus-devlet"in, "yok-ol" diyerek yok olacağına inandıklarını ve "yok-ol" demiş bulunduklarını, yani "miliyet" olarak kalmak istediklerini, feodaliteden çıkmak istemediklerini ilan ettiklerini de hatırlattık; öyleyse alınmalarına gerek yoktur!
Ancak, sanırım, bu kompleksi yenmek ve yendirmek için Öcalan, Kürtlerin önüne koyduğu "demokratik komün" hedefini, önce Kürt coğrafyasında bölgeselleştirerek, uluslararası çerçeveye yaymakta ve bu "demokratik komün"ü, önce "nush" ile olmadı "tekdir" ile o da olmazsa "kötek" ile bölge halklarından ve yönetimlerinden başlayarak, sonra da uluslararası çapta yaymayı ve bir "üst birlik-yönetimi" haline getirerek, dünyaya nur topu gibi bir "Kürt Demokratik Komün Cumhuriyeti" hediye etmeyi anıştıran kelamlar etmekte ve ham hayaline "otoriter" bir içerik kazandırmaya çalışmaktadır.
Buna rağmen alınarak, aşağılanmış hissederek, komplekse kapılarak ve hakaret kabul ederek kükrenmesi, hem cehaletin büyüklüğünü ve hem de kimsenin gerçekte Öcalan'ın "komün" ütopyasını pek ciddiye almadıklarını, daha doğrusu bunun, "Büyük Kürdistan Devleti"nin şifresi olduğunu düşündüklerini göstermektedir.
Buraya kadar hatırlattıklarım aslında hemen hemen herkesin bildikleri ama çoğunun bilmezden geldikleri bilgi, bulgu ve olgulardır. Ancak bir de, bugün üzerine bastığımız ve kolay kolay yadsıyamayacağımız, görmezden gelsek de gözümüze batmasından kurtulamayacağımız, canlı yaşamın üzerindeki cap-canlı, tarihsel gerçekler var:
Emperyalizmin, ulusal sorunun içeriğine getirdiği çelişkilerin, devlet kurumunun halkların yaşamında oynadığı rolü değiştirmiş olması, bu günün ve ötedenberi süregelen somut, tarihsel, canlı gerçeğidir.
Oysa biz, burjuvazinin, yığınların desteği ile iktidarını pekiştirirken, yani çoktan geride kalmış olan zamanlarda, genel oy hakkı, parlamenterizm, vb. gibi demokratik ilkeleri de yaşama geçirmiş olduğunu biliyoruz; ancak, bu çok geride kalmıştır ve yerine gelen tekeller düzeni, yani emperyalizm, artık bütün alanlarda tam bir gericilik uygulaması getirmiştir. Bir taraftan burjuvazi ile işçi ve emekçilerin arasındaki karşıtlık ve husumet büyürken,bu anlamda birbirlerinden uzaklaşırlarken; öte yandan burjuvazinin tekelci katmanları da, burjuvazinin orta kesiminden uzaklaşmıştır; böylece ulus, Lenin'i doğrularcasına, iki kanada ayrılmıştır; bir uç tarafta, sırtını tekellere ve devlet gücüne dayayan gerici burjuvazi, diğer uç tarafta ise, ilerici unsurlarının devletin demokratik kurumlarına güvenerek, tekellere karşı, önceleri büyük bir saflıkla savaşmaya kalkıştığı büyük çoğunluk; ve giderek tekeller, önce tekelci devleti, sonra da tekellerin devletini, yani tekellerin bizzat kendilerinin devlet olduğu devlet kapitalizmini kurarak, devlet egemenliğinin aracısız sahibi olmuştur; işte yaşarken ayağımıza takılan, gözlerimizi tırmalayan, aklımızı kurcalayan bu günün canlı gerçeği ötedenberi budur.
Öyleyse bu somut gerçeklikte, şu somut açılımı görmek zor değildir; egemenlik tekellerin ise, büyük büyük zenginler devletin aracısız sahibi ise ve emperyalizm uluslararası ölçekte bütün halkların toplumsal yaşamına ve yönetimlerin politik-ekonomik, hatta ideolojik ve kültürel yapısına içkin halde ise, yani ulusal yaşam ile uluslararası yaşam, gittikçe içiçe geçiriliyorsa, moda tabirle "küresel" leştiriliyorsa, öyleyse karşıtlığın nesnel olarak hem ulusal ve hem de uluslararası içerik taşıdığını, dolayısıyla içiçe geçtiğini ve öyleyse, ulusun diğer uç tarafındaki ezici çoğunluğunun, hem karşı ucundaki gericiliği temel ideolojik dayanak yaparak devlet egemenliğinin dolaysız sahipliğini yürüten tekellere ve çıkarlarını tekellere yaslanarak koruyacaklarına inanan gericileşmiş burjuva katmanlara karşı, hem de bundan ayrı olmayan veya bu gerici ucun ayrı olamayacağı emperyalizme ve onun gericiliğine nesnel olarak karşıt olduğunu kabul etmek zor değildir.
Ancak buna karşın, bu nesnel olarak tekellerin karşısında yer alan büyük çoğunluğun, öyle veya böyle, nesnel olarak karşıtı olan ve istese de istemese de kendisine karşıt uçta konumlanmış olan tekellerin, büyük zenginlerin, işbirlikçilerinin ve devletinin ve elbette emperyalizmin egemenliğini sürdürmesinin en önemli dayanağı olduğunu da görüyoruz.
Bu şimdiye kadar pek fazla bir "zor"a gerek duyulmadan, özellikle medya baskısı ile ve elbette "sol" görünerek kitleleri aldatan devşirilmiş aydınlar, solcular ,sosyalistlerin çabaları ile yaratılan illuzyon sayesinde sürdürülüyorken, şimdilerde bunun sürdürülebilmesinin zorlaştığını ve bu nedenle "zor"a başvurunun da, "zor"un şiddetinin de arttığını görebiliyoruz!
Yani, hem tekellerin ve hem de emperyalizmin egemenliklerini sürdürmede pek de başarılı ve güvende olmadıklarını görüyoruz.
Yani demek oluyor ki, uç taraflarda nesnel olarak olduğu kadar olmasa da, gittikçe artan bir şekilde öznel olarak da bu karşıtlık ve karşı durma eğilimi artmakta ve netleşmektedir.
Bu demektir ki kitleler, kendi önsezileri ile veya ötedenberi söylenenlerin doğru olduğunu pratikteki yansımaları ile görerek, bilerek, isteyerek ve hatta öfkesi artarak uç tarafta ve birikerek durma ve artık geriye gitmeme eğilimini net olarak göstermeye başlamıştır.
İşte tam bu sırada, gerici burjuva milliyetçiliğinden ayrı olmayan, daha doğrusu sadece sinsiliği ile ayrılan, tekellerin, büyük büyük zenginlerin ve elbette emperyalizmin bayrak edindiği, gerici milliyetçiliğin öteki yüzü olan, büyük emperyalist güçler arasında egemen olan büyük büyük zenginlerin, egemenlikleri altındaki küçük, büyük bütün halkları, denetim altında tutatabilmek, egemenlikleri dışındaki ülkelerin emekçilerini, ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna ikna etmek ve sömürülmekte olan halkların direncini kırmak ve de bir kısmını diğer halkları ezmek ve sömürmek için kullandığı kendi yurttaşlarını hizaya getirmek için, "dünya devleti" ve "dünya hükümeti" veya "globalleşme" ve "küreselleşme" fikirleri ve "uluslarüstü" bir hükümetin yönetimi altında "bütünleşmiş bir Avrupa birliği" kampanyaları ve propgandaları eşliğinde, kozmopolitzm ve ulusal nihilizm ortaya sürülmüştür. Böylece, ne kadar burjuva bilim adamı, ideologu, teorisyeni, sanayicisi, bankacısı, hatta din adamı varsa; ve elbette ezilen ve sömürülen halkların, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin içinde ne kadar oportünist, ikiyüzlü şarlatan, sahtekar, aydın müsveddesi varsa, hep birlikte, "ulusal devlet"i sıfırdan başlayarak kurmak şöyle dursun, "ulus-devlet" fikrine sarılmanın bile ne denli anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek ve kitleleri ikna edebilmek için canhıraş bir çaba sarfetmektedirler.
O kadar öyle canhıraş bir çabadır ki bu, Marx'a ve teorisine düşman olanlar bile, Marx'ın bu çabalarına yarayacak ne kadar teorik önermesi varsa,hem çarpıtarak ve hem de yarım bir doğru biçiminde öne çıkartarak ikna yeteneklerini artırmaya çalışmaktan geri durmazlar.
Kimi Marx'ı şahit göstererek, Marx'ın, burjuvalardan gelen "komünistlerin vatan ve milliyeti kaldırmayı istedikleri" suçlamasına karşı, "işçilerden, sahip olmadıkları bir şeyin alınamayacağını " söylerken kullandığı "İŞÇİLERİN VATANI YOKTUR" önermesini öne çıkartıp; aynı ifadenin devamı olarak, "işçi sınıfının, her şeyden önce siyasal gücü ele geçirmek, 'ULUSUN ÖNDERİ' durumuna gelmek, bizzat 'ULUSU OLUŞTURMAK' zorunda olduğunu" ve "bu ölçüde kendisinin 'ULUSAL' olduğunu", ama "sözcüğün burjuva anlamında olmadığını" belirten önermesini üzerini örterek bu koroya katılmakta; kimi Sokrates'in kozmopolit görüşlerini antika sandığından çıkartarak, "ben ne Türkiyeli, ne İranlı, ne Suriyeli, ne de Iraklıyım, ben dünya vatandaşıyım ve buradaki tek vatandaşım Kürtlerdir." yollu koro halinde türkü söylemektedir.
Kimileri ise ciddi politikacı veya savaş uzmanı edasıyla,"savaşların nedeninin ulusal hükümranlık olduğunu" haykırır durur ve "durdurun bu kanı, yok edin buna meydan veren 'ulus-devlet' leri" yollu duygusal sesler çıkartırlar.
Bütün bunları açık olarak söyleyemeyenlerin "icadı" veya "keşfi" ise görüldüğü gibi, "demokrasi" sosuna batırılmış, ama ilkel aşiret bağlarından ayırmama dürüstlüğünü de göstererek öne çıkartılan "komün" olmuştur.
Oysa hepsi ama hepsi, tekellerin, emperyalizmin gerici milliyetçiliğinin sinsi yüzü olan kozmopolitizmin, ulusal nihilizmin içindedir ve emperyalizmin hiçbir zaman vazgeçmediği, özellikle de bu geniş coğrafyadaki halklara yönelik olarak taşıdığı ve özünde, daha büyük karlara engel olduğu için, ulusal hükümranlıkları ve gümrük duvarlarını yıkmak,halkların ulusal birliklerini parçalamak ve böylece, ilerlemelerini durdurmak, köleleştirilmelerini sağlamak politikasına hizmet etmektedir.
Daha önemlisi ve asıl önemli olan budur diyebiliriz, çökmekte olan ve ilerleyemediği için, kendi tarihinin gerisine dönme eğilimi gösteren kapitalist dünyanın, dünya devrim sürecinin, üstelik bir coğrafyada sosyalizmin yıkılmış olmasına rağmen büyüyen ve netleşen güçlerine karşı, gericiliğin dünya çapındaki ve ulusal sınırlarla bölünmüş bütün güçlerini birleştirmek amacıyla kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi kullanmaktadırlar.
Bununla birlikte, kozmopolitizm ile proleter enternasyonalizmi arasında korelasyon kurdurarak, işçi ve emekçilerin bilinçli unsurlarının aklını karıştırmaya çalışmaktadırlar.
Daha bu günden, halkların ve ulusal farklılıkların öznel müdahalelerle özümleme yoluyla ortadan kaldırılabileceği fikrinden hareketle, sömürü düzenini ortadan kaldırmaya gerek olmadan, yani tekellerin ve emperyalizmin egemenliğini yıkmadan, "ulus-devlet"in dolayısıyla sınırların ortadan kaldırılmasıyla, bütün halkların eşit, kardeşçe ve özgürce birarada ve hatta kaynaşmalarına gerek olmadan, renklerini koruyarak ve sağlamlaştırarak ve üstelik her tarafı kana susamış emperyalist tekellerin, silah ve bomba ticaretinden palazlanan büyük büyük savaş baronlarının cirit attığı, yönetimleri satın alabildiği ve kullanabildiği bir konjonktür de, birlikte yaşayabilecekleri fikrini yaymaktadırlar.
Oysa bu kozmopoliitizmin şövalyelerinin burun kıvırdığı Marxizm-Leninizm göstermiştir ki, ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almak ve bunun ancak uzak bir gelecekte, yalnızca tamamen özgür bir ulusal gelişme temelinde olacağını kabul etmek gerekmektedir.
Diğer yandan,150 yıl önce bile Marx, milliyetin ve ulusların artık "modası geçmiş" bir "önyargı" olduğunu ileri sürenleri alaya almış ve Lenin ise 1916 da,"Vperyod" grubunun, ulusların tarihsel karakteri ile ilgili hiç bir şeyi anlayamadıklarını belirtmişken, bu gün hâlâ aynı bu tarz düşüncelerin yayılmaya çalışılması, hem de "sol" etiketleri en görünen yerlerine yapıştırmış olarak dolaşanların bu düşüncelerin esiri olmaları, düşündürücü olduğu kadar, akıl taşıyanlar için ders mahiyetindedir.
Oysa biraz diyalektik ve tarih bilinci taşıyanlar dahi görebilirler ki ulusal sorunun sınıfsal yanına ilişkin olarak taşıdığı önemin yadsınması yanında, çok fazla abartılması da; aynı şekilde ve özellikle ezilen halklar söz konusu olduğunda, ulusal sorunun taşıdığı önemin küçümsenmesi yanında, abartılması da son derece yanlıştır ve ulusal sorunun çözümünde yanlış sonuçlara götürür.
Bugün tam da buradayız ve yanlışa götüren çizginin açısı son derece genişlemiş ve iki çızgi, neredeyse karşı karşıya gelmiş, dolayısıyla yanlışa götüren çizgi egemen sınıfın çizgisi ile örtüşmüştür.
Diğer yandan, bilumum "Kürtseverler"in, faillerini ve faillerine yakın duranları ve elbette arkasında duranları pek fazla kafaya takmasalar da, Musa Anter'in öldürülmesi karşısında ağıt yaktıklarını biliyoruz; öte yandan İsmail Beşikçi'nin Kürt tarihi konusunda otorite olduğunu kabul ettiklerini de biliyoruz; ancak bugün bazılarını kükreten,"Kürtler millet oldu mu, olmadı mı?" tartışmaları çok eskidir ve Musa Anter, bir sosyalist olarak, Türkiye Kürtlerinin "millet" aşamasına gelmediğini düşünürken ve ayrı devlet politikasının redddi içinde iken öldürülmüştür; İsmail Beşikçi ise ille de "Kürt devleti" diyordu, bunun için hapislerde yatıyordu ve Öcalan'ı buna uzak görünce Barzani'ye yaklaşıyordu ve yaklaşmıştır.
Bununla birlikte ve yine bilumum "kürtseverler", her yerde Kürtlerin katlini görüyorlarken, hatta faillerinin resmini neredeyse ezbere çizerlerken, Sakine Cansız ve arkadaşları katledilince, önce gördüler, sonra biraz ağladılar ve ensonu,yağmasalar da gürlediler amma ve lakin ne Osman Cengiz Çandar'ın solcu Kürtleri işaret eden raporunu, ne de medyanın bir "sol" renkli Sakine Cansız resmi izlettirdiğini ve hatta o sıralar pek sık konuşan ve de Kandil'in Öcalan'a "racon kestiği" yollu konuşmalar yapanların,"Kandilde sol etkiler" bulunduğundan söz etmelerini ve tabiatıyla Öcalan'ın böyle görülmüyor olmasını ve Kürtlerde bir sol temizlik peşinde olunduğunu katiyen görmüyorlardı ve hâlâ görmemektedirler.
Ayrıca, M. Karayılan ve S. Ok'un ile C. Bayık, D. Kalkan, M. Karasu ve Suriyeli Bahoz'un,bir ve aynı düşünmediklerinin işaretlerini verdiklerini de, hem birbirleri ile tartıştıklarını ve hem de Öcalan'ı yerdiklerini ve de ikinci tarafın "sol" renklerinden rahatsız olunduğunu görmemekte ve Öcalan etrafında pervane olmaya devam etmektedirler.
Pervane olurken başları dönmüş olacak ki, uzun hapisliğin Öcalan'ı büyük yanlışların içine itmiş olabileceği ihtimalini, AKP ile ve hâlâ, yapacağı her türlü anlaşmanın bir geçerliği ve kendisine bir yararı olabileceğini düşünmesinin, bu uzun hapislik yıllarının getirdiği bi yanılsaması olabileceğini katiyen görmek istememektedirler.
Oysa bu noktada her şeyi görmek ve göstermek, enine boyuna irdelemek sorumluluk gereğidir. Ancak, bu noktalarda eleştirel yaklaşıp, gördüklerini göstermeye çalışanlar, "Öcalan'ın yıllarca silahlı savaş yapmış olduğu", bu nedenle, "sırf tutsak tutuldu diye, gidip TC'ye hizmet etmeyeceği" yönündeki savlarını mutlaklaştırarak ve eleştirileri hakaret sayarak saldıranların hışmına uğramaktadırlar.
Ama daha önemlisi, özellikle Öcalan'ı mitleştiren Öcalanistler,bunun salt bir "gönüllü hizmet"in ifadesi olmayacağını, uzun hapislik yıllarının, Öcalan'ı yanlış ve ABD emperyalizminin ve de 12 Eylül faşizminin çıkarları yönündeki politikalara hizmet eden yaklaşımlara ve politikalara itmiş olabileceğini,varsa kafasında kurnaz tilkiler, bu yanlışı düzeltmeye yetmeyeceğini görememektedirler.
Ol zaman, Birgül Ayman Güler'e hemen "ırkçı" yaftası da asılıvermişti ve kimsenin o yaftayı geri aldığını sanmıyorum!
Peki öyleyse ırk nedir, ırkçı kime denir? Bu konuda tam bir fikir birliği veya tartışmasız kabul edilen net bir teori var mıdır?
Peşin peşin söylemek gerekir ki, ırkçılığın tanımı konusunda literatürde büyük oranda uzlaşı görülse de, ırkçılığı yaratan nedenler konusu tartışmalı kalmaya devam etmektedir.
Irk,yaygın olarak en sert ve dışlayıcı bir kimlik kategorisi olarak nitelenmektedir.
Bu kimlik kategorisi, tanımlanmış bir grubun, değişmez ve kuşaklar boyu süren özelliklere sahip olduğu algısı durumunda ortaya çıkar.
Irk, toplumsal anlamını ırksallaştırma süreciyle kazanır. Irksallaştırma, çoğunlukla deri rengi gibi gözle görülebilir fiziksel işaretlere toplumsal anlam yüklendiği toplumsal bir süreç olarak değerlendirilebilir.
Bu durumda, çoğunlukla biyolojik farklılıklarla tanımlanan insan kategorileri, toplumsal ve ahlaki niteliklere sahip ayrı insan ırkları olarak sınıflandırılırlar. Irksallaştırma sık sık katılımla oluşan dış görünüşe dayansa da, ırkın örneğin deri rengine bağlı bir tanım olması zorunlu değildir.
Irk, son tahlilde belirli gruplara değişmez özelliklerin atanmasıyla ilgilidir. Yani etnik gruplar, milliyetler ve hatta sosyal sınıflar bile ırksallaştırmaya tabi tutulabilirler.
Hatta, Pier- Andre Taguieff'e göre, halklar arasında biyolojik değil, kültürel farklılaşmalara dayalı ayrımlaşmalar da ırkçılık kavramıyla tanımlanabilir; bu durumlar için "yeni ırkçılık" kavramını kullanmıştır.
Irkçılık, ırksallaştırma sürecinin ideolojisidir; Amerikalı Antropolog, Ruth Felton Benedict'e göre, ırkçılık bir etnik grubun doğası nedeniyle doğuştan aşağılığına, diğer grubun ise doğuştan üstünlüğüne yönelik bir doğmadır.
Belçikalı sosyolog ve antropolog Pierre van den Berghe'ye göre, ırkçılık, insan grupları arasındaki organik ve genetik olarak aktarılan (gerçek ya da hayal edilmiş) farklılıklarının, özünde belirli toplumsal olarak açık yetenek veya karakteristiklerin varlığı ya da yokluğu ile ilgili olduğuna dair inanç setidir.
Alman asıllı Amerikalı tarihçi George Lachmann Mosse'a göre,ırkçılık, tüm insan kişiliğini, görünüş, davranış ve aklını kapsayıcı bir biçimde değerlendirmeye tabi tutan, sınıflandıran ve sınıflandırmanın değişmezliği iddiasında bulunan bir ideolojidir. Irkçıığın değişmezlik iddiası ve bireyi aşan gerçeklliklerin varlığı konusundaki savı, onu bir din biçimine sokar.
Bu aktardığım yaklaşımlar, ırkçılığı sosyal psikoloji düzleminde ele almışlardır. Irkçılığı ekonomik düzlemin ürünü olarak ele alan yaklaşımlar damevcuttur.
Örneğin Steve Fenton, kapitalizmin, özellikle Avrupa'dan dünyaya yayılma aşamalarında, köleliğin yönetimi gibi stratejik süreçlerdeki rolü aracılığyla ırkçılığı geliştirdiği fikrini işlemiştir. Ona göre dünya kapitalizminin gelişmesi, dünya ırkçılığının gelişmesi için bir vesiledir. Ortodoks Marxist yaklaşımlar ise sosyal hayatın temel açıklayıcı unsuru olarak sınıf ve sınıf mücadelesini görmeleri nedeniyle ırkçılığı, burjuvazi tarafından, çalışan sınıfı içten bölmek için kullanılan meşrulaştırıcı bir ideoloji olarak değerlendirmişlerdir.
Wallernstein'e göre ise ırk kavramı, dünya ekonomisindeki merkez-çevre ilişkilerine bağlıdır.Yayılan bir kapitalist sistem, bulabildiği tüm emek gücüne ihtiyaçduyar. Ancak, sonraki aşamalarda sermaye birikiminien üst noktaya çıkarmak için hem üretim maliyetlerini (özellikle de emek-gücü maliyetlerini) en aza indirmek, hem de bu durumun yaratacağı tepkileri dizginlemek gerekmektedir. İki amaca da ırkçılığın hizmet edebildiğini tarih aracıyla hepimiz biliyoruz.
Durum bu kardeşim ve nasıl ki senin, AKP ile ilgili son derece olumlu bir portre çizdiğin için, AKP yanlısı olduğun yönlü haksız bir sonuç çıkarmamızı istememişsin, sen de öyle yaklaş e mi? Yani dediklerimin B. Ayman Güler'e güzelleme yapmak için değil, bu hanfendinin de cesurca ve doğru olarak dikkat çektiği gerçekliği daha da ayrıntılandırarak somutlamak ve sırf CHP üyesi olduğu için, söylediklerini hemen çöpe atmak bir tarafa, bir de söylediklerinden, derinlemesine anlamadan, dinlemeden "ırkçılık" sonucu çıkarmanın son derece yanlış olduğunu göstermek için olduğunu gönülden kabul et e mi?

Ayrıca bu ve daha önce ifade ettiklerimden, kesinkes ne "kürt düşmanlığı",ne "Öcalan'a hakaret", ne de "Kürtlerin kendi kaderini özgürce belirleme hakkını inkar"sonucu çıkar; hatta bu sonuncudan Öcalan vazgeçmiştir, ve bu hakkı açık ve net olarak ABD emperyalizminin insiyatifine bırakmıştır ve bütün bu "demokratik komün" masalları, bunu örtmek ve Kürt halkının, kaderini Öcalan'ın önderliğine, dolayısıyla ABD emperyalizminin "DOST"luğuna, o beğenilmezse, "demokrasi" aşkına, o da beğenilmezse, "gücüne" ve kavgasız gürültüsüz bırakması içindir, ama ben hiç inkar etmedim!

Ulusların kendi kaderini özgürce tayin hakkı, birinci dünya savaşının sonunda Amerika'nın bile alel acele,"self -determinasyon"adı altında, Lenin'in karizmasının ağırlığını azaltmakiçin, bölge halklarına verilmiş, ancak hemen vazgeçilerek, "manda" fikri ortaya atılmış Türk halkı dahil, pek çok halk bu "manda"ya balıklama atlamıştır.

Yani kardeşim, Kendi kaderini tayin ilkesinin ulusal kurtuluşun en önemli ve vazgeçilmez ve tayin edici bir ilkesi olduğunu,daha o zaman Amerika bile kabul etmiş amma ve lakin, gel gör ki, Öcalan ve taraftarlarının bu ilkeyi çoktan unuttuklarını biz görüyoruz, siz görmüyorsunuz ama AKP'nin Kürt halkını ne de çok sevdiğini, o nedenle de Kemalistlerin yapmadığı iyilikleri Kürtlere yaptığını çok kolay görüyorsunuz ve belki de bu iyilikleri sayesinde mekanının cennet olacağını düşünüyorsunuz ya da duasını ediyorsunuz!

Fikret Uzun
13-Aralık-2013

Hiç yorum yok: