4 Aralık 2011 Pazar

ULUSAL SORUNA DAİR DERS NOTLARI

GİRİŞ
Borga rumuzlu arkadaş, bu rumuzla taktığın maskenin arkasında hangi suretle durduğunu bilemediğim için, yılanvari kavisler çizen ifadelerinden senin nasıl bir bakış açısı ile hareket ettiğinden çok, gerçekte bir bakış açın var mı yok mu diye düşünmeden edemiyorum. Ve kuvvetle muhtemel olanın, kendine ait bir bakış açısına sahip olmadığını düşünüyorum.
Bu nedenle de, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misli, senin bir yanıyla birleştiğin, diğer yanıyla ayrıldığın ifadelerime karşı,dönüp dönüp emperyalist kapitalizmin ideologlarının bulmak ve yutturmak için çok uğraştığı laboratuar tezlerini ortaya döktüğünü net olarak teşhir etmeye olanak sağlayacak açıklamalarla cevap vermeyi ve böylece Ulusal meseleye,UKKTH konusuna ve bu sorunsalda emperyalist kapitalizmin taktığı maskeler yanında, onların dümen suyunda olan sahte sol gömlekli olan, kendi suretleri ile ortaya çıkamayan kapıkullarının, emperyalist kapitalizmin ideologları ile senkronize bir şekilde aynı söylemleri tutturduklarını teşhir etme yolunu seçiyorum.
Sözlerim, her zaman olduğu gibi, akıl taşıyanlara ve aklı kendine ait olanlaradır. Yani sıradanlaşmış dahi olsa, özünü kaybetmemiş olanların, yani aklında kalanlar dahi doğru düşünebilecek ve doğru adım atabilecek olanların sözlerimin ağırlığını hissedeceklerine inanarak ve bu anlamda yeter miktarda cümleyi alt alta veya üst üste dizmek için aklımdakileri harekete geçiriyorum.
İfadelerime işte böyle bir yaklaşımla başlıyorum. Uzundur ama özüne karşı sorumluluk bilincinde olduğu için sıradanlığından kurtulmak isteyenlerle,”sorun” ve “çözüm” konusunda ciddi olanların, ciddiyetle ve sabırla inceleyeceğine inanıyorum.

ULUSAL BAĞDAN SINIFSAL BAĞA

Ulus-devlet ve sınıf devlet, ulusların ve sınıfların ilk gelişme zamanlarında ortaya çıkıyor. Gelişmesinin başında olan ulus ya da sınıf, gelişmesini hızlandırmak ve formasyonunu tamamlamak için değilse başka ne için ulus-devlete veya sınıf devlete ihtiyaç duyar? Bu sorudur.
Burada söz konusu edilen Ulus ise ve bu temeldeki sorunlar üzerinden konuşuluyorsa, Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden birisinin dil bağı olduğunu hatırlamakla başlayabiliriz. İki örnekle açabilirim, ilki Fransa’dır, Fransız devriminden önce, Fransa’da yaşayan 25 milyon insandan sadece 7 milyonu Paris Fransızcasını anlayabiliyor ve konuşabiliyordu. Daha sonra Paris Fransızcası Fransızların ortak dili haline geldi. Ortak Fransızca dilini yaratan, Fransız devriminin geliştirdiği devlettir.

Diğer örneğimi Türk dilinin gelişmesinden vereceğim. Türk dilinin ve ulusçuluğunun gelişmesinde 1920 yılında temelleri atılan Türk devleti diğer örnektir. 1920 Türk devletinden önce genel olarak konuşulan bir Türkçeden söz etmek zordur. Modern devlet, Türk dilinin, ulusunun ve burjuvazisinin gelişmesini çok hızlandırmıştır.
Marx ve Engels, ulusların yaşayabilirliklerini, bu ulusların politik evrimleşmişlik düzeylerine ve her şeyden önce de tarihsel ulusal etkinlik güdülerinin gücüne bağlamışlardır. Bu güdüler ekonomik etmenler tarafından zorunlu kılınmışlardır. Ulusal devlet kurma güdüsünü oluşturan güçlü ekonomik etkenleri, Marxistler, göz ardı etmemelidir.
Ulusal gelişmede toplumsal/sınıfsal etkenlere tanınan öncelik, etnik etkenlerin rolünü hiçbir şekilde yok saymamaktadır. Ulus, toplumsal ve etnik etkenlerin oluşturduğu karmaşık bir bütünlüktür ama bu bütünde belirleyici rol toplumsal/sınıfsal etkene aittir.
Ulusu oluşturan bağların en güçlülerinden olan dil bağı gibi, ulus da insanları bir birine bağlayan önemli tarihsel bir bağdır. İnsanlar her zaman bağ arıyorlar.

Buradan hareketle kapitalizmin de insanlar arasında bir başka bağı oluşturduğunu hatırlamak gerekiyor. Sermayenin kontrolünde insanlar, aynı üretim süreci içinde, kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Aynı emek sürecinde yaşamak, her gün benzer işi yaparak birbirine benzeşmek, diğer bağları geri plana itiyor.

Burada da, Marx’ın, gelişmenin insanı üretimle ilgili olanın dışındaki bütün bağlardan ve çelişkilerden arındıracağını düşündüğünü hatırlamak yerindedir.

Uluslar, önceleri, bir bütün olarak ulusun büyümesini kendi büyümesine koşullu olarak bağımlı kılan burjuvazi tarafından yöneltilmişlerdir. Kapitalist ulus gelişip yerleştikçe burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki artar.
Buradan hareketle Lenin, kapitalizmin, ulusal engelleri gün geçtikçe artan bir hızla parçaladığını, ulusal yalnızlığı ortadan kaldırdığını ve ulusal çelişkilerin yerine sınıfsal çelişkileri koyduğunu belirtmekte idi. İşçi sınıfı daha kapitalist toplumda ulusun öznesi, pek çok alanda ulusun itici gücü durumuna gelir, çünkü ulusun gelişme gücünün ve kapasitesinin dayandığı sınıf işçi sınıfıdır. Ulusal gelişmenin doğrultusunu belirleyen, ulusun gerçek amaçlarını ve ulusun geniş çoğunluğunun yaşamsal çıkarlarını temsil eden yine işçi sınıfıdır.
Demek ki, farklı sınıflardan insanlar arasındaki ulusal düzeydeki bağları –ekonomik ilişkiler tarafından koşullanan – sınıfsal karakterli ilişkiler belirler.
Toplumsal gelişmenin nesnel akışı, sonunda Lenin'in Ekim devriminden az önce ileri sürdüğü, ileri kapitalist ülkelerde ulusal ortaklığın, bir ulusun birlik ve bütünlüğünün, bu ulusun içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkilerin belirleyici etkeni olarak üstlendiği görevinin çoktan tarihe karıştığı, artık nesnel anlamda yerine getirilmesi gerekli ‘ulus çapında genel görevler’ olamayacağı şeklindeki fikrini doğrulamıştır.

Toplumsal gelişmede başı sınıf uzlaşmazlıkları çekmiş, bunun sonucu olarak da farklı milliyetlerden insanların oluşturdukları ulusal ortaklığa oranla çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Lenin, gerçek anlamda ciddi ve derin politik sorunlarda cepheler, uluslara göre değil, sınıflara göre oluşturulur derken, bu gerçekliğe dayanmıştır.

Lenin, üretimin büyük çapta ve makinelerle yapıldığı kapitalizm çağının, ulusal ölçekte ve daha önemlisi, uluslararası ölçekte bağlar oluşturarak, milliyetlere özgü toplumsal bağların kısıtlı karakterini silip, süpürmek eğiliminde olduğunu belirtmiştir.

Ancak, bu o kadar kolay olmuyor elbette. Birinci dünya savaşındaki gelişmeler bu zorluğa örnektir. Birinci savaş öncesi, kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının davranışı, büyük bir uluslar arası piyasanın oluşmasına karşın, işçi sınıfı önderlerinin ve işçi sınıfının çok büyük bir kısmının, ulus bağından kurtulamadığını hepimiz biliyoruz. Gelişmiş kapitalist dünyanın işçileri, üretim süreçlerinden doğan bağın yerine, ulus bağına bağlı kaldılar ve birbirleri ile savaştılar.

Ancak buradan hareketle yani birinci savaşta gelişmiş kapitalist ülke işçilerinin nasyonalist davranmalarının, işçi sınıfının enternasyonalist niteliğini ortadan kaldırdığını düşünemeyiz. Üretim süreci içinde yan yana olmak, Ulusal bir pazarda bile ulus bağını geri plana iterken, uluslar arası planda aynı etkiyi göstermesini beklemek yanlış değildir. Ancak birinci savaşta bu olmamıştır. Yani gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı dahi, önderleri ile birlikte ulus bağından kurtulamadıklarını göstermişlerdir. Öyleyse sorun veya eksiklik nerededir? Sorusu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir sorudur.

İşçi sınıfının enternasyonalizmi bir dünya düzeni kurma projesi ile bağıntılıdır, bunu hepimiz biliyoruz. Bu proje etkinliğini kaybettiği zaman, gelişmiş ülkeler işçi sınıfı enternasyonalist davranamıyor. Buradan şu sonuç çıkıyor, birinci savaşta karşı karşıya gelen nasyonalizme savrulan işçiler ve önderleri işçi sınıfının dünya düzeni ufkundan çok uzaktadırlar.
Bu örnek, ulus bağından kurtulmanın veya üretim sürecinden doğan bağın diğer bağlardan kurtarmasının o kadar kolay olmadığını pratik göstermiştir.
Ayrıca, ulus bağının gelişmesi için, ulusal bir pazara değil, herhangi bir pazara ihtiyaç olduğunu da vurgulamak gerekir diye düşünüyorum ve vurguluyorum. Çünkü pazarı ulusun doğuşunda ve gelişmesinde önemli yapan, sağladığı alandan çok, geniş ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağı içindeki insanların birbirine benzeşmesi ve aynı zamanda ilişkilerini gerçekleştirebilmek için kullandıkları dilin ortaklaşması mümkün oluyor. Böylece Pazar, ulusun doğup gelişmesinde en önemli bağ olan dili hem geliştiriyor, hem de tekleştiriyor. Bu da parçalılığın sona ermesi demek oluyor. Bunun gerçekleşmesi için pazarın “ulusal” olmasının zorunluluğu bu çerçeveye uymuyor.

Buradan hareketle tekellerin egemen olduğu veya tekelci dönemde ulusal Pazar yaklaşımını da bu çerçeveye uydurmak kolay görülmüyor. Ayrıca çarpıcı örnektir, sömürge yönetimleri, sömürülen ulusun dilini ve kültürünü mutlaka yasaklamıyor ve genelde serbest bırakıyor. Dolayısıyla sömürge insanı kendi dilini konuşmakta ve geliştirmekte serbesttir ve bilinqualdır.

Böyle bir durum sömürgeci devlet açısından bir riski de ortadan kaldırıyor; sömürgeci sömürülen bölgede bütün sermayeyi tümüyle kendi ulusunun elinde topluyor ve bu durumda bir de dili ve sınırlı ölçüde gelişen dili yasaklamak o bölgede ulus bağının gelişmesine ve ulus kimliğinin yükselerek bağımsız devlet kurmayı hedefleyen anti-emperyalist mücadele ve savaşlara yol açıyor. Bu durum bile ulus bağının gelişmesi için mutlaka ulusal pazara gerek olduğu düşüncesini çürütüyor.
Eğer söz konusu yaklaşım sömürge sistematiğinde değil de, ilhak ve benzeri uluslar arası ilişkiler sistematiğinde sürdürülürse, böyle durumda temel politikanın ulus bağının doğmasını her ne pahasına olursa olsun önlemek olacağı anlaşılmalıdır. Yani bu durumda, ulusal olmayan bir pazarda bile dilin yasaklanması ve yasaklanan ulusun zenginlerine ekonomik özgürlükler ve yönetime katılma hakkı tanımak esas ilke olmaktadır.
İnsanlığın ilerlemesi, maddi üretimin artışını hızlandıran bir topluluk biçimi olan ulusların varlığı ve gelişmesiyle uzun zamandan beri sıkı sıkıya bağlantılıdır. Sayısız kuşaklar boyunca birikmiş olan maddi ve kültürel değerlerin de taşıyıcısı olan ulus, bir yandan bu değerlerin savunulması ve çoğaltılması için gerekli sorumluluk duygusunu ve ulusal gururu oluştururken, diğer yandan da, daha sonraki ilerlemenin güvencesi olan azami birlik ve dayanışmayı yaratır.
Bundan, ulusun bir insan topluluğu olarak istikrar kazanmasının çok uzun zaman aldığı ve Marxizm-Leninizm'in kurucularının gösterdikleri gibi,”ulus”un, tarihsel bir kategori olduğu anlaşılır. Bu da, “ulusların” ebedi var olacağı yönündeki burjuva fikirlerinin yanlışlığını işaret ederek, insanlığın gelişmesinde ulus biçimine duyulan toplumsal gereksinmenin ortadan kalkacağı bir zamanın mutlaka geleceğini ve ulusların o zaman birbirleri ile kaynaşarak, birbirlerini asimile edeceklerini ve ulus kategorisinin ortadan kalkacağını anlamamızı sağlar.

Diğer yandan, ulus ve kapitalizm türünden olan bir başka bağ daha var; Sosyalizm. Bu bağ, sermayenin kontrolünden çıkmış, giderek kendi baskısı azalan bir üretim sürecinde, bütün diğer bağların üstüne gelen bir bağ oluyor.

Bu bağın, Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile gücünün azalması ve sosyalizm çözülmeye başlar başlamaz, ön plana ulusal bağın çıkması ve sosyalizmin kuruluşunda embriyon halde olan formasyonların, sosyalizmin yıkılmasıyla beraber güçlü ulusçu hareketlere dönüşmesi ile üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken başka bir önemli nokta daha öne çıkmaktadır. Din olgusunun ve dinselliğin artışının da bu çerçevede ele alınması ve üzerinde düşünülmesi önem taşımaktadır.

Bütün bu gelişmelerin ve öne çıkan olguların, bir taraftan tekelci düzenlerin egemenliğinin artmasının, diğer yandan Sovyet sosyalizminin yıkılmasının gerçekleştiği tarih kesitinde, ortaya çıkmasını, din ve ulus bağının, insanda yükselen karamsarlığın, korkunun ve çaresizliğin ilacı olarak görüldüğü gerçeğine bağlama eğiliminde olduğumu ve bu noktanın üzerinde düşünülmesi gereken başka bir önemli nokta olduğuna inandığımı da kaydetmek istiyorum.

İlk planda, bu noktanın öne çıkarttığı çözüme yönelik sonucun, dinsellik ile bilimsel anlamda hesaplaşmadan ulusçuluğun gelişmesinin durdurulmasının mümkün olmadığı yönünde olduğuna inandığımı da aktarmalıyım.

ULUSAL SORUNUN ÖZÜ VE ÇÖZÜMÜ

Ulusal sorunun özü, her yerde aynı olduğu halde aldığı biçimler çeşitli olmuştur. Bu çeşitlilik, kapitalist düzendeki toplumsal ilişkilerin gelişmişlik düzeyine, o ülkenin kendine has özelliklerine vb. bağlıdır. Tarihte ulusal sorun, ilk ulusların oluşmasına karşı direnen mutlakıyetçi feodal engellerin yıkılmasından bu yana var olmaya devam etmiştir. Bu sorun sosyalizmin zaferine dek ve sosyalizmin kuruluşu sırasında kapitalist uluslar sosyalist uluslara dönüşünceye dek varlığını sürdürecektir.

Her türlü ulusal ezginin ortadan kaldırılması, yalnızca biçimsel olarak değil, gerçekten gerçek bir eşitliğin sağlanması, ulusların, milliyetlerin, ulusal ve etnik grupların özgür bir şekilde çok yönlü gelişmesi, ulusal düzeydeki ilişkilerde özgür irade ilkesine uyulmasına, ileri ulusların, gelişme yolundaki halklara yardım etmesine, ulusal ve uluslar arası süreçlerin gerek biçiminin, gerekse içeriğinin toplumsal ilerlemenin hedefiyle denge sağlamasına bağlı olarak, gerçekleşebilir.
Ulusal sorunu, ancak ve ancak işçi sınıfının kendisi tamamen çözebilir. Ne var ki, burjuvazi de, her şeyden önce kendi amaçları doğrultusunda ve aynı zamanda kitlelerin baskısı ile belirli girişimlerde bulunabilmektedir. Burjuvazi, kapitalizm çağının başlarında ulusal hareketlere öncülük etmiş, ulusları ve ulusal devletleri örgütlemiş ve halkların ulusal gelişmesini teşvik etmiştir. Burjuvazi, ulusların büyümesi kendi konumuna yaradığı sürece bunları yapa gelmiştir.

Bu durum, emperyalizm döneminde köklü bir şekilde değişmiştir. Burjuvazi, kendi ulusunun ilerlemesi işçi sınıfının durumunu güçlendirmek ve etkisini artırmak eğiliminde olduğundan ötürü, kendi ulusunun ilerlemesinden çekinmeye başlamıştır. Ama ulusal ilerleme ne olursa olsun devam ettiği için, burjuvazi, diğer halkları sömürmek ve tutsak kılmak amacıyla bu ilerlemeden yararlanmaya çalışmıştır. Bu amaçla da, burjuvazi kendi ulusuna şovenizmi ve milliyetçiliği, ezgi altına aldığı halklara da ulusal nihilizmi bulaştırmak zorunda kalmıştır.

Kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, egemen sınıfların ulusal sorunun gerilimini düşürmek yolunda atacakları her adım, özünde burjuva nitelik taşıyacaktır.
Alınan sonuçlar ne kadar olumlu olurlarsa olsunlar, çözümler hep yarım kalacak ve mutlaka ulusların birbirlerinden uzaklaşmalarına ve genel olarak halkların bölünmelerine yol açan olumsuz öğeler içereceklerdir.
Lenin, kapitalizm var oldukça, demokratik bütün taleplerin-bu arada ulusal sorunun çözümünün de- ancak birer istisna olarak ve hatta yarım kalmış bir biçimde yerine getirileceğini çok önce göstermiştir.
Ulusal sorunun proletarya tarafından çözümlenmesi ile kapitalist toplumun geçici çözümleri arasındaki temel farklılık, bunlardan birincisinin, halkların mümkün olan en geniş şekilde birleşmelerine ve gönüllü olarak birbirlerine yakınlaşmalarına dayalı olmasıdır. Ulusal sorunun çözümlenmesi, işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırılması ve insanlığın kapitalizmden sosyalizme geçişinin sağlanması olan tarihsel görevinin bir parçasıdır.
Engels, ulusal benzersizlik anlayışını ancak ve ancak proletaryanın yıkabileceğini; ancak ve ancak uyanan proletaryanın farklı uluslar arasından kardeşlik bağları kurabileceğini yazmıştı.

Ulusal sorunun çözümünün yollarını ve araçlarını saptarken, işçilerin ve emekçilerin enternasyonalizm doğrultusunda eğitilmeleri özel önem taşımaktadır.
Marx, Engels ve Lenin, çok uluslu bir ülkede ezen ulusun devrimcilerinin “ayrılma özgürlüğü” üzerinde, ezilen ulusun devrimcilerinin ise, bunun tersine “birleşme özgürlüğü” üzerinde diretmeleri gerektiğini vurgulamışlardır. Lenin’in de yazdığı gibi, İçinde bulunulan durumdan enternasyonalizme ve ulusların birbiriyle kaynaşmasına giden herhangi bir başka yol yoktur ve olamaz.
Ulusların işbirliği ancak eşit durumlarda olanaklıdır. Bu, UKKTH nın tanınması anlamındadır. Böylece, gerçek anlamda ulusal gelişme özgürlüğü, ulusal çıkarlara saygı gösterilmesi, ulusal azınlıklara anlayışlı davranılması, gelişmede geri kalmış halklara yardım edilmesi anlamındadır.
Kapitalizmin gelişmesi açısından Marxizm'in kurucularının dile getirdiği gibi en elverişli koşulların ulusal devlet tarafından sağlanması önermesi, kuşku duyulamayacak denli gerçeklik içermektedir.

Ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal yanlarını kavramadıkça, ulusal sorun konusunda, UKKTH konusunda somut adımlar atmanın yetersiz kalacağını vurgulayarak, bu yanları hatırlatmak istiyorum. Birincisi, bir ulus içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkiler; ikincisi, farklı ulusların denk sınıfları arasındaki ilişkiler; üçüncüsü ise, farklı ulusların farklı sınıfları arasındaki ilişkiler ( örnek olsun, ezilen ulusların egemen sınıfları ile emperyalizm tarafından ezilen ulusların emekçi halkları arasındaki ilişkiler; ya da büyük ve gelişmiş ulusların işçi sınıfı ile az gelişmiş ve ezilen ulusların köylüleri arasındaki politik bağlaşıklık gibi.)

Kapitalist toplumda ulusal düzeydeki ilişkilerin toplumsal ve sınıfsal yanı, proletarya enternasyonalizmi ve burjuva milliyetçiliği gibi birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşü tarafından ideolojik olarak dile getirilir.
Lenin bunun temel içeriğini şöyle tanımlamıştır; “ burjuva milliyetçiliği ve proletarya enternasyonalizmi; işte bunlar, kapitalist dünyadaki iki büyük sınıfsal kampa denk gelen ve ulusal soruna ilişkin olarak sürdürülen iki ayrı politikayı ( daha doğrusu iki ayrı dünya görüşünü) dile getiren, birbirleri ile bağdaşmaz bir şekilde düşman belgilerdir.”
Proletarya enternasyonalizminin temel öğesi, hangi milliyetten olurlarsa olsunlar, proletaryanın ve tüm emekçilerin ulusal düzeydeki ilişkilerinden çok sınıfsal ilişkileri üzerinde, yani sınıf savaşımının, yeni toplumun kuruluşuna, ya da ulaşılan başarıların korunmasına ilişkin dayanışma biçiminde proletarya enternasyonalizminin etkisidir. Elbette bu ilişkiler, aynı zamanda ulusal alanda da yer alan ilişkilerdir. Bununla birlikte, bu ilişkilerin özünü belirleyen, sınıfsal ilişkilerdir.

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN KOZMOPOLİTİST KUKLA OYUNU

Burjuva milliyetçiliği, özel mülkiyetin egemenliği tarafından ve burjuva milliyetçiliğini ulusal çıkarlara bağlılığın ve yurtseverliğin başlıca ölçütü olarak göstermeye çalışan burjuvazinin sınıfsal çıkarları tarafından beslenmektedir. Oysa başta burjuvazinin en dolaysız amaçları olmak üzere çeşitli etkenlere bağlı olan burjuva milliyetçiliği, şovenizm boyutlarına varabileceği gibi, ulusal nihilizm ya da kozmopolitizm biçimlerine de bürünebilir.

Milliyetçiliğin çeşitli toplumsal işlevleri vardır. Kimi durumlarda milliyetçilik, bir ülkenin burjuvazinsin daha güçlü olan bir başka ülkenin burjuvazisinden kopmasına yardımcı olur; başka durumlarda ise milliyetçilik, burjuvazinin gerek egemenliğini sürdürüp güçlendirmesi için, gerekse yabancı toprakları ele geçirmek üzere kitleleri harekete geçirmesi için bir araç olarak iş görür. Bazen tüm milliyetlerden işçilerin oluşturduğu birleşik sınıf cephesinin parçalanmasında bir araç olarak kullanılır.
Gerici burjuva milliyetçiliği, günümüzde, batı dünyasında rağbet gören yaygın bir burjuva ideolojisi olan kozmopolitizm şeklinde olmaktadır. Kozmopolitizm, tekelci sermayenin gerici milliyetçiliğinin diğer yüzüdür. Büyük emperyalist güçler içinde yer alan burjuvazinin egemen olan bölümü, egemenliği altındaki küçük halkları denetim altında tutabilmek için diğer ülkelerin emekçilerini, ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Kozmopolitizm gerçekte, yabancı halkları egemenlik altına almak için kullanılan ideolojik bir sığınaktır. Kozmopolitizmin sözcüleri, sömürülmekte olan halkların direncini kırmak amacını gütmektedirler. Tekelci burjuvazi, kendi yurttaşlarının bir kısmının hizmetlerinden yararlanarak diğer halkları ezdiğinden kozmopolitizm bu yurttaşları da ideolojik açıdan hizaya getirmek amacı güder. ABD’de “dünya devleti” ve “dünya hükümeti” fikirlerinin yoğun bir şekilde işlenmesi, Avrupa’da ise, gerici güçlerin uluslar üstü bir hükümetin yönetimi altında“bütünleşmiş bir Avrupa” için kampanya sürdürmeleri bu nedenledir.
Burjuvazinin bilim adamları, politikacıları, bankacılar, sanayiciler ve din adamları “mutlak ulusal hükümranlık” çağının artık geride kaldığını”, eski sömürge halklarının ulusal devleti sıfırdan başlayarak kurmaları şöyle dursun, ulusal devlet fikrine sarılmanın anlamsız olduğunu kanıtlayabilmek için el ele vermişlerdir.

Kozmopolitizmin savunucuları aslında ulusal nihilizmin sözcüleridir. Kozmopolitlerin iddialarına göre insanlık tarihinin bu günkü aşamasında çağdışı birer kalıntı haline gelmiş olan ulusal değerleri savunmakta bir anlam yoktur.
Kapitalist propaganda Sokrates’in kozmopolit görüşlerini över. “ben ne Atinalı, ne de Korintosluyum, ben dünya vatandaşıyım” şeklindeki evrensel barış dileklerini sömürür “savaşların nedeni ulusal hükümranlıktır”, hatta ekonomik politik bütünleşmeden daha olağan bir şey olmadığını iddia ederler. ( ekonomik topluluklar artık ulus sayılmazlar)

Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, elbette, gerçek yaşamdan uzaklaşmış insanların saçma sapan düş ürünleri değildir. Bunlar, dünya kapitalizminin bu gün içinde bulunduğu aşamanın bütünüyle gerçek etkenlerine, daha doğrusu tekelci sermayenin çıkarlarına dayanmaktadır. Birincisi, daha büyük kârlara engel olan ulusal hükümranlık ve gümrük engelleri, büyük emperyalist güçler arasında serbestçe sermaye ve mal akışını önlemektedir. İkincisi, tek tek ülkelerde yer alan çok sayıda tekellerin dışında, artık pek çok küçük devletin ekonomisine ve politikasına egemen olan çok uluslu şirketler oluşmuştur. Üçüncüsü, sömürgeciliğin dağılmasıyla birlikte emperyalistler, yeni kurulan ulusal devletlerin hükümranlıklarını baltalamak, bu halkların ulusal birliğini parçalamak ve böylece yeni sömürgeciliği daha da güçlendirmek için kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi yardıma çağırırlar. Dördüncüsü, çökmekte olan kapitalist dünyada kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, gericiliğin ulusal sınırlara bölünmüş olan tüm güçlerini, dünya devrim sürecinin giderek büyüyen güçlerine karşı birleştirmek amacıyla kullandığı bir araçtır.

Kozmopolitler ve ulusal nihilistler, ulusal sorun konusunda, proletarya enternasyonalizmi ile kendi görüşleri arasında bir ”benzerlik” olduğunu iddia etmektedirler. Bununla birlikte, halkların ilerlemesini durdurmak amacında oldukları için, Marxist-Leninist ideolojiye özünde düşmandırlar. Kozmopolitizm ve ulusal nihilizm, daha bu günden ulusların ve ulusal farklılıkların zorla özümleme yoluyla ortadan kaldırılmasını savunmaktadırlar. Oysa Marxizm-Leninizm, ulusların kaynaşmasını olağan bir süreç olarak ele almakta ve bunun da ancak uzak bir gelecekte, yalnızca tamamen özgür bir ulusal gelişme temelinde olacağını öngörmektedirler.

SONUÇ

Buraya kadar dile getirdiklerimle emperyalizmin işine nasıl gelirse öyle ama daha çok sorunun büyümesini engelleyemediği zaman sorunu sahiplenerek kendi çıkarına göre çözmeye çalıştığını göstermiş olduğuma inanıyorum. Hâlâ gösteremediysem, hep ifade ettiğim gibi, bilinçli olarak, bir hükümlü misli mecbur olarak veya görevli olmanın gereği olarak, bir görmeme dinamiğinin hâkim olduğunu düşünmek eğilimim ağır basmaktadır.

Bununla birlikte, sorunun o kadar da girift olmadığı, çözülmesi yönünde teorik yaklaşımlar geliştirmek için insanüstü bir zekâya sahip olunmasının gerekmediği, daha da önemlisi, h
âlâ en ilerici, en devrimci ve en bilimsel teori olmaya devam eden Marxizm-Leninizm’in yanında, özellikle bölgemizde ki Doğu olarak anılmaktadır, yaşanmış olan çok zengin pratiklerin, bu sorunun çözümünü teorilendirmemizde önemli kaynaklar bütününü teşkil ettiği de görülmektedir.
Diğer yandan, bu sorunun çözümünün asıl sorunun çözümünden ayrı tutulamayacak bir karakter taşıdığı gerçeğinin de, bu uzun yazı ile alt alta dizilen ifadelerden anlaşılacağını umuyorum.
Ve ayrıca, çok kişinin düştüğü tuzaklarlardan olan kozmopolitizm çukurunun ne demek olduğu yanında, sahte sol gömlekli şarlatanların nasıl da bu ideolojik saldırı ile senkronize olduklarını gösterdiğine inanıyorum.
Burada birkaç sayfa yazıyı okumaktan imtina edenlerin, üşenenlerin, kullanılan cümle sayısı fazla olduğu için ana fikri yakalayamayanların, bir çırpıda, Komünist manifestoda Marx ve Engels'in dediklerinin ana fikrinin işçilerin vatanı olmadığı fikri olduğunu anlamalarını, yine bir çırpıda Ulusal sorun konusunda, kulaklarına hoş gelen Lenin'in sarf ettiği kimi ifadeleri bulup ortaya koymalarını, dahası insanı kâbesi yapıp, dünyayı da vatan bellediklerini haykırmalarını, daha da fazlası, artık ulus-devlet tarihe karıştı derlerken, burnumuzun dibinde Kürtlerin üzerinden kurulmaya çalışılan bir emperyal ulus-devletin önüne çıkan engellere ağıt yakmalarını, emperyalist kapitalizmin kukla oyununun içinde yer almış olmalarına bağlıyorum.
İşte, bu uzun yazıdaki alt alta dizdiğim ifadelerin bir işlevinin de, sıradanlaşmış olsa da, sol memesinin altındaki cevahirini söndürmemiş olanların da silkinip, bu kukla oyununun arkasındaki gerçekleri görmeye çalışmaları için işaret fişeği misli olmak olduğunu da göstermiş olduğuma inanıyorum.
Böylece, Lenin'in ifadelerini cımbızlayarak, kulağa hoş gelen ama özünde egemen sınıfların yani ezmeye, sömürmeye daha katmerli olarak devam etmenin olanaklarını genişletmeye çalışanların, bu emellerine yönelik çözümlerini ortaya saçanların şarlatanlıklarını teşhir ederek, tartışmanın akıl bozucu dinamiğini frenlemiş oldum ve yerine ağırlığı olan bir tartışma profili koyarak, gerçekte bu soruna nasıl bakıldığını, kimin, kimlerin aklına göre hareket edildiğini ve daha önemlisi aslında pek de Kürt halkının sorunları ile ilgilenilmediğini, Türkiye'nin işçilerinin, emekçilerinin sorunları ile ise hiç ilgilenilmediğini, aksine ve daha çok ağaların, büyük toprak sahiplerinin, gerici dinci tarikat şeyhlerinin ve bu yöndeki bir düzenin hayali ile yanıp tutuşan gerici –dinci Kürt liderlerinin sorunlarının çözümü yanında, hâlâ umut var görülen kapitalizmin sorunlarının çözümü peşinde koşulduğunu, bu koşudan kazançlı çıkmanın umulduğunu göstermiş oldum.

Bitirirken, Lenin’in yüz yıl önce işaret ettiği gerçeklikten hareketle, ulusal bölünmelerin ortadan kalkmasına, ulusal farklılıkların silinmesine ve ulusların birbiri ile kaynaşmasına yönelik evrensel eğilimin, her geçen gün daha da güçlenmekte olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bu yöndeki eğilimin, yalnızca ulusların birbirine yakınlaşmasının değil, aynı zamanda halkların ulusal gelişmesinin de bir sonucu olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, bu eğilimin temelinde, halkların ekonomik, politik ve kültürel alanlarda sürekli olarak uluslar arasılaşmasının yattığı da anlaşılmaktadır. Yani toplumun genel gelişme çizgisinin halkların birbirileri ile yakınlaşmasına ve kaynaşmasına yönelik olduğu şeklindeki önermenin doğruluğu her geçen gün ve daha anlaşılır biçimde maddi yaşamda kanıtlanmaktadır.

Fikret Uzun
3 Aralık 2011

Hiç yorum yok: