27 Ocak 2013 Pazar

ÇANAK ÇÖMLEK ÇORBA MORBA İÇİNDE BİR NAFİLE POLİTİKA



ÇANAK - ÇÖMLEK ÇORBA - MORBA İÇİNDE BİR NAFİLE POLİTİKA!
Biri bir çanak koyuyor ortaya ve sonra, önceleri çay kaşığı ile ve devamla nadiren de olsa, bol kepçeden içine bilumum samanlar ve bayatlamış zerzevatlar dolduruluyor ki, tuzunu da, şekerini de, yağını da unuttukları için, tatsız tuzsuz, saman tadında bir çorba çıkıyor ortaya!

Bu ortaya çıkan ise, çorbayı pişirenlerin de, yedirmek için bin dereden su getirenlerin de, ABD emperyalizminin ideolojik saldırısı ve 12 Eylül rejiminin "barış" illüzyonu ile gözlerinin kör olduğunu gösteriyor!

Kör değillerse yemeğin tadı, son derece cehalet içinde olduklarını ve bu cehaletin sonucu olarak da, ürettikleri saman tadındaki çorbayı fetişleştirdiklerini göstermeye yetiyor.

CHP 'nin, deyim yerindeyse, TC’nin vazgeçilmezi olduğunu, yani bir devlet partisi olduğunu; devlet için yol açıcı olduğunu aktardığım halde;

daha Menderes rejimine geçerken, Menderes’in önünü açan, hep TC olarak anılan burjuva devlet düzeninin olması gerektiği yönde yerleşmesi için, her burjuva-demokratik ya da gerici, baskıcı, işçi düşmanı ve en son cumhuriyeti yıkmaya çalışan restorasyonların ve/veya darbelerin ya önünde ya yanında ama hiçbir zaman karşısında olmadığını defalarca aktardığım halde;

en sonu,12 Eylül rejiminin yerleşmesi sürecinin en son halkası sayılan ve bir anlamda aranan kan olan, RTE-AKP nin önünü ve gözümüzün içine baka baka ve de "demokrasi" aşkı ile ama gizlide pişirerek açarak, olabilecek en uysal muhalefet rolü ile açtığı yolu asfaltladığını ve kuruluşu ile anıldığı cumhuriyetin çökertilmesinde üzerine düşen her türlü devlet görevini yerine getirdiğini hep aktardığım halde;

ama kendi içindeki yapılanmanın ve var olma gerekçesinin, bu çökertme görevini daha ileri götürmesine yetmediği için, bir saray darbesinin konusu misli bir komplo ile bir "yol açıcıyı" devirip, daha istekli bir "yol açıcı"nın başına getirilmesi ile "yeni " mürteci, ya da sadece mürteci veya sadece "yeni" bir "yol açıcı" misyon yüklendiğini de defaatle aktarmış olmakla birlikte, hâlâ ezberlerinizde olan yafta misli teranelerinizin hışmına uğrayacağımı biliyorum.

Bunu bilerek ve CHP yi hâlâ solda gören ve toplumun çeşitli kesimlerinden ama daha çok emekçi kesimlerden bir kitlenin var olduğunu ve bu "sol"algının üzerine yatarak ve de "yeni" sıfatı ile onları kandırarak, AKP nin, hatta ABD'nin politikalarının peşine takan bir CHP olduğunu da ekleyerek;

CHP'li Birgül Ayman Güler’in, son derece kararlı bir biçimde ortaya koydukları ile biraz daha hışmınızı toplamayı göze alarak, başka bir CHP saylavının ifadesini kullanarak kralı büsbütün çıplak bıraktığını söyleyeceğim.

Ürettiğiniz saman tadındaki çorbanızı ister dökün, ister tadını, tuzunu ayarlayın, isterseniz büsbütün sahip çıkarak satmaya çalışmaya devam edin, size son derece tadı tuzu yerinde, dolayısıyla lezzetli, hatta parmaklarınızı yalarken dilinizin bile yorulacağı bilimsel bir yemek sunmak istiyorum.

Siz yaftalarınızı nasıl sıkacağınızı düşünmekte ve benim sunduğumun karşısında hâlâ saman tadındaki çorbanızı savunmakta serbestsiniz! Ancak unutmayın ki, yukarda yüce gök yanında, bilimin ve aklın süzgecinden geçenleri her daim sayfalarına aktararak ilerleyen tarih var ve ben nasıl ki, tarihin bu sayfalarına not düşüyorsam, sizlerin, her ne kadar saman tadında olsa da, dedikleriniz de aynı sayfalara kaydediliyor ve oradan artık balta ile bile kazınmaya çalışılsa silinemiyorlar.

Öncelikle Profesör Birgül Ayman Güler'in sözlerinde ırkçılık olmadığını hatırlatarak, hepinizin birden ve egemen politikanın bütün yandaşları yanında, "yeni" CHP( AK-CHP de söyleniyor) nin de resmi duruşunun yanında yer aldığınızı belirtmek istiyorum.

Ek olarak ve çelişkilerinizi yüzünüze vurmak için, hiçbirinizin CHP milletvekilinin bu sözüne tek kelime etme hakkı olmadığını ifade etmek istiyorum ve açıyorum; eğer siz, hepiniz, tarih bilincinden de, bilgisinden de yoksun bir şekilde, ABD’nin " Kürdistan poltikası"nın peşine takılmış, buradan akacak olanları, Kürt halkına da, Türkiye’nin emekçi halkları yanında, devrimcilerine de, hem devrimci renkte ve hem de bir kurtuluş olarak yutturmak için, önce kendinizi inandırmış vaziyette olduğunuzu; bununla birlikte ABD'nin "Kürdistan poltikası" ndan, Kürtlere düşenin, osmanik yapıda bir emperyal devletin hegemonyasındaki, alt "kimlik" olduğunu bilerek ve isteyerek kabul etmiş olduğunuzu ve önünde secdeye varmış olduğunuzu unutmuş olmasa idiniz; ancak o zaman, doğru ya da yanlış olmasından bağımsız, bu söze karşı çıkmanız, küplere binmeniz mümkün olabilir, anlaşılabilir di!

Ancak, Kimliklerini ve uzun zamandır, arayan Kürtlere, ABD nin "Kürt politikasından",başka adıyla" Kürt çözümü"nden düşenler karşısında secdeye varmasa idiniz bu mümkün ve buna hakkınız olabilir di!

Kaldı ki, bu politika karşısında secdeye varmayacak ve bu politikanın bir emperyalist politika olduğunu anlayacak denli aklınızda bir olgunluk birikmiş olsa idi, o zaman da, Birgül hanımın sözlerini en tam ifadesiyle anlar ve resmi koronun peşine takılmazdınız.

Şimdi buyurun sofraya!

Milliyetle başlayalım, beraberinde ulusa değinelim, ardından etnik kimlikle devam ederek, ırk ve ırkçılıkla bitirelim.

Marxizmin kurucuları "milliyet" terimini iki anlamda kullanmışlardır. Bu terimi, daha çok, kabile düzeninin dağılmasından kapitalizmin tarih sahnesine çıkışına ve ulusların oluşumuna kadar uzanan dönem içinde görülen sosyo-tarihsel toplulukları belirlemek için kullanmışlardır.
Bununla birlikte ister ulus, ister milliyet, ister ulusal ya da etnik bir grup olsun, genel anlamda belli bir halktan söz ederken de bu terimden yararlanılmıştır.

Marksist-Leninist öğretinin kurucuları, kabileye özgü bağlardan toprak ortaklığına dayalı bağlara geçiş biçimini, milliyetlerin ortaya çıkışını hazırlayan belli başlı ve nitelikçe yeni özelliklerden biri olarak gösterirler. Milliyetlerde, kabilelerde görülenin tersine, kan bağları ve soy ortaklığı çok daha önemsiz bir rol oynar, ya da hiç bir rol oynamaz. Gelenekler de, taşıdığı sonucu belirleyici önemini yitirirler ve yerlerini yasalara bırakırlar.

Kavimden milliyet durumuna geçişle birlikte, kendiliğinden oluşan dinler ortadan kalkar, bunların yerini, yeni toplumun sınıflara bölünmesini onaylayan ve pekiştiren, diğer birçok milliyetler tararından benimsenmiş, dünya dinleri adı verilen dinler alır.

Her milliyetin belirli bir dil ortaklığı görülür. Bu dilin, milliyetlerden önce yaşamış olan kavimlerin diliyle akrabalık bağlantısını bulup çıkartmak çoğu zaman bir hayli güçtür. Üstelik diller, milliyetlerin kendi gelişmeleri sırasında da önemli değişimlere uğrarlar.

Sosyalizm -öncesi milliyetler, insanlığın genel ilerleme hareketine uluslara oranla çok daha az bir ölçüde yer alırlar. Engels,"Alman İdeolojisi”nde, ulusal topluluğun oluşmasını" yerellikten ulus biçimine geçiş" olarak açıklamıştır.

Milliyetin yerel anlamda sınırlılığı, daha çok tarıma dayalı üretimin özgül özelliklerinden ve feodal dönemde milliyetin kendine -yeterli karakterinden ileri gelmektedir.

Marx,"bu küçük çiftçiler arasında sadece yerel bir karşılıklı bağlantı olduğunu ve bu küçük çiftçilerin çıkarlarının benzer olmasının da bu insanlar arasında ne bir bütünlük, ne ulusal bağ, ne de politik bir örgütlenme oluşturduğunu" özellikle vurgulamıştır.

Etnik özellikleri yeterince belirgin olmakla birlikte milliyetler ve onları izleyen uluslar her şeyden önce toplumsal gelişmenin bir sonucudur.

Engels," soy bağları temeline dayalı gruplardan oluşan eski toplum, yeni yeni gelişen toplumsal sınıfların çatışması karşısında parçalanır; onun yerine bir devlet biçiminde kurulan, alt birimleri, artık soy bağları temeline dayalı gruplar olmayıp, toprak ortaklığı temeline dayalı gruplar olan yeni bir toplum gelir. Bu yeni toplumda mülkiyet düzeni aile düzenine tümüyle egemendir." der.

Bu süreçler, sadece milliyetin ilk tarihsel biçimi olan ilkel, köleci milliyetin ortaya çıkışını hazırlamıştır. Daha sonraları, köleci toplumların varlıklarının son döneminde içine düştükleri toplumsal açmazın ortadan kaldırılmasıyla tarih sahnesinde ortaçağa özgü feodal milliyetler boy göstermiştir. Bu milliyetlerin hepsi, ulus haline gelmiş değillerdir. Feodal düzen yerini kapitalizme bırakınca, milliyetlerin çoğu birbiriyle kaynaşarak birleşik uluslar meydana getirmiş, ya da kapitalist milliyetler halinde gelişme göstermişlerdir.

Engelse göre, ulusal varlık için gerekli belli başlı koşullar, kalabalık nüfus, tek bir toprak ve sosyo ekonomik düzeyde birlik ve bağımsızlık için savaşım anlamına gelen gelişmiş bir ulusal duygudur. Ulusu oluşturacak olan insanların, gerek yeterince kalabalık ve birleşmiş olmaları, gerekse ulusal düzeyde var olma yeteneğine sahip bulunmaları gerekir.

Bir milliyetin( ulus haline gelmek için gerekli) tarihsel aktifliği, ulusların kaynaşması doğrultusundaki dünya çapında yaygın tarihsel eğilim ortamı içinde, kendi ulusal gelişmesini sağlayabilecek yeterli güce, yeterli birlik ve bütünlüğe, yeterli yetenek ve olanaklara sahip olmasıyla başlar.

Bu amaç doğrultusunda ki özlemleri bir eğilim olarak açıklayan Lenin, bunun, ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, ulusal ezgiye karşı ve ulusal devletin kuruluşu doğrultusunda sürdürülen savaşımın canlanışı demek olduğunu yazmıştır.

Tıpkı ulus gibi milliyet de, esas olarak maddi ilişkiler ve çıkarlar sayesinde bütünleşir. Ama bir milliyetin üretim güçleri, özellikle kapitalist düzende, bir ulusun üretim güçlerinden daha düşük düzeydedir. İş bölümü derecesi ve gerek iç, gerekse dış ilişkiler, böylesi bir durumdadır.

Bir milliyetin kendi içindeki ekonomik ve politik bağlar -hiç tartışmasız, kapitalist aşama da dahil olmak üzere, bütün gelişme aşamalarında bir milliyet böyle bağlara sahiptir - henüz son derece gevşek ve yöreseldir.

Milliyetin belirgin özelliklerine kesin olarak şu açıdan bakılmalıdır: Bunlar, bir ulusun belirgin özelliklerini andırmakla birlikte, olgunluk derecesi ve nitelikçe farklılık gösterirler. Önem derecesine göre, bu belirgin özellikler: dil ve toprak ortaklığı, ekonomik, politik ve kültürel yaşam ortaklığının ilk gelişme belirtileri, etnik benlik duygusu ve göreneklerdir.

Buna göre, bir milliyetin özü, yalnızca ardı ardına sıralanan belirgin özelliklerden ibaret olmayıp, bu belirgin özelliklerin olgunluk derecesine de bağlı ve bu, esas olarak toplumsal, yalnızca daha az olmak üzere etnik anlamdadır.

Bundan başka, bu belirgin özelliklerin oynadığı rol,- bundan dolayı milliyetinde oynadığı rol- yalnızca bir bütün olarak bu belirgin özelliklerin toplamına değil, aralarında kurulan özgül birleşimlere de bağlıdır.

Son olarak, milliyetin, içinde geliştiği somut tarihsel ortam son derece önemlidir; yani milliyet, gelişmesini özgürce yapabilmekte midir, yoksa baskı altında mıdır; kendi devletini kurabilmiş midir, yoksa çokuluslu bir devletin parçası mıdır, vb?

Diğer yandan,"milliyet" terimi farklı ve çoğu zaman da birbiriyle çelişen anlamlar taşımaktadır; bu yüzden, bu terimi daha dikkatli bir şekilde incelemek gerekir.

Yukarda Marxizm-Leninizm’in kurucularının bu terimi iki anlamda kullandıklarını hatırlatmıştım, başka anlamlarda da kullandıklarını eklemek üzere tekrar etmek gerekirse; birincisi, bir ulus, bir milliyet, etnik ya da ulusal grup halindeki "halk" anlamındadır; ikincisi,"küçük bir ulusu" belirtmek amacıyla; üçüncüsü, insanlar arasında ulus ölçeğindeki bağları belirlemek ve böylece insanların hangi ulusun üyesi (uyrukluk)olduklarını ifade etmek amacıyla; dördüncüsü de, bireylerin kökeninin karakterini belirlemek amacıyla kullandıklarının da altını çiziyorum.

Burada "milliyet" terimine verilen anlam, en çok bireyler arasındaki ulusal bağlarla, bireyleri belli bir ulusla, bir milliyetle, ulusal ya da etnik grupla özdeşleştiren tüm özellikler bütünüyle ilgilidir.

İnsanların ulusal kimliğini belirleyen belli başlı özellikler, özü öncelikle toplumsal etkenler tarafından biçimlenmiş ulusal bağlardır.

Öte yandan, tarihte toplumsal etkenlerden daha önce( kabile ya da milliyet aşamasında) ortaya çıkmış olan etnik etkenleri de dikkate almak gerekir.

Etnik etkenler, son derece kalıcı ve direngen olduklarından, insanlar, içinde yaşadıkları halktan ayrı düştükten sonra da uzun bir süre bu etnik etkenleri sürdürürler. Bunun sonucu olarak, kişilerin milliyetleri çoğu kez, onların kendilerini hangi topluluğun bir parçası saymalarıyla, yani aile gelenekleri ya da soy kökenleri temeline dayalı olarak, çok öznel bir şekilde belirlenir.

Marx ve Engels, birbirlerinden farklı ve ayrı bölge insanlarının bir ulus halinde billurlaşması sürecini inceleyerek, ulusal bağların, etnik temelden çok, toplumsal temel üzerinde, yani ortak çıkarlar, ortak ahlak değerleri ve ortak görüşler şeklinde ortaya çıktıklarını vurgulamışlardır.

Engels, ulusların ve milliyetlerin birbirinden ayrı kısımlarının ulusal kimliğini , "milliyetle, dille ve genel eğilimle" tanımlamanın en doğru yol olacağının üzerinde durmuştur.

Milliyet kavramıyla Engels, ulusal benlik duygusunu, yani bireylerin kendi ulusal bağlarını algılayışlarını kastetmiştir.

Bir başka yerde Engels, büyük bir ulusun bu dağınık parçalarının "bu ulusun ulusal yaşamından koparak büyük ölçüde, başka bir halkın ulusal yaşamıyla bütünleştiklerine "dikkat çekmiştir. Elbette bu bütünleşme, her şeyden önce toplumsal bağlamda gerçekleşir, çünkü etnik özellikler uzun zaman değişmeden kalırlar.

Örneğin Macaristan Almanları, hâlâ Alman dilini kullandıkları halde, "zihniyet, karakter ve görenek bakımlarından gerçek anlamda Macarlaşmışlardır."

Diğer yandan, Engels’in, Alman imparatorluğunun Fransız Devrimi'ne savaş ilan ettiği zaman, Alman kökenli olan Alsas-Loren halkının, ulusal kimliklerini hiçe saymış olduklarını yazmış olduğunu da biliyoruz.

Ayrıca, Engels'e göre, Fransızlarla aralarında "etnik akrabalık ve ortak dil bağı olmasına karşın, İtalya ile birleşmeyi tercih eden Sav oyalıların durumunda toplumsal etkenlerin, etnik etkenlere oranla daha belirleyici bir rol oynamış olduğu tartışmasız ortadadır. Bununla birlikte, Savoyalıların ayrı bir ulusal duyguya sahip olmaları, kesinlikle İtalya ile birleşmelerinin sonucudur."

Engels, etnik bir özellik olan dil konusuna değinirken, dilin" bir takım insanların milliyetlerinin ne olduğu sorununun bir sonuca bağlanmasında " yani kendini belli bir ulus ile özdeşleştirmekte" bir ölçüt olarak hizmet göremeyeceğine" işaret etmiştir.

Lenin de, insan yaşamında yer alan ulusal kökeni ve ulusal kimliği birbirinden bağımsız ama hiç kuşkusuz birbiri ile ilintili birer etken olarak görmektedir. Bir zamanlar ortak bir devletin yönetimi altında yaşamış olan İsveç ve Norveç uluslarının durumunda ise Lenin, bu ulusların kendi rızalarıyla birbirlerinden ayrıldıklarını kaydetmekle birlikte, bu iki ulusun "ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal bakımdan birbirlerine doğru çekilmekte" olduklarını belirtmiştir.

Elbette bu etkenler, aynı milliyetten olan insanlar için çok daha geçerlidir. İnsanların ulusal kimlikleri, o insanların ulusal ölçekteki ilişkilerine dayandığına ve bu ilişkiler, özü itibarı ile burjuva ilişkiler olduğuna göre, ulusal ilişkilerin (etnik içeriğinden çok) toplumsal içeriğinin belirleyici olması her türlü tartışmanın ötesindedir.

İnsanların ulusal kimliğinin yalnızca etnik ölçütlere göre belirlenmesi, kuramsal açıdan yanlış olduğu kadar, pratik olarak politik açıdan da tamamen yanlıştır.

Milliyetçiler ulus kavramını, milliyet kavramı ile kasıtlı olarak karıştırmakta ve bu suretle kendi ulus kavramları içine, bir yönden belli bir zaman içinde bu ulusla bağları kurabilecek olan insanları, diğer yandan yakın ya da uzak bir geçmişte bu ulusla aralarında bağlar kurmuş olan ama başka bir bölgede, hatta başka devletlerde yaşayan bütün insanları da almaktadırlar.

Komşu devletlerin halkını ve tüm nüfusunu, ortak tarihsel kökene dayanarak Alman ulusuna katan Alman Nazilerinin yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Değişik ülkeler ve kıtalar üzerinde yaşayan Yahudi milliyetinden insanların tümünü kendi uluslarına ait olarak ilan eden Siyonistlerin yaptığı da budur.

İşte böyle bir yaklaşım, özünde şovenist ve ırkçı bir yaklaşımdır!

Bunun yanında, eğer ulusal kimlik sadece etnik özelliklere göre belirlenecek olsa, çok uluslu toplumlarda ve büyük ülkelerin halklarında insanları birleştiren etkenlerden çok, onları birbirinden ayıran etkenlere ağırlık verilmesi gerekirdi.

Diğer yandan, etnik kimliği, kökeninin neye dayandığından çok, etnik kimlik algısının var olmasının, gerek diğer kimlik kategorilerine, milliyetçilik olgusuna ve devlet aygıtına, gerekse ekonomik düzen ve uluslararası sisteme etkilerinin öne çıkarılmasına yönelik olarak ele alan bir çalışmada; "kimlik" kavramı üzerinde durularak, kimliğin, bireyin kendini tanımlamasının ve konumlanmasının bir ifadesi olduğunu; bireyin kim olduğu ve nerde durduğuna ilişkin bir cevap olduğunu; varlığın ve aidiyetin tanımı olduğunu; bireyin hem toplumsal ve hem de psikolojik anlamda, ne ve nerede olduğunu açıklaması vb. şeklindeki kavramlaştırmaların yaygın ve sosyal psikoloji alanının da konusu olduğu belirtilmekte ve şöyle devam edilmektedir.

Buradan, böyle düşünenler olmakla birlikte, bireyin her durumda kimliğin oluşmasında temel belirleyici olduğu anlamı çıkmamalıdır.

Buna göre, bir etnik veya ulusal kimliğin yaratılmasında, psikolojik süreçler ile birlikte, sosyo-kültürel etkileşimler, milli mitler ve gruplar arası ilişkiler önemli yer tutarlar.

Ayrıca, sosyal bilimcilerin, etnik kimlik kavramının içeriği konusunda henüz bir uzlaşıya varamamış olmalarının da altını çizmek gerekmektedir. Burada iki farklı ekolden söz edilmektedir; ilkçilik ve inşacılık.

İlkçilik ekolüne mensup olanlar, etnik kimlikle ilgili öğelerin hiç bir şeyden türemediğini ve her şeyden önce var olduğu savını öne çıkarırlarken, inşacılar, etnik kimliği sosyal inşa ürünü olarak görmüşler; modernleşme, devlet politikaları ve göç gibi olguların etnik kimliğin oluşumu ve yeniden-oluşumu süreçlerindeki etkisi üzerinde durarak, etnik kimliğin dinamik yapısına vurgu yapmışlardır.

Van Der Berghe, etnik grupların akrabalık ilişkisinin geniş ölçekli düşünülmesi ile oluştuğu fikrini işlerken, etnik kimliğin biyolojik ilişki bağlamı üzerinde durmuş ve "ırk”ı, etnik kimliğin temel unsurlarından biri olarak değerlendirmiştir.

E.Francis ise "ortak ata" kavramını vurgulayarak, etnik kimliği, belirli insanların sosyal olarak "ortak ata" erdemine aidiyetleri biçiminde tanımlamıştır.

Yani İlkçiler, etnik kimliği toplumsal yaşamın verili öğelerinden kaynaklanan bir bağ olarak görmüşler, genellikle biyolojik bağlantı noktaları aracıyla bu bağı tanımlamışlardır.

Etnik kimliği toplumsal bir tasarım olarak değerlendiren İnşacılar ise, etnik kimliğin töze ilişkin bir oluşum olmadığı; toplumsal grupların diğer toplumsal grup üyeleri ile girdikleri etkileşim süreçlerinde ortaya çıkan bir tasarım olduğu fikriyle İlkçilerden oldukça farklı öğeleri etnik kimlik tanımlamalarına yerleştirmişlerdir.

David D.Laitin, George M.Scott, Anthony D. Smith gibi, bu iki yaklaşımın sentezini yapanlar da vardır ve şöyle seslendirmişlerdir; Latin, kültürü, ikiyüzlü bir kavram olarak değerlendirmiş, kültürün hem sabit bir öze, hem de manipüle edilebilir, esnek ve inşa edilmiş unsurlara sahip olduğunu vurgulamıştır.

Böylelikle, kültürle bağlantılı olarak etnik kimliğin de ikiyüzlü bir kavram olduğu sonucuna varmıştır. Scott da, benzer bir şekilde kimliklerin hem ilkçi, hem de inşacı unsurlara sahip olduklarını ifade etmiştir.

Antony D.Smith ise, etnik grubu, "soya ait mitlerin rolünü ve tarihi anıları vurgulayan; din, gelenek, dil ya da kurumlar gibi bir veya birden fazla kültürel farklılığa göre tanınan ve ayırt edilen kültürel kolektif "olarak tanımlamış ve ethno-symbolist olarak adlandırılan yaklaşımıyla çözümlemelerinde milletleri birleştiren sembollerin eski ve sürekli olabileceği; ancak bu grupların farklı zamanlarda onlara yeni yol ve amaçlarla başvurabileceğini söylemiştir.

Böylelilikle Smith, etnik kimliğin özsel niteliklerini seslendirirken, aynı zamanda her bir etnik grubu özel tarihsel güçlerin ürünü olarak değerlendirmiş; bu nedenle etnik kimliği tarihsel değişim ve çözülmelere maruz kalabilir görmüştür.

Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, etnik kimliğin, kökeninin neye dayandığından çok, etnik kimlik algısının var olmasının, gerek diğer kimlik kategorilerine, milliyetçilik olgusuna ve devlet aygıtına, gerekse ekonomik düzen ve uluslararası sisteme etkilerinin öne çıkarılmasına yönelik olarak ele alındığından, etnik kimliğin kökenleri konusundaki ilkçi, inşacı ya da etno-sembolcü yaklaşımlara doğrudan dayanmayan; ancak, etnik kimliğin "algıya dayalı" varlığını ve bu algıya dayalı varlığın ürettiği, ya da ön plana çıkardığı mit ve sembollerin koyduğu sınırları vurgulayan bir etnik kimlik tanımının çalışmanın merkezine almanın yeterli olduğunu belirterek; etnik kimlikten kastın,"bir grup üyelerinin diğerlerine karşı sosyo kültürel semboller sistemi temelinde geliştirdiği ayrımcılık" olduğunun ve sosyo - kültürel sembollere ilişkin unsurların milliyetçilik bağlamında araçlandırılmasına işaret eden bu çalışmadan, "ırk" ve "ırkçılık" kategorisindeki kimlik üzerine de bir kaç ifadeyi aktarmak istiyorum.

Bu çalışmaya göre, ırk, en sert ve dışlayıcı bir kimlik kategorisidir. Buna göre, bu kimlik kategorisi, tanımlanmış bir grubun, değişmez ve kuşaklar boyu süren özelliklere sahip olduğu algısı durumunda ortaya çıkmaktadır. Irk, toplumsal anlamını, ırksallaştırma süreciyle kazanır. Irksallaştırma, çoğunlukla deri rengi gibi, gözle görülebilir fiziksel işaretlere toplumsal anlam yüklendiği toplumsal bir süreç olarak değerlendirilebilir. Bu durumda, çoğunlukla biyolojik farklılıklarla tanımlanan insan kategorileri, toplumsal ve ahlaki niteliklere sahip ayrı insan ırkları olarak sınıflandırılırlar. Irksallaştırma, sık sık kalıtımla oluşan dış görünüşe dayansa da, ırkın örneğin deri rengine bağlı bir tanım olması zorunlu değildir. Irk son tahlilde, belirli gruplara değişmez özelliklerin atanmasıyla ilgilidir. Yani etnik gruplar, milliyetler ve hatta sosyal sınıflar bile ırksallaştırmaya tabi tutulabilirler.

Örnek olsun, Pierre -Andre Taguieff, halklar arasında biyolojik değil, kültürel farklılaşmalara dayalı ayrımlaşmaların da ırkçılık kavramayla tanımlanabileceğini ifade etmiş ve bu durumu "yeni ırkçılık" olarak kavramlaştırmıştır.

Irkçılık, ırksallaştırma sürecinin ideolojisidir. Ruth Benedict'e göre, ırkçılık bir etnik grubun, doğası nedeniyle doğuştan aşağılığına, diğer grubun ise doğuştan üstünlüğüne yönelik doğmadır. Pierce van den Berghe'ye göre ise ırkçılık, insan grupları arasındaki organik ve genetik olarak aktarılan ( gerçek ya da hayal edilmiş) farklılıkların özünde belirli toplumsal olarak açık yetenek veya karakteristiklerin varlığı ya da yokluğu ile ilgili olduğuna dair inanç setidir.

Bir diğerine, George L.Mosser'e göre ise, ırkçılık, tüm insan kişiliğini, görünüş, davranış ve aklını kapsayıcı bir biçimde değerlendirmeye tabi tutan, sınıflandıran ve bu sınıflandırmanın değişmezliği iddiasında bulunan bir ideolojidir. Irkçılığın değişmezlik iddiası ve bireyi aşan gerçekliklerin varlığı konusundaki savı, onu bir din biçimine sokar.

Bütün bu yaklaşımlar, ırkçılığı bir sosyal-psikoloji düzleminde ele almışlardır; Irkçılığı ekonomik düzlemin ürünü olarak ele alan yaklaşımlar da vardır fakat bu yaklaşımlar da, neyin ırkçılık olduğu konusunda benzer tanımlamalar ileri sürmüşlerdir.

Örneğin, Steve Fenton, kapitalizmin, özellikle Avrupa'dan dünyaya yayılma aşamalarında, köleliğin yönetimi gibi stratejik süreçlerdeki rolü aracıyla ırkçılığı geliştirdiği fikrini işlemiştir. Ona göre, dünya kapitalizminin gelişmesi, dünya ırkçılığının gelişmesi için bir vesiledir.

İlk ırkçılık teorilerinin geri kalmış halklarda aşağılık duygusu yaratmak amacıyla ortaya atılışı,16.yüzyıla, sömürgecilik döneminin başlarına rastlar. Hıristiyan kilisesi, hükümetler ve burjuva hukuku, ırkçılığı kutsamaya başlarlar.

Burjuva ideolojisi de, köleleştirilmiş halkların kendi maddi ve manevi kültürlerini geliştirecek olanaklara, hatta yeteneklere sahip olmadıklarını ileri sürerek, ırkçılık görüşlerini desteklemişlerdir.

ABD de ise, emperyalist şovenizmin, tekelci sermayenin kozmopolit özlemlerinin, ulusal nihilizmin savunuculuğunun yanı sıra, bir yanda "beyaz ırk şövenizmi" biçiminde ortaya çıkan, diğer yanda ise, siyah nüfusun içindeki en uç öğelerin "siyah ırk milliyetçiliği" biçiminde ya da, Amerikan yerlilerinin, Porto Rikoluların belirli kısımlarında ulusal yalıtılmışlık ve önyargılar biçiminde beliren en kötü ırkçılık türleri görülebilmektedir.

Tümüyle burjuva ideolojisi ile bağlı olan milliyetçi-ırkçı ideoloji ile gericilik birbirinden ayrılmamaktadır.

Marx, şöyle yazmıştır:" Şovenizm, işçi sınıfının kurtuluşunun birinci koşulu olan uluslararası işbirliğini engelleyen bir araçtır"Batı Almanya'da hortlamış olan Yeni-Nazizm 'de, İsrail’deki Siyonizm’de, ABD’deki beyaz ırk şövenizminde, bütün kendine özgü yönleriyle Afrika'da belirmiş olan siyah ırk milliyetçiliğinde hep görüldüğü gibi, gericilik milliyetçi ideolojiyi teşvik etmektedir.

Dolayısıyla, Sovyetler Birliğinin çözülmesiyle birlikte hareketlenen ve yıkıldıktan sonra hızla yükselen milliyetçilik yanında dinsel gericiliğin de aynı anda ve tonda yükselmesi şaşırtıcı ve tesadüfî bulunmamalıdır.

Diğer yandan, siyasal davranış ve ilişkilerin, genetik köken taşıdıkları düşüncesinin, ne biyologlar, ne de sosyal bilimciler arasında ciddi bir destek görmekte olduğu gerçeği de aklımızdan çıkarılmamalıdır.

Ulusal sorun konusundaki burjuva eğilimin en uç noktası ırkçılıktır. Bu, tüm halkların temel çıkarlarına düşman olan gerici toplumsal güçlerin bir ideolojisidir. Irkçılık ile şovenizmin oluşturduğu birliğin en tipik örneği, dünya gericiliğinin başlıca silahlarından biri olan, antikomünizmin vurucu gücü, Arap halklarının ulusal kurtuluş hareketlerinin ve dünya üzerindeki tüm emekçi Yahudilerin baş düşmanı olan Siyonizm'dir.

İşte böyle, demek ki,"ulus" ,"milliyet","etnik kimlik","ırk -ırkçı" kavram ve kategorileri, pek o kadar basitçe ele alınarak kavranacak, sonuç çıkartılacak ve hüküm verilebilecek sadelikte ve mutlaklık içeren olgular değilmiş! Yani "sorun",önemli açıklıklar sağalanmış olsa da, en tam ifadesiyle henüz sorun olmaktan çıkmamıştır!

Buna karşın, bir taraftan henüz milliyet ve etnik kimlik kavramlaştırmaları konusunda, hatta Irk, ırkçılık kavramlaştırmaları konusunda dahi, yine önemli açıklıklara ulaşılmış olsa da, henüz tam ve mutlak bir tanımlama etrafında birleşilmediği koşullarda; kısaca "sorun"un hâlâ ve arapsaçı misli devam ettiği koşullarda; ve üstelik Siyonizmin ırkçılığının görülmesinden ısrarla kaçılması yanında, bunu görenlerin ve gösterme cüreti gösterenlerin karşısına anti-Semitizm suçlamasının çıkarıldığı koşullarda, ABD emperyalizminin "Kürt politkası"na laf söyleyen veya onun politikasına karşı kendi politikasını öne koyan her yaklaşımda "ırkçılık" gören bir anlayışta ısrarla ısrar edilmektedir ki, ortaya koyduğunuz saman tadındaki çorba, tam da bunu ifade etmektedir.

İşte en yaman çelişki budur ve sonunda, Birgül hanımın patlamasının ifadesi olan sözlerine ölçüsüzce gösterilen yaklaşımlar ile sipsivri bir uç vermiştir.
Gösterdiğimi umuyorum ama görmenizi maalesef beklemiyorum!

Çünkü ABD emperyalizminin "Kürt poltikası"na gözlerinizi açık tutarak, diğer bütün politikalara kapatan bir politikaya sahip olduğunuzu biliyorum! Ancak ABD'nin ve sizin politikanız varsa, başka herkesin kendi politikaları olması da gayet normaldir ve ABD'nin politikalarını "ilerici-devrimci" ve hatta "dostane buluyorsanız ki öyle olduğu anlaşılıyor, karşısındaki politikaları düşmanca bulmanız ve üzerinize alınmanız da gayet normaldir.

Çünkü ABD politikaları, ne ilericidir, ne de devrimci; dostane olmasının ise mümkünatı yoktur; aksine Kürt halkına ve hatta çok daha önce Arap halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine düşmanlığın en başında ABD emperyalizmi olmuştur ki, Vietnamcı, Vietnam kurtuluş mücadelecilerinin topraklarından kovmasına maruz kalmaları nedeniyle ABD ve yandaşlarının hatırlamak istemeyeceklerini düşünerek konu etmiyorum, öyleyse karşısındaki politikaların düşmanca olması yerinde ve düşmanca bulunması kaçınılmaz olmaktadır!

Ancak bütün politikaları belirleme hakkının, ABD emperyalizmine ve dostluğundan feyz alanlara ait olmadığı denli, ABD'nin politikalarının karşısında olma hakkının da, karşı politikaların sahiplerine ait olması gayet normal ve yerindedir.

Demek ki, her taraftan çuvallamakta olan bir politik madrabazlık ile karşı karşıyayız ve artık hiç bir çuvala sığmamaktadır!

Not: İfadelerimin sınırında kalmayanlar, ifadelerimin dışındadırlar demektir!
Fikret Uzun
27 Ocak 2013

Hiç yorum yok: