22 Nisan 2012 Pazar

YAŞADIĞIMIZ ZAMANDA DEVRİMCİ OLMAK ve DEVRİMCİ İŞ

YAŞADIĞIMIZ ZAMANDA DEVRİMCİ OLMAK ve DEVRİMCİ İŞ Lenin'in ,"...uluslararası işçi devriminin, büyük bir özveri ve cesaretle, kokuşmuş resmi "sosyalizm"den geriye kalmış olan dürüst unsurları temsil eden tek tek kişilerin hareketiyle başladığını ve Liebknecht ve Adler ve de Mclean’in, dünya devriminin öncüsü rolünü üstlenmiş bu kahramanların en ünlüleri olduğunu" hatırlatmasıyla başlıyorum. Çünkü “Devrimci” olgusu ve kavramı üzerinden kayıkçı kavgasına sürüklendiğimiz ortada ancak bu sürüklenmenin bilinçli bir tertip mi olduğunu henüz anlamadık ama eninde sonunda anlaşılacaktır. Ki, kendisine “Herhangi biri” suretinin uygun gören ve bu suretin arkasından konuşarak konuyu açan kişinin, en baştan söyledikleri ile devam eden ifadeleri arasında bir bütünlük ve tutarlılık olmadığı da görülmektedir. Yukarıdaki hatırlatmamdan anlaşılacağı gibi, “devrimci”yi belirleyen, örgütü veya örgüt üyesi olması değildir. Kavramlaştırma yaparken soyutlama yaparak somutlama ilkesine özen gösterilmezse, kavram soyut kalıyor ve içi ya boş ya da eksik kalıyor. Kaçınılmazdır. “Devrimci”, elbette ki, “devrim” kökünden geliyor. Ancak bu köke bağlı kalsa da, devrimci, devrimi yapan anlamında değildir. Burada “devrimci” ile birlikte olan veya bütünleyen “devrimci iş”tir. Devrimin çıkışı ise, revolüsyondur ve “dönüşüm” demektir. Siyasette ilk kullanılışında ise, revolüsyon, “restorasyon” olarak kullanılıyor ki, ilk kullanılışı İngiliz devrimidir. Bundan önce Kopernik var. Hatırlamak yerindedir, “revolüsyon” sözcüğü ilk kez, astronomide ve gök cisimlerinin dönüşümünü anlatmak için kullanılıyor. Bilimde büyük bir devrimin başlatıcısı sayılan Copernicus’un kitabının başlığında “revolüsyon” yer alıyor. Dünyanın döndüğünü anlatmak için kullanıyor. Buradan hareketle “dönüşüm”ün, devrim demek olduğunu ama “devrim” sözcüğünden daha büyük bir anlam taşıdığını söyleyebiliyoruz. Uzun yıllar astronomide kullanıldıktan sonra, 18.yüzyıla girerken politika ve tarih alanında da telaffuz edilmeye başlıyor. Böylece anlamını artırıyor. Ancak çıkışına uygun olarak, bir tek anlamı var; İyilikler dünyasına ani ve kalıcı dönüşümdür. Yine buradan hareketle, iyilikler dünyasına ebedi ancak ansızın denecek denli hızlı bir geçişi düşlemeyene ve bunun için çalışmayana “devrimci” denmiyor. Hayal gücünüzü artırmak için vurgulamak istiyorum, şu anda uyuklasa bile, örgütlü bir yapıdan çok uzak olsa bile, hatta ümmi durumda olsa bile işçi sınıfının tarihsel olarak devrimci olma özelliğinden bir şey eksilmiyor. Burada, Engels’in,”İşçi sınıfının Durumu” adlı çalışmasında, burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde, insandan daha çok “bitki” gördüğünü hatırlamak yerindedir. O zamanki insanın bir sürü ölçüsünde edilgen- bitkisel yaşam içinde olduğunu; insan olmadıklarını; birkaç aristokratın hizmetinde emekçi makineler olduklarını vurgulaması öğreticidir. İnsanın yeni zamanlarda ortaya çıktığını anlatmış olmaktadır. Peki, bu gün, metropollerde bile kasaba parçalılığında, korkak, ürkek, edilgen, güvensiz, sevgisiz yaşayanlara “insan” denilebilir mi? Başka türlü sorarsak, bunlar rekabetçi kapitalizmin insanına mı, yoksa feodal düzenin insanına mı daha yakındır? Peki, ya fabrikalarda bir yaşam sürdüren işçi sınıfı! Sınıf olduğunun bilincine ne kadar yakındır? Gene başka türlü soralım, fabrikalarda sınıf rengi mi, yoksa ümmi rengi mi dominanttır? Yoksa fabrikalardaki insanların, Engels’in, resmettiği burjuvazinin çocukluk dönemi öncesi insanının benzeri mi olmuştur? Ve eğer öyle ise, bu çerçevede, son tahlilde insanların içinden çıkacak olan “devrimci” yi şekillendiren ve belirleyen ne olacaktır? Bunlar sorudur ve imkân ölçüsünde, bu soruların cevaplarını da ortaya koyacak çözümlemeler denemeye çalışmak gerekiyor. Demek ki, “devrimci” çözümlemeleri ciddi bir iştir. O nedenle kavramlaştırırken, işkembe-i kübradan konuşmamak gerekiyor. Burada yukarda hatırlattığım Engels’in sözlerinden, onu insan sevgisi taşımayan biri olarak görmemek gerektiğini vurgulamak isterim. Buradan hareketle her devrimcinin yüreğinde mutlaka insan sevgisi vardır. Ancak bu, insanı tarih öncesine dönmüş bir toplumda, insana vurgu ile çözüm önermeyi gerekli ve haklı kılmıyor. İnsanı sevmek görevdir, bu haliyle de sevebiliriz, keza seviyoruz da, ama sevmek başkadır ama ondan, ona öncelik tanıyarak, görev bekleyemeyiz. Onun insana dönüşmesini bekleyerek, görevleri erteleyemeyiz de. Buradan tarihsel olarak işçi sınıfının devrimci rolüne geçebiliriz. Her ne kadar fabrikalardan sınıf bilinci kovulmuş ve yerine ümmi bilinci konulmuşsa da, yani işçiler, emekçiler edilgenleştirilmiş ve tarih öncesi insanına yakınlaştırılmışsa da, işçi sınıfının tarihsel olarak devrimci rolünü yadsımamız gerekmez. Sınıf bilincinin kovulması demek, sınıf mücadelesini sonlandırmak demek değildir. Sınıf mücadelesi var oldukça ki, iki karşıt sınıf oldukça mutlaka olacaktır, işçi sınıfının devrimci rolü eninde sonunda öne çıkacaktır ve tarih sahnesine damgasını vuracaktır. Marxist teori ve işçi sınıfının düzeni olduğunu göstererek Marxist teoriyi haklı çıkaran, pratikte bu teoriyi doğrulayan yaşanmış, reel diyoruz, sosyalizm bu konuda kuşku duymamamız gerektiğini de ortaya koymaya devam ediyor. Demek ki, “devrimci” ve “devrimci iş” söz konusu ise, vurgu insana değil, işçi sınıfına olmak durumundadır. İşçi sınıfı hâlâ en devrimci ve öncü sınıf olmaya devam ediyor. Çünkü harcında, ne kadar edilgenleştirilirse edilsin, sınıf kini var. Kin hem akıllı işler yaptırıyor ve hem de, insanlaşmaya yönelik sürükleyici bir güç oluyor. İnsanlıktan uzaklaştırılamaya karşı isyanın ifadesidir. “Devrimci”ye dönersek, öncelikle her devrimci iyimser olmak zorunda olduğunu belirtmeliyim. Kıyamete açılan kapıdan, cennetin doğacağını görebilen olmalıdır. Bu anlamda hiçbir güçlük karşısında moralini bozmayan olmak durumundadır. Bu da yürek istiyor ve ancak yürekli olanların kıyametin içinden yeni bir düzeni çıkarmayı düşleyebileceklerini gösteriyor. Yürekli olanlar kıyametin ortasında iyimser olanlardır, dolayısıyla güçlü oluyorlar. Demek ki, yürekli olanlar, güçlüdür ve güçlü olanlar iyimserdir. Devrimciler, hem iyimser, hem yürekli ve hem de güçlüdür. Burada, Marx’ın düşüncesinin devrimci ve güçlü olduğunu, kıyametin ortasında yeni düzene açılan bir kapı olduğunu vurgulayarak, Devrimcilerin bu kapıdan girmek ve devrimi gerçekleştirmek yürekliliğini taşımaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Bunu taşımayanlar, kıyamete teslim olmaktadırlar ve dolayısıyla devrim kapısını hayal bile edemezler, etseler bile, kıyameti görüp, devrim kapısından ricat edeceklerdir. Geçmişte “Azap zebanileri” diyordum, devrim kapısından kaçarken, geri ricat ederken, dava arkadaşlarını kılıçtan geçirenleri resmediyordum. En renkli örneği, TKP nin son genel sekreteri, çift inançlı, likidatörlük yapmaya memur edilmiş sahte sol gömlekli Nabi Yağcıdır. Bu azap zebanilerinin, devrim kaçkınlarının demek istiyorum, buna buldukları kılıf ise, “tek değişmeyen değişimdir” lafzı oluyor. Bu lafzın kucağında sürüklendikleri nokta ise, Ertuğrul Özkök’lerin, “bir döndüm ki, döndüğüm yerde değilim” diyerek resmettiği noktadır. Kavramı netleştirmeye devam ediyoruz ve devrimcinin, her gelişme ve olanağı, yalnızca kendi devriminin gerekleri açısından ele almak zorunda olduğunu ekleyelim ki, burada asıl öne çıkan “devrimci”, sosyalist devrimcidir. İhtiyacımız olan budur ve sosyalist devrimcinin, devrimciliğinde iktidar hırsı, sine qua non, olmazsa olmaz renktir. İktidar perspektifi taşımayan devrimci, eninde sonunda devrim kapısından ricat edecektir ve ettiğini biliyoruz. Devrimci olgusunu ve kavramını netleştirmeye devam ederken, küçük bir parantez açarak, devrimci sıfatının, “demokrat” ön ek ile anılmasından “en gerçek” devrimciye ulaşılacağı biçimindeki yaklaşımların yarattığı bulanıklığa dikkat çekmek istiyorum. Bu bulanıklık sürdürülürken, “devrimci” olgusu ve kavramı üzerinde tartışma yürütmenin yine de netlik açısından sevindirici olduğunu belirtmek istiyorum. Daha düne kadar “en iyi” devrimci, “en gerçek” devrimci, hatta “en gerçek” komünist “demokrat” olandır yollu tartışmaların öne çıkartıldığını biliyoruz ve hâlâ sürmektedir. Öyleyse açıklamaya ihtiyaç var. Örnek olsun, Jön-Türkler de “devrimci”dir ve Sultan’ı anayasa yapmaya zorlamak için dağa çıkarak başlıyorlar. Ancak eylemde son derece şiddetli, felsefede ise büyük bir sığlığı temsil ediyorlar. Jön-Türk çizgisi demokrattır ve yakın tarihimizde THKP ni de aynı çizgide gördüğümüzü söyleyebiliyoruz ve şiddeti devrim yolunda kullanmakla birlikte, yerleşmiş olan teoriden, yani toplumun Kemalist anlayışından kopamamış oldukları artık tartışmaya gerek duyulmadan kabul görmektedir. Bu gün hâlâ aynı programı ısıtmaya çalışarak mirasını devralma kavgası yapanların sözünü ettiği Mustafa Suphi’nin TKP sinin de aynı yerde olduğunu vurgulamama gerek olduğunu sanmıyorum ama gene de hatırlatıyorum. Demek ki, altmışların kuşağı, şiddetli ve inatçı devrimciler olmuşlar ama büyük ölçüde Kemalist ve demokrat kalmışlardır. Dün “devrimci” ile aynı yerde kan uyuşmazlığı taşımadan bulunabilen “demokrat” markası, artık ve belki Demokrat Partiden itibaren Türkiye’de ve altmışlara gelirken belki de altmışlardan itibaren, dünyanın her yanında, sömürücülerin ve zalimlerin markası olmuştur. Örnek olsun, Barzani’nin partisi de, “Demokrat”tır. Bulanıklık yaratanların iddialarının aksine, gerçek devrimci hareketler ise, “demokrat” ön ekine tenezzül etmemiştir. Etmediğini biliyoruz, görüyoruz. Söz gelimi, bir başka Kürt partisi “işçi” partisi adını, bir diğeri ise “halkın emek” partisi adını, devrimci rengini yansıtmak için uygun görmüştür. Demek ki, hiçbir demokrat, devrimci değildir. O nedenle “demokrat” ön eksiz devrimciyi devrimci, sosyalisti sosyalist saymayanların, bir taraftan Kemalizm’e ve Jön-Türk hareketine ve aynı anlama gelmek üzere İttihat ve terakki hareketine vururlarken, diğer taraftan her yere “demokrat” sıvamalarının yaman bir çelişki olduğunu vurgulamış olduğumu bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Elbette üzerine alan olmamıştı. Şimdi olur mu bilmiyorum. Ancak bu yaman çelişkinin farkına varmak da devrimci işlerden biridir, hatırlatıyorum. Diğer yandan bir hatırlatma daha yapmalıyım ki, Paris Komünü yenilgisi ile “komünist” adı itibarını yitirince, şimdi olan da budur, “sosyal-demokrat” sıfatı bulunmuş ve bunun etkisiyle, sosyalist olmayan devrimciler için “devrimci-demokrat” adı uygun görülmüştü. Sonra ve henüz Ekim devrimi gerçekleşmeden, Ünlü Nisan Tezleri ve Lenin’in anlatımı ile sosyal-demokrasinin yanlış olduğunun bilimsel açıklaması yapılmış ve “komünist” sıfatının en uygun olanı olduğu vurgulanmıştır. Gerçi son tahlilde, sosyal-demokrasi sıfatını taşıyan partide, Menşevik ve Bolşevik amalgamının varlığını düşünürsek ve belirleyici olanın Bolşevik kanat olduğunu hatırlarsak, yani Ekim devriminin Bolşevikler adına yazıldığını hatırlarsak, bu sıfatın pek de uygunsuz olmadığını kabul etmek gerekebilir. Şimdi “devrimci” konuşmamızın her şeye rağmen neden sevindirici olduğunu anlatabildiğime inanarak devam etmek istiyorum. Ancak bu ifade ettiklerimin ağırlığının, ancak bir; devletin ne olduğu, iki; demokrasinin ne olduğu, üç; ikisi arasındaki ilişkinin ne olduğu konusunda net ve derinlemesine bilgi sahibi olmakla tartılabilir olduğunu da eklemek istiyorum. Buradan hareketle, bu bilginin,”devlet”in bir zor durumu olduğunun ve “demokrasi”nin bir devlet hali olduğunun kodlarını taşıdığı haberinin, çok önceden verildiğini yani demokrasi varsa öyle ya da böyle olması fark etmez, devletin de var olacağını hatırlatmak istiyorum. Demek ki diktatörlük ile demokrasi aynı kategori içinde olduğunu da hatırlatmış oluyorum. Bu da bir sosyalistin demokratlığı kabul etmesi inançlarından dönmesi demektir, bunu da hatırlatma fırsatı bulduğum için seviniyorum. Ancak reel sosyalizmin demokratizasyon programına saplanmasını hatta bunu, demokratizmi, toplumsal mücadelenin, birbirini izleyen aşamalarından birisi olarak kabul etmiş olmasını ve sonuçta sosyalizm programı olarak uygulamasını üzülerek hatırlatıyorum. Devlet ve demokrasi söz konusu olunca dolayısıyla demokratlığın hâlâ devrimciliğin, sine qua non ön eki olduğu yönlü bulanıklıklar yaşanmaya devam ediliyorsa, hatırlatmaya doymak mümkün olmuyor. Öyleyse bir parantez açıp biraz daha detaylı hatırlayalım; Yargı, basın, yasama, yürütme, maliye, jandarma, polis, hepsi halkımıza yönelik olan “zor”un ifadesidir ve devleti anlatıyor. Köylünün, aynı anlama gelmek üzere Kürt coğrafyasındaki Kürt halkının, devlet denilince, vergi tahsildarlarını ve jandarmayı anlaması bundandır. Zorun ifadesi olan ve devletin varlığının ifadesi olan bu ayrı ayrı güçler, bir toplam olarak ve birbirini çelmeden, devleti yürüten organın yanında ve düz bir hatta ve de emekçi halklara karşı kalınlaşmış bir “zor” olarak dizilmiş ise, bu, devletin diktatörlük halidir ve emekçi halkların canını fena halde yakar, hatta kan bile çıkar. Burada devlet “zor” unun uygulanmasında, doğrudan ve hızlı hareket edilmesi esastır. Yok, eğer, bu güçler, bir yelpaze biçiminde dizilirse, bir birini çelerse, emekçi halkların canını gene yakarlar, yaralarlar ama bağırsaklarını dışarı çıkartacak denli zarar veremezler. İşte bu, devletin demokrasi halidir. Ki burada ise, devletin “zor”unun uygulanmasında yavaşlık hali esastır. Dolayısıyla devletin halka karşı her zaman bir “zor” durumu olduğunu söyleyebiliyoruz. Demokrasinin de bu “zor” durumunun içinde olduğu açıktır. Demek ki, devrimcinin görevi de ortaya çıkmaktadır, ister aynı hatta dizilmiş halde olsun, ister bir yelpaze misli birbirini çeler halde olsun, bu güçleri tutan elleri kırmak ve bu güçlerin oluşturduğu “zor” durumunu insanlık tarihinden silmek devrimcinin görevidir. Başka bir ifadeyle aktarmak gerekirse, bu gerçekliği bilmeden, bilince çıkarmadan, neyin devrileceği ve bunun için hangi devrimci işlerin öne konulacağı bilinemez. Dolayısıyla devrimcilik eksikli kalmaya mahkûmdur. Eksikli devrimcilik ise devrim kapısına gidemeden ricat etmeye mahkûmdur. Parantezi kapatmadan, biraz da Türkiye’de bu dizilişin nasıl olduğuna bir bakalım; Şimdilerde yıkılmış olsa da, isim ve tarif gereği, TC diyoruz ve TC nin, bir tekeller düzeni olduğunu hatırlatıyoruz. Bununla birlikte, yukarıda sözünü ettiğimiz bütün güçlerin tek hat üzerinde ve emekçi halklara karşı, bağırsaklarını dışarı çıkaracak denli konuşlanmış olduğunun da bir gerçeklik olduğunu hatırlatmayı borç biliyoruz. Demek ki, bu gün 12 Eylül rejiminde devlet durumunun temel rengi diktatörlük tür. Diktatörlük defacto işliyor. Ancak, üstünlüğünü ve halini ilan etmekte zorlanır bir durum sergilemektedir. İç savaş renklerini taşıdığını ve rengini koyulaştırmaya çalıştığını da görebiliyoruz. İç savaşların kahramanları ve hainleri olduğunu ve savaş halinde olduklarını ve ismi olan kahramanların ya zindanda, ya hariciyede, ya da dağda olduklarını, isimsiz olanların ise kahramanlık havasında olmadıklarını, görebiliyoruz. İsmi olan kahramanların alanda kalanlarının ise, çok çok insanlığını koruduklarını bilmek durumundayız. Hainlerin ise isimleri hep öndedir ve hep alandadırlar ki, her türlü içi boş, mücadele yerine kariyerizmi ve oportünizmi seçen, kof kahramanlık peşinde koşan kişi, kurum ve mekanizmaları ifade ettiğini ancak hepsini, hapistekilerin, dışarıdakilerin ve dağdakilerin silip süpüreceğini de, geçmiş deneyimlerle sabit olduğundan hareketle hatırlatıyoruz. Diğer renkleri, ilerde devam etmeyi umarak, şimdilik geçiyorum. Ancak bu noktada devrimci işin, bu gerçeklik ışığında, devletin bu hallerine göre, güç biriktirmek ve güçleri aynı hat üzerine dizmek olduğunu eklemek istiyorum. Demek ki, iç savaş hallerinde, devrimci olmak, hain olmamak demektir ki, devrimci, hain olmamak ve yok olmamak için, büyük bir yüreklilik, ülke ve halk sevgisi ve üstün bir mücadele ahlakı yanında, teorik, politik hüner taşımak ve geliştirmek zorundadır. Öyleyse, devrimci, kendisiyle düşman merkezler arasında eylemli bilgi oyunları kuran, oynayan ve düşmanın oyunlarını bozandır diyebiliyoruz. Bu iki merkez arasındaki oyun kurma ve oyun bozma eylemliğinin tam ortasında, eski sol kimlikli ama daha çok sahte renk taşıyan aktörler vardır ki, isim taşıyan ve isimsiz kahramanların mücadelesinin renginin üzerini örtmek üzere, eskiden kalan isimlerini öne çıkartarak alanlara çıkıp, kahraman gömleği giymek isteyen kariyerist, oportünist hainler bunlardır. Hünerleri, tarihte olduğu gibi, yönetici sınıflarla uzlaşma imkânını en üst seviyede kullanma becerisidir. Misyonları, isimli isimsiz kahramanların aklını bozmak, bozamadıklarının telef olmasını bir devrimci iş olarak göstermektir. Devrimci bir renk göremiyoruz. Devrimciye ve devrimci işlere son derece kin güttüklerini biliyoruz. Bu gün sosyalizm alanlarının bozuk olmasının sebebi belki de yalnızca budur. Demek ki, devrimci işlerden bir tanesi de, sosyalizm alanlarından bu sahtekâr, kariyerist, çift inançlı, oportünist aktörleri defetmektir, bu alanlara yepyeni ve bozulmamış sosyalizm alanları olarak yeniden inşa etmektir. Bu ise, bu sahtekârların sosyalizm alanlarından kesinkes kovmadan mümkün değildir. Öyleyse, günümüzün rengini tahlil edemeden de, devrim yapmak ve bunun için gerekli devrimci işleri öne koymak mümkün olmuyor. Bu noktada,”devrimci” sıfatı üzerine en güzel ve sevdiğim tanımın, Devrimciyi, “dağlar kadar büyük kayalar üzerindeki kılcal damarlar misli ince yarıklarda açan narin bir dağ çiçeğinin, yaşam ile ölüm arasındaki mikroskobik titreyişlerinden büyük mesajlar alabilen, bu mesajları, güce yüklemede ve güç biriktirmede, biriktirdiği güçleri aynı hat üzerine dizmede kullanabilen “ olarak resmeden tanım olduğunu belirtmek istiyorum. Buradan hareketle devrimcinin, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğinin ittifakını önlemek ve Türk devrimciliği ile Kürt ilericiliğinin ittifakını kurmak için hüner gösterebilen olduğunu söyleyebiliyorum. Ve bunun arkasından, devrimci iş nedir diye sormak gerektiğini düşünüyorum. Nedir? Diyorum ve tek başına silahlı mücadele olmadığını söyleyebiliyorum. Teorik ve pratik mücadele ve açılımlarla birlikte olmadıkça, silahlı mücadeledeki başarının, ne kadar büyük olursa olsun, geçici olmaya mahkûm olduğunu da söyleyebiliyorum. Devrimci işin, yalnızca Marxist-Leninist klasikleri okuyup, yutmak olmadığını da söyleyebilirim. Geliştirilmedikçe, Marxist klasiklere bağlılığın, ilk savrulmada, bir tekke çöküntüsüne yol açacağı da geçmiş deneyimlerle sabittir. Öyleyse, devrimci işin, yukardan itibaren hatırlattıklarım ve vurguladıklarımla birlikte, tekellerin ideolojik, politik hegemonyasında, her cephede ve hegemonyanın en çok bastırdığı yerlerde, en bilimsel ve en tarihsel büyük bir şiddetle, yani barışçıl silahların en şiddetlisi ile hücum etmek, gelecek ortakçı düzene umudu ve insanın insan olarak kalması diriliğini saklı tutmaktır diyebiliyoruz. Bir anlamda, insan olarak kalmayı en yüksek seviyede tutmak da bir devrimci iş olmaktadır. Burada tekellerin ideolojik ve politik hegemonyasına içerilen şiddet, ideolojik saldırı ise, bunun karşısına devrimci iş olarak, entelektüel şiddeti koymak da yerindedir. Ve Lenin’in, Stolipin gericiliği döneminde, teoriye başat önem vermesinin ders mahiyetinde olduğunun hatırlanması pek uygundur. Entelektüel şiddetin, ateşli silahlardan daha çok şiddetli bir ateşsiz silah olduğunu kabul etme eğiliminde olduğumu belirtmeliyim. Demek ki, devrimci işi tarif ederken, tekellerin hegemonyasını, her cephede, en büyük şiddetle bertaraf etme eylemini anlatmış oluyoruz. Ancak biraz daha netleştirmek gerekiyor; Tekeller, tekelci medya ve tekellerin ideolojik silahları, en çok insanlarımızın aklını bozmak, belleklerini silmek için çalışıyor. Tarihi, devrimci tarihi ve kahramanları unutturmak istiyor. Hegemonyasını bunun üzerine kuruyor. İsimli veya isimsiz fark etmez, devrimci hareket kahramansız olmaz. Kahramanları ise, ateşli ya da ateşsiz, bütün mermileri ile birlikte, davası için kendisini ortaya koymayı ve saat saat ölüme doğru yolculuğa çıkmasına ve her an ölümün yaklaştığını duymasına karşın, bu inatçı yolculuktan dönmemeyi düstur edinenlerdir. Bugün tekellerin hegemonyasını yıkmak için teorik ve politik hüner gösterebilen devrimciler en büyük kahramandır. Tekellerin hegemonyasını ve bu hegemonyayı yıkacak devrimci işi açmak gerekiyor. Tekellerin hegemonyasının, toplumun aklını bozmak, belleğini geriletmek üzerine kurulduğu ve bunun toplumu bir edilgenlik yanında, illüzyona hapsolma dinamiği içine soktuğu gerçekliğinden hareketle, devrimci olmak, topluma müdahale etmek, tarihin ilerleme çizgisine ters gidişe müdahale etmek ise, devrimci olmanın, edilgenliğe karşı mücadele etmek olduğunu da kabul etmek gerekmektedir. Öyleyse ilerletiyorum ve tekellerin bu hegemonyasının yönünün, toplumu ortaçağa, tarihin gerisine götürmeyi içerdiğini, edilgen insanın, ortaçağın insanı olduğunu ve başkaldıran insanın ortaçağa yakışmadığını hatırlamanın ilerlemeyi kolaylaştıracağına işaret etmek istiyorum. Bunun merkezinde ise, dine dönme olduğunu, ümmileştirmenin egemen kılınmaya çalışıldığını, dolayısıyla sınıf bilincinin kovulmaya çalışıldığını, hatta sınıfların yok sayıldığını ve mümkünse, işçi sınıfının yok sayıldığını, teknolojiye içerilmiş sermayenin ise, bütün devrimci ve insana dair görevlerin yüklenicisi olduğunu kabul ettirmek olduğunu görmek zor değildir. Buna ek olarak, bilimin kovulması ve yerine hurafelerin konulması, sine qua nondur. Tarihin ilerleme çizgisinden geriye dönüşte, bunlar en gerekli şartlardandır. Öyleyse bilim alanının genişletilmesi, aydın kıtlığının giderilmesi, yenilerinin çıkartılması, çıkanların devrimci zeminde kalması bu gidişe karşı panzehir olmakta ve devrimci işi bu noktaya oturtmak gerekmektedir. Ancak, çıkarttığımız aydınlarımızın tutarlı olmaya özen göstermesi gerekmektedir. Burada, hiçbir Marxist-Leninist aydının Yunus Emreci olamayacağını şiddetle vurgulamak istiyorum ki, tekellerin hegemonyasının merkezinde Yunus Emreciliğin önemli bir işlevi olduğunu ve başkaldıran insan yerine, edilgen insana kapı açtığını hatırlamak yerindedir. Mevlanacılık ikinci sıradadır ve Yunus Emre’den daha aydındır ancak, ikisi de idealisttir, ikisi de İslamcıdır ve başkaldıran insanı reddederler. Demek ki, devrimci iş, tutarlı aydın olmayı ve aydınlanmanın, ortaçağ karanlığına hücumun adı olduğunu hatırlamayı gerektirmektedir. Bu hatırlatmayı genişletebiliriz ve gerekiyor. Türkiye’nin, aynı coğrafyadaki ve hemen hemen aynı kaderi bekleyen diğer ülkelerle birlikte, ABD-AB emperyalizminin Yenidünya Düzeni gereği projelendirilen BOP-BİP yönünde yeniden biçimlendirilmesinin, bu bütünsel coğrafyadaki halkların ortaçağa sürüklenmesinin, ABD-AB emperyalizminin mecbur olduğu bir çare olduğu, hatta belki de tek çaresi olduğu, uzun zamandır ve belki de Hobson’un emperyalizm anlatımı ile birlikte dillendirilmekte olan bir gerçekliktir. Ve artık bu, son derece geniş tabanlı bir ön kabulle tartışılmaktadır ki, düşünce sistematiğimin aynı yönde çalıştığını, ortaçağ vurgusunu epeydir yaparak göstermiş olduğumu da hatırlatmak istiyorum. Öyleyse ortaçağı hatırlarken, ortaçağdan çıkışta, aklımıza ilk gelenin,”ifade özgürlüğü” kavramı olması tesadüf sayılmamalıdır ki, ortaçağ olgusu ve kavramı üzerindeki tartışmalar, bu kavramın da tartışılması demektir. Öyleyse “ifade özgürlüğü” kavramı üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bu kavramın, 18inci yüzyılın ortalarında Avrupa’da gelişen felsefi düşünce akımına verilen ad olan aydınlanma çağından miras kaldığı konusunda fikir birliği olduğunu biliyoruz. Bu düşünce, temel olarak, bilimsel gözleme, yaşamın her aşamasında aklı kullanmaya dayanıyordu. Voltaire, Jan Jak Rousseau ve Diderot başta gelen düşünürleridir. Bu çağı, irdelerken, önceleyen iki çağı hatırlamadan olmaz, daha doğrusu, aydınlanma çağının önce gelen Rönesans ve reformasyon çağı üzerinden yükseldiğini hatırlamadan olmaz. İlki 1450-1550 tarih diliminde, ikincisi,1550-1650 tarih diliminde yükselmiş ve arkasından aydınlanma çağı gelmiştir. Eric Hosbawm’ın ifadesiyle aydınlanma çağı ile başlayan ve devamı olan dönem “devrim çağıdır”. Öyleyse, bir parantez açarak, bu hatırlatmanın, aydınlanma çağının, önceleyenlerinin olduğunu ve bir dizi önemli gelişme tarafından izlendiğini ve önceleyenleri ve izleyenleri ile birlikte akıl çağının tarihsel olarak ortaçağdan kopmak olduğunu ve bütün kalıntılarını yok etmek için, insanlığın gelişiminin vazgeçilmez bir halkası olduğunu belirtmek için yapıldığını ifade etmek istiyorum. İfade özgürlüğüne yapılan vurgu ve hatırlatma bu temeldedir. Ve bu gün ifade özgürlüğü var mıdır sorusuna çok şıklı cevaplar verebiliyoruz. Yoktur diyoruz ama varsa da, diye ekleyerek, bu özgürlüğü kullanabilme yetisinin olmadığı bir zamanda bir kıymeti harbiyesi olmadığının altını çiziyoruz. Ek olarak, en yüksek seviyede ifade özgürlüğüne sahip olunsa bile, temel renk, doğruların üzerinin örtülmesi ve doğruların üzerindeki örtüleri kaldıran ifadelerin yok sayılması iken, bu özgürlük kullanılmış sayılmaz. Bu bir malı satma özgürlüğüne sahip olmanın, bu mal alıcısı olmayan bir mal ise, hiçbir değer ve anlam ifade etmemesi mislidir. İfade özgürlüğü, gerçeklerin üzerinin örtülü kalmasında çıkarı olan egemen sınıfların, kısıtladığı veya yasakladığı bir özgürlüktür. Dolayısıyla, bu ifade özgürlüğüne sahip olunan bir zamanda, bu özgürlük içersinde, ifade edilen gerçeklere alıcı bulmakta zorluk çekiliyorsa, gerçeklere sahip çıkmayan bir dinamik mevcut ise, bu, son tahlilde ifade özgürlüğünün olmaması demektir. Öyleyse, devrimci işlerden biri de, yani devrimcinin önüne koyması gereken görevlerden biri de, bu duruma son verecek hüneri geliştirmek olmalıdır. Buradan hareketle şimdi herkes şu soruyu sorup, doğru ve gerçeklikle yüklü bir fotoğrafa ulaşmak üzere, hayal gücünü zorlayarak somut bir cevaba ulaşmayı denemelidir; soruyu şöyle formüle etmek istiyorum ki, daha önce de sorulduğu muhakkaktır; bu günün verili şartları, hangi zamanın rengini vermektedir, başka ifadeyle içinde yaşadığımız an neye benzemektedir? Elbette bu formüle edilen soru, ilk bakışta saçma ve şaşırtıcı gelebilir. Çünkü Marxist olalım veya olmayalım, büyük çoğunluğumuz, tarihin ilerleme çizgisinde, geri dönüşü olmayan aşamaların olduğu yönündeki materyalist şemaya fikir birliği içersinde bağlı idik. Feodaliteden kapitalizme dönüşen, kapitalizmden sosyalizme ve oradan da komünizme geçilen, bu birbirini izleyen tarihsel evreler şeması, modern insanın düşüncesinin bir parçasını oluşturuyordu. Ancak bu düşünce, sosyalist devletlerin hemen hemen hepsinin kapitalizme geri dönmesi, hatta bazı göstergeler düşünüldüğünde daha da geriye gitmesi ile birlikte, bu düşünce şeması etrafındaki fikir birliğinde çökme yaşanmaya başladı. Bu durum, bütün düşünsel dinamikleri olmasa da, önemli kısmını, yeniden ve daha dikkatli düşünmeye yöneltti. İşte ortaçağa mı dönüyoruz düşüncesi, bu çerçevede yükselmeye başladı. Şimdi ve genişlemiş olarak, bu noktada olduğumuzu netlikle söyleyebiliyorum. Elbette, telaffuz edilen “ortaçağ”, yeni bir ortaçağdır ve eskisi ile birebir aynı göstergeler taşımamakla beraber, birebir aynı ilkellikte de olmayabilir. Ancak ikisi arasında bazı önemli ve belirleyici paralellikler kurmak mümkündür ve bu paralellikler, formüle ettiğimiz sorunun cevabına ulaşmak açısından hayal gücümüze önemli katkı sağlayacaktır. İlk olarak, tarihte kalmış ortaçağın büyücülerin ve falcıların en iyi dönemi olduğunu hatırlatmakla, bu gün hangi zamanda yaşadığımızın fotoğrafını verebileceğime inanıyorum. Yani ilk paralellik, bu yöndedir demek istiyorum. Ki, fotoğraftaki bu rengin yeni olmadığını, daha da koyulaşarak bu gün yaşadığımız ana damgasını vurduğunu da eklemek istiyorum. Yani bu rengin, bundan 15 -20 yıl önce bile, dünyanın en gelişmiş, bilimsel olarak en ileri sayılan ülkesinde, ABD den söz ediyorum, bir falcının en zengin sıralamasında 5. sıraya yerleşmiş olmasının üzücü ama bir o kadar da öğretici olduğunu belirtmek istiyorum. Bu gün ise, bu renk, fotoğrafın tamamını ve en koyu biçimde kaplamakta ve ortaya, 21.Yüzyılın aklı bozulmamış insanının aklının kabul etmediği ve alay konusu yaptığı tabloların çıktığını görebiliyoruz. O kadar öyle ki, evrim teorisine karşı, yaradılış düşüncesinin cepheden saldırısı ve kimi fizik profesörlerinin, bilim adamlarının, yaradılış düşüncesini delillendirmek için kuantum fiziğini öne sürmesi ve hatta ülkemizdeki bir fizik profesörünün daha ileriye giderek, “ Ol Dedi Oldu” sloganı altında, evrim teorisini çürütmek için kitap yazması, medyada çene çalması bir yana, CIA, MOSSAD gibi önemli istihbarat birimlerinin, bu faaliyetleri çerçevesinde “cin” kullanmasından söz edilmesi, çok daha fazla öğretici olmalıdır. Ancak, dediğim gibi birebir aynı özelliklerin olmadığı görülüyor. Dünkü ortaçağda, büyücüler, falcılar, cadılar yakılarak öldürülürken, şimdi hepsinin zenginliklere gömülmesi mi, daha moderndir, yoksa önceki mi daha moderndir düşünmek gerekiyor. Ama bu gün yaşadığımız ana ortaçağ rengini verdiği gerçeği değişmiyor. İkinci paralellik ise, ilkinde olduğu gibi, yaşadığımız zamanda da, yani yeni ortaçağda da, tarikatların ve tarikatçıların üstelik de resmileştirilerek öne çıkmış olmasıdır. Dolayısıyla ilk ortaçağda son derece acımasız din savaşlarının sahne aldığını görürken, aynı sahnenin bu gün de kurulmuş olduğunu görmek şaşırtıcı olduğu kadar yine öğretici olmaktadır ki, bu üçüncü paralelliktir. Dördüncüsü de var, ilk ortaçağdaki insan, her türlü korkunun altında eziliyordu, insanlık korkuyla şekillenmişti. Bu gün ve öteden beri, ortaçağa dönüşün, emperyalizmin çıkışıyla birlikte başladığı dillendirildiğinden beri, ilk ortaçağdaki ile birebir aynı olmasa da, insanlığın hep bir korku içinde şekillenmiş olduğunu biliyoruz. Ancak günümüzdeki insanlığın, ilk ortaçağın korkularına geri döndürülmeye çalışıldığını da görmekteyiz. Yeni ortaçağa sürüklenen insanlığın bütün korkularında öznel bir çabanın izleri olduğunu, insanlığı bu yönde dönüştürmek için uygulanan ideolojik hegemonyaların etkisi olduğunu göz ardı etmemek gerektiğini de biliyoruz. Emperyalizmin çıkışı ile birlikte korku içinde şekillenmiş İnsanlık, sosyalizmle yüz yüze geldiği andan itibaren, bu kez, Bolşevizm de, Stalinizm de, ateş püskürten ve insan yiyen ejderhalar olarak gösterildi ki, işsizlik “canavarı” nı da aynı yerde saymak yerindedir. Şimdi ise, dozu her gün artan oranda ve kerte kerte, kıyamet ve Deccal korkusu büyütülmeye çalışılmaktadır. Yeni ortaçağın böyle yerleştirildiği aklı ile bakan gözlerden kaçmamaktadır. Nükleer savaş korkusunun ise, emperyalist ABD-AB ye iki yönlü bir avantaj sağladığını dolayısıyla, bu korkunun üzerine basarak, kendinden başka veya kendisine tehdit unsuru olan ve yahut da, kendisine bağlamayı kafaya koyduğu devletlere “demokrasi” ihraç etmesini kolaylaştırdığını ve ikinci olarak, yine bu korkuyu vitrin yaparak, sol/sosyalist hareketteki ideolojik tetikçilerinin şaşırtma faaliyetlerinde ellerini kuvvetlendirmesinin kolaylaştırıldığını hatırlamak gerekir. İşte burada devrimci tanımına bir katkı daha yapılabilmektedir ve ortaçağa sürüklendiğimizi bir kenara bıraksak bile, benzerlikler taşıyan renklerinden, ortaçağı anlatan bir akıl dışılık yaşamaya mahkûm edildiğimizin farkında olarak, devrimci işin, bir; aklın hareketini durdurmanın ifadesi olan korkuya soğukkanlı, cesur ve yiğitçe karşı koymak ve korkunun galibiyetine son vererek, aklın galibiyetini sağlamak ve böylece ve iki; akıl dışı olan, akla aykırı olan bir zamanda yaşadığımızın farkında olarak, aklın dinamiklerini egemen kılmak için mücadele etmek olduğunu eklemek istiyorum. Devrimci tanımını geliştirmek üzere önemli yol kat ettiğimizi düşünerek, buradan, Türkiye’nin başka bir gerçeğine dönmeyi yerinde buluyorum. Dönmeden önce, yeni ortaçağ renklerini ortaya çıkarmak temelinde, burjuvazinin yükselişi döneminde, insanın temel çizgilerinden birinsin güven olduğunu, şimdi yaşadığımız zamanda ise, temel rengin güvensizlik olduğunu ve rekabetçi kapitalizmde, temel ilkenin liyakat olduğunu, yani verimli iş yapabilme yeteneğinin temel seçim ölçütü olduğunu, fakat şimdi yaşadığımız dünyada temel ölçütün, “biat etmek” ya da ortaçağ ifadesiyle “adamı olmak” olduğunu; bu iki temel rengin, hukuk, ekonomi ve ahlak cephelerinde temel ilke halinde olduğunu; böyle olunca da, insanın çok daha asalak, daha az becerili veya daha çok beceriksiz, duygusuz, güvensiz ve ufuksuz bir yaratığa dönüştüğünü hatırlatmak istiyorum. Hepsi, insanın kaderinin kendi elinde olmadığını yaymanın ifadesidir. Böylece insanı edilgen hale getirmek kolaylaşmakta ve daha yoğunlukla uygulanabilmektedir. Öyleyse tekrarında yarar var, edilgenliğe karşı mücadele, devrimcinin en önemli devrimci işlerinden biri olmaktadır. Ve Türkiye’nin gerçeğine dönüyorum, bu gerçek, belki üzeri en çok örtüldüğü kadar, üzerinden en çok atlanan gerçekliktir diye düşünüyorum; 12 Eylül faşist darbesi ile yerleşen 12 Eylül rejiminin, düzenini zahmetsiz, gürültüsüz, patırtısız, başka ifadeyle demokrasi iluzyonu ile yerleştirmek için, reformlarının en başına aydınların dönüştürülmesini, devşirilmesini koymasıdır. Böyle başlamıştır ve iluzyonu kolaylaştırmıştır. Bunun anlamı “solcu” aydın ve sanatçıları, devlet kapısında toplamaktır. Devletin özel tiyatrolarına fon ayırması, bu fonların yönetimine eski ve devrimci sıfatı olan sanatçıların getirilmesi; TRT nin denetleme kurullarına yerleştirilmesi; örnek olsun, Türkiye’nin yazarlarının sendikasının Yönetim kurulunun, aklı ve yüreği vurgun yemiş solcuları devşirmekle ünlü Adnan Kahveci ile toplantılar yapması, bu toplamanın yalnızca küçük birer örneğidir. Burada festivaller ve ödül dağıtma törenleri motive edici ve yolu çizici, dolayısıyla devlet kapısına kapılanmaya kapı açıcı işlev görmüştür. Böylece,12 Eylül rejimi, tekellerin devleti, altmış ve yetmiş kuşağının sanatçı ve yazarlarının çok büyük bölümünü kendi kapısına çekmeyi, hem de çok kısa sürede başarmıştır. Sanki en baştan bu kapıya kapılanmak yönünde gönüllülük hâkimdir. Bu çerçevede devrimci hareket iyi bir sınav verememiştir ki, devrimci hareketin var olan örgütsüzlüğü göz önüne alınırsa, en başta vurgulayarak hatırlattığım, Lenin’in “kokuşmuş resmi sosyalizmden geriye kalmış olan dürüst devrimciler”i bir kez daha hatırlıyoruz ve bu eksikliğin günahını yükleneceklerine inanıyoruz. Ve artık, devrimciliğin, devlet kapısına çekilen ve şimdilerde devlet durumu içinde isimleri önde giden kariyerist, oportünist, sahte sol gömlekli aydın ve solcuların kurtarılması için değil, kapitalizme kement atmış olan ve böylece tekellerin emekçi kitleleri kuşatması için tetikçilik yapan bu sahtekârları ve onların kuyruğundan inmemekte kararlı olan ahmak solcuları, sol/sosyalizm alanlarından çıkartmak ve bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve politika alanında en özgür tartışma ve en yeniyi arayarak kitleselleşmek için mücadele etmek, sanatın ve yazıcılığın her kolunda, yepyeni değerleri yaratmak için, yepyeni isimleri büyütmek için, büyük bir hoşgörü ile ve devrimci bir yürekle tartışmak ve üretmek olduğunu eklemek gerekiyor. Yani çözümün sosyalizmde olduğu bilinci ile sosyalizmi cazibesine kavuşturmanın önündeki engelleri, sosyalizm alanlarından kovmak, sosyalizmi cazibesine kavuşturacak yepyeni isimlerin alanlarını genişletmek de, en önemli devrimci iş oluyor. Böylece devrimci olmak nemenem bir şeydir tartışmasında, önemli oranda ufuk açıcı olarak ve cümlelerimde tasarrufa gitmeden katkı sunduğuma inanıyorum. Şimdi ,“devrimci” olgusunu kavramlaştırırken, çeşitli renk ve tonlarda soyutlamalar yaparak ortaya koyduğum tanımlamaları, devrimci iş peşinde koşmayı kendine görev edinmiş olanların, ayrı ayrı ele alarak değil, aklına ve mantığına uygun olanı seçerek değil, başka ifadeyle işine geleni devrimci iş sayarak, diğerlerini elinin tersiyle iterek değil ve elbette birbirinden ayırarak değil, bütünsel bir çerçevede, yeri ve zamanı hangisini, yani ayrı ayrı içermek gerekiyorsa ayrı ayrı, ama birbiri ile diyalektik bağını koparmadan; hepsini bir bütün olarak içermek gerekiyorsa, birbirleri arasındaki geçişleri diyalektik bağı içersinde kurarak, tamamını birden önüne koyup, en devrimci adımına dayanak yapmak için devrimci hüner göstermeleri gerektiğini vurgulayarak bitiriyorum. Fikret Uzun 22 Nisan 2012

Hiç yorum yok: