30 Nisan 2012 Pazartesi

1 MAYIS ÖNCESİ EMEK ÖRGÜTLERİ SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK İŞÇİLERİN VATANI VE 1 MAYIS



1 MAYIS ÖNCESİ “EMEK ÖRGÜTLERİ”, SÖZÜNDE SAKLI SİNSİLİK, İŞÇİLERİN VATANI ve 1 MAYIS

"EMEK HER TÜRLÜ ZENGİNLİĞİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI" diyorlardı. Öyle yazılmıştı, ünlü Gotha programında. Peki, öyle mi imiş? Öyle mi? Burada kastedilen belli diyerek Marx geçiştirmiş mi? Geçiştirmemiş ve net olarak koymuş. “EMEK HER TÜRLÜ SERVETİN VE KÜLTÜRÜN KAYNAĞI DEĞİLDİR." En azından bu biçimdeki bir anlatım doğruyu vermemektedir. "Emek evrime uğrayarak sosyal emek haline geldiği ve böylelikle servetin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda ise servet ve kültür gelişir." Böyle düzeltmiştir Marx. Demek ki, gerisi burjuva lafazanlıktan başka bir şey değildir.

"Emek örgütleri" ifadesi de aynı tür bir lafazanlığın içindedir ki, Türk-İş’in de, o tür diğer sendikaların da, sınıf sendikası görünüp, karşı sınıfın bahçesinden konuşan sendikaların da bu lafazanlığı pek sevdiğini biliyoruz.
Tamam, belki normal şartlarda bu tür ifadeler veya isim koymak ve tariflendirmeler mesele edilmeyebilir, olumlu yanıyla bakılabilir. Ancak toplum zaten bellek kaybına uğratılmış, fabrikalarda sınıf bilinci dışarı kovulup,ümmet bilinci yerleştirilmiş ve kendiliğindencilik, o olmazsa sendikalizm, o da olmazsa, inkârcılık model yapılarak, siyasi mücadelenin önüne koşulmuş veya üzerini örtmek, hafızalardan kazımak için kullanılan bir araç haline getirilmişken, bu tür lafazanlıkların rengini net koymak gerekmektedir.

Diğer taraftan, “Emeğin kurtuluşu” ifadesine de karşı çıkar Marx ve açıklar ki, bunu hepimiz biliyoruz, aslı böyle olmayan bir ifadeden kopya çekilmiş ama ifade Marx’ın deyimiyle "ıslah edilerek" programa yansıtılmıştır. Ve yine Marx hatırlatmıştır ki, enternasyonalin tüzüğündeki asıl ifade şöyledir; "çalışanlar sınıfının kurtuluşu, emekçilerin kendi eseri olacaktır"
Ve burada mesele öyle denmiş, böyle denmiş ve denilenler Marx’a uymuyor meselesi değildir. Burada önemli nokta, ortada bir bulanıklığın, bir soyutluğun olması ve bu, netlikten uzak olduğu, sırıttığı halde bundan vazgeçilmemesidir. Oysa bu gün her zamankinden çok netliğe ihtiyaç olmaktadır. Bu şekilde hareket etmek tam da tekellerin istediği türden yaklaşımlardır.
Öncelikle sendikaların ve ekonomik mücadelenin önemini yadsımıyoruz. Ancak ekonomist mücadele ile ekonomik mücadele aynı şey değildir. O nedenle de, sendikalizmin siyasal mücadelenin önüne konulduğunu vurguladım. Önem taşıyan nokta burasıdır. Sapla samanı hep karışık tutmak ekonomistlerin, reformistlerin işine geldiği içindir ki, soyut konuşulduğu hatırlatıyoruz. “Emek örgütleri” ifadesi tam da budur.

İkincisi, bu günün ekonomik mücadelesinin şiarı, işçi sınıfını, emekçi kitleleri, reformizmin, ekonomizmin kuyruğuna takmak isteyenlerin dillendirdiği “iş günü kısaltılsın “ sloganı değildir. Her slogan ekonomik gerçeklerin, siyasi durumun ve sloganın taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanmak zorundadır.

Bu gün sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, grevsizleştirme, toplu sözleşmesizleştirme, geleceksizleştirme, sosyal güvenliksizleştirme temel politika olmuş, buna karşın kimi sendikaların keyfi yerinde, kimileri ise tabanına göre kendini yeniden şekillendiriyor ve yine de sendikal alanda, fabrikalar alanında çok da umutsuzluk nedeni olabilecek bir tablo olmadığını söylüyoruz ve elbette sendikalarda çalışılır, çalışılmalı, gerici sendikalarda da çalışılır ve çalışılmalı ( işçi sınıfının birliği için her yerde, her koşulda çalışılmalı)ama neredeyse bir STK ( kavramın kötü anlamında) kıvamında olan sendikal örgütlenmelerin içinde çalışmak bir yana, orada çalışabilecek sınıf bakışını taşıyan sendikacı bulmak bile zor, ya hepsi işsiz kalmış, ya da çarkların dişlilerine yem olmuş, sıradanlaşmış kadro olmuşken bunu, “sendikacılığın birer düzen kurumu haline geldiğini” vurgulayıp “ama” diyerek, gerici sendikalarda bile çalışmayı öne çıkartmak, eksikliğin üzerini örtmektir.

Oysa bu gün Türk-İş’te yaşanan yarılma, DİSK bünyesindeki sendikalara geçme dinamiğinin hızlanması, 1Mayıstaki kopmalar, ayrılmalar ama buna karşın, bütünleşmeler yaşanması, bunların hiçbirisi, istisna varsa da ölçü tutmaz, gerici sendikalardaki, hatta sendikalardaki ilerici, devrimci, dürüst sendikacıların çalışma perspektifinin sonucu değildir. Bu var elbette, ama belirleyici olan sadece sendikal yapının, tabanındaki işçilerin hareketlenmesinin gerisinde kaldığını fark edip, kimi telaşa düştüğü için, kimi işçilerin nabzını yakalayıp, yapısını korumak için şekillenmenin ifadesidir. İşçilerin hareketlenmesi, sadece sendikalardaki dürüst unsurların çalışma alanını genişletmekte, elini güçlendirmektedir. Belki bu kadar katı olmamak gerekir ama ben baktığım yerden böyle görüyorum ve bu, sendikalarda çalışmayı yadsımak, sendikal çalışmayı küçümsemek değildir. Sadece mevcut duruma dikkat çekiyorum.

Ama burada önemli bir nokta var ve o atlanıyor ki, işte bu nedenle "EMEK ÖRGÜTLERİ" ifadesinin yanlışlığı bu noktada kendini daha net gösteriyor.
Üçüncüsü, bu gelişmeler, işçi sınıfının gizil gücünü öne çıkarıyor ki, birçok fabrikada, belediyede, işletmede kendini gösteren direnişler, hak arama veya hak gasp etmelere karşı durma eylemleri, fabrika işgalleri ve sonunda elde edilen kazanımlar, bunun ifadesidir ve bunların üzeri, devletleşmiş medya tarafından fütursuzca örtülüyor. Açmaya çalışan basın organları ise, ya yeterli gelmiyor veya daha çok da, çeşitli yaftalamalara maruz kaldıkları için, bilgilendirmeleri sınırlı bir alanda kalıyor. Ama yine de işçilerin kendi içindeki dayanışması yanında, birbirleri ile iletişim dinamiklerinin hareket halinde olması ile bu gün sendikaların harekete geçmesi, bu hareketleri yakalayıp, tutması mecburiyeti öne çıkıyor.

Ben diyorum ki, sendikalar da, politikacılar da farkındalar ki, işçilerin, emekçilerin, hatta ilerici, yurtsever dinamiklerin hareketi, sendikal ve politik hareketlerin önüne geçmiştir. Sadece medya sayesinde görünmez haldedirler. Ve sendikalar, sendikacılar ve STK ların tek korkusu var, bir grev dalgası yayılırsa, politik hale gelirse o zaman bu öne geçen hareketi, yakalayana kadar bütün sahte renkler bu hareketin altında kalacaktır.

“Emek örgütleri” kelamlarından vazgeçmemeleri bundandır. Bu ifadenin sıkça ve geniş olarak kullanılması, elbette kimin hangi amaçla kullandığının üzerini örtüyor. O nedenle elbette bu soyutlama modasına uyup, iyi niyetle veya herhangi bir kötü niyet aramadan bu ifadeyi dillendirenleri ayırıyoruz. Ancak bu, şuna adam gibi, emekçilerin örgütleri desenize; İşçi sınıfının örgütleri desenize; Ama o zaman muallâkta kalmayacağı için sorulacak, kim bu örgütler diyecekler. Ve saydığınız örgütler muhtemelen en renksiz veya sahte renkli örgütler olacaktır. Diyerek soruna dikkat çekmemizi engellemiyor.

İşçi sınıfının, emekçilerin sendikal örgütleri vardır, dernekleri vardır ve politik örgütleri vardır. STK lar ise artık tescilli bir fonlama örgütü halindedirler. Soros vakfından fon almayanı, tartıya gelmeyecek denli azdır. Sendikaların da bundan farkı olmadığını biliyoruz.
Hal böyle iken, “çalışma saatini kısıtlama”yı talep edelim imiş. Herhalde oligarkların gülme ihtiyacını karşılamak için acıklı güldürü yapılıyor. Sorun 8 saatlik işgünü kısaltmak değildir, artık iş günleri 12 saattir ve mesai parası alanı herhalde mumla arıyoruz. Diğer yandan, işçilerin kıdem tazminatları da güme gitmenin eşiğindedir. Tıpkı işsizlik fonunda biriken paraların tekellere fon yapıldığı gibi…
Dün sınıf çelişkilerinden, sınıf mücadelesinden dolayısıyla sınıfsal eksenden söz edince dalga geçenler, sınıf mı ne sınıfı!  Şimdi bilişim teknolojileri çağı, sınıf gitti teknoloji geldi diyorlardı ve tek uğraş alanları, işçilerin vatanının dünya mı yoksa yaşadığı topraklar mı olduğu idi. Bu hala devam etmektedir. Ve keşifleri ise, elbette işçilere dünyayı vatan biçmekti.

Dolayısıyla yaptıkları aynı, emek örgütü türünden bir soyutlama, bulanıklaştırma idi. Oysa ne yaşadığı topraklar, ne de dünya, işçi sınıfının vatanı değil. Birini yadsımak için öteki ile dünya ile delillendirmek, marifetini söylemek için, kabahatini açık eden mert Çingene mislidir. Dünyayı vatan belletince, sanıyorlar ki, enternasyonalizmi de hallettik. Böylece, işçi sınıfı küresel sermayenin peşine takılacak. Hatta belki bazılarına, diyar diyar gezme hayali yaşatacak.

Bunun için argüman bulmakta zorlandıkları için, Komünist Manifesto yanında, işçi marşlarındaki sözlerden medet umuyorlar. Bir marşta “yurdumuz cihandır bizim” dizesini kanıt gösterirken, diğer marştaki, enternasyonal marşı, “…hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı…” dizelerinin üzerinden atlıyorlar.
 
Oysa nasıl ki, işçiler kendi topraklarında malsız, mülksüz, geleceksiz, güvenliksiz yaşıyorlar, dünyada da bu böyledir ve dünya, bugün işçi sınıfının, kendi topraklarındakinden çok daha inisiyatifsiz biçimde işçileri dışlayan bir kötü gidişin eşiğindedir. Bunun baş mimarları ve müsebbipleri en başta uluslararası tekeller ve onlarla entegre olmuş yerli tekeller ve onların iktidarlarıdır. Dolayısıyla işçi sınıfına boş hayallerle, kendi topraklarındaki sınıf mücadelesinden kaçmak öğütlenmektedir.
Bu diğer yanıyla, bu bölgedeki, ABD-AB emperyalizminin, maçası yemediği için, kestaneleri Türkiye’ye aldırması kolaylaştırılmaktadır. Örneğin, burnumuzun dibindeki, dün lideri kankamız ilan edilen Suriye’de halka karşı bir yönetim var ve Türkiye halkı buna karşı ayağa kalkmalıdır. Böyle yönlendiriyorlar. Peki, yönetimi destekleyen, hatta referandumda oy kullanarak varlığını gösteren, öte yandan seçime hazırlanan halka ne oldu. Onlar halk değil mi? Bu gün AKP iktidarını 10 yıldır artarak destekleyen halk, halk değil mi? Peki desteklemeyenler halk değil mi? Ya Türkiye’nin işçileri emekçi halkı ne durumda, yönetimi ile arasından su mu sızmıyor? Tarihin en halkçı yönetimi mi var da, Suriye’deki yönetimden muzdarip halkın durumuna ağlama seansları düzenlenerek, Türkiye toplumunun bu seanslara katılmasına çalışılıyor. ABD-AB Türkiye’dedir. Hükümetler uzun zamandır ama son on yıldır artan oranda AB normlarına göre yasa çıkarıyor ve Türkiye’nin emekçi halklarının elinde ne varsa geri alıyor. ABD ile ise, bu bölgedeki stratejilerine, eş-başkanlık dinamiği içinde entegre olunduğunu yönetimdekiler bizzat kendileri dillendiriyor. Türkiye tarihinin en yüksek düzeyde ABD uzmanı çalıştıran bir yönetimi ile karşı karşıyayız. Çift pasaportu olan, ABD vatandaşı olan kaç milletvekili, bakan var kimse bilmiyor ama var olduklarını biliyoruz. Bir Merve Kavakçı bile Türban tanıtımı yapmak ve meclise yakışacağını göstermek için vekil yapıldığında ABD vatandaşı idi. Görevi bitince gittiği yer Amerika olmuştur. Anayurdu ABD dir çünkü. Bir Egemen Bağış hangi pasaportu taşıyor? Bir Babacan, nerenin vatandaşıdır? Bir dış işleri bakanı nereden gelmiştir? Daha önce nerede ikamet ediyordu? ABD büyükelçisinin ağzından damlayanlar bal misli, ziyan olmasın diye koşuşturup durulmuyor mu? Sözleriniz bizim için emirdir haşmetmeap fotoğrafı vermiyor mu? Peki, o zaman sömürgeyi nerede arıyoruz, diktatörü nerede arıyoruz, burnumuzun dibindekini görmezken, neredeki diktatörü taşlama seansları yapıyoruz?

İşte bulanıklık, muğlâklık, soyutlama hep bu noktalarda yapılıyor. İşte şimdi de işçilerin kendi gizil gücünün fabrikalardaki potansiyel dinamikleri, cemaat dinamiğinden, sınıf dinamiğine sürüklemeye başlamışken, bizimkiler, Amerikan mandacıları, iş başında.  Hemen "emek örgütleri" ni devreye sokup, nesnellikle ve işçi sınıfının, emekçilerin kabaran hareketi ile ilgisi olmayan sloganları öne çıkartıyorlar.

İşçi sınıfının vatanı olmaması olgusu, işçi sınıfına dünyanın yurt olması olgusunu da yadsır. O kadar bulanıklık yaratılıyor ki, ama dediğim gibi, bu bulanıklık, emperyalist ideolojinin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine bağlılıklarından geliyor. Yani işçi sınıfının, solun düşüncelerini taşımıyorlar.

Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın işçilerin elinde olduğunu haykıracaklarmış !!! Nasıl? Önce işçileri, elinden haklarını daha da almak için hazırlık yapan tekellerden ve iktidarından talep etmeye ve onları sendikalizmin kuyruğuna takmaya çalıştıktan sonra mı? Bu, sapla samanı bilerek karıştırmak demektir.

İşçilerin temel sorunu bu gün, ayaklarını bastığı topraklar dururken, dünya vatandaşlığı sahibi olmak mı? Kendi topraklarında kırbaçlı köleye çevrilen işçiler, emekçiler, dünya vatandaşı olsa ne olacak? İşçilerin bu günkü bilinç ve örgütlülük düzeyi bir yana, kendilerini nesnel olarak motive eden çıkarlarındaki tehditler, onları, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadeleye çağıran sloganların peşine takar mı? Üstelik de aynı karede, hem de ekseni kaymış sendikal bir dinamiğin varlığından söz edilirken ve bu haldeki sendikalarda çalışmaya, dolayısıyla Lenin'e gönderme yaparlarken, işçilere emekçilere iş saatleri kısaltılsın sloganını layık görmek tam bir sahtekârlık değilse, kafa karışıklığıdır. Eskileri aratmıyor.

Önce evimizdeki yangını söndürmek için kendimize gelelim sonra veya aynı anda ama ancak ayıldıktan sonra, dünyanın her yanındaki yangınları söndürmek için birbirimize enternasyonal desteğimizi verebiliriz. Diğer yandan, enternasyonal destek, ABD nin kozmopolitizmine aşkla bağlı olanların pompaladığının aksine, küreselleşmenin içinde değildir. O emperyalistlerin küreselleşmesidir ve onlar için çaredir, İşçilerin emekçilerin, ezilen halkların bu küreselleşmedeki çarede çare araması yersizdir. Buna ikna etmeye çalışmak ise, sahtekârlıktır.

Emperyalizmin gerici-milliyetçi ideolojisi şaha kalkmış, her yüzünü aynı anda kullanıyor, bunlardan biri de kozmopolitizmdir. Kozmopolitizmin kökü çok eskidir ve zamanında ilerici zemine oturtulabilirdi ama emperyalizmin, her şeyde olduğu gibi bunu da karşıtlarını daha kolay sömürüp, ezebilmesinde araç olarak kullanmak için laboratuarda daha da geliştirdiğini,renklendirdiğini biliyoruz.. Şimdi içine self-determinasyonu da katarak, bir tarafta ulussuzlaşmayı körüklerken, hatta zorlarken, öteki tarafta, bu körüğü daha da çalıştırmak için, uluslara kendi kaderlerini tayin etme hakkı verme şampiyonluğuna soyunmaktadır. Bu hakkı kim kaybetti de, Amerika bulup versin. Bu hak her zaman var ve önemli olan bu hakkın, sahibi tarafından alınmasıdır. Bu hakkı kaybettirenin verdiği hak, hak olmayacaktır. Ama ABD nin kozmopolitizmine aşklarından gözleri kör olmuş, akılları durmuş olan sahtekârlar ABD den gelecek bu self-determinasyona devrimci bir renk katmaya pek bir heveskârdırlar. Adı üstünde self determinasyon… Yani Kürt halkının önlerine koydukları kadar kendi kaderini tayin hakkı!  Bu, çok basit bir denklemdir ve bunu en sıradan akıl bile çözebilmektedir. Ne ki, akıl bozmada sınır tanımayanların keşfi, daha önce vatan, millet, Sakarya edebiyatı iken, şimdi, çoktan inkâr ettikleri işçilerin vatanı olmadığı yönlü edebi demogojileri göreve hazırdır.

Bu yöndeki yalanları hep aynıdır, hadi çok eskileri unuttuk, Vietnam var, onu da mı unuttuk, ABD emperyalizmi, taa Vietnam’dan beri "demokrasi" veya "insan hakları" yalanının üzerine oturarak, gözünü kestirdiği coğrafyalardaki halkların çektiği çilelerden muzdaripmiş gibi yaparak, ezilenleri ve sömürülenleri daha fazla ezmek, iliğini kuruturcasına sömürmek için harekete geçti. Vietnam’dan öncekiler bir yana, Vietnam’dan sonrakiler hala hafızalarımızdadır. Şimdi de aynı oyun bölgemizde oynanıyor.

Diktatörleri deviriyormuş, halklara demokrasi getiriyormuş!  Birlikte hareket ettiği devletlere bakın hele, neresi doğru, neresinde demokrasi var, neresinde halkçı liderler, halkçı iktidarlar var? Ve "demokrasi " götürdüğü ülkelere bakalım, hepsinde şu anda şeriat yönetimi, o olmazsa, dinci-gerici yönetimler egemen oldu. Demokrasi bunun neresinde? Şimdi de Suriye’ye, Suriye halkını pek seven emperyalistler, demokrasi götürecek ve diktatörlüğe son verecek öyle mi? Peki önce kendisi kendi küresel diktatörlük arayışlarından vazgeçse nasıl olur? Olmaz, çünkü eşyanın tabiatına aykırıdır.

Emperyalizm, expansiyonizmdir. Bundan kaçışı yok. Ama ilhaklarla ama yeni sömürgeci yöntemlerle, ya da ülkeleri bölüp parçalayarak, o ülke yönetimlerini, kendi yönetim organları haline getirerek illaki yayılması gerekiyor. Yoksa burjuva ideologlarının Marx’a yüklediği kehanet gerçek olur. Gerçek oldu bile ama uzatmaları oynuyor ve bunu emperyalizm görüyor, emperyalizme tutkuyla bağlı olan sahtekârlar görmek istemiyor.

İşçi sınıfı geçmişte anavatan savunuculuğuna sevk edilirken, aynı zamanda kendi burjuvazisi ile sınıf mücadelesini, ekonomik ve politik mücadeleyi askıya alması isteniyordu. Şimdi Suriye’nin iç işlerine karışan ABD-AB emperyalizmine ve onun kestanelerini ateşten almaya gönüllü işbirlikçilerine karşı mücadele etmeye yönlendirilen işçi sınıfına, emekçilere, ilerici, yurtsever dinamiklere kimsenin, sınıf mücadelesinden vazgeçin, ekonomik ve politik mücadeleyi askıya alın demiyor, aksine daha da artırılmasından ve daha da keskin hatlarla altının çizilmesinden yana tavır konuluyor. Ancak sahtekârlar, bunu “işçilerin vatanı yoktur” yarım doğrusu ile 2.Enternasyonalin dönek sosyalistlerinin ünlü “anavatan savunuculuğu” ile özdeşleştirmeye çalışıyorlar. Bu gün ABD-AB emperyalizmine karşı olmadan, onları bu coğrafyadan, geçmişte Vietnam halkının yaptığı gibi defetmeden, kapitalizmle, Türkiye’nin tekelleri ile oligarkları ile mücadele etmiş olunamayacağının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Onlar da biliyorlar ki, mücadele edilmiş olunsa da başarı şansı yoktur. Sadece yönetiminin sureti değiştirilir ki, bu bile onlara kan verir, hepsi o kadar.

O nedenle, işçi sınıfının, emekçi halkların bu gün 1 Mayısta haykıracakları, Grevli toplu sözleşmeli sendika yasası ile aynı karede grev perspektifini işleyen sloganlar olmalıdır. Bunun yanında emperyalizme ait savaşta maşa olmak için Türkiye’yi ateşlere atmak isteyenlere karşı BARIŞ sloganı öne çıkartılmalıdır. Bu nesnel olanla yani ekonomik ve siyasal gerçekliklerle örtüşen bir slogandır. Daha şimdiden analar ki, çoğunun çocuğunu askere gönderirken düğün dernek kurduğu bilinmektedir, görülmektedir, çocuklarımızı Suriye’ye karşı başlatılan savaşa göndermeyiz sesleri yükseltmeye başlamışlardır.

Ve öyle içi boş "barış dilini konuşalım," "savaşa hayır", "çocuklarımız ölmesin" türünden sloganlar değil, net, ekonomik ve siyasi anlamı olan sloganlar atmak gerekiyor. Hani nerede barışseverler, iş Suriye’ye gelince, barışın dili unutuldu mu? Savaşa karşı sınıfsal olmayan ve emperyalizmin kurguladığı türden lakırdılarla “barış” türküsü söylenirse olacağı budur. Bu tür “barış” türküleri, ezilen, sömürülen halkları, ezenlerin, sömürenlerin dayattığı barışa mahkûm etmenin türküsüdür. Bu gün asıl şimdi barış için mücadele sloganı öne çıkmalıdır. Çünkü ortadoğuda halklar, dün başka devletlerde, bu gün Suriye’de hep emperyalizmin dayattığı barışa mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Yönetimleri diktatördür, halkçı değildir, demokratik değildir bu ayrıdır ama buradaki asıl önemli olan gerçeklik, emperyalizmin kendi çıkarları yönünde dayattığı barışa mahkûmiyet, bu ülkelerdeki halklar için daha büyük bir tehdit olmasıdır. Hem, bu güne kadar, ABD ye karşı çıkacak, ondan ayrı davranacak diktatör görülmüş müdür hiç? Hangi savaşa karşı, ABD-AB emperyalizminin, bölgedeki onlarla işbirliği içinde olan yerli tekellerin, onların yönetimlerinin ve elbette bundan çıkar uman sahte sol renkli aktörlerin, dinamiklerin desteklediği Suriye’ye karşı yürütülen emperyalist savaşa karşı barış mücadelesi sloganı tamı tamına ekonomik ve siyasi anlamı olan slogandır.

Yok, bu başka deniliyorsa, biz de “oldu canım!  Siz emperyalizmin savaşında emperyalist tarafta olun, ama öte yandan, işçilere “yurdumuz cihandır” ,”işçilerin vatanı yoktur” martavalları atın; öteki savaşta ise, Kürt halkını emperyalist ABD-AB nin ve işbirlikçilerinin dayattığı, Barzanilerin dünden razı olduğu, eşit olmayan barışa mahkûm etmeye çalışın, dolayısıyla gene emperyalist tarafta yer alın; bizim de bunu yememizi bekleyin ama yemezler deriz.

Bunu işçiler, emekçiler, akıl taşıyanlar, Kürt halkı fark etmeyecek mi? Barzani ile mi Kürtlere demokrasi veya demokratik hak gelecek? Yahu adam hem gerici, hem dinci ve hem de, hem İsrail’e, hem Amerika’ya göbekten bağlı, dolayısıyla bırakalım demokrasiyi, mevcut durumdan çok daha geriye götürmenin planlarını yaptıkları besbelli.

Kürt halkının üzerinde oynadıkları oyunların rengi tam da budur, Kürt halkını, gericiliğin, dinciliğin kıskacında, ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine ABD’nin ağababalığında daha fazla köle yapmak. Onlara Kürt halkının sırtından kırbacı eksik etmesin ve böylece İsrail’e büyük bir devlet, ABD-AB nin çok uluslu tekellerine akan Kürt halkına ait olan zenginliklerin akışını garanti eden bu çağdışı karanlık ortaklığa damlayan biraz daha büyütülmüş kırıntılarla büyütecekleri bir hükümranlık vermek. Peki, Kürt halkının kurtuluşu, bu türlü hile ile karmaşıklaştırılmış denklemin neresinde? Y ada Kürt halkına düşen bir kurtuluş emaresi var mıdır? Bunu görmemek için çok zeki olmaya gerek yoktur ve görmemekte direnenler ise, ahmaklık var fakat ahmaklıklarından değil, tümüyle sahtekârlıklarından görmemektedirler.   


Bu ahmağa yatan sahtekârlar, bu basit denklemi çözülmez hale getirmek için, türlü türlü argümanlar icat etmeye çalışıyorlar, edemezlerse, keşfediyorlar. Son keşifleri, Avusturya işçi marşıdır ve   “işçilerin vatanı yok”, argümanının yanına, “bütün cihandır yurdumuz”, “dil farkı bilmeyiz”,”din farkı bilmeyiz” argümanlarını eklemişlerdir. Burada söylenenler güzel de, vurgu nereye? Vurgu,”Son Kavga”yadır ve bu dillendirilenler, son kavgadan sonrasının gerçekleridir. Bizim ahmağa yatan sahtekârlarımız ise, burada çok cingözdürler ve işin bu kısmının üzerinden atlamaktaki hünerleri takdire şayandır.

Bunlar, sahtekârlıkta sınır tanımıyorlar, dün “yetmez ama evet” türünden şaka gibi sloganlarını, bu toprakların tarihinin kara sayfalarına astıkları gibi, 1 Mayıs İşçilerin mücadele gününde (ki 1 Mayıslar işçi sınıfının, emekçilerinin kurtuluşu için mücadelelerinde bir derlenip, toparlanma, güçlerini tasnif edip, aynı yöne akıtmanın andının içildiği ve bunu da dosta düşmana ilan ettikleri gündür), hem 1 Mayıs’ı “emeğin bayramı” renginde gösterip, hem de  “İşte Taksim’i zapt ettik, şimdi koşun ilk hedefimiz komünizm” yollu haykırarak, “yetmez ama evet” çileri kıskandıracak bir acıklı güldürüye imza atabilirler.

Ama fırıldaklıklarını kimseler yemiyor artık. Mademki dedikleri bu günün gerçekleri, dolayısıyla “dil farkı bilmeyiz” derken, Kürtler için neden ana dilinde Kürtçe talebini dillendiriyorsunuz? Sorusunu sormayı kimse akıl edemez mi sanıyorlar? ( burada, bu taleplerin haklılığını, tarihselliğini, ekonomik ve politik gerçekliklerle uyumlu mu değil mi onu tartışmıyoruz, konu bu değil yani; konu, bu noktalardaki çelişkilerin, cambazlıkların ve ikiyüzlülüklerin örtüsünü açmaktır) Neden din farkı bilmeyiz”i öne çıkarıyorsunuz da, öte yandan din, mezhep farklılıklarını körüklüyorsunuz? Neden bütün etnik renkleri alabora ediyorsunuz? Diye sorulmaz mı? Peki, işçilerin vatanı yok ise ve temel rengimiz bu oldu ise, Kürtlere neden bir vatan talep ediyorsunuz? Öyleyse sizin ilgilendiğiniz yoksul, malsız, mülksüz, emekçi Kürt halkı değil de, malı mülkü gani olan, Allah daha da artırsın diye ABD ye yanaşan ağalara, beylere, işbirlikçi Kürt burjuvalarına mı vatan istiyorsunuz? Diye sormazlar mı?  Bir yerde işçilerin vatanı yok, diğer yerde ille de vatan isteriz! Diyorsunuz. İkisinin de arkasında ABD’nin imzası olduğunun bilinmediğini mi sanıyorsunuz? Demezler mi adama?  Birisi sapına kadar burjuva milliyetçiliği, diğeri bu milliyetçiliğin öteki yüzü olan emperyalizmin keşfi kozmopolitizm! Siz kimi kandırıyorsunuz? Sorusunu ise en sona sakladım, bu sorunun, kitlelerin sessiz çoğunluğunun kafasında yankılar yaptığı gerçekliği ise, son derece gerçektir.

Evet, Avusturya marşını argümanları yapmışlar, çok güzel. Ama öte yandan, enternasyonal marşında da,

“hem fabrikalar, hem de toprak
her şey emekçinin malı “ diyor.

Ne olacak şimdi, bakınız orada işçilerin asıl “mal sahibi” olduğu vurgulanmıyor mu?

Başka bir tarihsel zeminde olsa idik, muhtemelen bu sahtekârlar, bu iki marş arasına soktukları çelişki kaması ile Marxizmi tahrif etmenin yollarını arayacaklardı ama şimdi serde ABD emperyalizminin kozmopolitizm ihalesinden karlı çıkma güdüsü olduğu için,  işçilerin vatandan uzaklaştırılması ve ABD nin çıkarları ile uyumlu bir enternasyonal renge hapsedilmesi, dolayısıyla Türkiye’nin ulus-devlet yapısının bozulması ve her parçadaki yer üstü ve altı zenginliklerin ABD-AB nin çokuluslu tekellerine peşkeş çekilmesinin devamlılığının bir hukuka bağlanmasının yüzü suyu hürmetine bu çelişki görmezden gelinmektedir. İşte göstermek istediğimiz, bu noktadaki çelişkiler, ikiyüzlülükler ve Ali Cengiz oyunlarıdır. Gösteriyoruz ve ahmağa yatan sahtekârlarımızın son derece ikiyüzlü bir tutum içinde olduklarını söylemeye hakkımız olduğunu düşünerek ve bunu ikircimsiz söylüyoruz.
Bununla bir yere varamayacakları bellidir. Bugüne, bu günün nesnel gerçekliğine bakalım. Avusturya marşı ile üst üste koyup bakalım ve görelim;  bu marşlar neyin özlemini anlatıyor ve hangi nesnelliğe vurgudur, manifestoya kaydedilenler? Bunların olabilmesi için tayin edici olan son kavgadır. Çıkıp, işçilerin çalışma saatlerinin düşürülmesini sloganlaştırmak, ama öte yandan başka bir zamana ait gerçekliğin ifadesini bu günün sloganı olarak kafamıza kakmaya çalışmak konuya tekrar dönmeyi gerektiriyor.


Evet, işçilerin vatanı yoktur, bunu kimse yadsımıyor ama işçi sınıfının vatanı yoksa dünya da vatanı değildir, ancak dünya, insanın insan olarak kurtuluşunun gerçekleşmesi durumunda yine işçilerin değil, insanlığın vatanı olabilir ki bu, uzak bir geleceğin ifadesidir ve uluslararası işçi sınıfının yakın hedefi olmaktan çıkartılmış olması bir yana, sosyalizmin cazibesinin bile eski yerine getirilmesinde sıkıntılar varken, bu temel ama uzak gerçeklik üzerinden politika üretmek ya da üretilen gerçekçi politikaların önüne duvar örmek, ancak bu günün sosyal şovenistlerinin ki, sosyal şovenizm, oportünizmdir, işçi sınıfının, emekçi halkların kafasını karıştırmak ve emperyalizmin milliyetçiliğinin, gericiliğinin, Ulusal nihilizminin ve kozmopolitizminin kuyruğuna takmak üzere işçi sınıfı hareketinin içine kendine ait ve laboratuarda ürettiği düşünceleri yerleştiren, tekellerin, emperyalist burjuvazinin işine yarar.

Şimdi artık devletlerin bir şirket olduğunu vaaz ediyorlar, ABD nin kozmopolitizmini kafalara kakmayı kolaylaştırmak için. Ve burada kimse, burjuva milliyetçiliğini savunmuyor, bu açıktır. Vatan da, vatan, İlle de vatan! diye de tutturulmuyor. Ama kavramları yerli yerinde kullanmak gerek. Bu sloganlaştırılmış ifadeler, sadece ABD emperyalizminin kozmopolitizmini allayıp, pullamaya yarıyor. Bu şekilde, ABD nin bölgedeki ulus-devlet dinamiklerini parçalayarak, Kürt halkını da, Türk halkını da, diğer halkları da köle yapacak (kırbaçlı köleden söz ediyorum) bir Ortadoğu haritası ve İsrail’e büyük bir devlet yaratması kolaylaşacak. Önemli olan burasıdır. Önemli olan bu kolaylaştırılan kotarılırsa ne olacağıdır?

Burada hatırlanması gerek, Manifestoda işçilerin vatanı yoktur diyen, Marxizm’in kurucuları, daha sonra, birçok yerde, birçok “vatan” girişiminde, işçi sınıfının bu girişimlerin kiminin yanında olmasını kiminin karşısında olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Demek ki, her şeyin bir tarihsel zamanı ve nesnel olarak gerçekleşebilirlik koşulları söz konusudur.

Manifestoda, “işçilerin vatanı yoktur” önermesine girilmeden önce, Marxizmin kurucuları, “Komünistlerin, ayrıca, vatan ve milliyeti kaldırmayı istemekle de suçlanıyor” olduklarına işaret edilmektedir. Ondan sonra, bu suçlamaya karşı, “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız,” denmektedir. Ve bununla bırakılmamaktadır.”Proletarya, her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil. “ diyerek devam edilmektedir ki, buna, başka bir ifade ile yani  ”Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.“ diyerek açıklık getirilmektedir. Yeterince açık ama Rusya’da da, bizimkiler gibi sahtekârlar ve bu açıklığı görmemekte direnenler olduğu için Lenin biraz daha açıklık sağlamaya çalışmış ve dobra dobra, bu bütünsel ifadeden hareketle; yüz yıl önce, manifestodaki, şimdiki sosyal-şövenistlerin pek bir meraklı olduğu ‘işçilerin vatanı yoktur’ önermesinin, devamındaki önermeden ayrılmasının son derece hatalı olduğuna vurgu yaparak,’ bu iki önermenin gerçek anlamının burjuva milliyetçiliğini reddeden proletaryanın, emekçileri kendisi ile birlikte anti-kapitalist mücadele içinde sürüklemesi ve ulusu sosyalizme götürebilmesi bakımından, proletaryanın ulus içinde öncü sınıf durumuna yükselmesinin zorunlu olduğuna’ dikkat çekerek,’proletaryanın ancak bu anlamda ulusal olduğunu ve onun sınıf çıkarlarının ancak bu sınırlar içinde tüm ulusun çıkarları ile bağdaştığını” söylemiştir.

Ve Lenin, çarlığın emperyalist savaşına “anavatan savunuculuğu” ile destek olmayı ve Rus burjuvazisi ile ve çarla kavgayı rafa kaldırmayı vaaz eden Kautsky’lere kesinlikle karşı çıkarken, devrim gerçekleştiğinde işçileri, köylüleri emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı “anavatanı savunmaya” çağırdığını aklına getirecek akla sahip olanların olduğunu, bizim sahtekârlarımız aklına getirmemektedirler.
Diğer yandan, sahtekarlıklarını bir adım daha ilerletmek çabasında olanlar, Marksın, 18.Brumaire çalışmasında, "yurtseverlik ile mülkiyet duygusunu ilişkilendiren ifadesini argüman olarak kullanarak, yurtseverliği, alçakların sığınacağı bir liman olarak mutlaklaştırma çabası içine girmişlerdir. Bu da açıkça gösteriyor ki, ABD emperyalizminin milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmine bağlılıklarını sürdürmek için bu sahtekârların oportünistlikleri sınır tanımamaktadır

“Marks, çalışmasında bir dizi Napolyonvari fikirlerden söz ettikten sonra ve bu fikirlerin temel olanının ordunun üstünlüğü olduğuna ve ordunun da, küçük köylülerin onur sorunu olduğuna dikkat çektikten ve ordunun, dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları milliyet biçimini yüceltirken, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken, küçük köylülerin kahramanlarına dönüştüklerine vurgu yaptıktan sonra, aşağıdaki ifadeyi kullanıyor.

“Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri, imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu ve yurtseverlik, mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi.”

Yani sahtekârların çarpıtarak yansıttığı gibi, mutlak olarak “biçimidir.” denmiyor. “Biçimi idi” deniliyor.

Bu ayrıntıya gözlerini kapayan ve bu ayrıntının üzerini örten sahtekârlar, bu “biçim”den, başka bir “biçim”in de olacağının da üstünü örtmektedirler.

Buradan hareketle de, bizim sahtekârlarımız, Emperyalistlerin, dışarıdaki, yani “demokrasi” götürdüğü coğrafyalardaki yeni mülkiyet biçimlerini savunmak ve kutsamak için, dünyayı yağmalayıp, altüst ederken ordularını ve ordularına transfer ettikleri ucuz askerlerini kahraman yurtseverler olarak göstermek için yurtseverliğe sahip çıktığını; ama bu coğrafyalardaki kitlelerde ve bu oyuna karşı çıkan Türkiye’nin aklı geriletilememiş veya aklı yerine gelmeye başlayan kitlelerinde yükselen yurtseverlik dinamiklerini “alçakların sığınacağı liman” olarak gösterdiğini görmezden geliyor.

Başka ifadeyle ABD –AB emperyalizminin ordularının, bu coğrafyalardaki ulus-devletlere  “demokrasi” götürmek için, onları parçalama ve zenginliklerini kendi tekellerine akıtma girişimlerini ve bu girişimlerde stratejik ortaklık yürütenlerin ucuz asker güçlerini emperyalistlerin ordularının emrine veren ordularını kahraman yurtseverler gösterirken; buna karşı çıkan, asker de vermeyen,  komşu coğrafyalardaki ve kendi topraklarındaki parçalama oyunlarına ve zenginliklerin peşkeş çekilmesine ortak olmama eğilimi gösteren bir ordu ve yüksek komuta kademesi söz konusu olduğunda ve buna destek ve önem veren dinamikler olduğunda, yurtseverliğin , “alçakların sığınacağı liman” olarak gösterilmesine bu sahtekârların itirazı olmuyor.

Evet, ifadenin kıymeti harbiyesi budur. Bunu açıklıkla gösterdiğime inanıyorum. Bu ifadenin, öncesindeki ve devamındaki ifadelerle birlikte ele alınmaması durumunda, üzerine istenilen öznel anlamları yüklemenin oldukça kolay olduğunu da gösterdiğime inanıyorum; öyleyse burada bitmeyen bu İfade’nin devamındakileri de aktarmam gerekiyor.

“Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak zorunda olduğu düşmanlar, artık Kazaklar değil, haciz memuru ve tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte'ın Napoléon'un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı, şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi avlamaktan ibarettir ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek, dayak yiyecek.

Görüldüğü gibi bütün "idées napoléonienne", henüz gelişmemiş ve henüz gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin can çekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir."

İfadenin devamı budur ve görüldüğü gibi, günümüze ayna tutacak aydınlıkta olduğu kadar, sahtekarların çarpıtmaları için argüman olamayacak kadar nettir. Öyleyse sadece ve sadece sahtekarların sahtekarlıklarını sergilemekteki cesaretleri kadar, cesaret göstererek mesnetsiz hiçbir yaftadan korkmamak bu sahtekarların ipliğini pazara çıkarmak, heveslerini kursaklarında bırakmak için yetiyor.

Madem yurtseverlik konusunu açmak zorunda kaldık,  kapitalist toplum koşullarındaki küçük çapta özel mülkiyetin, yurtseverlik anlayışının ekonomik dayanağını oluşturduğunu ekleyerek biraz daha devam edelim.

Dış pazarla hiçbir bağlantısı olmayan küçük burjuvazinin, tekelci burjuvaziye oranla daha yurtsever eğilimli olduğu bilinen bir gerçektir. Küçük burjuva yurtseverliğinin, kısıtlı ve dar görüşlü olduğu da bir gerçektir.  Dolayısıyla. Küçük burjuvazi, ülkesinin çıkarını salt bağımsızlıkta görür, ülkesinin geleceğini, dünya devrim sürecinin gelişme yönelimleri ile ve hedefleri ile bağdaştırmaması anlaşılır bir durumdur.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu ekonomik durumda, onun özgürlüğe kavuşması için gerekli koşullar ve onun sınıfsal düşmanları, ulusal değil, uluslararası bir karaktere sahiptir. Bu nedenle işçi sınıfı, ülkesinin gelişme yönelim ve hedeflerini, dünya sosyalist devriminin başarılarına bağlı olarak ele alır. Öyleyse, küçük burjuva yurtseverlik anlayışının sürdüğü kapitalist toplumda, tümüyle öznel etmene (ideolojik çalışma) bağlı olarak verilen yurtseverlik ve enternasyonalizm eğitimi, yeni tip bir yurtseverlik anlayışı kazandırabilir ve kazandırmaktadır.

İşte komünistlerin, sosyalistlerin yurtseverlik anlayışını bu temelde ele almak gerekir.

Ve evet, işçi hareketinin, sol/sosyalist hareketin içindeki sahtekâr sol gömleklilerin  icat ettikleri yaftalara sokulan dinamiklerde  değil ama ortada bir zehir var ve bu zehrin, belki başka bir tarihsel, ekonomik koşulda, yurtseverlik içinde olabilir ama bu gün yurtseverlikten çok, bize, sosyalistlere ait olmayan düşüncelerin içinde olduğu apaçık ortadadır. Kimin taşıdığı ise daha net görülmektedir. Gösterebildiğimi düşünüyorum.

Peki, bitiriyoruz, Kürt ağa ve beylerine, Türkiye’nin tekelleri ile işbirliği içindeki Kürt burjuvazisine, gerici tarikat şeyhlerine ABD emperyalizminin garantörlüğünde bir devlet verilirken, hem o devlet şirket olmuyorken, hem de yurtseverlik devrimci bir renk ile öne çıkartılıyorken, ABD-AB emperyalizminin Türkiye’yi sömürgeleştirmesine, Ortadoğu’da emperyalizmin savaş arabası olarak kullanmaya çalışmasına, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin uluslar arası tekellere verilerek el değiştirmesine, böylece işçilerin, emekçilerin daha çok işsizliğe, daha çok yoksulluğa, daha çok sendikasızlığa ve topyekûn grevsizliğe, açlığa, geleceksizliğe, velhasıl kırbaçlı köleliğe mahkûm edilmesine karşı durmak için anti-emperyalizm sloganı ile yurtseverliğin öne çıkarılmasına “alçakların sığındığı bir liman” yaftası takarken utanmamayı, sıkılmamayı, ikiyüzlülüğünüzün sırıtacağından endişe duymamayı nasıl becerebilenler, herhalde bundan sonraki kuşakların sosyo-psikolojik çalışmalarında önemli bir veri olarak tarihe geçeceklerdir.

Manifesto’da, “işçilerin vatanı yok” derken, devamında dedikleri ile bu ifadeyi tamamlayan aynı Marx, başka bir tarihsel zamanda,“ bütün bir toplum, ulus, ya da aynı anda var olan bütün toplumlar, dünyanın sahibi değillerdir.” diyordu ve devam ederek, “yalnızca dünyadan yararlananlar, dünyayı şimdilik kullananlar olarak, iyi aile reisleri gibi, dünyayı gelecek nesillere daha iyi bir durumda bırakmaları gerekir.” Derken, herhalde, Manifestoda dile getirdiklerini hala anlayamayan, mutlaklaştıran, durgun, cansız geliştirilmesi ve hatta belli tarihsel koşullar veri alındığında, kendisini yadsımasının mümkün olmayacağını düşünenler yanında, bu ifadenin anlamını çarpıtma çabasından vazgeçmeyenler olacağını düşünmüştü.

Türkiye’ye gelince, artık Türkiye’de toprak aynı toprak değil, bir yere kaybolmuyor ama egemenlerin ayaklarının altından durmadan akıyor.  Egemenlerin en sadık ideolojik silahları olan sahte sol gömlekli kalıntıların da ayaklarınızın altından akıyor. Yani, Sadece köprülerin altından sular akmıyor, toprak da akıyor ve toprak da akan suların taşıdığı gibi, geleceği taşıyor. Taşınan gelecek çürümüş, ölmüş de habarı olmayan emperyalist kapitalizmin ve kendilerine tutkuyla bağlı oportünistlerin değildir; onlar için, toprak da, sular da tersten akıyor, rüzgâr da tersten esiyor. Kimi zaman acıklı güldürülere konu olacak yaftalar da, hiçbir gerçeklikle bağdaşmayan sloganlar da, bu akıntının altında kalarak tuzla buz oluyor.

Tarihinin ilerleme çizgisi üzerinde bir ileri renk olan ama kısa süren cumhuriyet yıkılmış olabilir, öyledir de, öyle olmasa bile aynı cumhuriyet dikiş tutmaz artık. Öyleyse, kimileri, sol gömlekli sahtekârlar, bundan kendine pay çıkardığı için sevinebilir, kimileri, bu sahte sol gömleklileri hala soldan sayan ahmaklar, yıkılanın üzerinden daha iyisinin yükseleceğine inanabilir ama yıkılan cumhuriyetin üzerinden yükselen, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine düşen bir renk taşıyacaktır. Bundan ve bunun karşısında hiç engel bırakmadıklarından emperyalist burjuvazi, tekeller ve yönetimleri ve elbette gericiler ile onların rengini almak için sırada bekleyen sahte sol gömlekliler emin görünmekte ancak yine de beklediklerinin gerçekleştiğini ilan edememekte, birbirleri ile kavga etmektedirler.

Bunun nedeni, akan toprağın, derelerin altından birikerek akan suların ve yavaş, sessiz ama hızlanarak esen rüzgârın yeniyi taşıdığını görmüş olmalarıdır. Gelecek budur ve bu akanları ve esenleri tutanlar, geleceğe de sahip olacaktır, yeniyi de kurmayı başaracaktır.

Şimdi 1 Mayıs inadı ile Taksimi zapt etmiş olma hayallerine kapılmadan, 2012 1 Mayıs’ında bu gerçekliklerini içeren sloganlarla kitlelere seslenilmezse, işçi hareketi, sol/sosyalist hareket, ağzıyla kuş tutsa emekçi kitleleri harekete geçiremez de, yükselen kendiliğinden hareketinin arkasında kalmaktan kurtulamaz da.

İşte bu nedenledir ki, sahte sol gömlekli oportünistler, bu anlamdaki eksikli ve yanlış düşünceleri, sloganları işçi hareketine, sol/sosyalist harekete ağızları ile kuş tutmak olarak göstermek için yoğun çaba sarf etmektedir.

Ancak, bu şekilde tutulan kuşların, nesnel gerçekliklerle birlikte yaşayan kitleler için hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz.

Öyleyse, 1 Mayıs 2012 de, işçilerin, emekçilerin ve onlara fener tuttuklarını iddia edenlerin, haykıracakları sloganlar, Türkiye’nin ekonomik gerçeklerinin, siyasi durumunun ve üretilen sloganların taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanan sloganlar olmalıdır.

1 Mayıs’ın bahar bayramı renkleri ile ve sınıftan kaçışı müjdelercesine, işçilerin, emekçilerin kafasına kakılmasını tersine çevirecek tek gerçek budur ve bu gerçek aynı zamanda bu gerçekten isteyerek uzaklaşanlar ile bu gerçeği bilince çıkartamayanları da netleştirecek ve bu gerçeğin üzerinin örtülmesine bir an bile izin vermeyen, Lenin’in deyimiyle kokuşmuş resmi "sosyalizm"den geriye kalmış olan dürüst unsurları temsil eden tek tek kişilerin ağırlığını net olarak açığa çıkaracaktır. Böylece, hem 1 Mayısı oluşturan güçler dengesindeki tasnifleme yanında, işçi hareketinin, sol/sosyalist hareketin güçler dengesini de, olumlu ve artan şekilde tarihin ilerleme çizgisindeki yerine oturtacak, hem de bu dengedeki tasniflemeyi daha da netleştirerek, karşısındaki hedefi de bütün çıplaklığı ile ortaya serecektir.

Fikret Uzun

30 Nisan 2012

1 yorum:

Unknown dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.