6 Haziran 2011 Pazartesi

TÜRKİYENİN SEÇİM ÖNCESİ RESMİNE MARKSKÇI FIRÇA DARBELERİ

TÜRKİYENİN SEÇİM ÖNCESİ RESMİNE MARKSKÇI FIRÇA DARBELERİ

CHP’nin resmini çizenler yine de düşmanı net çizgilerle ortaya koymuyor. Gerçekliğe biraz Latife Tekin penceresinden bakılıyor gibi. Ne demek bu? Latife Tekin, gerçekliklerin üstünü örtmek için gözlerdeki kirpiklerin sağa veya sola doğru boynunu büktürür, kulakların birini diğerine küstürür, böylece ya gerçeklik yarım yamalak görülür ya da gerçeklik yerine yalanlar, kanadı kırık bir kuş misli yüreklere bastırılarak, gerçekliğin yerine konulan bir dinamik haline getirilir.

CHP elbette devlet partisidir ve bu günlere gelmemizde CHP’nin rolü, başka ifadeyle günahı pek çoktur. Ama şimdi mesele başkadır, CHP’nin de içinde ve bütünün büyük parçasını teşkil ederek bulunduğu resim ile yani günahlarını resmeden fotoğraf, daha çok soldan konuşan ama yüreğinde bu günlerin karanlığının hayalini taşıyan sahte sol gömlekli aktörler tarafından şirin gösterilmiş ve ne kadar solda yer alan politik örgüt varsa, çeşitli nedenler öne sürülerek ama daha çok demokrasinin bekası gereği denilerek, CHP’ye kol kanat germiş ve CHP’nin de içinde olduğu fotoğrafta, sosyalist hareketin yükselmesinin önündeki barikatları sağlamlaştırmak için var olan bütün güçler ki, devlet durumu içindeki güçlerdir, bunu, yani sosyalist hareketin yükselişini, CHP nin veya Kemalizm’in peşine takarak ortadan kaldırmayı bırak, engelleyemeyeceğini anladığı andan itibaren ve en yetkin akıl hocası olan emperyalist istihbarat örgütlerinin ideologları tarafından ortaya konulan tavsiyelere uyarak, ellerinde tuttukları Türkiye Cumhuriyeti yönetimini dinci akımlara teslim etmişler ve yönetimde pişmelerini, ustalaşmalarını sağlamak için de her türlü desteği vermişlerdir.

Şimdi yönetim CHP de değildir, Kemalistlerde de değildir, Laik güçlerde de değildir ki hiç birisi gerçek anlamda bulundukları konumlarını yükseltmeyi bırakalım, korumayı bile denememişlerdir. Şimdi ise, Bu güçlerin devir teslim ettiği TC yönetiminde bulunanların mumunun sönmeye başladığı, sosyalist hareketin yükselişi ve emek sürecinin yükselttiği çelişkilerin keskinliği önlenememekte, emperyalizmin çizdiği projelerin selameti sağlanamamaktadır. O nedenle iş başa düşmüştür ki "YENİ CHP" bunun adıdır. "YENİ CHP= AK-CHP" olmuştur ve AKP den rol çalmakta, mümkünse bütün rollerini üstlenmektedir. Bunu da iki yöne çevirdiği mesajlarla göstermektedir. Biri ABD ve AB dir, diğeri Fetullah Gülen hoca efendidir.

Bugün yeni inciler döken Bir CHP adayından öğreniyoruz ki, Bizim KILIÇDAROĞLU da peygamber soyundanmış ve umreye o da gitmekten pek çok huzur içinde imiş. Biliyoruz ki, çeşitli vesilelerle Erdoğan için de, en azından fısıltı halinde, peygamber soyundan geldiğini anımsatacak misli vaazlar verilmiştir.

Şimdi soru şudur, düşman kimdir. Kime karşı sınıf kini biriktiriyoruz. 12 Eylül rejiminin ağırlaştırılmış faşist karakteri, emekçi kitlelerin, aydınlıktan yana kitlelerin ve daha çok aydınlık üretmeye çalışan, karanlığa çare olacak şekilde ideolojik, teorik ve politik kurşun sıkan aydınların üzerine çökerken, elbette bunun üzerini örtmeye ve belki buna talip olmaya çalışan CHP üzerindeki yaldızı kaldıracağız ama asıl düşmanı ve karşısındaki güçleri de iyi ve doğru resmedeceğiz.

Bu, resmin bütününü göstermek demektir. Öteki ise, resmin bütününün bir ucundan, başka ucuna savrularak bütünden uzaklaşmak dolayısıyla aynı tuzaklara bir kez daha düşmek demektir. Öyleyse tamam, CHP de aynı yolun yolcusudur yani aynı tarikat dinamiğine sarılarak bizi öbür uçtan kuşatmaya çalışmaktadır. Güzel; peki bunun karşısında ne yapacağız, her tarafımız kuşatılmış diye teslim mi olacağız? Yoksa bu gerçekliği boylu boyunca resmedip, bu resmin içinden, bu tuzakları bertaraf edecek güçleri çekip alıp, daha da güçlendirecek miyiz? Başka ifadeyle aslolanın emek süreci olduğunu ve bu süreçte hâlâ baş aktörün, devrimci aktörün, işçi sınıfı olduğunu ve bu süreçte itici gücün sınıf kini olduğunu ve sınıf mücadelesinin, ezilen, sömürülen sınıf lehine güçlendirilmesi ve utkuya giden yolunun açılması için bir sığınağa, bir demokratik alana yani demokratik bir cumhuriyete ihtiyaç olduğunu, o nedenle de bulunduğumuz noktadan, her türlü haklı eleştiriler yanında, haklı ve gerekli kinin de muhatabı olan Laik Türkiye Cumhuriyeti ekseninden (özünde burjuva ve tekellerin düzeni olmaktan başka bir gerçeklik olmayan ve çelişkileri keskinleşmiş olsa da törpülenmiş olan bir karşıtlığın çatışmasının ifadesi olan eksen olsa da) daha geriye püskürtülmeye karşı direnmek yanında, bunu önlemek için hücuma geçmek yani bu noktada biriken güçleri daha ileriye yürütecek bir dinamikte birleşmek için çaba mı sarf edeceğiz?

Soru budur ve cevabı açık ve basittir. Bu cevabın etrafında ufkumuzu genişletmezsek, ne dersek diyelim beni affedin ama hepsi laf-ı güzaf olacaktır. Gerçeğin bütün resmini ve içindeki çare yaratacak gücü gösteremeyecektir.
KARŞITLARIN EMPATİSİ ÜZERİNE

Diğer bir sorun, sınıf kini olmazsa olmaz demeyeceğim, çünkü o bizim öznel niyetlerimizle oluşturulan bir öfkenin adı değildir. Bu, iki karşıt sınıfın arasındaki mücadelenin bu karşıtlıktaki niteliğinin ifadesidir ve bu, yani sınıf kini, emek sürecinin ortaya çıkardığı çelişkilerin keskinliği ile bağlıdır ve ancak bu çelişkilerin keskinliği ile şekillenir. İşte bu nedenledir ki, emperyalist kapitalizm, empati dinamiklerini kitlelerin kafasına kakar. Karşıt sınıfların birbiri ile empati kurmasına değer verir.

Daha ayrıntısına da değinmek mümkün, söz gelimi, birkaç gün önce bir paylaşıma eleştiri göndermiştim, orada ele alınan MEVLANACILIĞI yermiştim. Mevlanacılık, tam da bu empatiyi, tarikat dinamiği içinde yerleştirmeye çalışmanın adıdır. Mevlana bir gerçekliktir ama bu gün Mevlanacılığın ne olduğu da bir gerçekliktir. Aynı kategoride, toplumsal gelişmenin merkezine tarihin aktörü olarak insanı koyma girişimi de, tüm masum görüntüsüne karşın bir emperyalist ideolojik saldırının ürünüdür. İnsanı merkeze koyduğumuzda, bir TÜSİAD patronu ile bir işçi arasında ne fark kalır, ne de karşıtlık. Dolayısıyla sınıfsallık da ortadan kaldırılmış olur ki, bunun sonucu sınıf kini de ortadan kalkar. Ama bu gün, dara düşen sermayedar, ilk önce işçiyi sokağa atar ya da ücretlerini düşürür, o da olmazsa fabrikasını kapatır, başka yerde açar ve yeni baştan en ucuz ücretle çarkını döndürür. İşçisi ile hiç empati kurmaz. O da ben de insanız demez. Ama işçiden hep empati kurması beklenir ve bunun ucunda hep, sınıf barışı kurma çabaları vardır.

İşçisi ile patronu ile el ele bir cumhuriyet.

Ama bu gün, tekellerin bu el ele olma durumundan çok çok uzakta oldukları örtülenemiyor. Buna rağmen, hep bir empati, bir sınıftan kaçma, sınıf kinini yerme dinamiği öne çıkartılıyor. Oysa pratikte de görülüyor, örneğin BEKAERT işçileri işten tazminatsız atılan arkadaşlarını işe geri döndürmek için fabrikayı içerden işgal ettiler ve işçilerin işe dönmek isteyenleri işe alındı, diğerleri hakkı olan tazminatı yanında ekstradan tazminatla işten ayrıldı. Ama bunu kendi iradeleri ile yaptılar.

Demek ki, işçiler emekçi terimine hapsedilememiş. Patrona da empati kurmayı benimsememiştir. Onları fabrikaya kilitleyen, birlik halinde arkadaşları için direnmeye iten, sınıf kinidir ve belki bunun farkında olmayan işçiler de vardır aralarında, ama bu eylemin ve başarının harcında sınıf kini vardır. Bu kin sıradan bir öfke değildir.

İşte bu nedenle diyorum ki, olguları kavramlaştırmak ayrıdır, öznel terimlerle kavramların içini boşaltmak ayrıdır. Önce insan değil, önce sınıftır aslolan, ama bu insandan bir süre vazgeçtik, sonra ona döneceğiz demek değildir. İşte bu da bir kavramlaştırmadır. Bu kavramlaştırma ile ne ressam, ne de diğerleri kapitalistlerin kucağına terk edilmiyor. Ama örneğin, bir Eczacıbaşının insan olma olgusu ile bir işçinin insan olma olgusu bireysel olarak elbette aynı eksende tarif edilir ama kategori olarak yine de farklıdır ki bizim sözünü ettiğiz ise, toplumsal insandır. O nedenle, insanın insan olarak fışkıracağı kategoriye yükseltilmesi, ancak ve ancak sınıfların, devletin ve sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ile ortaya çıkacak olan toplumsal düzenin konusudur ve bu düzende demokrasi de olmayacaktır. İşte o zaman toplumun kendi kendini yönetişmesi söz konusu olacaktır. Ve aynı kategoride ve tarihsel süreçte, halklar da topyekûn kardeşleşecektir. Başka ifadeyle gönüllü, kerte kerte asimile olmuş olacaklardır.

Ama bunun için bir sürece ihtiyaç vardır ve bu süreçte öznellik de önemli oranda yer alsa da, asıl hâkim olan tarihsel, toplumsal nesnelliktir. Bu sürecin de, bu sürecin sınıfsız, devletsiz, demokrasisiz bir toplumsal ilerlemesinin ve de bu düzenin öznesi olan yeni insanın üretilmesinin garantisi için de, önce sınıf yani kendisini de bu süreçte ortadan kaldırmanın mekanizmasını geliştirecek olan işçi sınıfı olacaktır.

Yoksa kimsenin insanı yadsıdığı yoktur, aksine en gelişmiş insana ulaşmanın bilimsel yaklaşımını ortaya çıkarmanın ki, bu hala en bilimsel ve en ileri teoride ifadesini bulmuştur, kararlı çabası vardır. Tek yapılacak, en ileri teoride ifadesini bulan insanın yeni insan olarak fışkırmasının koşullarına giden tarihsel sürecin nesnelliğini, yüzeye çıkarıp, bu yöndeki tarihin akışını hızlandırmak için, bu süreçte, pratik zorlamaları teori katına çıkarmak zorunda kalmamak için, şimdiden, nesnellikle, tarihin nesnel ilerleme çizgisi ile örtüşen teoriye ağırlık vermek gerekmektedir. Sözünü ettiğim süreçte öznel yönün ağırlığının ifadesi bu kadardır.

Siyasal yapılanmalara karşı olmak da bir kavramlaştırmaya mecburdur. Evet, ben de bir süredir, siyasal bir örgüt dinamiğine karşıyım ama bunu genel anlamda, bu işi kavramlaştırıp, mutlaklaştırarak ortaya konulması gereken bir olgu olarak görmüyorum. Ben sadece içi boş, yani söz gelimi, komünistsiz komünist partisi olmaz diyorum. Ama bu demek değildir ki, politik bir örgüt olmayacak. Ama bu örgütün, ancak sınıf mücadelesinin içinden çıkacağını söylersek, bu çerçevede siyasal yapılanma konusunda olumsuz ya da çekinceli bakmayı anlarım.
Diğer bir sorun da, zorla ya da başka türlü, böyle bir mutlaklık yoktur. Yani ille de örgüt diyerek, örgütün içini dolduracak malzemenin o örgütün niteliği ile uyumlu biçimde var olmadığı bir koşulda örgütü zorlamak, öznelci yöntemle örgüt fetişizmi yaratmak doğru değildir. Bunu belirleyecek olan, yani zorlayacak olan, sınıfsal konum alışın ortaya çıkardığı şiddettir ki bazen bu şiddet, sadece ideolojik-politik olur. Yani zorun karşılığı, silah veya kolluk kuvvetleri olmayabilir. Keza Ekim devrimi sürerken, “bütün iktidar şûralara (Sovyetlere)” politik kararı alınana kadar, hükümet, burjuvazinin elinde idi ve ikili iktidar söz konusu idi. Ve Ekim devrimi, sanıldığının aksine, çok çok az kanlı olmuştur. Yani hükümetin icraatları, dışarıda bütün toplumsal dinamikleri saracak şekilde ve işçi -köylü ittifakına dayanarak, işçi sınıfının öncülüğünde ki sayıca az olduklarını hepimiz biliyoruz, kurulan şuralar tarafından hem denetleniyor ve hem de zaptı rapta alınıyordu. Bunun için, bazen hükümetin kendi düzenlediği mitinglerde ortaya konulan, politik yaklaşımlar yeterli oluyordu.
Bununla birlikte, evet, gelişmiş kapitalist ülkelerde, tam da sınıf kini ortadan kaldırıldığı ve Avrupa komünizmi hâkim kılındığı için, demokratik yolla, aşamalı olarak sosyalizme geçiş olacağı hemen herkese benimsetildiği için kitleler edilgendir. Üstelik holdingleşen, sendikalar, örümcek ağı misli işçileri sarmıştır ve büyük devletler, sömürdükleri dışarıdaki ülkelerden akan zenginliği, işçilerine dağıtarak onları pasifize etmektedir, artık bunda da zorlanmaktadırlar. Ama bizimki gibi ülkelerde, bu iş, en plebyen kesim tarafından, baldırı çıplak kesim tarafından yapılacak dersek, pek yanılmış olmayız.

Aslolan, emek sürecinin keskinleştirdiği sınıf çelişkisidir. Bu çelişkide, sınıf kini de vardır ve bizim öznel irademizden bağımsız olarak, bu çelişkinin içinden yükselir. Diğer yanıyla da, bu çelişkinin üzerinden yükselen sınıf mücadelesidir aslolan. Bu mücadeleyi yadsıdığımız zaman, ne denirse densin, küçük burjuva devrimciliği en masumane tutum olur, burjuva bakışının ise, tümüyle laboratuar ideolojileri ile yerleştirilmeye çalışılması, ancak bu şekilde başarılabilinir.

Şimdilerde ve epeydir, gözden düşürülmeye ve bilimsel sosyalizmin dışında gösterilmeye ve hatta insanlık dışı kabul ettirilmeye çalışılan ve uzaklaşılan proletarya diktatörlüğü ise, tarihsel bir kategoridir ve sınıfların ortadan kaldırılmasının, sınıf mücadelesine son vermek, kapitalist restorasyon tehdidinin ortadan kalkmasının garantisini sağlamak ve sınıfsız toplumu kurmak ve bu toplumun öznesi olan yeni insanın fışkırmasının koşullarını güvence altına almak için tarihsel olarak kaçınılmaz olan ve tümüyle nesnel olan bir tarihsel kategoridir. Bundan yan çizmek, sınıf bakışı açısından önemli bir turnusoldür. Ve Sovyet sosyalizminin kapitalist restorasyonu da, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizme geçişte reformizme savrulmak da, emperyalizmin yenidünyası hayallerine kendini fena kaptıranların, çeşit çeşit sosyalizm uydurabilmesi ve alıcı bulması da, bu olgudan ve nesnellikten yan çizmekle mümkündür.
İFADELERİMİ ŞEKİLLENDİREN VE ONA YÖN VEREN KAYNAK

İfadelerime yön veren kaynağa gelince, bu, tümüyle nesnelliğin yüzeye çıkardıklarını görmemi ve ifadelerimdeki yansımasını sağlayan, hala en ileri ve en bilimsel olma özelliğini koruyan teoridir. Marksizm-Leninizmdir.

Evet, daha önce de ifade ettiğim gibi, arkamda, geleceğin tarih sayfalarının enine boyuna değerlendirileceğine inandığım notlar bıraktığıma ve boynumda, Türkiye sosyalist hareketini, ulaşması gereken düzeye yükseltme sorumluluğundan başka bir şeyi bırakmadığıma olan inancımla sosyalist iktidar yürüyüşüne, içimizdeki veya yakınımızdaki arkadaşlarımızı aynı sorumluluğu yerine getirmek üzere çağırarak ve önüme çıkanlarla (engel koyanlarla demek istiyorum) kavga etmeye hazır olarak başladığımı tekrar ederek, benim ifadelerimi şekillendiren gerçekliğe bir kez daha vurgu yapmak ve ifadelerime yansıyan gerçekliğin üzerinden bir kez daha geçmek isterim.

İfadelerime yansıyan iddialarımda, sosyalizme olan inancımızın ve bu inancımızdaki kararlığımızın, geleceğe olan güvenimizin yansıması vardır.
Bu ifadelerimde sosyalizme olan inançta alçak gönüllü olunamayacağına olan bağlılığımızın yansıması vardır.
Bu ifadelerimde, burjuvaziye olan hıncımızın sınıf kinimizin yansıması vardır. Ve bu gün hâkim kılınmak istenen dinamik, bu yansımalara gözleri kapattırma dinamiğidir.
Kaynağını nesnelliğin yüzeye çıkmasını sağlayan bilimsel teorinin gücünden alan ifadelerimde, burjuvaziden ümidini kesmemiş olanların burjuva düzenini benimsetmesine duyduğumuz tiksintimiz vardır.
Bu ifadelerimde, bu kinden, bu tiksintiden vazgeçmenin, bu noktada alçak gönüllü olmanın, burjuvaziye teslim olmak demek olduğunun bilincini taşımamızın yansıması vardır.
Bu ifadelerim, sosyalist iktidar perspektifi taşıyor olduğumu yansıtmaktadır.
Bu ifadelerim, bilinç taşıyanı sosyalizm aşkına, sosyalizm aşkından yerinde duramayanı bilince kavuşturma sorumluluğumun ifadesidir.
Bu ifadelerimle kavgasız iktidar olmayacağına olan inancımızı işaret ediyorum.
Bu ifadelerimde, Ekim devrimine saygı duyanı, Sovyet sosyalizmine bağlı olanı, devrime ve iktidara inandırmak sorumluluğunu taşımamızın yansıması vardır.

Günümüzü ve Bu bağlamda CHP’yi tartışırken, Ekim devrimi nereden çıktı diyorsanız, aslında bir yerden çıkmadı, bizden çok önce tarihsel bir gerçeklik olarak yaşandı ve 70 yıl sonra da ortadan kalktı. Ve bu gerçeklikten birkaç nedenle söz etmek, elbette Türkiye’nin toplumsal gerçeklikleri ile de ilgilidir.

Bu gün, Türkiye’deki sorunlar ile bölgedeki ve dünyadaki sorunlar ve dahi Ekim devrimi gerçekliğindeki sorunlar ve hatta 1789 Fransız burjuva devrimi ve peşi sıra gelen bir dizi devrimler ve sonrasında, kısa bir işçi sınıfı iktidarı olan Paris Komünü üzerine dersler, ondan önce,1848 devrimleri, Meşrutiyet ve ulusal kurtuluş savaşı ile kurulan TC gerçekliğinde yatan sorunlar ve bu gün geldiğimiz TC gerçekliğinin simetriği olarak devam eden gerçekliğe yapışmış olan sorunlar, hepsi bir bütündür ve birbirleri ile çok yakın ilgileri vardır. En azından benim bakış açımdan böyledir.

TCNİN MİLİTARİZMİ

TC’yi bir bütün olarak ve sosyoekonomik ve politik-ekonomik bağlamından kopararak salt militarizme indirger ve orada çakılı kalırsak, CHP’yi çözümlerken ve de genel olarak çözüm üretirken çuvallarız.
Elbette TC’nin Militarizminin koyulaştığı, öne çıktığı dönemler olmuştur ama polis devleti olma olgusu da öne çıktığı zamanlar olmuştur ve daha yakın zamana kadar demokrasi gelmiş gibi gösterildiği de olmuştur. Ve şimdi ise, bir süredir en demokratik ve en özgürlükçü hükümet eliyle yönetildiği ve Militarist Kemalist kliğe kök söktürüldüğü yollu teoriler üretilirken, artık dağ taş AKP karşıtı olmuş ama AKP hiç karşıtı yokmuş gibi projelerine devam ediyor görünmektedir ve tam bu noktada devreye bir “YENİ CHP” çıkartılmıştır. Bu “yeni” CHP, CHP ye faşist diye çığıranların bile övgüsüne mazhar olmuştur. Peki, militarist devlet mi değişmiştir, militarist devlet, polis devleti ile mi bütünleşmiştir ya da başka bir şey mi olmuştur, mesela din temelli, faşist bir feodal (moderni tabii) devlet provaları mı yapılmaktadır, yeni rejim yoksa bu mudur?
Yani, mesele o kadar basit değil, karmaşık ve karmaşıklığı çözüp, somut tahlil yapmak ve basite indirgemeden çözüm üretmek istiyorsak, kavramları yerli yerine oturtmak ve öznel çabalarla kavram üretmemek gerekmektedir.
TC nedir sorusuna gelince, TC bir 12 Eylül rejimidir ve tekellerin düzenidir, hepsi bu, geçmişte TSK’nın bir kesiminin eliyle ve 27 Mayıs diye anılan müdahale ile Burjuva düzen sağlamlaştırılarak ve modernleştirilerek yerleştirilmiş ama bu yerleştirmenin ifadesi olan konjonktürde burjuvaziye de lazım gelen demokratik ve ekonomik reformlar yapılmış ve sol/sosyalist harekete de bu vesile ile bir demokratik alan, yani işçi sınıfı ile burjuva sınıfı olarak nitelediğimiz iki karşıt sınıfın bir birleri ile girişecekleri sınıf mücadelesinin alanı sağlanmış ve demokrasi güçleri ve sınıfsal güçlerin mücadelesi ile genişletilmiştir. Bu zamanda militarizm yoktur ve 12 Mart, bu alanda yükselen sosyalist hareketi geriletmek üzere gelmiş ve öncesinde, 27 Mayısla genişleyen demokratik alanı, yine aynı yolla bir halk devrimine çevirmeyi de içerecek şekilde genişletmeyi hedefleyen bir askeri müdahale girişimi olmuş, bastırılmış ve arkasından 12 Mart gelmiştir. Bu sol/sosyalist hareketi geriletememiş, tam tersine 27 Mayısın açtığı alanı sığınak olarak kullanan sol/sosyalist hareket iyice yükselmiş ve bunun üzerine 12 Eylül gelmiştir. Bu seyir de o kadar basit değildir, çünkü bir sürü mekanizmalar çalışarak, Kenan Evren’in genelkurmay başkanı olması sağlanmış ama daha önemlisi 12 Eylül faşist darbesi, tam da emperyalizmin yenidünya düzenini gerçekleştirmek için düğmesine bastığı bir rüzgârın üzerine gelmiştir, içerde ise 24 Ocak kararları ile tekellerin düzeni için yol açılmaya çalışılmaktadır ve böylece, TSK’nın emir komuta zinciri yerli yerine oturtulduktan sonra, BAYRAK HAREKÂTI diye anılan 12 Eylül faşist darbesi gerçekleştirilmiştir. Ondan sonrası, Türkiye tarihinde görülmemiş bir ihanet furyası ile insanlar,kitlesel olarak dönüştürülmeye ve emperyalizmin yenidünya düzeni için gerekli formları taşıyan bireyler haline getirilmeye başlanmıştır.
Bu kronolojide CHP’nin dahli yok denemez. CHP her adımında vardır ve sonrasında da SODEP ile SHP ile devam ederken bile vardır ve 12 Eylül rejimi şimdi AKP’nin Hükümranlığı ile sürdürülmektedir ve CHP buna hep koltuk değneği olmuştur. Bu süreçte, DEV-YOL dan da, TKP’den de, sosyalist hareketin yükselen rüzgârı dibe inerken başka rüzgâra binmek için köprü kurma yarışında olanlar ve şimdi CHP’ye ve Kemalizm’e ateş püskürenler, SODEP’e, SHP’ye kapağı atmakta sakınca görmemişler, nice komünist, nice devrimci, ilerleyen zamanda CHP’nin danışmanlığına terfi ile devam etmişler ve aynıları olmasa da, benzerleri daha sonra ANAP’ın ve şimdilerde de AKP’nin akıl hocası olmuşlardır. Kürt coğrafyasındaki yükselen rüzgârın kanatlarına binmek için öne çıkanları da unutmayalım. Hepsi birden, devletin valisi ya da bürokratı veyahut da ataşesi, hükümet danışmanı değillerdir ama en az CHP kadar devlet durumu içindedirler.

Öyleyse, dediğim gibi hepsi bir bütündür ve önemli olan, asıl olan, çıkış yolunu bulmaktır. CHP çıkış yolu değildir, hepimizin bunu söylediğini varsaymakla birlikte, çıkış yolu gösteremeyince bu, havada kalmaktadır. Ama havada kalmasının çok önemli ve can alıcı bir soruna gebeliği vardır, çünkü çıkış yolu bulamazsak, AKP den kaçarken, CHP ye mahkûm olacağız ve devlet durumu içindeki CHP, devletin devamı neyi gerektiriyorsa, kaldığı yerden yürütmeye devam edecektir.

Bizim ise, acılarımızla avunma zamanını geride bırakıp, ezilmişliğimizin ve acılarımızın müsebbibi olanlara acı çektirme zamanında olduğumuzu ve bunda kin, inanç ve kararlılık olması gerektiğini dolayısıyla kavgasız iktidar olmayacağını, şiddetsiz ise kavganın kavgaya benzemeyeceğini görmek gerekmektedir.

Fikret Uzun

3 Haziran 2011

Hiç yorum yok: