21 Ocak 2013 Pazartesi

HANGİ DEVLETE KÜRDİSTAN DENİRSE KÜRT HALKINA HAKARET SAYILIR



Hangi Devlete "Kürdistan" Denirse Kürt Halkına Hakaret sayılır?

SoL gazetesi, "Petrol ağalarının ABD işgaline dayanarak kurduğu gerici devlete Kürdistan demeyi Kürt halkına hakaret sayıyoruz" demiş.
Ve birileri hemen, bunun,"Kürtleri yok saymanın bir bahanesi ..." olduğunu keşfedivermiş,   bu keşfe ve bu keşfe neden olan bakış açısına, “ihtiyaç keşfin anasıdır" sözünü hatırlatarak, Yaşar Kemal'in roman kahramanına söylettiği söz ile "ölmüşüz de habarımız yokmuş" sözü ile cevap vermek pek yerindedir; yani bu keşif, bir gerçeğin üzerini kapatma ihtiyacından değilse, akıl tutulmasından başka ne olabilir? demek istiyorum.
Peki diyelim ki Sol gazetesi böyle demekle "Kürtleri yok sayıyor"; akla yatkın değil ama yani dağ taş, Kürtlerin var olduğu gerçeği ile uzun zamandır çınlamakta iken ve üstelik Kürtlerin kendileri bile Kürt olduklarını söylemeye korktuğu yıllarda, bu gün sol gazetesi ile bağlı pek çok kişi, Türkiye’de Kürtler olduğunu söyleyebiliyor idi iken, şimdi sol gazetesi neden Kürtleri yok saysındı? ; ama yine de, diyelim ki öyledir:
Bu, "(Sol gazetesinin deyimi ile)Kürt coğrafyasında petrol ağalarının ABD ile kanka vaziyette olduğu; Kürt emekçi halkının söz hakkının olmadığı, yani ona bir şey soranın olmadığı; ve ezen ulusun egemenlerinin kurduğu rejimin yönetiminin de buna pek itirazı olmadığının anlaşılıyor olduğu ve hatta pek acele ettiklerinin de apaçık görüldüğü  gerçeğini ortadan kaldırabilir mi?
Dolayısıyla buradan Kürt halkına bir özgürlük veya kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanarak sağlanacak bir özgürlük olmayacağı; olsa olsa, Kürt ulusunun egemenlerine, yani literatüre uyarak söylersek, ezilen ulusun egemenlerine, ABD’nin himayesinde, İsrail’in taşeronluğunda bir petrol şirketi misli, NURTOPU GİBİ BİR DEVLET ve TEPEDEN YASALAR YOLU İLE VERİLECEĞİ gerçeğini" ortadan kaldırabilir mi?
İsterseniz açalım, kimmiş bunlar bakalım; yani Kürt ağalarına, beylerine, AŞİRET REİSLERİNE  Tarikat şeyhlerine, ABD-AB emperyalistleri ile ve TÜRKİYENİN TEKELLERİNE, yani ezen ulusun egemenlerine BİNBİR BAĞ İLE BAĞLI, BU BAĞIN TAM MERKEZİNDE BARZAN AŞİRETİNİN OLDUĞU, KÜRT BURJUVAZİSİNE, ABD'nin himayesinde, İsrail’in taşeronluğunda bir petrol şirketi misli, NURTOPU GİBİ BİR DEVLET ve TEPEDEN YASALAR YOLU İLE VERİLECEĞİ gerçeğini" ortadan kaldırabilir mi?
Peki, Kürt coğrafyasında yaşayan Kürt ulusu, sınıflar üstünde bir ulus mudur? Yani bu coğrafyada yaşayan Kürtler, sadece ağalardan, beylerden, aşiret reislerinden, Şeyhlerden ve işbirlikçi Kürt burjuvazisinden mi ibarettir? Ve bunları, ezen ulusun egemenlerinden ayrı tutabilir miyiz? Kürt emekçileri, yoksul, topraksız Kürt köylüleri, işsiz, aşsız, geleceksiz, eğitimsiz, Kürt gençleri, hâlâ feodal ve gerici geleneklerin kıskacında yaşayan Kürt kadınları, hâlâ aşiret saltanatının kölesi olan Kürtler, yani Kürt ulusunun gerçek ezilenleri, aynı ulusun üyeleri değil midir?
Ve en önemlisi, emperyalist ABD ile ve Türkiye’nin oligarkları ile kanka olan Kürt egemenleri için, devlete ne gerek var? Onlar da sahibinin sesini neden Kürt coğrafyasında dillendirmiyorlar acaba? Yani onlar da emperyalizmin kozmopolitizminden yana değiller mi?
Biraz daha açalım, emperyalistler için, uluslararası tekeller ve yerli tekeller için ve bunlarla bin bir bağ ile bağlı Kürt egemenleri için, bunları birbirinden ayıramayacağımıza göre, devletin ne önemi var? Önemli olan, sermayenin devletler üstü egemenliği, saltanatı değil mi? Ve bizim ahmak ama cin gibi bakan ve pabuç gibi dil taşıyan "sol"cularımız, emperyalist ABD'nin kozmopolitik yaygarası ile eş  zamanlı olarak "işçilerin vatanı olmadığını " hatırlamadılar mı?
Ve Kürt işçilerini neden bundan vareste tutuyorlar? İşçilerin vatanı yoksa Kürt işçilerin de vatanı yoktur. Öyleyse bu vatan aşkını körüklemek nedendir? Egemen ve daha çok egemen olmak isteyen, hem de düzenlerini bozmadan, yani feodal ilişkileri koruyarak egemenliklerini sağlamlaştırmak isteyen Kürt ağaları, aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve elbette işbirlikçi Kürt burjuvazisi, neden ille de Kürtleri, Türkiye’den ayırmak istiyor? Bu egemen asalaklar ve ABD emperyalizmine köle, Kürt halkına derebeyi olan parazitler için, "vatan"a ne gerek var?
Diğer yandan, onlarca yıl Kürtleri yok sayanlar, onlara hayvan muamelesi yapanlar, yakın zamana kadar Türkiye'de insanları, Kürtlerin kuyruğu olduğuna bile inandıranlar, en barbar işkencelerden geçirenler, insan pisliği bile yedirenler, en ağır cezalarla cezalandıranlar ki bunların en başında, şimdi bir yargılama tiyatrosunun baş aktörü olan Kenan Evren gelmektedir ve onca zaman, Türk parlamentosunda değişik partilerin üyesi olarak yer alan Kürt milletvekilleri,"Kürt " adını ağızlarına bile almazlarken, alanlara kötü gözle bakarlarken, "Kürdistan" sözcüğünün ise yanından bile geçmezlerken, onca barbarlıkla Kenan Evren’in  ve sonra başkalarının devam ettirdiği faşist rejiminin "zor"u ile Kürtlerin tepesine binerken sessiz kalırlarken ve hatta çıkartılan sıkıyönetim yasalarına imzalar atarlarken, hatta ve hatta Kürtlerden oluşturulan korucular ki, zamanında bunlara, şimdi Türkiye’nin yönetenleri tarafından ve  ittifak halindeki devşirilmiş medya ve ahmak "sol" ile sahtekar "sol" tarafından, Kürt sorununun Barzani eksenli  çözümü çerçevesinde müzakerelerin baş muhatabı kabul edilen Öcalan,"Hamidiye Alayları”nın benzeri diyordu, Kürtlere karşı ve kendi  çıkarlarını da gözeterek Türkiye’nin emrinde çalışırken, bununla birlikte, bunlar olup biterken, Kürtler en zalimce baskılara maruz kalırken, Kürtleri hatırlamayan, yakınından bile geçmezken ama birden Kürtlerin vekili olma "onuru"na sarılanlara, bu Kürt meselesine akıllarını, yüreklerini, vicdanlarını ve sesleri ile kulaklarını kapatan topyekun aktörlere ne oldu da, aniden pek Kürtsever ve pek "Kürdistan" sever oldular, çok "vicdan sahibi", "hak bilir" oluverdiler?
Hadi AB üyesi ülkelerini eleyelim, hiç olmazsa onlar Kürtlerin varlığını kanıtlamak için epey kürsü kullandılar;  ya emperyalist ABD'ye ne oldu da, birden  Kürtsever kesiliverdi, Kürtlerden daha çok Kürtlerin kaderleri için, canhıraş bir biçimde Ortadoğu’yu ve Kafkasları yangın yerine çevirmeyi, katrilyonlarca dolar harcamayı, yüzlerce coninin ölmesini, bölgede nefret  oklarının hedefi olmayı, kendi ülkesinde baş gösteren ekonomik krizi bile, bu "Kürt meselesi"nin arkasına almayı göze alarak, şahin kesildi; İlle de "Kürtlere bir devlet vermeden olmaz" der oldu? Üstelik de Kürtlere devlet mevlet verildiği yok ve bu çerçevede, UKKTH nın kapsadığı "ayrılma hakkı "nı dillerinden düşürmeyenler, aniden sustular ve yine aniden kutsal bir "demokratik" özerklik muhabbeti içine girdiler ve bu muhabbete katılmayanları "Kürt düşmanı " veya "Kürtleri yok sayanlar" yollu yaftaladılar.
Soru sorma kabiliyeti de mi kalmamıştır? Ama bu soruları soranları ve cevaplarını ikircimsiz verenleri,"Kürtleri yok saymak"la yaftalama kabiliyetinde sınır yok değil mi?
Kürtler, eğer bu gün ABDyi ve AB emperyalizmini "dost" belleyip, "veren" ve hem de bu "dost"  belletilmiş elden alacakları bir "özgürlük"ten medet umarlarsa, bu umut, Kürt  halkının umudu olamaz, olsa olsa Kürt egemenlerinin umududur; Ancak bu umut onlar için de boş bir umuttur!
Emperyalizm, Kürt coğrafyasındaki ağalar gibidir, gütmeyeceği eşeğin önüne ot koymaz!
Emperyalist tekeller, ezen ulusun büyük zenginleri de kaz gelecek yerden tavuk esirgemezler ve veren eli üstün görerek, onun elinden alınan her ne olursa olsun, alan ellere pek faydası dokunmaz! Son tahlilde, Kürt egemenlerinin de yararına olmayacaktır!
Veren el, alan elden üstün olarak, Kürtlere ve hatta Kürtlerin çoğunluğuna rağmen, bir "özgürlük" vermekte diretiyorsa, öncelikle bu, Kürtlerin değil, kendisinin çıkarınadır; daha başka ifadeyle çaresizliğini çare ile yer değiştirmesinin ilacıdır; dolayısıyla çareyi elde ettiği andan itibaren "veren el"ini geri çekecektir ama çekerken, hem daha önce verdiğini  ve hem de daha fazlasını geri alacaktır, yani hedefi ve emeli budur!
Bu hedefe varıp varamayacaklarını belirleyecek olan ise, Kürt emekçi halkının olan bitenleri fark ederek, kaderine gerçek anlamda sarılması ve kaderine gerçek anlamda sarıldığında ise, Türkiye’nin kaderinden ayrı bir kaderi olmadığının bilincine vararak öne çıkması olacaktır!
Tabii Kürt egemenleri, ABD emperyalizmine ve dahi İsrail’e ters hamleler içine girdiğinde onlara, emperyalistlerin "veren el" olduklarını hatırlatmaları da, kaçınılmaz olacaktır.
Ve ayrıca, ortada Kürt ulusunu topyekun kapsayacak olan, birlikte ilerlemesini, kalkınmasını, feodal gericilikten kurtulmasını sağlayacak olan, kaderini özgürce tayin etmesine olanak sağlayacak olan bir kazanım yoktur; vaat edilende de Kürtler için bir kazanım yoktur; başka ifadeyle, aslında Kürtlere verilen hiçbir şey yoktur; devlet de yoktur.
Ortada ve emperyalistler ile işbirlikçilerini hop oturup, hop kaldıran, bir adım ileri iki adım geri manevralara iten, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı üzerinden, yine Kürtleri kullanarak, Kürtleri daha da katmerli bir şekilde sömürmenin, hatta daha ilkel şartları içeren köleleştirme politikalarının gerici ittifakı ile İsrail'e Ortadoğu'da verilecek olan büyük ve emperyal bir devlet hazırlığı vardır.
Bu devletten Kürtlere yar mı olur, yoksa Hobbes'in ifadesi ile hak ve özgürlüklerin "koruyucusu"  Leviathan'mı olur, bu anlamda, "gelen gideni aratır" mı dedirtir, bunu zaman net olarak gösterecektir ama önemli olan ufukta kendini gösterenin tam da bu olduğunu görmek  ve göstermektir.
Ortadaki pasta budur ve bu pastadan Kürt emekçilerine, yoksul köylülerine düşen bir kırıntı bile yoktur; Kürt egemenlerine ise pastanın dilimi ve şimdilik, biraz daha fazlalaştırılacaktır. Ama asıl parça, yani büyük parça, İsrail için ayrılmaktadır ve işte bu, Büyük Ortadoğu Projesinin diğer adıdır; Büyük İsrail Projesi(BİP)!
Kürt halkı, onca zaman özgürlük mücadelesi yaparken, bunu mu hedefliyordu? Bu mudur özgürlük? Bu mudur kurtuluş?
Yani, be hey cümleleri tersten okumayı politika sayanlar, bu gerçekleri ortaya koymak, "Kürtleri yok saymak" ise, bu gerçekleri yok saymanın anlamı ne olmaktadır? Buna dair bir yaftanız yok mudur?
Ve hiç utanmaz mısınız ki, demokrasinin kırıntısına tahammül etmeyen ve çok daha ağırlaştırılmış ve kökleştirilmiş bir faşizmi konuşlandıran ezen ulusun egemenlerinin yönetiminden nasıl olur da  demokratik bir iyilik beklersiniz; demokrasi, Türkiye’deki emekçi halklara fazla geldi de, Kürtlere de bol keseden demokrasi mi dağıtıyorlar sanırsınız?
Sanmıyor da, emin iseniz, Türkiye’nin emekçi halklarına dayatılan bir faşist diktatörlükten, Kürt halkını mutlu edecekmiş gibi gösterilen bir "demokratik özerklik" çözümünü, Kürt halkının hem "devlet" sayacağına ve hem de sindirebileceğine ihtimal vermeniz, Kürt halkının düşündüklerini ve beklentilerini ve de bilimi, aklı, vicdanı hiçe saydığınızı göstermez mi?
Bu da sizin, ABD emperyalizminin ve tekellerin "Kürt çözümü" ne bağlandığınızı, dolayısıyla da, bu bağ gereği, ABD’nin "çözüm"ünü, Kürtlere allayıp, pullayarak, devrimci renk vererek, Kürtlerin kendi kaderini özgürce tayin etmesini içeriyormuş gibi sunmaya çalışmakta olduğunuzu ve neden bu kadar hırçınlaşarak, hiçbir karşıt ifadeye, meselenin iç yüzünü deşifre edecek tek bir ifadeye bile tahammül edemediğinizi açıklamaz mı?
Ve sanıyor musunuz ki, Kürt ulusunun ezici çoğunluğu, ilelebet kandırılabilir? Ve aslında halihazırda da  istenildiği dozda kandırılamıyor olduğunu ve üstelik hem tarikat dinamiklerinin kullanılıyor olduğunu; hem de kendilerine, yani Kürtlere, lider belletilmiş olan aktörlerin demagojilerinin devreye sokuluyor olduğunu, ahmak "sol" ile sahtekar "sol"un akıl bozucu faaliyetlerinin ise emperyalistler için bir promosyon misli olduğunu; emperyalistlerin oyunlarının ise, hâlâ tutmuyor olduğunu ve hâlâ Kürtlerin ezici çoğunluğunun, ABD'den dost olmayacağının bilincinden uzaklaştırılamıyor olduğunu göremiyor musunuz?
Sizin görmemeyi politika sayarak var olmadığını kanıtlayamayacağınız gerçeklikler, daha akla yatkın ifade etmek gerekirse, yukarıdaki sorulara kaynaklık eden ama sizin görmek ve göstermek istemediğiniz gerçeklikler, bütün yeşilliği ile yaşamın altın ağacının üzerinde birikmekte ve tüm zorlama teorileri bertaraf ederek, bu nesnelliğin üzerinden yükselen teorilerdeki gri tonları netleştirerek, onun pratiğin yeşil rengi ile diyalektik bağını kurmaktadır.
Ortada bir "sorun" olduğu muhakkak ve bu, şimdi çıkan bir sonuç da değil, her şeyden bağımsız bir "sorun" da değil; bu sorunu, ne emperyalizmin varlığından, ne de kapitalizmin varlığından ayırabiliriz; aksine bu sorun, emperyalizmin varlığı ile kalın bir urgan misli bağlıdır.
Emperyalizm ise, girdiği her yere, mutlaka ve mutlaka baskısını da götürecektir ve götürüyor; yani emperyalizmin, girdiği yere veya var olduğu yere bir demokrasi veya bir özgürlük, bir dostluk götürmesini beklemek saflığı aşan bir ahmaklıktır. Ama ne yazık ki, tam da bu ahmaklık, devrimci bir tonda dayatılmaktadır ve bunun boyutlarının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı, bunun da "sol" gömlekli sahtekarlarca yapıldığı apaçık ortadadır.
Şu gerçeğin üzerinden kimse atlayamaz, atlamaya kalkarsa eninde sonunda, tökezleyecektir; ve hep tökezlemişlerdir.
Ve işte görüyoruz, ne zamandır emperyalizm ve işbirlikçileri, istedikleri yönde sorunu çözememişlerdir. Ve hep tökezleyerek ilerlemişlerdir. Reformistlerin kaderi de, bu yürüyüşe endekslidir, dolayısıyla onlar da bu "çözüm"ü sağlayamamaktadırlar; bu, çözümün nesnel zemininden ayrı hareket etmekle ilgilidir. Ve Kürt halkı, geçmişteki yükselişinin sağladığı  sezgi ile ABD nin ve işbirlikçilerinin "çözüm"üne, kısaca Barzani ile bağlı "çözüm"e yakın durmamakta,  ABD nin "dost"luğunu içine sindirmemektedir.
Öyleyse, üzerinden atlanılamayacak olan gerçekliği hatırlamak gerek!
"sorun, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar"
Evet, hepimizin bildiği ama her nedense, uyarımıza gelmez ise hatırlamadığımız gerçeklik budur!
Öyleyse, bu sorunu çözecek olan maddi koşullar, ABD nin "dost"luğu olamaz; işbirlikçilerinin ve yardakçılarının  "Kürtsever"liği de olamaz. Öyleyse, onların aynı yerde bulunmaları ve "çözüm" diye tutturmaları, hatta Kürtleri zorlamaları, bu sorunu çözecek olan maddi koşulların mevcut olduğunu göstermektedir; ancak, emperyalizmden dostluk beklenemeyeceğine ve aniden Kürt halkının sevgilisi olacağına inanılamayacağına göre, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin "çözümü" nün, Kürtler ve Türkiye  için çözüm değil, çözümsüzlük olduğunu anlamak gerekir.
Başka ifade ile bu "çözüm", yani ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin "çözüm"ü, Kürtler ve Türkiye için hatta Suriye, Irak, İran için de, çözümsüzlük demektir.
Ama biz biliyoruz ki, sorun onu çözebilecek maddi koşulların var olduğu aynı yerde kendini  yakıcı olarak gösterir ki bu, çaresizlik var ise, yanı başında çare de var demektir; öyleyse Kürt devrimci-demokratları ile Türkiye’nin devrimcileri, devrimci -demokratları, sosyalistleri, bu var olan maddi koşulları atlayarak değil, bilakis bu maddi koşulları derinlemesine tahlil edip, inisiyatifleri altına almaları ve Kürt-Türk ilericilerini, emekçi halklarını, kardeşlik temelinde, bu maddi koşulları görmeye yönlendirmeleri ve inisiyatifi paylaşmaları gerekmektedir.
Ancak bu, ABD emperyalizminin "dost"luğunu reddetmek yanında,"YDD" ci emperyalistlerin ve yerli tekellerin, bu sorunun çözümüne burnunu sokmalarını ve hele inisiyatif koymalarını kesinkes ortadan kaldırmadıkça mümkün olmaz. Çünkü onların varlığı ve bu çerçevede işbaşında olmaları, sorunu gerçekten çözecek, hem de kaçınılmazlıkla çözecek maddi koşulları bertaraf etmek içindir ki, bunun pratikteki yansıması, bu maddi koşulların kaçınılmazlıkla çözme olgusunun bilincinde olan öznel iradenin bertaraf edilmesi olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte bunun içindir ki öteden beri, ABD emperyalizminin ortaya attığı ve sahtekar "sol"un peşine takıldığı ve yaydığı, gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine; ve bunu, yani ABD emperyalizminin dayattığı kozmopoltizmini olumlayan bu sahtekarların, başka bir tarihsel zamanı işaret eden "işçilerin vatanı yoktur" önermesini fetişleştirerek ortaya koymakta olduklarına vurgu yapmaktayız.
Sonuç olarak geldiğimiz noktada, reformizm, kısaca sahte "sol" gömlekliler, sorunun nesnel ve devrimci çözümünün yerine emperyalizmin "çözümü"nü devrimci bir tonda ve gelişmiş olan maddi koşullar misli yutturmaya çalışmakta ama yutturamamaktadırlar; şimdiye kadar yutturdukları ise sonuca varmalarına yetmemektedir.
Bu ise, bugün tarihte olağanüstü bir sıkışıklık, bir genleşme yaratmaktadır, yaratmıştır.
Böyle zamanlar, tarihin hızlandığı zamanlardır; olağanüstü insanlar, olağanüstü eylemler, olağanüstü eserler, olağanüstü kararlar, olağanüstü çıkışlar bu dönemde artar, âdeta fışkırırlar ve geçmişin olağanüstü insanlarını normalleştirerek, onların tarihsel rollerini içerirler ve aniden büyürler; daha doğru ifade ile büyümüş oldukları açıkça ortaya çıkar.
Bu sıkışma, bu genleşme, sorunların da olağanüstü büyüdüğü noktadır ve bu nokta, genellikle kitlelerin, kendi tarihini yaratan aktörler olarak ortaya çıktığı dönemeç noktalarıdır ve bu noktada, kitlelerin ve kendiliğinden kabarışındaki büyüklüğünün ve yaygınlığının derecesine göre, geçmişin şimdi normalleşen olağanüstü aktörlerinin tarihsel görevlerini yüklenen yeni aktörlere, tarihte görülmeyen bir karmaşıklıkta, yeni teorik, politik ve örgütsel görev ve sorumluluklar yükler.
Ancak, bu görevleri ve sorumlulukları yerine getirmede hazırlıklı olunmazsa, bu tarihsel sıkışmadan fışkıran kabarışın gerisinde kalınır; dolayısıyla bu sıkışmanın doğurduğu ve nesnel olarak büyüyen, yayılan hareketi göğüsleyecek, onu yönetecek ve ona yön verecek politik hünerin kolektifliği kurulamaz.
Bu da, kendiliğindenliğin peşinden sürüklenmeyi, kitleler davulcuya da gitse, zurnacıya da gitse kuyruğunda takılı kalmayı hakim kılar ki, böyle olunca da bu bir mahkumiyet halini alır ve geçmişin bugüne aktarılabilecek deneyimlerinin üzerinden atlanıp, bugüne uymayan formülleri fetişleştirilerek, bu kuyrukçuluk, akla yatkın halde gösterilmeye çalışılır.
Böylece de, bu mahkumiyetin tamamlanmasına çalışmak, yani kendiliğindenliğe teslim olmak, politik hüner olarak kabul ettirilir; bu ise, olağanüstü sıkışmışlık üzerinden, olağanüstü fışkırarak yükselen hareketi, fenersiz bırakmak ve davulcuya, ya da zurnacıya varmasına, yani egemen sınıfın kucağına düşmesine seyirci kalmak demektir.
Başka ifadeyle, arkasından baka kalmak demektir!
Hep söylediğimiz ve dayanağını, geçmişin olağanüstü tarihsel aktörlerinin yol gösteren ifadelerinden alan ifademizle, çare, çaresizlik ile aynı yerde ve aynı koşullarda ortaya çıkıyor ise, işte bunu net olarak gösteren somut pratik, yukarda hatırlattıklarımızda kendini açıkça göstermektedir.
Bu nokta, çareyi bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarıp, çalışan kitlelerin, özünde tohum halinde bilinçlenmeden başka bir şey olmayan kendiliğinden uyanışına içerilen politik bilincin, çaresizliği ortadan kaldıracak, bu noktadaki tarihsel koşullara uygun formülü, kendiliğinden uyanışı aşarak, sınıfların en temel çıkarlarının, genel olarak ancak köklü politik değişiklikler sonucu tatmin edilebilir olduğunun bilincine varan emekçi kitlelerin önüne koyduğu nokta ve özel olarak, işçi sınıfında, onun temel ekonomik çıkarlarının, ancak burjuvazinin iktidarının yerine, kendi iktidarını koyacak politik bir devrimle tatmin edilebilir olduğunun siyasal bilincini uyandırdığı ve yükselttiği nokta olabilirken, aksi de olabilir; yani, politik hüner sahibi aktörlerin, politik bilinç ve inisiyatif yoksunlukları nedeniyle, kitlelerin kendiliğinden uyanışının büyüklüğünün ve yaygınlığının, bu anlamda gücünün, gerisinde kaldıkları, dolayısıyla çaresizliğin önünde diz çökmek zorunda kaldıkları; yani politik hünerin, kendiliğindenlik tarafından tümüyle boğulduğu nokta da olabilir.
Birincisinde çaresizliğin bağrından fışkıran çare öne çıkarak, çaresizliği yenmiş olacaktır ki bunun, kaçınılmazlığındaki tüm gerçekliğe karşın, kendiliğinden gerçekleşmeyeceği, ikinci şık olarak ortaya çıkacak sonuç ile net olarak görülürken, aynı zamanda bu ikinci sonuç, çare ile çaresizliğin aynı zamanda ve aynı yerde bir arada ortaya çıktığı gerçeğini değiştirmediğini, ancak çarenin, çaresizliğin bağrından kaçınılmaz olarak çıkacağını ama kendiliğinden çıkamayacağını da göstermektedir.
Burada vurgu, her zaman ve mutlaka, çaresizlik vücut bulduğu zaman, teorik olarak çarenin de aynı vücut içinde çaresizlikle birlikte ortaya çıkacağına ve ama çarenin, çaresizliği vücuttan atarak aynı yerde vücut bulmasının, ancak ve ancak dışarıdan bir müdahale ile ama bu kaçınılmazlığın bilincinde olan bir müdahale ile  gerçekleşmesinin mümkün olacağınadır.
Ve öyleyse, ikincisinde, yani kaçınılmazlığın bilincinde olsa da, bu kaçınılmazlığın yaklaştığının bilincine yaklaşamayan, dolayısıyla hazırlıksız olan politik hüner, bu kaçınılmazlığı ıskalarsa, bu kaçınılmazlığın içinden fışkıran, bir özgürlük değil, bir teslimiyet olacaktır.
Öyleyse, tarihin bir sıkışmışlık yaşadığı bugün, bugüne kadar egemen sınıfın da pek hoşuna giden, pratik eylemin en dar biçimlerinin peşinden mi sürüklendik? Yoksa yaşam ağacının yeşil rengi karşısında gri kalan teori’yi, yaşam ağacının taşıdığı rengi açığa çıkaracak bir netliğe; başka ifadeyle, daha belirgin, yaşam ağacının rengi ile büsbütün uyumlu bir renkle mi donattık? Görmenin ve yaşamanın kolaylaştığı bir zaman olacaktır!
Burada, evet yaşam ağacının yeşil, teorinin gri olduğunu ama yaşam ağacının yeşil renginin, kendi kendine ortaya çıkmayacağını, gri renkte de olsa, bir teori olmadan yaşamın renginin bütün tonları ile ortaya çıkmasının mümkün olmadığını ve yaşamın yeşil rengini netlikle ortaya çıkaracak olanın, yaşamın verdiği bu rengi, tüm netliği ile bulup çıkaracak denli gri'likten kurtulup, yaşamın bu rengini donanmış olan bir teori olduğunu; öyleyse teorisiz olunamayacağını, onsuz pratiğin ise, eninde sonunda kendiliğindenlik ile boğulacağını ifade etmeye çalıştığım herhalde anlaşılmaktadır!
Yani demek istiyorum ki, bu sıkışmışlıkta, hem kitlelerin kendiliğinden uyanışını büyüten ve yaygınlaştıran bir birikimin gücünün ve hem de, bu büyümeyi ve yaygınlaşmayı göğüsleyebilecek, yönetip, yönlendirebilecek bir devrimci bilinç ve inisiyatifin birikiminin gücünün birlikte varlığı mevcut ise, bu sıkışmışlıktan kaçınılmazlıkla fışkıran bir çarenin, çaresizliği bertaraf edip, inisiyatifi ve kitlelerle birlikte ele almasının önünde, hiç bir engel dik duramayacaktır.
Öte yandan, bu sıkışmışlığı ve sonucunu insanoğlu tarihte çok gördü; en çok aklımızda kalanlar, sanki  dün olmuş gibidir;
Japonların tattırdığı yenilgi ile yenilebilir olduğu tescillenen Rus çarlığının egemenliğinin sarsılmaya başladığı ve çoğunlukta olanların azınlık, azınlıkta olanların ise çoğunluk olduğu ve Rusya halklarının, üstelik Çarı tanrı yarısı gören dindar ve cahil halkların ezici çoğunluğunun gözü, kulağı ve gür sesi olduğu ve tümüyle ekonomik taleplerle ve kendiliğinden rengi ağır basan kitlelerin öfkesinin şaha kalkışı ile bütünleşerek, onların önüne geçtiği, böylece Rusya'da patlak veren 1905 Şubat burjuva devrimi ve onun taşıdığı ve yaydığı bilinç ile tetiklenen, Türkiye, İran ve Çin devrimleri olarak hatırladığımız zamandaş devrimleri doğuran sıkışmışlıktan söz ediyorum. 
1905 Şubat Devrim'i ile neticede çarın egemenliği iyiden iyiye sarsılmış, her ne kadar bu devrimde inisiyatifi ele almış olsa da, işçiler ve emekçiler ve elbette onlara fener olanlar yenilmiş ve burjuvazi öne geçmiş ama Rusya halkları, bir kere dizüstü durumundan ayağa kalkması gerektiğini ve bunu yapabildiklerini görmüşler, böylece bu yenilgiden hem ders çıkarmışlar, hem de, onca yenilgi sonrası baskılara ve Rusya’nın halkları üzerindeki egemenliği artırıcı reformlara, gericiliğin akıl bozucu etkilerine ve kitlelerin örgütlenmelerine yönelik yasaklamalara rağmen, güç biriktirmişler ve kime, neye inanacakları konusunda önemli oranda bilinç içererek netleşmişlerdir.
Tek eksiklik, politik bilinçtir ve bu anlamda çoğu kez, bugün Türkiye’de faaliyette olan   benzerleri misli, yani hem solda görünüp, hatta gerçek sol ile aynı karede ve hatta aynı partide kendini gösteren ama gerçekte burjuva devrimciliği sınırını aşamayan ve giderek buna teslim olan, o zamanki adları ile Menşeviklerin etkisinde kalmışlar ama eninde sonunda, bu etkiden kurtularak, 1905 burjuva devriminden ve yenilgisinden yalnızca 10 yıl sonra, Bolşeviklerin doğruluğu konusunda ve özellikle Lenin’in olağanüstü politik aktörlüğü konusunda, tümüyle netleşerek, Rusya’nın işçi sınıfı ve emekçi halkları, Ekim sosyalist  devriminin tam zamanında gerçekleşmesi için hiç ikircim göstermeden Lenin’in ve partisinin önderliği altında toplanmışlardır.
Bu sonuç, Çarı devirip, proletarya önderliğindeki halk ayaklanması ile demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla patlak veren 1905 Şubat devriminin biriktirdiği sonuçtur.
Ancak 1905 devriminin biriktirdiği ve tetiklediği, sadece bu sonuç değildir; bu sonuçtan yani Ekim devriminden çok önce ve gene burjuva sınırlarda ama Rusya işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlı olarak, Rusya’da köylü hareketinin politik olarak patlak vermesi ve Rusya’nın ezilen halkları arasında ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselmesi bir yana, bütün Orta Asya’nın harekete geçmesi var; Türkiye, İran ve Çin devrimleri 1905 Rusya devriminin harekete geçirdiği diğer ve en önemli sonuçlardır.
Öyleyse, Türkiye bir 1905 öncesini mi yaşıyor, yoksa tarihin dümeni o tarafa mı, yani 1905 öncesine mi, başka ifadeyle 1905 devriminin tetiklediği Türkiye Devrimi'nin öncesine mi kırılmak istenmektedir?
Öyleyse, Türkiye’nin devrimlerinin, bu güne hiçbir şey biriktirmemiş olduğunu mu düşünmek gerekmektedir?
1905 devriminin hemen öncesinde, cahil, okuma yazma bilmeyen ataerkil bir papazın peşinden sürüklenen dindar, cahil, imparatorluk yanlısı işçilerden söz ediliyor; ortada tarihe kaydedilmiş bir dilekçe var; büyük burjuvaziye yani egemen sınıfa, binlerce bağ ile bağlı olan, tekellerin ayrıcalıklarını ve kârlarını zorun bütün araçlarıyla korumaya kararlı, büyük toprak sahiplerinin başı olan çar babalarına sunulacak ve patronlarını şikâyet edecek olan bir dilekçedir bu.
Ve gene tıpkı bugünkü gibi, zamanın sosyalist olduklarını iddia eden ve gerçekte ise sadece burjuva lafazanlığının şampiyonları olanların ve onların “sosyalist”liğinin, yani bugünün sahte "sol" gömleklileri ile ahmak solcularının, "yetmez ama evet" çi soytarılarının benzerlerinin, bu barışçıl dilekçeyi yüksek tutmuş olduklarını da biliyoruz ve bu tür dilekçelerle kanlı çarı demokratik reformlar için harekete geçirmenin mümkün olabileceğini düşündüklerini  düşündürtmeye çalıştıklarını da biliyoruz.
Ancak, buna rağmen ve ama son derece kanlı ve tarihe kalın harflerle kaydedilmiş olan bir acı deneyimin korkutucu etkilerine rağmen ve daha çok bu etki nedeniyle, devrim öncesinin cahil, dindar ve imparatorluk yanlısı ama dürüst işçilerinin politik bilince uyanmalarının önüne geçilemediğini de biliyoruz.
Ve elbette, bu noktadan itibaren azınlıkta olan ve hatta çoğunlukta olanların, yani cahil işçilere kuyrukçuluk yapan, çara patronları şikâyet eden dilekçeden demokrasi bekleyen reformistlerin dalga bile geçtiği devrimci partiler, en başta da devrimci sosyal-demokratlar, aniden binler oldu ve milyonlarca proleterin önderi durumuna geldiler.
Ve proleter mücadele, milyonlarca köylü kitlesi içinde bir mayalanma yarattı, hatta kısmen devrimci bir hareket doğurdu. Birkaç ay öncesine kadar, reformistlere göre,”devrimci bir halkı olmayan” 130 milyonluk dev Rusya, kendini devrimin içinde buldu; uyuyan Rusya, devrimci proletaryanın ve devrimci halkın Rusya’sına dönüştü.
Lenin, bu geçişin en önemli aracının “kitle grevi” olduğunu ve 1905 Devrimi’nin özelliğinin, tam da, sosyal içeriği itibarı ile doğrudan hedeflediğinin ve doğrudan, kendi öz gücüyle elde edebildiği şeyler, demokratik cumhuriyet, sekiz saatlik iş günü, soyluların muazzam büyük toprak mülkiyetine el konulması (ki tüm bunlar, Büyük Fransız Burjuva Devriminin 1792/93 yıllarında büyük ölçüde gerçekleştirdiği önlemlerdi) itibarı ile “burjuva-demokratik”; mücadele araçları itibarı ile “proleter” bir devrim olduğunda yatmakta olduğunu kaydetmiştir.
1905 Devrimi, ancak ekonomik mücadelenin, yani durumlarını derhal, doğrudan düzeltmek için verdikleri mücadelenin, sömürülen kitlenin en geri kesimlerini uyandırabileceğini, onlara gerçek bir eğitim verdiğini ve – bir devrim döneminde - birkaç ay içinde, onlardan bir politik savaşçılar birliği oluşturduğunu açıkça gösterdi.
“Bunun için, elbette işçi sınıfının ileri kıtalarının, sınıf mücadelesinden, - reformistlerin işçilere sık sık yaptıkları gibi – küçük bir üst tabakanın çıkarları için mücadeleyi değil, bilakis proleterlerin gerçekten sömürülen çoğunluğunun öncüsü olarak ortaya çıkmasını,1905 yılında Rusya’da olduğu ve hiç kuşkusuz Avrupa’da yaklaşan Proleter devrimde olması gerektiği ve olacağı gibi, bizzat bu çoğunluğu mücadeleye çekmesi gerektiğini anlaması gerekli idi.” (LENİN-1905 Devrimi Üzerine Konferans- 22 Ocak 1917 Zürih)
Bu gün,1905 Devrimi ve hem Lenin tarafından, hem de o tarihte henüz oportünizmin saflarına katılmamış olan Kautsky tarafından öngörüldüğü gibi,1905 devriminin ardından Ekim devriminin geleceği ve de Türkiye, İran ve Çin devrimleri çok geride kaldı.
Ancak şimdi, tıpkı Lenin’in de işaret ettiği gibi, bir taraftan, “büyük” kapitalist ülkeler dahil tüm dünyada bir tarihsel geriye sürüklenişin telaşı ve kaygıları yaşanırken, diğer yandan çeşitli ekonomik-demokratik içerikli hareketlenmeler, hatta yer yer ayaklanmalar ile egemenlerin uykusu kaçarken; proletaryanın ileri kıtaları dâhil, işçi ve emekçi kitleler ile onların politik bilinçli öncülerinin çerçevesinde bir mezar sessizliği şeklindeki yanıltıcı görünümünün ve bu sessizliğin etkilerinin yaşanması; bambaşka bir pratiği geliştirerek yaklaşan katastrof finalin ve bu finali çabuklaştırmaya da, onu boğmaya da gebe olabilecek gelişmelerin varlığının göz ardı edilmesine gerekçe yapılmamalıdır.
Nasıl ki, öncesinde cahil ve aynı oranda dindar olan ve de cahil ve sahtekâr bir papazın peşinden sürüklenerek, çarın adaletinden medet umacak denli kör olan ama hem Japon yenilgisinin yarattığı bilinç ile  ve tarihe kanlı harflerle ve "kanlı pazar" olarak kaydedilen acı deneyimin yarattığı bilinç ile donanmış işçilerin, o zamana kadar embriyon halde olan devrimci partilerin ve en başta devrimci sosyal-  demokrasinin ve onları takip eden milyonlarca işçinin kendilerini içinde bulduğu, öncesinde Japonya’ya yenilgisi söz konusu olan çarlık Rusya’sında patlak veren 1905 devrimi, hem bir dizi devrimi canlandırmış ve hem de, yenilgisine rağmen, bağrında Ekim devrimini biriktirmiş ise; şimdi de, tarihin bugün yaşadığı olağanüstü sıkışıklık, genleşme, olağanüstü hızlı akış, pek yakında, aslında hâlihazırda var olan, olağanüstü insanların, olağanüstü eylemlerin, olağanüstü eserlerin, olağanüstü kararların, olağanüstü çıkışların açığa çıkacağının, fışkıracağının işaretlerini vermektedir.
Ve bu işaretleri görmemizi engelleyen etmenlerin, son derece öznel ve anlamayan, araştırmayan, yargılamayan, öğrenmeyen, yeteneksiz, zekâsı gerilemiş, nesneleşmiş “özne”lerin çabalarının yarattığı suni etmenler olduğu; ki buna karşılık, aklı yerinde  olanların hiçbir müdahalede bulunmadığı, hatta bu etmenlerin farkına varmak için aklına başvurmadığı görülmektedir.
Bu körlüğü yaratan en önemli etmenlerden birisi, en ucuz ve en kolay sağlanan bir disiplin olan dindir, ki bunu, 12 Eylül faşizminin bugün hâlâ rejimin gözdesi olan "akıllı - uslu(uysal anlamında )" yüksek komutanları deklare etmektedir ve bu, yani en ucuz disiplin olan din, yöneten sınıfların en önemli ve başat konsensüsüdür; bu nedenle din yoksa artık majesteleri ayakta kalamaz; bu en ucuz disiplin, itaati, uyumu, baş eğmeyi sağlıyor, ezber ile birlikte, yargılamanın, soru sormanın, muhakemenin, öğrenmenin önünü kesiyor ve kesmiştir.
İşte Türkiye’nin hafızasını kazıyan, aklını gerileten, yani, hani yukarda sormuştum, ”Türkiye’nin devrimcilerinin bıraktığı hiçbir birikim yok mudur ?“ diye, evet vardır ama işte bu birikime içerilmiş  bilincin karşısına konulan,"zor"yanında, bu ucuz disiplindir.
Artık hepimiz biliyoruz ve buna, “İslamlaştırma” diyoruz, arkasından, Öcalan’ın da olumladığı anlaşılan, ya da bu şekilde yansıtılan, "Osmanlılaştırma" geliyor ki, daha gelmeden “papaz Gapon”larını biriktirdiğini görmekteyiz; o kadar öyle ki, sanki bütün aydınlar, papaz Gapon olmuş, gezici vaizlik yapmaktadır.
Şimdi buradayız ve aynı yerde, kimilerine göre, masada otopside olduğu; kimilerine göre, sahipsiz orta yerde durduğu; kimilerine göre ise, en fazla sahip çıkanların, bu anlamda "dost"larının, ABD ve stratejik ortaklığındakiler olduğu, ya da kimilerine göre, kafesteki yönetimlerin, hem de kafese girmek istemeyenlerin en azılı düşmanı olmayı politika sayanların ve buna  şiddetle karşı çıkanları," ABD'den dostluk beklemenin kurtuluş getirmeyeceğini " söyleyenleri, suçlu ve hatta ırkçı, ya da, en hafifi ile Kürt düşmanı ilan edenlerin "Kürt meselesi" var.
"Kürt sorunu “mu? Kürtlerin sorunu mu?
ABD emperyalizminin "çözüm”ünün, başka bir ifadeyle ABD'nin ve AB emperyalizminin, Kürt "sorunu”nun, Kürtlerin kurtuluşunun "çözüm"ü olarak, yani kaderlerini özgürce tayin etmelerinin yegane yolu ve olanağı olarak dayatılan ve hiçbir zaman çözülmesi istenmeyen "sorun"dur.
"Sorun"un çözümü mü? "ABD'nin "çözüm"ü mü?
Bunun için Kürtlerin, daha doğrusu Kürt halkının düşüncesi sorulmamaktadır; sadece düşünmeleri ve istemeleri gerekenler dayatılmakta ve buna, "ulusların kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı" denilerek ortalıkta dolaşılmaktadır; oysa Kürt emekçilerinin refahı, hiçbir zaman "çözüm"lerinin içinde yoktur; Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakı, Kürtlere dayatılan bu "çözüm"ün en belirgin renklerindendir.
Bu "çözüm"ün, "demokratik" olduğunda karar kılmayı, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını desteklemek saymayı ve bunu propaganda etmeyi devrimcilik sanan ahmak "sol" ise, sahtekarları hiç saymıyorum, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin, hem de ABD emperyalizminin himayesindeki, Türkiye’nin egemenlerinin desteğindeki ittifakını engellemekten kaçınmak yanında, görmezden gelmeyi de devrimcilik saymakta ve “Türk ilericiliği ile Kürt ilericiliğinin birlikteliğini korumak” hiç mi hiç umurlarında olmamaktadır.
Öyleyse bu "çözüm"de, Kürtlere özgürlük yoktur!
Peki, öyleyse ne var?
Türkiye’nin bölünmesi-bölüşülmesi temel ilkedir ve bunun içinde Kürtlere özgürlük de demokrasi de, kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı, yani bir yurt da yoktur; aksine Türkiye'nin bütün emekçi halklarına en şiddetlisinden bir diktatörlük ve yanında bir de kırbaçlı kölelik var ve emekçi Kürtler, bundan vareste değildir.
Peki, bölünenleri bölüşenler kimlerdir?
Bunun cevabı kolaydır!
Ortada, ısrarla dayatılan ve her geri adımda, ya da ileriye atılamadığı anlaşılan adımda, ABD ile İsrail'in çatışma yaşadığı görünen BOP projesinin merkezinde bir Kürt devleti varsa ve dün sorunun çözümünün konusu olan "demokratik cumhuriyet", bugün demokratik olmayan bir devletten beklenen "demokratik özerklik" oldu ise; bu anlamda BOP, aslında BİP, yani Büyük İsrail Projesi ise; yani İsrail’e yedek lastik, ilkel, itaatkar ve çok ekonomik bir Kürt Devleti düşerken, Kürtlere bir bayrak gölgesi düşüyorsa; dolayısıyla ortadan hıyar gibi olmasa da, bölünen bir Türkiye varsa, bölünenleri bölüşenler bellidir ve işte cevap verilmiştir.
ARTIK BURADAYIZ VE SORUDUR Kİ, BİZ SAHİP ÇIKINCA "VATAN" DEDİĞİMİZ İÇİN GERİCİ -MİLLİYETÇİ OLURKEN, BÖLÜNENLERİ BÖLÜŞENLER BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKTIĞINDA, "VATAN" NEREYE DÜŞMEKTEDİR?
VE GERİCİLİK-MİLLİYETÇİLİK, SADECE BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKINCA MI ORTAYA ÇIKMAKTADIR?
BİZE AİT OLANA SAHİP ÇIKMAK DEMEK, EMEKÇİ HALKIN DEĞERLERİNE VE GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMAK DEMEKTİR. AMA BU DEĞERLERİN, BU GELECEĞİN PEŞKEŞ ÇEKİLDİĞİ EMPERYALİZME VE İŞBİRLİKÇİLERİNE DE KARŞI ÇIKMAK DEMEKTİR.

Peki, bölünenleri bölüşenler yoktur diyelim, öyle ise, bölünenler ve bölünenlerin üzerinde kalanlar nereye düşecektir; yani, daha büyük bir birleşimin içinde ve bölüşülmeden mi kalacaktır?
Diğer yandan bölünenler, "alt tarafı bir toprak parçası" misli midir?
Ve peki, "alt tarafında" ne vardır?
Yoksa bölünenler, Tıpkı daha önce Ermenilere "tehcir", Kürt ağa ve beylerine Ermeni mülkleri ve yanında, hem güzel ve hem de tahsilli ermeni kızları düştüğü gibi, şimdi Kürtlere, gökkuşağı misli dalgalanan bir bayrak gölgesi, İsrail'e "alt taraftaki ilkel birikim olan zenginlikler ve bunlara mukayyet olan bir devlet mi düşecektir?
Peki, öyleyse, yani burada bir "vatan "aşkı ve bu anlamda bir gericilik-milliyetçilik yok ise, bu, primitif akümülasyona konu olan bölünenler ,"alt tarafındaki"lerle bizde kalsa ve Kürtlere de gökkuşağı gibi dalgalanan bir bayrak ile birlikte, bölünenlerin "alt tarafındaki"lerden bir refah ve bu refahla uyumlu bir özgürlük düşse, daha akıllıca ve çok daha adil olmaz mı?
Peki, hâlâ ne mi öneriyorum?
Yuh demiyorum! ama çok basit diyorum!
Söz konusu olan bir "Kürt sorunu ve çözümü ise ve bu anlamda bir kurtuluştan söz ediyorsak ve bu da Ortadoğu'yu büyütmek ile mümkün ise veya bu çözüm, Ortadoğu'da (daha da geniş olabilir) bir  büyümeyi de beraberinde getirecekse (BOP'un bunu vermediği açıktır), bunun karşılığı, küçülmeyi içermeyen bir büyüyen coğrafyadır.
Öyleyse, bu büyüyen coğrafya, sorunun ve çözümün konusu olan tüm coğrafyalar ile birlikte büyüyen bir coğrafya olacaktır; sorunun ve çözümün konusu olan coğrafyalarda sorun olarak duran parçalar ise, hem bir araya gelecek ve hem sorunlarını çözecek ve hem de bir bütün olarak bu büyüyen coğrafyada kalacaktır; ama hem özgür, hem de alt tarafındakilerden eşit olarak refah sağlayacaktır.
Böylece de bir taraftan uzun zaman yumak halde yaşadıkları sorunlarının etkilerinden kurtulacaklar, hem kültürel, hem ekonomik, hem de teknolojik olarak ve de eşitlik, özgürlük ve kardeşlik içinde ilerleyeceklerdir.
Bundan daha akılcı, daha adil, çözümünün maddi koşullarını da içeren ve daha özgürce çözülen bir "sorun" olabilir mi? Bundan daha kalıcı ve daha özgür ve bilimsel olarak, özgürce tayin edilen bir kurtuluş olabilir mi? Bundan daha bütünlüklü, hem sorunu çözen ve hem de bütün halkların eşitliğini de, kardeşliğini de, özgürlüğünü de sağlayan ve kalıcı kılan bir kurtuluş olabilir mi?
YOKSA SÖZ KONUSU OLAN SORUNU ÇÖZMEK DEĞİL DE, BU ANLAMDA HEP BERABER ÜZÜM YEMEK DEĞİL DE, BAĞCIYI DÖVEREK, BAĞI BAŞKA ELLERE Mİ TESLİM ETMEKTİR?
Değilse, neden ABD nin "çözüm”ünden ve "dost" luğundan medet beklenmektedir?
Dahası, neden BOP un, bir coğrafyayı büyütürken, başka ve birden fazla coğrafyaları küçülttüğü gerçeği görmezden gelinmektedir?
İsrail'in yaşadığı aynı coğrafyada, Kürtlerin parçalı bir şekilde yaşadıkları bağımsız devletler, bağımsızlıkları ve toprak bütünlükleri ortadan kaldırılarak küçültülürken, Kürtlerin yaşadığı parçalar bütünleştirilerek  İsrail'e yedek lastik misli, ilkel, itaatkâr ve çok ekonomik bir Kürt Devleti, üstelik Kürtlerin hükümran olmadığı ve sadece bayraklarının gölgesinde, deyim yerinde ise, kültürleri ile karınlarını doyuracakları bir devlet hazırlamak, Ortadoğu'nun büyümesinin ifadesi olabilir mi? Daha önemlisi, sorun çözülmüş sayılabilir mi?
Ve gerçekleri görmekten ısrarla kaçınılmasının nedeni, bu soruların cevabındadır; bu soruların cevabında ise, gerçeklere uzak duranların, sorunu çözmek istemedikleri; yani üzüm yemekle ve yedirmekle ilgilenmedikleri ama üzümlerin sahiplerini dövmek istedikleri ve üzümlerinin eşit olarak, en azından adil olarak bölüşülmesi yerine, başka ellere geçmesini istedikleri gerçeği yatmaktadır.
İşte BOP-BİP, bu isteğin ifadesidir; yani, benzetme üzerinden gidersek, üzüm bağlarının sınırlarını oluşturan çitleri ortadan kaldırıp, üzüm bağlarına sahip çıkmanın ve bu bağlarda Kürtleri de, diğer sahiplerini de köle olarak ama yeni bir bayrağın gölgesinde, çalıştırmanın ifadesidir.
Yani bağımsız devletlerin halkları ile birlikte sahip oldukları "alt tarafı" zenginlik olan coğrafyaların sınırlarını ortadan kaldırarak, burada yaşayan Kürtlerin yüz yıllardır yaşadıkları "sorun"u çözmedikleri gibi, son tahlilde, Kürtlere de ait olan bu coğrafyaların "alt taraf"ındaki zenginliklere, en az maliyetle el konulmasının ifadesidir.
Bitirirken ve sonuç olarak, başbakan yardımcısı Bülent Arınç'ın ısrarla ve bütün medyanın manşetten verdiği sözlerini hatırlatarak, bu sözlerin taşıdığı kıymet -i harbiyeyi vurgulamak istiyorum; Arınç, “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak talepler değil” diyor; öyleyse ortada eften püften taleplerin var olduğu akla geliyor ve bu talepler Öcalan’ın mıdır, yoksa PKK’nın mıdır merak konusu oluyor. Kim bilir belki de, ne koparırsak kardır şeklinde trade-unionist bir yaklaşımla öne sürülen talepler vardır; hiçbir açıklık göremediğimiz için biz bunu bilmiyoruz.
Öte yandan ortada "barışçıl" bir müzakere olduğu söylenirken, Fransa'da, şimdilik faili meçhul görünen ve hükümet çevrelerinden hep bir ağızdan "örgüt içi hesaplaşma"dır, yollu beyanatlar gelen ve henüz akla, mantığa, gelişmelere uyan derli toplu bir açıklaması bulunmayan üç PKK üyesinin profesyonel bir şekilde öldürülmesi müzakerelerin "barışçıl" geçmeyeceğini, ya da tam teslimiyete sürükleyeceğini gösteriyor.
Ayrıca, hükümetin elindeki, daha önce de dolaştırdığı ama hiç açmadığı ve yine dolaştırmaya başlanan ama gene açılmayan "Kürt açılımı" karşısında ve daha açılmadan en çok telaşlananların ve koşuşturanların, bu açılıma dahil olmaya ve bu açılıma, hem de açılmadan ön kabul yaratmaya ve bu çerçevede hükümete kredi vermeye çalışanların, TÜSİAD, cemaat, holding medyası, BDP, CHP ve AKP yanında, foyaları, yani sahte "sol" gömlekli oldukları çoktan meydana çıkmış olan "akil" etiketli aktörler ve elbette "taşı koysalar önünde eğilmeyi" devrimcilik sayan acz içindeki yaratıklar olduğu görülmektedir.
Bunu görüp, aslında şaşırmamız ve buradaki eksikliğe ve bu eksikliğin kıymet-i harbiyesine akıl yormamız gerekirken, hiç açılmayan ve belki de hiç açılmayacak olan bir "açılım" a, hem devrimci bir renk vermekten ve hem de, bu "açılım”ı, Kürt halkının, kendi kaderini tayin etme hakkını özgürce kullanması ve karar vermesi için, bir reçete olarak görmekten ve göstermekten çekinmiyoruz ve hatta bunu kutsal bir görev olarak kabul ettirmeye çalışıyoruz.
Burada, Suriye’de Esad’ın son derece keskin PYD hamlesiyle, hem de silahları ile birlikte bulundukları kentlerde örgütlenmelerine izin vermesiyle, "Kürt sorunu”nun ABD-İsrail’in kontrolünden çıkma eğilimine girdiğini; doğrudan İsrail’in denetimindeki bir Barzanistan’a alternatif, karşı kutbun inisiyatifiyle örtülen başka bir Kürt programının belirmiş olduğunu, dolayısıyla, PKK-PYD oluşumunun, mümkünse Barzani’yle de bağlanarak emperyal programa bütünüyle çekilmesi yönünde bir sorunun ortaya çıktığını; Bu uğurda ABD'nin, Suriye muhalefetini yeniden biçimlendirirken, AKP'nin de İmralı’ya koştuğunu; bunun öncesinde ise, son derece tuhaf taleplerle başlatılan açlık grevlerinin aynı ölçüde tuhaf ve belirsiz bitişiyle, Öcalan’ın örgüt üzerinde söz sahibi olduğunun gösterildiğini hatırlamak yerinde olacaktır.
Diğer taraftan, Başbakanın danışmanının, Kandil yöneticisinin "Öcalan'a racon kestiğini" ifade etmesi,  ardından bu yönde tartışmalar yürütülmesi ve Arınç'ın beyanatı ve sonrasında Öcalan'a televizyon verildiğini bizzat RTE’nin açıklaması ve hemen ardından Fransa'da üç önemli PKK üyesinin öldürülmesi, yukarıdaki olgularla birlikte değerlendirilirse, ABD-İsrail'in de, AKP’nin de, “Kürt sorunu" ve "çözümü" konusunda bir sıkışıklık yaşadığını, emperyalist cephenin acelesi olduğunu göstermektedir.
Hal böyle iken, bu sıkışıklık ve bu elzemlilik karşısında, Kürt sorununa devrimci bir yaklaşım gösterdiklerini göstermeye, daha doğrusu dayatmaya çalışan kesimlerin de aynı sıkışıklık ve elzemlilik ile düçar olduklarını görmek, oldukça dikkat çekicidir ve bu, kimsenin gözünden kaçmamaktadır.
Bu kaçmıyorsa, çözümün İmralı’daki ucuz emperyal pazarlıklarda değil, Suriye’yle başlayıp bölge halklarını kapsayacak, samimi bir kardeşleşme programında olduğu ve bunun maddi zemininin fazlasıyla bulunduğu da gözden kaçmayacaktır.

Fikret Uzun
21-Ocak-2013

Hiç yorum yok: