6 Mart 2011 Pazar

OSMANİK İSLAMİK FAŞİST DİKTATÖRLÜK GELİYORUM DİYE SESLENİRKEN DUYMADIK MI SAĞIRA MI YATTIK?

OSMANİK İSLAMİK FAŞİST DİKTATÖRLÜK GELİYORUM DİYE SESLENİRKEN DUYMADIK MI SAĞIRA MI YATTIK?
Değerli hocam, öncelikle paylaşımın için teşekkür ederim. İkinci olarak yorumlarda sarf edilen ifadelerin gözlerimi yaşarttığını belirtmekle devam etmek istiyorum ama önce geçmişe dönüp bir kaç hatırlatma yapmak istiyorum.
Ergenekon dalgası henüz yeni başlamıştı. Bu dalganın teorik açılımı apaçık belli olmakla birlikte, yine de bu açıklığa dikkat çekmek bana düşmüştü. Ama aynı süreçte, özellikle de Komünist kimlikleri ile yani bu gömleği kir pas içinde üzerinde taşımaya devam ettikleri halde AKP nin değirmenine su taşıyan sahte sol gömlekli aktörler ki ben yakın zamanda onlara Tarihin Kara Lekeleri ismini verdim, referandum süreci ile birlikte TV lerde boy gösteren ve engin hukuk bilgilerini halkımızla paylaşan, referandumda "EVET " demenin Türkiye’yi nasıl bir "ileri demokrasi"ye götüreceğini anlatan, namı diğer, TKP lilerin avukatı, Ergin Cinmen’in işareti ile Ergenekon Derinleştirilsin başlığı ile bir imza kampanyası başlatılmış ki bu kampanyada Nabi Yağcı ve müritleri olmazsa olmazdı, kendilerine "özgür komünistler" unvanını veren eski TKP liler ve ne kadar dönek, devşirilmiş, sahte sol gömlekli varsa bu kampanyada boy göstermek için imzasını verme yarışına girmişti. Bu yarışta olanların içinde, bu imza kuyruğuna katılacağına ihtimal vermediklerim de vardı ve yanıldığımı görünce, hem sitemkâr, hem eleştirel bir yaklaşımla kaygılarımı dile getirmek için kendilerine mektup bile yazmıştım. Aynı fırtınaya benimle birlikte sorgulayarak ve eleştirerek yaklaşan bir kaç kişiden birisi de, Sayın Merih Kudsal Akseymen (İşçinin Sesi grubunun Lideri, en önce de FKF DEV-GENÇ olduktan sonra, İşçi partisinin içinden gençlerin kurduğu gençlik örgütünün (sanırım SGÖ idi) lideri olan ve bu liderliği bırakarak, TKP yi aramak için ortadan kaybolup, İngiltere’de TKP ye katılmış ve hatta başına geçmiş olarak ortaya çıkan Nihat Akseymen’in eski eşidir),"ERGENEDON” başlıklı eleştirisini, sevgi sözcüğünü de elden bırakmadan, şöyle dile getiriyordu;

"Sevgili arkadaşlar, Sevgili Moderatörler, Ergenekon soruşturması, derin devletin keselenip kirlerinden arınmaya çalışmasından başka bir şey değildir. Bizatihi derin devletin işidir. Bu nedenle ben buna "Ergen'e don" diyorum. Son derece ergen olan derin devlet, yıllardır ayyuka çıkmış, biraz da çıkarılmış, pisliklerini örtmek için kendine bir don dikiyor."

O sırada, Sn. Merih ile birlikte bulunduğum iletişim grubunda sansüre uğradığım için, (oraya geleceğim, ama şu kadarını ifade etmeme izin vermenizi dileyeceğim ki, sırf Nabi Yağcı’nın AKP nin değirmenine su taşıdığı yollu ifadeler sarf ettiğim için uğradığım bu sansüre, yorumunda sarf ettiği ifadelerle gözlerimi yaşartan Çetin Sevinç bey pek bir alkış tutuyordu) özeline yazdığım bir mektupla hem memnuniyetimi ve hem de sevgi sözcüğünün eleştirisinde bir fazlalık olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Şöyle diyordum;

"güzel konulara temas etmişsiniz ama "sevgili ergenedon" olmuş, oysa her şey çok açık. İmza atılıyor,”ben de, ben de!” deniliyor, birbirlerinin önüne geçiyorlar,”bizi de alın, bizi de alın” diye bağırarak aynı donu giymenin telaşını yaşıyorlar.
Belli ki sonuca yaklaşılıyor. “sevgili mevgili” de deseniz kimsenin kulak asacağını sanmayın. Biliyorlar. Her şeyi bilerek imzaya koşuyorlar. Ocak ayında, "başörtüsü kuranın emridir" diyen Fetullah, anayasa mahkemesine selamlarıyla,"türban öncelik taşımıyor" diye mülakat verdi. Nabi başlatmıştı mülakatları. Siz okumadınız mı? Amerika’dan hasta hasta seslendi. Sonra ne oldu matematik dehalarını bile hayretler içinde bırakacak bir matematik formülle 6 ya karşı 5 ve 10 a karşı 1 kazandı. Ama adı “demokrasi kazandı” oldu. İşte derinlik budur. Ve derin zannedilen şey ise, aslında derin bile değildir. Karanlık, derinliğinden değil. Çünkü. İçindeki pislikten dibi görünmüyor.
Şimdi bütün müritler sıraya girdi. Aslında geç bile kalmışlardı. Evet, komünistlerin avukatı Cinmen’in işaretiyle, Hüseyin Çakır’ın canhıraş tetiklemesiyle imza yarışı başlatıldı.
Şimdi ne olacak. Ergenekon bugüne kadar likidatörlerin yarattığı likidasyon fabrikalarının, ya da hapishanelerinin içinde en derinidir ve tek bir sol kafa, hatta tek bir damla sol külü kalmamacasına hızlandırılmış likidasyon harekete geçti. Bu imzalar ve imzaya manipüle etmeler hepsinin her şeyi bildiğini gösteriyor. Tarih beni doğruluyor. Bugün kim nerde ise dün de aynı yerde idi. Öyle görünüyor ve öyle olduklarını teyit için imza yarışı sürüyor. İstisnalar hariç. Ama ayırt etmek benim görevim değil."
Devam eden ifadelerimin sonunda ise, şöyle bitiriyordum:
"Şimdi ne olacak derseniz pratik olarak bilmiyorum ama teorik olarak son çivisi de çıkarılırsa cumhuriyet yıkılacak, yani “ılımlı” kod adlı İslam cumhuriyeti.( yerine oturtulacak). Olmazsa, devrim olacak. Arasında başka seçenek yok. Bu koşanlar devrime mi koşuyor sizce."

Ve sözünü ettiğim mektubumda ise, imza kuyruğuna kendini kaptırmış bir eski dosta şöyle diyordum:

"Bu ne işe yarayacak, yani bu imzalar?
Tuzla tersanesindeki ölümlü kazaları mı azaltacak, kıdem tazminatının kaldırılmasını mı engelleyecek, işçilerin grev yapmak üzere hazırlandıkları yerlerde polisin ya da jandarmanın baskısını mı engelleyecek, Ağar’a mı dokunacaklar, Çiller’e mi, Kenan Evren’e mi, kime dokunacaklar, kendilerine mi dokunacaklar, sen de biliyorsun, daha önce Demirel’e dokunan, onu Zincirbozan gönderen Kenan Evren’di. Sonra Demirel onu özel uçakla resepsiyonuna getirtti. Devamlılık olduğunu göremiyor musun?
Uzatmayalım, sosyalizm savaşımının yolunu mu kısaltacak, tarihi yakına çekmeye mi yarayacak.
Yoksa sosyalizm savaşımında, açık kapı mı, yani daha tehlikesiz ve güvenli yolu mu sağlayacak, yoksa tüm kirliliği dezenfekte edip, yeni mikroplarla mı donatmaya yarayacak.
Hangisi? Sosyalizm savaşımındaki daha güvenli ve tehlikesiz yollar, bu savaştaki açık kapılar eninde sonunda burjuva kampa götürecektir. Bunu senin de biliyor olduğunu düşünürken, üst üste, ısrarla, "beni de yazın, ben de imza atıyorum" diye seslenmene şaşırıyorum.
Derindekini sana gösterirler mi? Bunun için imzalar yeterli olur mu sence? Sen kendin göremiyorsan, gösteremiyorsan, imza toplayarak hangi derinliğe ulaşabilirsin.
İşte cumhurbaşkanı, aynı davada yargılandığı arkadaşını affetti. Sen neyin derininden bahsediyorsun. Her zaman devamlılık olacak. Sorun demokrasi sorunu değil. Artık demokrasi, yok demokrasidir. Bundan sonra ya ortaçağ ya sosyalizm olacak. Ya surların içinde yer beğeneceksin ya da dışında. İşte açık kapı burada düğümleniyor. Sur içini hedefleyenler bu açık kapıya sarılıyor, daha tehlikesiz bir sosyalizm yolu. Mümkünse artık burjuvazinin insafına kalmış olsun istiyorlar. İşte bu yoldaysanız o bile sizi sur dışında kalmaktan kurtaramaz. Benim söylediğim bilimsel yoldur. Seni de, dünyayı da o kurtarabilir. Ara istasyonlara sarılmak, tekelci düzene renk ve ton katmaktır. Kapitalizmden hâlâ medet ummaktır. Sosyalizm mücadelesinin yürüyüş yolunu uzatmaktır. İmzaların peşine takılmak, tam da budur. Bu renk ve tonu sosyalist renk diye yutturmaktır.
Artık dünya değişti. Bu renk ve tonların neye hizmet ettiği görülüyor. İşte bunun için sol gömlekli görevlileri kullanıyorlar. Sis bombalarını onlara attırıyorlar. İsimleri de belli. Ergin Cinmen’i bilmiyordum bu kervana o da katılmış demek ki.
Bu sizin yaptığınız, korku jeneratörüne katkı yapmak değil midir? Bu korku jeneratörünün elektrik şoku altındaki toplumun iyice sersemletilmesine, asıl sorunlarına yabancılaşmasına, hatta Ergenekon varken bunlar da neymiş dedirtmesine katkı anlamı taşımıyor mu, sizler, bir zamanlar güvendiğimiz insanlar, birlikte korkmadan ölüme yürüdüğümüz insanlar, hiç mi düşünmüyorsunuz?"
Ve zaman akıp geçti, başka dalgalar da geldi, yeni yeni hücreler inşa edildi, yeni yeni savcılar, yeni yeni hâkimler yerlerini aldı ve yeni yeni zanlılar Ergenekon soruşturmasına dâhil edildi. Şimdi bir başka bir Ergenekon dalgası ile ama bu dalga ile yükselen bir tepki dalgası ile de karşı karşıyayız.
Arada Referandum var ve referandumda "YETMEZ AMA EVET" sloganı ile tekellerin düzenine,12 Eylül rejiminin son konuşlanmasına tuğla koymayı komünistlik gereği gösterenler tarihsel görevlerini başarıyla yerine getirdiler ve 12 Eylül faşizminin, emekçi halkın, aydınlıktan, ilerlemeden, demokrasiden, sosyalizmden yana olan olanların üzerine hışımla yüklenmenin hukuksal dayanaklarının oluşturulması demek olan, başka ifadeyle yönetenler arasındaki çelişkilerin düzlenmesini hukuka bağlamak demek olan yeni konuşlanmasını bir "ileri demokrasi" hamlesi olarak ve bunun, sol tonda göstermeye çalıştıkları AKP nin demokrasi aşkıyla yapıldığını il il dolaşıp, konferanslar vererek, yazılar yazarak Müritlerini harekete geçirerek bu başarıya imza atanlar Nabi Yağcı türünden sahte sol gömleklilerdir ve epey zamandır bu sahte sol gömleklilerin solun içinden temizlenmesi gerektiğine dikkat çeken Fikret Uzun ve bir kaç kişi, en kötü, en nalet kişi ve en melanet sözleri sarf eden kaçığın biri idi ve işaret ettikleri ise yani Nabi Yağcı gibiler ise, eli öpülecek, önünde eğilinilecek peygamber türü aydınlardı. Ve sonuçta referandumda "EVET" oyları çoğunluk olarak karşımıza dikildi ve bu el öpenler, eğilenler, müritiliğine devam edenler,"yetmez ama evet" sloganının sihrindeki keramete çok erken kendilerini kaptırarak İleri demokrasi şarkıları söylemeye başladılar ama mızrak çuvala sığar mı, emek sürecinin keskinleştirdiği çelişkinin üzerinden atlamak kolay mı, hele bütün kapitalist dünyayı sardıysa bu ne mümkün. Ve işte bulunduğumuz coğrafyada ses erken geldi. Emperyalist ABD nin ve onun çok soldan ve ileri demokratik hareket eden, Nabi Yağcı gibilerin danışmanlığını yaptığı, onun üzerinden tekellerin düzenini benimsettiği, ABD nin eş başkanlığını övüne övüne anlatan politik örgüt, bu erken sese, bu coğrafyadaki açılımlarının selameti çerçevesinde elbette kulak verecektir, veriyor da, işte bunun içindir ki, “acele işe şeytan karışır “ özdeyişini bile unutmuş görünerek, kulak verdikleri sese ses vermeye başlamışlardır. Egemenlerin, halkın sesine, başka noktalardan gelse bile, kulak vermesi de, duyduklarına ses vermesi de egemence oluyor.
Şimdi bu noktadayız. Şimdi parantez açıp, döneceğim dediğim noktaya burada dönmek istiyorum; evet, burada paylaşılan yazıya gönderdiği yorumunda, “AKP nin ülkeyi soyduğundan” söz eden, Nabi Yağcı’ya "İleri Demokrasi" lafzı üzerinden gönderme yapan, Çetin Sevinç, bu süreç devam ederken ortaya koyduğum eleştiriler ve tespitler üzerine, bir cadı avı misli, bir şeytan taşlama misli üzerime gelerek, eleştirmekten çok, tarihe not düşmek üzere, tarih önünde mahkûm ettiğim ve bu çerçevede hâlâ sol içinde kalarak direnme sorumluluğu taşıyanları uyarma görevini yerine getirerek teşhir ettiğim sahte sol gömlekli tarihin kara lekelerine kalkan olanların korosuna katılmış ve uyarılarımı dikkate alacağına, eleştirilerim üzerine düşüneceğine, hakaret nakaratlarının peşine takılarak, kendi hakaretlerini sarf etmeyi hüner saymıştır. O kadar öyle ki, benimle birlikte aynı eleştirileri ortaya koyanlar yanında, dediklerime onay verdiğini ifade edenlere ki, bir kaç kişidir, "çakal" demeyi hafif bularak, belki tekellere bile göstermediği kinini kusmuş, şahsıma uygulanan sansüre alkış tutmayı borç bilmişti. Dün Ergenekon soruşturması çerçevesinde gözaltına alınan Fethullahçı örgütlenmeye dikkat çektiğinin söylendiği kitabın yazarın haykırdığı gibi, Nabi’ye dokunan yanıyordu. Nabi’yi eleştiren, onun gerçek yüzünü deşifre eden ya sansüre uğruyor, ya da iletişim grubundan atılıyordu. Beni ise süresiz olarak sansürlediler ve artık ölüm ilanı bile versem iletişim grubunda yayınlayacaklarını sanmıyorum. “Ve şimdi, Çetin beyin, gerçeklerden oldukça uzak bir mesafeden koşarak, yaşamın yeşil ağacından dökülen gerçeklere sahip çıkmaya çalışması, gözlerimi yaşarttı. Ve benim, bu göz pınarlarıma yaşların doluşması, Çetin Sevinç gibilerin gerçeklere gerçekten sahip çıkmak için depara kalktıklarını düşündüğüm için değil, bir süre önce "Ahmaklık ile sahtekârlık arasındaki çizginin kaybolduğuna" yaptığım vurguyu hatırladığım ve yaşamın yeşil ağacından önümüze dökülenlerin beni ne kadar çabuk doğruladığını gördüğüm içindir. Keşke beni şeytan taşlar gibi taşlayanlar haklı çıksaydı da, keşke gerçekten bu olanlar ileri demokrasiyi getirseydi de, ben haklı çıkmasaydım. Ama bir “gerçek mi – yanlış mı” totosu ya da lotosu oynamıyorduk. Gerçekler üzerimize üzerimize gelip,”aklınızı başınıza toplayın” diye bağırdığı halde, bu gerçekleri en sıradan insanın bile görmesi mümkün olduğu halde, kendisini toplumun düşünsel olarak en ilerisinde gösterenlerin, hatta bunun için politika akademilerinde eğitime tabi tutulmuş olanların bu gerçekleri görmemesi ahmaklıktan, kendilerini gösterdikleri noktadan uzak olmalarından değilse, sahtekârlıklarından idi. O nedenle ahmaklıkla, sahtekârlığın artık aynı çizgide çakıştığını ilan etmek yerinde idi ve bu bana düşmüştü. Şimdi ahmaklıktan, sıyrılarak, sahtekârlık gömleğini üzerinden atmaya çalışmakla bu göz pınarlarımı dolduran yaşlar durdurulamayacağı gibi, sahtekârlıktan kurtulmak da mümkün değildir.
Soyut mu oldu? Dediklerimin içini daha da doldurmak için örnek çoktur, ben daha öncesini saymıyorum, 2007 seçimlerinin hemen öncesinde Nabi Yağcıların, derin internet örgütlenmeleri ile hareket halinde tuttuğu AKP yandaşlığına ya da AKP nin 12 Eylül faşist rejiminin konuşlanması gereken son noktaya doğru toplumu ve rejimi götürebilmesini kolaylaştırmak üzere sürdürdüğü AKP danışmanlığına ve AKP yi sol tonda gösterme çabasını, en kolay biçimde sol hamle olarak sol kitleye yutturmak için Müritlerinden oluşturduğu dinamiğe dikkat çekmem oldukça ses getirmiş ve Nabi Yağcı gillerin üzerindeki yaldız dökülmeye başlamıştı. İşte o zamana kadar,"sen kimsin, sen TKP nin genel sekreteri olan Nabi Yağcı’nın dengi misin ki, onunla aşık atıyor, onu eleştirmeye ( daha doğrusu ona hakaret etmeye )cüret ediyorsun, seni Nabi Yağcı, bir kâğıt gibi buruşturup çöpe atar, seni ruh hastası seni, sana kim inanır..." misli çocuk azarlar gibi çıkışılırken, Nabilerin yaldızının dökülmeye başlamasına, soruların ortaya çıkmasına paralel olarak, haddimi bildirmek için, TKP nin en tepesindekiler kolları sıvamıştı. Ve onlardan bir tanesi de Erdal Talu idi. Erdal Talu’nun da, dönekliğini acıklı bir tonda anlattığına ,"dönerken ne acılar çektik" yollu günah çıkartmasına değinmiştim. Ayrıca, kendisinin nasıl bir çat kapı operasyonu ile partilendiğine ve o meyanda, hazır bunun için kapı çalınmışken, eşinin de aradan çıkartılıp, partiye kaydedilmesine dikkat çekmiştim ve dahası kendisinin çok kısa zamanda partinin en politik bürosuna koopte edildiğini de duyurmuştum. Üstüne üstlük, bu kooptasyonun sevincini ailecek içkili bir akşamsefasında kutladıklarını da ağızlarından kaçırdıkları arşivlerdedir. Böyle deneyimli, bilgili, politik ve de özveri ile işçi sınıfının önderliği için çabalayan kişiler, sapla samanı karıştırıyor, AKP gibi, vizyonu da, politik yapısı yanında, ideolojik yapısı da belli olan bir partiyi, önce yoldaşlarına, sonra da emekçi halka sol tonda takdim edebiliyor, bu işin, yani sol göstermenin, bir şeytan işi olduğunu, bilerek, isteyerek ve tekellere hizmet için yapıldığını işaret edenleri de şeytan taşlar gibi taşlayabiliyor, taşlanmasını işaret edebiliyordu. Bunu yaparken de, Nabi Yağcının dediklerine karşı eleştirileri bir hakaret ya da, olmayacak yerde dile getirmek olarak lanse etmeye çalışıyordu. Yani benim dediklerimi ola ki okuyanlar, ‘öz’den uzaklaştırılıyor, dikkatleri başka yere, mesela “Nabi Yağcı, dediklerini başka yerde diyor ise, neden eleştirisi, hem de hakaret edilerek burada yapılıyor, burası yeri değildir” misli akıl şaşırtıyorlardı. Öyleyse ahmaklık uzak kalıyor, sahtekârlık ise tıpatıp uyuyordu. Buna karşın ahmaklıkta diretmek ise, sahtekârlığı gizlemenin bir aracı oluyordu. İşte ben bunları da gözler önüne sererek onca cümle kurarken, Çetin bey, benim cadılığıma, şeytani varlığıma tahammülsüzlüğünü göstermeyi bir borç biliyordu. Şimdi ise, benim uzun zamandır işaret ettiğim noktaları görmüş olmanın sevincini taşıyormuş gibi, bu gerçeklere onca uzak kaldığı mesafeden depara kalkarak, öne geçmeye, gerçeklere sahip çıkmaya çalışmaktadır ki bu beni sevindirmiyor, aksine, ziyadesiyle gözyaşlarına boğmaktadır. Ve sen kimi kandırıyorsun demeyi ihmal etmek istemiyorum. Çünkü hem yaşam tarafından doğrulanıyorum ki bu cehenneme çok az kaldı demektir, hem de, içinde benim de olduğum, birkaç şeytan bu günlere işaret ederken, onları şeytan taşlar gibi taşlayanlar, birkaç kelime ile bile olsa nedamet getirmeden, gerçekliğin çırılçıplak ortada olduğu bir zamanda, gerçeklere sahip çıkmayı uyanıklık saymaktadır.

Referandum sürecinde, “BOYKOT” cephesini eleştirmek ve doğru tutumun, referandum oyununu bozmanın, sandıktan “HAYIR” iradesini çıkartmak için mücadele etmek olduğunu göstermek üzere yazdığım yazılardan birinde, “…Sorosculuğa ve cemaat bağlantılı kapitalizme devşirilen solcuların, yıkılan sosyalizm ağaçlarını köklerinden de sökmek üzere, geleneksel devrimci anlamının üzerinden de atlayarak, bir laboratuar sloganı olarak öne sürdükleri “BOYKOT”, “EVET” in öteki yüzüdür. “ diyordum ve “Aksini düşünen ve benim bu dediklerimi hakaret olarak nitelendirenlerin, “BOYKOT”un devrimci bir tutum olduğuna inananların, öfkelenmek için acele etmemelerini önererek”, “referandum sonrası açığa çıkacak olan gerçekliklerin, önümüze birçok turnusolü ardı ardına dökeceğine” işaret ediyordum.

AKP nin anayasa paketini, sanki 12 Eylül faşist darbesine bir başkaldırı imiş gibi gösterenlerle referandumun, egemen sınıfların kendi aralarındaki tepişme olduğunu göstererek “BOYKOT”u işaret edenlerin, gerçekte tekellere,12 Eylül rejimine ve elbette AKP nin referandum oyununa hizmet ettiklerini ısrarla anlatmaya çalıştığım yazılarımda, sonuç niyetine, “Referandum oyununun, işçi sınıfı ve emekçi halklar için bir ölüm kalım meselesi olduğunu “vurgularken, hep bu günleri önceden görmüş oluyordum.

Dediklerimin içini daha da doldurmak üzere, Ergenekonun derinliğinden söz edenlere ve AKP nin anayasa paketinin kabul edilmesiyle,12 Eylül ile hesaplaşılacağından dem vuranlara, Çiller’i hatırlatarak, burjuva devletin devamlılığından, dolayısıyla 12 Eylül rejiminin devamlılığından söz ederek, Çiller’in de, nasıl ki, ilk ürün Özal ise, aynı devamlılık içersinde ve aynı 12 Eylül darbesi türü bir dinamikle icat edilen bir başbakan olduğuna ve Kürtlere en acımasız saldırıyı yürüten ekibin de başı olduğuna dolayısıyla ve ayrıca, bu ekiple beraber, faili meçhullerin tam merkezinde yer aldığına ve de bunun, devletin devamlılığı içersindeki bir devlet politikası olduğuna dikkat çekiyordum.

Yani gerçekliğin, burjuva devletin bir devamlılık içinde olduğunu işaret ettiğini hatırlatarak; “Bu devamlılık, daha önce nasıl ki, Çiller’i icat etmiştir, ya da Ecevit’i tasfiye etmek için, Bahçeli’nin mızıkçılığını ortaya koymuştur, hatta Ecevit’in en sadık yardımcısını oyuna çekmiştir, ya da Erbakan’ı tasfiye etmek için irtica ile mücadele kapsamında 28 Şubatı manipüle etmiştir, en sonunda ve son noktayı koymak üzere, AKP yi ve Erdoğanı icat etmiştir.” Diyordum. Fakat şimdi çırılçıplak gerçekliklere sahip çıkma yarışında olanlar, bu dediklerimi deli saçması olarak dinliyorlar, belki de dinlemeden çöpe atıyorlardı.

Bir başka yazımda,
“İşçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları ile sosyalist iktidar mücadelesinin çıkarlarının mümkün olduğunca tam bir politik özgürlüğe, dolayısıyla bugün 12 Eylül rejiminin dayattığı ve adım adım ilerlediği faşist sivil diktatörlük yerine, demokratik bir cumhuriyetin varlığına ihtiyaç duymakta olduğuna” işaret ederek,

Diğer yandan, “…demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının ise, az ya da çok belli bir devrimci yükseliş ile ve halkın buna katılım isteğinin kendini göstermesi ile bağlı olduğunu; Yani emekçi halkın parlamentoya ve onun çıkardığı yasalara karşı kendi dolaysız çıkarları açısından inancının zayıflatılmış olması ile de bağlı olduğunu” da ekliyordum Bununla yetinmiyordum ve ayrıca “ 12 Eylül rejiminin 30 yıldır ortaya koyduğu parlamentarizm oyununda, emekçi halkın, cılız da olsa, bu oyunlardan kendisi için bir şey çıkacağına inanmadığını “ söylemeyi de ihmal etmiyordum. Ve “bu cılız inançsızlığa bile orantılı olabilecek bir devrimci yükselişin söz konusu olmadığını” açıklıkla ifade ediyordum.

“Diğer yandan, Kürt coğrafyasındaki ulusal sorun çerçevesinde kendini gösteren hareketlenme de, çok karmaşık, hatta kafaları karıştıran yanı ağır basan ve devrimci yükselişi ya da bu yükselişe inancı yükseltecek dinamiği içinde taşıyan bir karaktere sahip görünmemektedir. Çünkü bu sorun, yasalar yoluyla ve Emperyalizmin verdiği kadarıyla, çözdüğü kadarıyla ve daha çok da emperyalizmin ve onunla entegre olmuş yerli tekellerin ve onlarla işbirliği içindeki Kürt egemenlerinin, ağasının, beyinin, tarikat şeyhinin ve elbette burjuvazisinin çıkarları çerçevesinde çözülme noktasındadır. Halkın devrimci katılımını örgütleyecek ve bütünün devrimci yükselişini hareketlendirecek ve kendini ona bağlayacak bir dinamik içinde olduğunun işaretleri yoktur.” ve “ Hareketin hem devrimci bir yönelişini sağlayacak ve hem de bunu Türkiye’nin bütününde yükselecek bir işçi hareketine, devrimci harekete evirecek güçlü bir politik sınıf örgütlenmesinden de söz etmek mümkün değildir.”dedikten sonra ; “ Ama öte yandan, AKP nin 12 Eylül rejiminden ve ABD-AB emperyalizminden aldığı güçle minimum boyutta bir demokratikliğe bile tahammülsüzlükle burjuvazinin kendi koyduğu hukuk kurallarını da ortadan kaldırmasına ve gerici, dinci bir sivil diktatörlük kurarak var olan burjuva cumhuriyetini ortadan kaldırmasına karşı, bu cumhuriyeti savunma noktasında yükselen ve özünde düzen sınırları içinde seyreden ve hatta üst düzeyde iki büyük sermaye gücünün çatışması gibi görülen bir hareketlilik vardır” diyerek, yeni 12 Eylül anayasa paketine rejimin ve elbette AKP nin, neden ihtiyaç duyduğuna açıklık getirmeye çalışıyordum.
Açıklık,” Bu hareketliliğin akış yönünün, AKP’nin, özellikle 12 Eylül Anayasasını daha da güçlendirerek, burjuva hukukunun en önemli dayanak noktası olan, kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, otokratik bir cumhuriyete geri dönmenin sinyallerini verecek şekilde kendini göstermesinde” idi ve göstermek bana düşüyordu.
“ AKP, 12 Eylül anayasasının, bazı maddelerini, bazı başka maddelerle yer yer süsleyip, yer yer kafa karıştıracak düzeltmeler yaparak, diktatörlüğe ve Osmanik bir ortaçağ düzenine geçişi kolaylaştıracak biçimde değiştirip, gizleme içerikli bir paketi, bir oldubitti ile kabul ettirmeye çalışmaktadır.” Şeklindeki ifadelerimle de açıklığa biraz daha açıklık sağlamaya çalışıyordum.
Böylece, AKP nezdinde yürütülen ve özünde Emperyalist burjuvazinin ve yerli tekellerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere, hem ekonomik anlamdaki ve hem de politik anlamdaki saldırısını açığa çıkarmış oluyordum.
Bu saldırının nihai olarak başarı kazanabilmesi için ise yani işçi sınıfının ve emekçi halkların, sendikal ve politik mücadele araçlarından yoksun bırakılıp, köle düzeyinde çalıştırılmaya mahkûm edilmesine sessiz sedasız ve kalıcı olarak boyun eğmesinin sağlanması için ise- Tekellerin düzeni olsa da- hâlâ kapitalist bir cumhuriyet olan TC nin çözülüp, ulus-devlet yapısının bozulup, sınırlarının ortadan kaldırmasının gerektiğine işaret ediyordum.
Ve tabii bunun için de, referandumdan yeni 12 Eylül anayasa paketine “EVET” oyu çıkmalı idi. Bu, bundan sonra, halka gerek kalmadan, parlamento aritmetiği içerisinde kotarılacak olan, Osmanik-İslamik–faşist feodal düzenin anayasası için bir anahtar anlamında idi.
Ve sonuçta bu anahtar ,% 58 lik bir oy ile AKP nin eline geçmiş oldu. HSYK – ANAYASA MAHKEMESİ derken, sıra YARGITAYA ve DANIŞTAYA geldi. Hepsi bir bir istenilen yeni yapılarına kavuştu. Şimdi hepsi birer anahtardır.
Şimdi Nabi Yağcıların ve müritlerinin zil takıp oynadıklarına ve “ileri demokrasi” derken, suratlarında, bütün düzenle akraba olan sahtekâr solcuların suratlarında yerleştiği gibi, çanaklarına dolacak kırıntıların hayalinin gülümsemesinin yerleştiğine inanabiliriz. Ancak bu gülümseme, o kadar kolay olmamıştır Gülümsemeye giden yolda, Nabi Yağcılara gençlerin protesto için fırlattığı tuvalet kâğıtları var. Nabi Yağcılar ve Müritleri ki içlerinde Çetin Sevinç beyin ,”özgür komünist” unvanlı akrabaları da var, referandumdan İleri Demokrasi çıktığına inanmışlar ve daha çok da inandırmaya çalışmışlardır. Ama tuvalet kâğıtlarından bir faşizm çıkarabilmişler, bunu telin etmek için de, bütün suç ortaklarına, tarihin bütün kara lekelerine çağrı ile bir imza kampanyası tertiplemişlerdir. İmzaları ve tertipleri tarihe not edilmiştir.

Bu dediklerimin, kendime güzelleme yapmak için olmadığını belirtmeye gerek görmemekle birlikte belirtmiş olmaktan kurtulamıyorum. Ancak, bu dediklerime neden gerek olduğunu açıklamam da gereklidir. Evet, bu dediklerim ne kadar haklı çıktığımla övünmek için değildir, ama hepimizin kendi aklımızla ve bu aklımızın süzgecinden geçirdiğimiz bilgilerle ve elbette hâlâ en ileri ve doğru teori olan Marksist-Leninist teori ile baktığımızda, her zaman haklı çıkmamızın kuvvetle muhtemel olacağına ve çıkardığımız sonuçların renginin, yaşam ağacının yansıttıklarının rengine yakın olacağına dikkat çekmek içindir. Yani ben ne Nabi’den, ne Sevinç beyden, ne de diğerlerinden daha zeki değilim, ancak aklımı, hâlâ en doğru ve en ileri teori olan ve kısa bir süre önce, Çetin beyin, ben tartışırken hep kalkan olduğu ve ondan fazla bana kin kustuğu akrabası Alçınkaya’nın, hakkında konuşulmasına “Ciyaklamak “ tabirini uygun bulduğu Marksizm-Leninizm’le yüklemeyi ihmal etmiyorum. Haliyle de, bu teoriden uzaklaşmaya hüküm giymiş olanların tepkisini çekiyorum. Durum bundan ibarettir ve yaşam ağacının, önceden gösterdiğimiz daha nice gerçeklikleri bütün çıplaklığı ile gözler önüne sereceğini hatırlatarak bitiriyorum.

Ve dileğim, dediklerimi okuma zahmetine katlanan arkadaşlarımın, üslubuma takılı kalmamalarıdır. Bunun için, sık sık yinelediğim bazı vurguları tekrarlamak istiyorum.

Evet, her ne yazarsam ve nerede yazarsam yazayım, ya da konuşayım, dediklerim, sosyalist iktidar yürüyüşüne, içimizdeki veya yakınımdaki arkadaşlarımı aynı sorumluluğu yerine getirmek üzere çağırarak ve önüme çıkanlarla kavga etmeye hazır olarak başladığımı anlatmak içindir. Üslubumu şekillendiren budur.

Dediklerimde sosyalizme açlık duyanların öfke yüklü iddiası olduğu için, bu, üslubuma da yansımaktadır.
Dediklerim oldukça iddialıdır ve sosyalizme olan inancımla bu inancımdaki kararlılığım ve geleceğe olan güvenim bu iddiaya yansıdığı için, üslubum da bundan bu şekilde payını almaktadır.
Sosyalizme olan inançta alçak gönüllü olunamayacağına inandığım için üslubumda da, bu inancımdan bir indirime gidemiyorum. Yani üslubumun alçak gönüllülükten uzak kalan sertliğinin muhatabı benimle aynı sorumluluğu taşıyan arkadaşlarım değildir.

Burjuvaziye olan hıncımın, sınıf kinimin yansıması, üslubumu sert yapan etmenlerin başında gelmektedir.

Burjuvaziden ümidini kesmemiş olanların, burjuva düzenini benimsetmesine duyduğumuz tiksintinin yansıdığı üslubum, arkadaşlarımı neden rahatsız etsin ki; Bu kinden, bu tiksintiden vazgeçmenin, bu noktada alçak gönüllü olmanın, burjuvaziye teslim olmak demek olduğunun bilincine, benimle aynı sorumluluğu taşıyan bütün arkadaşlarımın sahip olduğuna inanıyorum.

Eğer, sosyalist iktidar perspektifi taşıyor isek, bunun üslubumuza da yansıması kadar doğal ne olabilir ki; Biz, bu perspektifle yüklü üslubumuzla, kavgasız iktidar olunamayacağına olan inancımızı yansıtıyoruz. Ancak bu kararlılıkla bilinç taşıyanları sosyalizm aşkına, sosyalizm aşkından yerinde duramayanları bilince kavuşturabileceğimize inanıyoruz. Ve ancak böyle bir üslup ile Ekim devrimine saygı duyanı, Sovyet sosyalizmine bağlı olanı, devrime ve iktidara inandırmanın mümkün olacağına inanıyoruz.
Saygı ve sevgilerimle

Fikret Uzun

5 Mart 2011

Hiç yorum yok: