“Marksizm, olayların nesnel durumunun
ve evrimin nesnel çizgisinin tahlilindeki eksiksiz bilimsel soğukkanlılık ile
yığınların ve aynı zamanda, kuşkusuz, şu ya da bu sınıfı bulup ilişki kurmayı
başarabilen bireylerin, grupların, örgütlerin ve partilerin devrimci, yaratıcı
dehalarının ve devrimci inisiyatiflerinin öneminin en kesin kabulünü olağanüstü
biçimde birleştirmesiyle, bütün öteki sosyalist kuramlardan ayrılır” (Lenin,
Marx, Engels, Marxizm- Boykota Karşı Bir Sosyal-demokrat Yayıncının Notları)
“Burjuvazi, kitlesel olarak, dar,
egoist çıkarları yerine getirilir getirilmez; tutarlı demokrasiden 'ricat'eder
etmez, karşı devrime, otokrasiye yönelecek ve devrime ve halka karşı
çıkacaktır.”( Lenin, İki Taktik)
"Kimse korkmasın, 12 Eylül
sabahı sandıktan 'evet' de çıksa 'hayır' da çıksa ezilenleri korumak için
boykotçular olacaktır. 12 Eylülde gelecek anayasaya karşı Türkiye
Cumhuriyeti'nin teminatı olarak BOYKOT cephesi dimdik duracaktır. Savaşlara,
ölümlere, statükocu hırsızlara, evetçilere, hayırcılara 'dur' diyoruz"(
BDP Eş Başkanı S. Demirtaş, 05 Eylül 2010- http://t24.com.tr/haber/bdp-referandum-icin-son-kararini-acikladi,96396)
"Neredeyse sonucu tayin edecek
bir düzeye gelindiği açık ortadadır. Eğer biz şu anda savunma savaşını etkili
bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir. Bizim
eylemsizliği ilan etmemiz bir denge oluşturmuş durumdadır. Aynı zamanda bu
AKP’nin eğer varsa bir samimiyeti adım atmasının koşullarını yaratmıştır. Biz
referandumun sakin demokratik bir ortamda gelişmesini istiyoruz. Bizim
eylemsizlik kararımız da buna imkân sunuyor. Bazı çevrelerin referandum
sürecini etkilemek için eylemleri başlattığımız biçimindeki tespitleri doğru
değildir. Bizim eylemsizliği ilan etmemizle bu tür çevrelerin tespitlerinin
yanlışlığı ispatlanmıştır." ( KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat
Karayılan’ın ANF'ye verdiği röportajdan, soL-Haber Merkezi)
"Büyük baskılar, hileler,
şantajlar ve tehditlerle Meclisten geçirilerek referanduma sunulmak istenen bu
‘Anayasa’ paketine karşı tüm siyasi partileri, milletvekillerini, sivil toplum
örgütlerini ve tüm Halkımızı; demokrasimize, kardeşliğimize, birliğimize ve
barışımıza zarar verecek, demokratik olmayan bu Anayasa paketine, karşı çıkmaya
ve bundan sonraki süreçte HAYIR demeye çağırıyoruz.”( DTK, 19.01.2017 -https://www.sosyalistforum2.net/showthread.php?t=81068
)
“BOYKOT” cinliği üzerine de, “BOYKOT” a Marxist
yaklaşım üzerine de ve elbette Marxizm-Leninizm üzerine de, hatta
Marxizm-Leninizmin ümitsiz vaka durumundaki düşmanları üzerine de uzun uzadıya
konuşmayacağım; yukarda aktardığım tarih sayfalarına kaydedilmiş ifadeler
yeterince açıklayıcıdır ve belli ki, bu “BOYKOT” cinliğinin bugünlerde pek
albenisi yoktur.
Ayrıca, bu konuda, 2010 referandum
tartışmaları sırasında “BOYKOT” üzerine yazdıklarım bugün de geçerlidir ve
üstelik bugün taşıdığı turnusol niteliği ile daha da öğreticidir ve linkleri
aşağıdadır.
Diğer yandan, “BOYKOT”cinliğinin dün
olduğu gibi bugün de, bir anomali olduğunu düşünüyorum; başka ifadeyle,
gerçeklerden ve doğru yoldan kaçmaya mahkûm olanların, bunu örterek kaçmaya devam
edebilmesi için uydurduğu, iler tutar yanı olmayan bir bahane olduğunu
düşünüyorum.
Ayrıca, 12 Eylül 2010 referandumunda
aynı bahane ile icat edilen ya da keşfedilen “BOYKOT” cinliklerinin, (köylü
kurnazlığı da diyebiliriz) bugün, akıl ve mantığımız bir yana, bütün duyu
organlarımızla da hissediyor olduğumuz defacto hüküm süren 12 Eylül faşizminin dinci-gerici, osmanik-islamik
temelde konuşlanmasında önemli katkısı olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla, bu katkıyı hiç
ikircimsiz sunanların, bugün “faşizme” ya da “diktatörlüğe karşı HAYIR” çağrısı
yaparken, bir nedamet ve ders çıkarma emaresi gösterdiklerini göremiyoruz ki;
dün “BOYKOT” cinliklerinin bugünkü “HAYIR” çağrılarına çelme takması ve
“HAYIR” çağrılarını ciddiye alma katsayısını düşük tutması için kendi
içlerindeki cingöz unsurların hareket halinde ya da görev başında olduğunu da
unutmayacağımız açıktır!
Bu yüzden, yukarda linklerini verdiğim mektuplarda
yeterince açık ifadelerle “HAYIR” ın belirleyici önemini ve “düzen içi bir
yaklaşım” olmadığını açıklamış olsam da, dejure bir diktatörlüğün hızlı
adımlarla koşan ayak seslerinin ifadesi olan 18 maddelik anayasa değişikliği
tasarısına “HAYIR” demenin belirleyici önemini ve “HAYIR” yaklaşımının
neden düzen içi bir yaklaşım olmadığını; hatta “HAYIR” iradesine çelme takmak
demek olan “BOYKOT” yaklaşımın da,“EVET” yaklaşımı gibi, dejure bir şekle
şemale sokulmak istenen din tabanlı faşizme onay vermek olacağını, tekraren
hatırlamak bugün çok daha yakıcı önemdedir!
Öyleyse, öncelikle faşizmin,
emperyalizm ve onun korkusunun bir ürünü olduğunun ve sosyalizme karşı olan
emperyalizmin bütün karakterini taşıyan bir olgu olarak ortaya çıktığının
altını çizip faşizme bir giriş yaparak başlıyorum.
Faşizm, işçi sınıfının, sosyalist
devrim arifesindeki koşulların olgun olduğu gücü taşımasına rağmen, bölünmüş ve
burjuva sınırlarından çıkamamış, sosyal- demokrasinin etkisinde kalmış olduğu
bir dönemde iktidara gelmiştir ki bu dönem, kapitalizmin en zayıf olduğu
dönemdir.
Faşizm, bütün bir kapitalist
sistemden bağımsız olarak herhangi bir ülkedeki krizi aşmak ya da “en” hırslı
kapitalist unsurların egemenliğini bütün rakipleri karşısında pekiştirmek için
değil, direkt dünya sosyalizmine yönelik ve bütün bir kapitalist sisteme, emperyalizme
bağlı olarak baş göstermiş bir olgudur; başlangıçta açık, kanlı ve zorba
olması, taşıdığı korkuyu üzerinden atmak ve sosyalizme karşı emperyalizmin her
bakımdan üstün olduğunu ve de sosyalizmin bu koşullarda yaşayamayacağını
göstermek, bunun için mücadele birliği oluşturmak, ideolojisini geliştirmek
içindir.
Sonuçta, genel olarak emperyalizm,
özel olarak da ABD emperyalizminin hegemonyası arttığı ölçüde, sosyalizm
zincirinin birbirine bağlanan halkaları da artmış olsa, bu halkaların, en
azından düşüncede, kapitalizmle bulaşıklığının kapısı da açılmıştır;
dolayısıyla faşizm amacına önemli oranda ulaşmıştır!
Bu verileri üst üste koyduğumuzda bugünkü faşizmi
çözümlememiz yine de eksik kalabilir; fakat bu haliyle bile, faşizme karşı
mücadelenin, en başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçilerin ve genel olarak
faşizme karşı nesnel ve öznel olarak karşı olan tüm sınıf ve katmanların en
geniş, tabandan birliğini sağlayarak ve yan yollara sapmadan, bütün yolları,
sosyalist iktidar hedefini de, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları
için kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkını da dışlamayan, laik, ilerici,
devrimci, demokratik, halkçı bir cumhuriyet için mücadele yoluna bağlayarak
yürütülmesi gerektiği sonucunu çıkartmamıza yeteceğine inanıyorum.
Diğer taraftan, sosyalizm tehlikesinin ve korkusunun
yükselmesi durumunda emperyalizmin başvuracağı tek silahın eninde sonunda
faşizm olduğunu, dolayısıyla bu nedenle yıllardır faşizmi sessizce
yerleştirdiğini ve buna rağmen, bu tehlikenin, dolayısıyla korkusunun
bastırılamaması durumunda, bu karakterini, yani yerleştirdiği faşizmin
şiddetini açığa çıkartarak ama bu kez küresel ölçekte göstermek isteyebileceği
sonucu üzerinde düşünmemiz gerektiğini de ortaya koyduğunu düşünmek
durumundayız.
Öyleyse, her zaman olduğu gibi,
şimdiki faşist dalganın da emperyalizmin, tüm kapitalist sistemin sağlamlığının
değil, zayıflığının bir sonucu olduğunu; faşizmin, karakteristik bir çöküş
göstergesi, kapitalist ekonominin ilerleyen çözülmesinin bir ifadesi ve burjuva
devletin yozlaşması olduğunu, aklımızda tutmak gerekmektedir!
Emperyalizme ve kapitalizme karşı verilen mücadeleden
ayrı olmayan faşizme karşı mücadeleyi yürütürken, işçi ve emekçi kitlelerin
bölünmüşlüğünün, faşizme karşı savaşımdan geri durmasının önünün alınması,
ancak ve ancak, emperyalizmi doğru çözümleyip anlayarak mücadele ederken,
oportünizmle, reformizmle, sol gömlekli, yeni mürteci neo liberal sahtekârlarla
yani Marksizm’in içine burjuva ideolojisini yerleştirmeye ve sınıf bilinci
yerine tarikat bilincini oturtmaya çalışan ideologlarla da aynı tonda ve
kararlılıkta mücadele edilmesiyle mümkün olabilir.
Bu bize Lenin’in bıraktığı en önemli
savaşım mirasıdır.
Feodalizmi tasfiye ederek ve bunun
için işçi sınıfına dayanarak, iktidarı ele alma aşamasında “ilerici” olan, en
azından ilericiliğin önüne set çekmeyen burjuvazi, iktidarı ele aldıktan sonra
bundan vazgeçmiş ama iktidarını pekiştirene, ekonomik temellerini oturtana
kadar kısmen bu “ilericiliğini” korumuş ve karşıtlarına hayat hakkı yanında,
eleştiri hakkı, hatta bir yere kadar ve güç dengesi bağlamında karşı çıkma,
direnme ve örgütlenme hakkı da tanımıştır.
Bu, burjuva demokrasisi (buna işçi
sınıfı da katılmıştır) ve rekabetçi kapitalizm döneminin ta kendisidir.
Fakat iktidarı alır almaz ilericiliğinden
vazgeçen burjuvazi, tekeller döneminde, bu döneme yerleşmek için geçirdiği
yolda nesnel olarak hazırladığı karşıtlarından yansıyan bu yeni dönemin
önündeki nesnelliğin olduğu kadar, bu nesnellikten yükselen öznelliğin de engel
olma durumunu taşıyamaz ve bu durumu ortadan kaldırmak ister.
Burjuva demokratik
devrimlerin, yönetenler arasında bir başkaldırı ve çekişme ile başlaması, bunu
bir patlamanın izlemesi, Engels’in sözleriyle, hasat için olgunlaşmış burjuva kazanımlarını elde
etmek için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa’da ve 1848 tarihinde
Almanya’da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülme
zorunluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.
Engels,“işte böyle,
ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine zorunlu olarak burjuvazinin tutabileceği
noktanın da gerisine giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor” derken, burjuva
demokratik devrimin, hem ileriye doğru, hem de geriye doğru kendisini aştığını
anlatıyordu. Burjuvazi, alanı zapt etmek için önce ileriye uzanıyor;
arkasından, tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekiliyor.
Buradan hareketle 27
Mayıs’ın Türkiye’de demokratik devrimin son halkası olduğunu söyleyebiliyoruz.
CIA ajanı George
Haris,” 1960 Darbesi’nin, Türkiye’nin gelişmesinde keskin bir dönüşe işaret
etmese de, yaşama damgasını vuracak olan güçlü solcu güçleri boşandırdığını “
söylüyor ki, bunun doğru olduğu tarih sayfalarında kayıtlıdır!
Bu, sosyalizm
çağında demokratik devrimlerin, en büyük düşmanlığı sola karşı yaptığı yönlü
saptamayı da doğruluyor.
12 Eylül ise, Türkiye’de Kemalizm’in
en son aşaması ve Kemalizm’i sona erdiren sola karşı düşmanlığı yükselten
sürecin başlangıcıdır. 12 Eylül, Türkiye’yi, tarihinin ve tarihin geri aşamalarına
zorla geri çekme girişimidir. Dolayısıyla 27 Mayıs’a karşıdır ve bütün
kurumlarıyla 27Mayıs’ın kazanımlarını kökünden kazıma operasyonu olarak ortaya
çıkmıştır.
Bu, emperyalist olamamış, emperyalizme bağımlı ama
bütünüyle entegre olamamış, bir tekelci aşamadır.
Burada egemen olan tekelci sermayedir. Ve dışında
kalan bütün kapitalist unsurları da kendine tabi kılmıştır. Bu egemen sınıfın
siyasal üst yapısı, öncekinin aksine, yani bir yere kadar izin verdiği
demokrasiye tümüyle karşı olan bir siyasal gericiliktir.
Bu gericilik, daha bu aşamaya giden
yol üzerinde üst yapı olarak, hukuk yapısı olarak hazırlanmış, geriye,
yerleştirilmesi ve kabul ettirilmesi kalmıştır.
Önceki aşamada serbest rekabete denk
düşen demokrasi ve onunla birlikte hukuk yapısı, tekelci aşamaya dar
gelmektedir. Ve tekelci düzenin demokrasiyi sıfır noktasına indirmesi,
karakterini kabul ettirmesi bakımından gereklidir. Çünkü tekelci düzende,
rekabetçi kapitalizm döneminde gerekli olan ve bir üst aşamasına giden yolda
kullanılan etken, yani demokrasi, artık kapitalizmin korunması yönünde bir
engel halindedir.
Ve başlangıcından itibaren, bütün
siyasal kurumlarında kapitalizmin, gelişmesine yardımcı olan bu etkenden, yani
demokrasiden kurtulma ve gericiliğe dönüşme eğilimi nesnel olarak vardır.
Bunu sağlayabilmek, bu eğilimi gerçek
haline döndürmek, önceki aşamanın engel olma etkenliğinden sıçramalı olarak
kurtulmakla ve sonrasında, bu eğilimi aynı sıçramalara gerek olmayacak şekilde
yerleştirmekle mümkündür.
İşte faşizm burada beliriyor.
12 Eylül faşist diktatörlüğü de
burada belirmiştir ve hâlâ kurtulamadığımız çok açıktır!
Yani tarih 12 Eylülden beri bir türlü ilerlemiyor,
tarih hâlâ, konuşlanmasını sürdürerek ilerleyen 12 Eylül faşizmi üzerinde
duruyor; kim bilir kaç kez anayasa değişikliği yapsa da ve hepsini “demokrasi”
adına yapsa da faşizm, faşist 12 Eylül rejimi, olduğu yerde duruyor ve
kendisini daha da fazla konuşlandırıyor ki hepsi ve uzun zamandır, feodal
restorasyonun tamamlanması içindir; yani tarihin gerisinde, din tabanlı, faşist
bir feodal diktatörlük içindir; bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ı da
diyebiliriz!
Takvimlerdeki 12 Eylül sayfalarını ne
kadar parçalarsak parçalayalım, 12 Eylül bir yere gitmedi, gitmiyor ve hatta
hepimizi bir tepsi üzerinde tarihte bir zaman yolculuğu ile ortaçağın
gündoğumuna sürüklüyor olduğu gerçeği değişmiyor!
Ve karşısına, şölen misli ve
bir kültürler toplamı misli “demokrasi” den ve bir de “doğuştan gelen
haklar”dan, yani egemen sınıfların ezilen ve sömürülen sınıflara hiç kullandırmadığı
“ insan hakları”ndan başka bir şey konulamadığını; hatta bu işin de Avrupa
Birliğinden beklendiğini hepimiz biliyor, görüyoruz!
Oysa daha Hitler faşizmi sırasında, Hitler faşizmine
karşı mücadele eden Alman komünistleri faşizmin karşısına “demokrasi”yi değil,
yani Weimar Cumhuriyeti’ni değil, işçi ve emekçi cumhuriyetini koymuşlardır!
Çünkü diyalektiktir, ortaçağın gün doğumu varsa, tam
burada bir de aydınlığın gün doğumu vardır; faşizmin gündoğumunun dayatıldığı
yerde, halkçı, devrimci bir işçi ve emekçi cumhuriyetinin gündoğumu boylu
boyunca görülmeyi bekler; yani tehlikelerle fırsatlar aynı yerde kendini
gösterir ya da görülmesi için işaretler verir!
İşte bu işaretlerden biri, belki de
en önemlisi ve belirleyici bir özellik taşıyan, 16 Nisan 2017 Anayasa
Değişikliği Referandum’udur.
Yani bu referandum, tarihi 12 Eylül
üzerinde büsbütün çakılı bırakıp bütün kapıları, fırsatlara kapatarak ortaçağın
gündoğumuna da açabilir; bir türlü ilerlemeyen, hâlâ konuşlanmasını
güçlendirerek ilerleyen 12 Eylül üzerinde duran tarihi sıçratarak ilerletip,
bütün kapıları ortaçağın gün doğumuna kapatarak, aydınlığın gün doğumuna da
açabilir!
Aydınlığın gündoğumu, elbette ki
halkçı, devrimci bir işçi ve emekçi cumhuriyetinin gündoğumudur!
Yeter ki, 12 Eylül üzerinde takılı kalan tarihi,
tekeller tarafından kalıcı bir şekilde ahı kovulup, vahı bırakılan
“demokrasi”den medet umarak veya “buruvazinin iki kanadının kendi arasındaki
kavgadır, bizi enterese etmez” cingözlüğü ile bu tarihsel dönemeçte,
tehlikelerle birlikte ortaya çıkan ve tehlikelerin önündeki en önemli
engellerden biri olan tarihsel fırsatı bir kez daha tepmeyelim!
Geçmişteki tıpatıp bugünküne benzeyen fırsatların
tepilmesinden doğan dersleri doğru ve yerinde değerlendirip, öncelikle 12 Eylül
faşizminin dejure konuşlanmasını tamamlamasının önüne geçecek olan “HAYIR”
iradesinin tehlikelere davetiye çıkaran “EVET” ve “BOYKOT” iradelerine kurban
edilmesine izin vermeyelim!
Yeter ki, faşist 12 Eylül
diktatoryası bu toprakların ve halklarının üzerinde, bütün baskı ve zoru
ile duruyorken ve bu duruşunu perçinlemek için en son hamlesine
hazırlanıyorken, ondan hâlâ “demokrasi” beklenmesin, onun demokratikleşmeye
ikna edileceğine inanılmasın, inandırmaya çalışılmasın!
Yeter ki, yük görülen Marxizm bir yana, laisizmi, halkçılığı,
anti- emperyalizmi ve kendisini hâlâ ve daha sağlam konuşlandırmaya devam eden
12 Eylül faşizmine karşı Türk halkının mücadelesini emperyalistlere ve
işbirlikçilere verip kurtulmanın hesabı yapılmasın!
Yeter ki, Türkiye’nin
ilerici-devrimci güçleriyle, Kürt emekçi halkı ve siyasetinin arasını daha da
fazla açmak için hızla ve en uzak mesafeye koşmaktan medet umulmasın; başka
ifadeyle, yeter ki dümenler, uzunca bir süredir şefkatli “dost”luğun adresi
olarak görülen ABD emperyalizminin dümen suyuna doğru kırılmasın!
Faşizmin, demokrasiyle, 12 Eylül faşizmini
demokratikleştirilerek de, demokrasisi çoktan kovulmuş tekellerin cumhuriyeti
tamir edilerek de ve hatta “BOYKOT” edilerek de durdurulamayacağı,
yenilemeyeceği, ortadan kaldırılamayacağı çok açıktır!
Ve işte bu yüzden Türkiye’nin laik, halkçı, devrimci,
devrimci- demokrat, materyalist, sosyalist tüm ilerici güçleri, “BOYKOT” yaklaşımını deşifre ederek mahkûm edip,
hele ki bugünün turnusol yüklü koşullarında “BOYKOT” ısrarının, ahmaklıktan
öte, “EVET” in çıkarına bir kalleşlik olduğunu ilan ederek, “BOYKOT” ve “EVET” iradesine karşı
“HAYIR” iradesini yükseltmeye, yani faşizmin dejure konuşlanmasında önemli
bir adım olan 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğini önlemeye çalışmış ve hem de
dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanmasını tamamlamaya çalışan ve
aynı zamanda cumhuriyet rejimini ortadan kaldırarak ümmet rejimini, başka
ifadeyle bir Tanzimat öncesi karanlığını yerleştirmeye çalışan “yeni” 12 Eylül
faşist diktatörlüğüne karşı, çoktan bir
kültürler toplamına indirgenmiş olan “demokrasi”ye dönmeyi değil, bu anlamda
tekelci cumhuriyete dönmeyi de değil ama sosyalist cumhuriyeti dışlamayan laik,
devrimci, halkçı bir işçi ve emekçi cumhuriyetini kurmayı, bunun için devrimci
bir mücadele vermeyi önermişler ve hâlâ bunu önermektedirler!
Öyleyse,“HAYIR” yaklaşımının faşizme karşı mücadeleden
ayrı olmadığı, aksine bugün itibariyle tam merkezinde olduğu çok açıktır!
Burada, faşizmin yalnızca Kürtler
için değil, Türkiye’nin Kürt-Türk bütün işçi ve emekçileri için ve dahi,
çıkarları nesnel ve öznel olarak faşizme karşı olan tüm sınıf ve katmanlar için
de faşizm olduğunu hatırlamak gerekiyor!
Varolan burjuva düzenini- ki bu
düzen, büyük zenginlerin egemen olduğu bir düzendir, -savunan tamamen tutucu
bir hareket olan faşizm, doğası gereği anti-sosyalist, anti-proleter bir
harekettir.
Dolayısıyla unutulmamalıdır ki,
faşizm bugün ve sadece Kürtlere yönelik baskıların artmasıyla ortaya çıkmadı;
çok önce de var olan faşizm, bugünkü “Kürt çözümü” çerçevesinde yürütülen
müzakereler sırasında da vardı ve daha sağlam bir şekilde konuşlanmasını
sürdürüyordu ki bu müzakerelerin ve elbette bu çerçevede Kürtlerin yürüttüğü
politikaların bu konuşlanmada önemli bir katkısı olduğu reddedilemez bir
gerçektir!
Bu gerçeklikten hiç kimse kaçamaz!
Ve bu konuşlanmaya ilk büyük
katkının, 12 Eylül 2010 referandumunda “HAYIR” iradesine yönelmek yerine,
hiçbir mantığa sığmayan ve dolayısıyla “EVET” oylarının artması ve
kapıları ardına kadar bugüne, yani 16 Nisandaki anayasa değişikliğinin
kolaylıkla kotarılmasına yönelik olarak faşizmin konuşlanmasını kolaylaştıracak
olan anayasa paketinin kabul edilmesine yönelik bir ”BOYKOT” politikası
izlenerek olduğu göz ardı edilmemelidir!
Yani, şunu söylemek istiyorum:
Dün “BOYKOT” politikası izleyerek, hem de
tırmandırılarak daha sağlam temellerle konuşlandırılan faşizm koşullarında,
Kürt sorununun “çözümü” konusunda resmi politikadan ya da müzakere masasının
öteki tarafından daha fazla şey elde etmek, ya da elde edilmek istenenleri
garantilemek hedeflendiği gibi, bugün “HAYIR” diyerek müzakere masasını deviren
tarafın müzakere masasına dönmesini garantilemek ve Kürt sorununun Amerika’nın
politikalarıyla senkronize politikalarla “çözümünün” tamamlanması hedefleniyorsa,
bunun ne faşizme karşı mücadele ile ilgisi vardır, ne de Kürt halkının ve
Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez çıkarları için yükseltilen bir
“HAYIR” iradesi ile ilgisi vardır!
Yani bu tür politikalar, son
tahlilde, faşizmi önlemeye ya da yenmeye değil, konuşlanmasının tamamlanmasına,
en azından sağlam temellere oturmasına hizmet eder!
Ve faşizm eninde sonunda yenilecektir
ama bu konuşlanmaya, isteyerek ya da istemeden de olsa hizmet etmenin
sorumluluğundan kimse kurtulamaz; tarih sayfaları bu sorumluluktan
kurtulamayanlarla doludur!
Öyleyse net olarak idrak edilmelidir
ki, Kürt siyaseti ve genel olarak Kürt hareketi de yükseltse, Türkiye devrimci
hareketi ve dahi çıkarları nesnel ve öznel olarak faşizme, hem de din tabanlı
bir faşizme karşı olan tüm sınıf ve katmanların politik temsilcileri de
yükseltse, “HAYIR” iradesinin kazanması, sadece Kürtlerin değil, Kürt-Türk
bütün halkların, işçi ve emekçilerin ve çıkarları nesnel ve öznel olarak
faşizme karşı olmakta olan tüm sınıf ve katmanların çıkarınadır!
O halde, Kürtlerin de Türklerin de
faşizmden kurtuluşu, faşizme karşı birlikte, kararlı ve faşizmi besleyen, ya da
konuşlanmasını güçlendiren tüm etmenlere ve güçlere karşı mücadele zeminine bağlanan
bir “HAYIR” iradesinin faşizmin yenilgisine kadar, yerine halkçı, devrimci bir
emekçi cumhuriyeti konulana kadar sürdürülmesi ile mümkündür!
Bu aynı zamanda ezilen ve sömürülen
halkların, sınıfların vazgeçilmez tarihsel çıkarları doğrultusundaki kurtuluşlarının
kapısını açacak olan en kullanışlı anahtardır!
Yani “HAYIR”a toslatılarak boynuzları
kırılan bir faşizmi müzakere masasına döndürerek Amerikan damgalı bir “çözüm”ü
kotarma planları yapmak, kurtuluşa açılan kapıları açmanın değil, tam tersine,
darağacı hazırlanmış bir çıkmaz sokağa gönüllü olarak kapı açmanın ifadesidir!
Öyleyse herkes, kimilerine belki
tokat misli gelecek olan bu vurguları, “kızını dövmeyen dizini döver”
özdeyişini hatırlayarak, darağacı hazırlanmış bir çıkmaz sokağa -isteyerek ya
da istemeyerek fark etmez- girilmeden önceki bu son eşikte enine boyuna
değerlendirmelidir!
Faşizm olgusu üzerinde sonuca
götürecek yönde konuşmaya devam etmek istiyorsak, faşizm ile demokrasinin
birbirini dışlayan ve ilkesel iki ayrı sistem oldukları şeklindeki yaklaşımın,
teorik olarak da tarihsel olarak da yanlış olduğunu ve daha önemlisi, burjuva
diktatörlüğünün gittikçe siyasal gericilik ve devlet iktidarının faşistleşmesi
yoluna girdiğini, bunun da burjuvazinin, karşıtları arasında ve kendi safları
arasındaki çelişki ve çatışmaları bertaraf etmekte gittikçe daha çok zorlanması
nedeniyle olduğunu hatırlayarak, öncelikle faşizmin,
yönetenler arasındaki çelişkilerin etkisizleştirildiği bir devlet durumu
olduğunu akılda tutmak gerekmektedir!
Çünkü yönetenlerin kendi aralarındaki çelişkinin
etkinliği, devletin, yönetilenlerden kaynaklanan çelişkileri ortadan kaldırma
hızını kesmektedir!
Demek ki, faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde,
çelişkilerin, bir tarafın lehine ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini de
anlatmaktadır.
Diğer yandan faşizm, yöneten sermaye
grupları içinde, ister ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni
alanlar zapt etmek isteyenlerin düzenidir.
Öyleyse yeni alanlar zapt etmek,
devlet gücünü hızla ve engelsiz uygulamayı gerektiriyor; bunun için tekellere, 1961
türü Anayasa değil, 1982 anayasasından da gerici, şiddetli ve devlet gücündeki
hızı daha da artıracak olan bir anayasa gerekmektedir!
1961 türü anayasa mı?
1961 Anayasası, çift
bölmeli parlamentosu, özerk kurumları ve örgütlenme haklarıyla, devlet gücünün
kullanımında geniş katılımı gözetmekten geri durmuyor; katılım, devlet gücünün
işleyişinin yönünü ve niteliğini değiştirmemekle birlikte hızını azaltıyor.
İşte 12 Eylül faşist darbesinden bu
yana sürdürülen hükümet değişiklikleri bir yana, yasa ve anayasa
değişikliklerinin ve referandumlarının ve elbette 61 anayasası ile elde edilmiş
olan bütün kazanımların yerle bir edilmesinin kıymeti harbiyesi buradadır!
İşte bu yüzden, 27
Mayıs ihtilalini Kemalizm’in faşist darbesi olarak nitelerken, 27 Mayıs ile 12 Eylül’ü ve 12Mart’ı
özdeşleştirmek üzerinden, din tabanlı “Yeni” 12 rejiminin faşist konuşlanışına
bigâne kalmak, hatta yer yer demokrasi beklemek, sivri ucu ile karşılaşınca da
faşizmin şiddetli yüzünü görüp, karşısına 27 Mayısla gelen 1961 anayasası türü
bir demokratik anayasayı koymayı önerenler, ya akıl fukarasıdırlar, ya da
ahmaklık katsayısı yüksek bir sahtekârlık veya iki yüzlülük içindedirler!
İşte bu yüzden, ayak sesleri, daha 12
Eylül 2010 “Anayasa Değişikliği Referandumu”nda duyulan ve hatta açıkça “12
Eylül referandumuyla açılan bir kapı” olduğu ilan edilen, 16 Nisan “Anayasa
Değişikliği Referandumu”nun kıymet-i harbiyesi çok daha önemlidir!
Bu yüzden “HAYIR” iradesi, yönetilen sınıfların tümü
için olduğu kadar, çıkarları faşizme nesnel ve öznel olarak karşı olan tüm
kesimler için de can alıcı önemdedir; ”EVET” iradesi ise, yöneten sermaye
grupları içinde, diğerlerinin de aleyhine olabilecek şekilde egemenlik kurmak
isteyen sermaye grupları için, ya da sadece tek bir grup için can alıcı
önemdedir!
İşte, iktidar partisi karşısında “muhalefet” rolü
oynayan, göründüğünün aksine, iktidar partisi gibi kendileri de yöneten sermaye
gruplarının, yani yöneten sınıfların temsilcisi olan ve hatta devlet
iktidarının faşistleşme katsayısının artmasına kadar iktidarın bu faşist
konuşlanmasına hizmet eden partilerin kimisinin “HAYIR”, kimisinin ise “EVET”
iradesi temelinde politik faaliyet içinde olmaları bu yüzdendir!
Bu da kaçınılmaz olarak,
“HAYIR” ile “EVET” iradesi arasındaki kavganın, sanki iki farklı
sermaye grubunun birbiriyle kavgası imiş gibi bir fotoğraf vermesine, ya da bu
görüntüyü kolaylaştırmasına olanak vermektedir; dolayısıyla da “HAYIR” ve
“EVET” iradesinin düzeniçi saf tutmanın bir ifadesi olduğu ve “BOYKOT”
iradesinin, bu düzen içi kavgadan “bağımsız” bir “devrimci” duruş olduğu
yanılsaması kolaylaşmaktadır!
Aslında bu yanılsamayı güçlendirmek
için hareket halinde olan konspiratif bir mekanizma vardır!
Ancak bu fotoğraf gerçeği
yansıtmamaktadır; gerçek bambaşkadır!
Bu bambaşkalık, elbette Marxist
bakışla daha net olarak görülebilir; ancak, bugüne kadar ortaya dökülen
turnusol misli gelişmeler, bu bambaşkalığı, aklı bağımsız olan ve görmek,
anlamak isteyen herkes için netleştirmiştir!
Hâlâ net göremeyenler ise ya politik
ahmaklıkla ya da buna mahkûm olmakla maluldürler!
Velhasıl, son derece net olan bu
fotoğraftaki , “EVET” iradesi ile “HAYIR” iradesi arasındaki kavganın, her ne
kadar yöneten sermaye grupları arasındaki bir kavga imiş gibi görünse de, daha
doğru ifadeyle böyle görünmesi için çalışılsa da gerçekte, yöneten sınıflarla,
yönetilen sınıflar arasındaki sınıfsal kavganın bir yansıması olduğunu görmemek
için ya siyasi kör, ya da bu körlüğe mahkûm olmuş olmak gerekir!
Bu kavgada “HAYIR” iradesi galip gelirse, yönetenler
arasındaki çelişkilerin etkinliğinin etkisizleştirilmesi engellenerek,
yönetilenlerden kaynaklanan çelişkilerin daha da keskinleşmesi, dolayısıyla
yönetilen sınıfların kendi kaderlerini tayin konusunda bilinçlenme ve
kararlılık katsayılarının artması daha mümkün hale gelecektir; bundan sonrası,
yönetilen sınıfların bağımsız ilerici, devrimci örgütlerinin ve namuslu, dürüst
liderlerinin, ideolojik-politik yetkinlikteki öncü unsurlarının politik maharetlerine
kalacaktır!
“EVET” iradesi ise, yönetenler arasındaki çelişkileri
etkisizleştirerek, yöneten sınıfların yönetilen sınıflardan kaynaklanan
çelişkileri ortadan kaldırma hızını artıracak, böylece faşizmin konuşlanması
tamamlanmış olacaktır!
Öyleyse “BOYKOT” iradesinin “EVET”
iradesini artıracağı, dolayısıyla yönetilenlerden kaynaklanan çelişkilerin
ortadan kaldırılma hızını artırmaya ve dolayısıyla da faşizmin en tam
ifadesiyle konuşlanmasına hizmet edeceği kendiliğinden anlaşılabilir bir gerçektir!
Bu durum, sermaye sınıfı için yeni
ekonomik alanların zaptı anlamına geldiği ölçüde, bir devlet durumu olan
demokrasinin (ne kadar kaldıysa) yerinin, bütünüyle faşist diktatörlüğe teslim
ediliyor olmasıdır!
Burada yenilen ve teslim alınan işçi
ve emekçi sınıflardır!
Dikkatle bakıldığında, akıl gözüyle
bakıldığında, aklımızdakilerle bakıldığında, bu fotoğrafta bir sınıf kavgasının
yansıması olduğu görülecektir; yani demek ki, bugün itibariyle bir sonucun,
yani bir sınıf kavgasının ifadesi olan; sonrasında ise yeni bir başlangıcın,
yeni sınıf kavgalarının ifadesi olacak olan 16 Nisan Anayasa Referandumu
tümüyle sınıfsaldır!
Şöyle ki, 12 Eylül faşist darbesi,
bir tekelleşme sancısının, bu yönde süren bir sınıf kavgasının sürüklediği
sonuçtu ve sonrasında, yani 12 Eylül rejiminde, tekelleşme sancısının
giderilip, tekelci düzenin yerleştirilmesi kavgası ve sancısı, tüm şiddetiyle
ve çeşitli krizleri ile hatta referandumlu ve referandumsuz pek çok anayasa
değişikliği yanında, hükümet değişiklikleri ile bugünlere kadar gelmiş ama
tekelleşme bunalımı bir türlü bitmemiştir!
Tekelci düzene gelindikten sonra, ekonomik ve
toplumsal sorunları, yalnızca içe yönelik zoru artırarak ve yayarak çözmek
imkânı kalmamıştır!
Öyleyse tekelci düzen, faşizm sözcüğünü gereksiz kılacak
bir devlet zorunu artırmakla birlikte sorunlarını dışarıya açılarak çözmeye
hazırlanmak zorundadır!
Öyleyse tekelci düzen emperyalist senaryolara yelken
açmak durumundadır!
Bu yüzden tekelci düzen Türkiye’de, emperyalist senaryoları denemek zorunda kalmış ve hâlâ da denemektedir!
Bu yüzden tekelci düzen Türkiye’de, emperyalist senaryoları denemek zorunda kalmış ve hâlâ da denemektedir!
Kürt devrimci mücadelesi tam burada
patlamıştır ve Türkiye’nin düzenini hem sarsmış, hem de sıkıştırmıştır! Tekelci
düzen, tam “içerdeki sorunları uykuya yatırdım, artık emperyalist
senaryolara hazırlanabilirim” derken, bu en büyük ve hatta uykuya yatırılan
sorunları uyandıran sorunu (Kürt sorununu) çözmekle karşı karşıya kalmıştır!
Böylece, sorunu sorun olmaktan çıkarmak için, iç baskı
artırılırken, devlet zoruna bir başka kuvvet eklenmiştir; medya artık bir kurum
olarak, yasama, yürütme ve yargı ile hiç çelişmeyen, bunlarla iç içe olan bir
kuvvet olarak, devlet zorunun bir kolu haline getirilmiştir; artık, hiçbir
baskının baskı olarak görülmemesi için, bu kuvvet, medya, hem de son derece
mekanize ve kemikleşmiş olarak hazır ve nazırdır!
Faşizm sözcüğünü gereksiz kılmak ve
devlet zorunu artırırken hissettirmemek artık daha çok kolaylaşmıştır!
Bir yanı tekelci, diğer yanı emperyalist olan Türkiye
düzeni, medyanın da devreye girmesiyle Türkiye toplumunu uyguladığı baskısının
şiddetine alıştırabilmiş, devlet zorunu artırarak yaymış ve görünmez kılmıştır;
hatta tüm baskısıyla hareket halinde iken bile bu zoru demokrasi olarak
gösterebilmiştir; hâlâ da gösterebiliyor!
Öyleyse, faşizm, gerçek ve acımasız terörünü
göstermediğinde onu yok saymak ahmaklık değilse, sahtekârlıktır!
Bu sahtekârlık, faşizmin gerçek ve
acımasız terörünün, ancak direnç olduğu zaman kendini gösterdiği gerçeğinin
üzerini örtmek demektir; ahmaklık ise, faşizmin terörü ile faşizmi birbirine
karıştırmak demektir!
Bunu, Tarihe “Gezi Direnişi” olarak
geçen halk isyanı günlerinde, emekçi halk ve emekçi halk sevgisi, faşizmin
terörünü yenip bu gerçeğin üzerindeki şalı yırtıp atarak, kendi yarattığı
“demokrasi” dinine tapan, faşizmi sadece açık kapıları zorlarken gelen saldırı
ve katliamlar sanan Kürt siyasal hareketi hariç hepimize göstermiştir!
Diğer yandan, şu da bir gerçekliktir
ki, devlet zorunun demokrasi olarak gösterilebilmesinin imkânları had safhada
olduğu halde, devlet zorunun şiddeti bir taraftan artırılmakta ve diğer
taraftan dejure hale getirilmeye çalışılmaktadır!
Bu da, faşist konuşlanmanın,
tekellerin düzeninin, yani dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanmasını
tamamlamaya çalışan 12 Eylül faşist diktatörlüğünün sağlamlığının değil,
zayıflığının bir sonucu olduğunu ve öyleyse, fırsatların önünün fazlasıyla açık
olduğunu göstermektedir!
Bununla birlikte, tekelci düzen,
insanı kendine güvensiz, edilgen, küçük işlerin adamı, sürü haline
dönüştürüyor; küçük işleri yapmak sürekli küçülmektir; kendine güvensiz insan
yozdur; edilgen insan sürüdür; sürü ise ortaçağın insanıdır!
Demek ki bir de şu var; tekelci düzen ortaçağı
tekrarlamaktadır!
Ve artık buradayız ve burada,
emperyallizmin YENİDÜNYA DÜZENİ ile bu düzenin konuşlanmasında en önemli
sıçrama tahtası olarak öngörülen ve bütün emperyalist –kapitalist dünyaya
önerilen, ezilen ve sömürülen halklara, üstelik de bir “Kürt kurtuluşu”
renginde dayatılan BOP-BİP konuşlanmasına, nesnel ve öznel olarak ve elbette
teorik-politik hokkabazlıklarla “kandırılarak” taraf olanlarla, buna yine
nesnel ve öznel olarak ve son derece net ve açık olan teorik-politik
yaklaşımlarla karşı olanların gittikçe yükselen kavgasının ve bu kavganın
ortaya çıkardığı sınıfsal ve ideolojik-politik dengelerin, yani nesnel
şartların ezilen ve sömürülen sınıfların lehinde ama ezen ve sömüren
sınıfların, emperyalist kapitalizmin ve elbette tekellerin düzenlerinin
aleyhinde geliştiğini görüyoruz!
İşte tam burada, yani burada
gördüğümüz koşullarda, sadece Türkiye’nin ve içinde bulunduğu geniş coğrafyanın
değil, bütün dünyanın, karakteristik bir çöküş göstergesi arz ettiğini,
emperyalizmin ve tekelci kapitalist ekonomilerin ilerleyen çözülmesinin ve
yozlaşmasının had safhada olduğunu çoktan göstermiş olan ve hiçbir zaman, hiçbir
yerde tekellerin ekonomik-politik programlarından başka bir program yürütmemiş
olduğu bilinen ve bir kere yenildiyse, yine yenileceği açık olan faşizmin
çaresizce tırmandırılmaya, yine yeniden egemen kılınmaya çalışıldığı gerçeği
ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz!
Ancak, tam da bu nokta, emperyalizmin, tekelci
düzenlerin en güçsüz ve çaresiz zamanlarını yaşadığı, o kadar öyle ki, mecbur
oldukları emperyalist savaştan bile ölümüne korktukları ve aynı zamanda buna,
yani bu emperyalist savaşa karşı durmaya nesnel ve öznel olarak hazır olan
ulusal ve uluslararası güçlerin birikmeye başladığı bir noktadır!
Daha önemlisi, bu noktada, çok uzun bir zamandan beri
aldatılan ve aldatıldıklarının önemli oranda farkında olan işçi ve emekçi
yığınlarını, faşizm karşısında tekellerin yedeği yapmak üzere aldatabilecek
türden, İkinci Enternasyonalin “karizmatik” olduğu kadar sahtekâr da olan
“liderleri” gibi “liderler”in, sahtekârlıkta rekora koşsalar bile, hayat
bulamayacakları görülmektedir!
Ayrıca, bu noktada, işçi ve emekçileri, faşist
konuşlanmanın son hamlesinin yedeğine sürüklemek üzere yanıltarak
silahsızlandırmak için kullanacağı pek fazla barutu kalmayan ve dipten gelen
bir dalga misli onca zaman aldattıkları tabanlarından yükselen baskılar karşısında
bir ölüm kalım ikilemi içine sürüklenen sosyal-demokrat, sosyalist, liberal,
vb. hatta Kemalist etiketli, yani öyle görünmek için çırpınan bilumum sahtekâr
örgütlerin, bataklık kurbağaları misli acz içinde çırpındıklarını, ağlamaklı
bir şekilde hiç istemedikleri sloganları yüksek sesle haykırmak zorunda
kaldıklarını da görüyoruz!
Ancak, bununla birlikte, bu noktada,
işçi ve emekçilerin, en örgütsüz, savunma mekanizmalarının en zayıf,
“önderlerinin” en sahtekâr, velhasıl en silahsız olduklarını da görüyoruz ki,
bunun yaşanmış faşizmler karşısında olandan pek farklı olmadığını biliyoruz;
ancak farklı olan, egemen sınıfların ekonomik-politik ve ideolojik
hegemonyalarının tüm baskısına, yarattığı tüm illuzyonuna rağmen, ezilen ve
sömürülen sınıfların mevcut koşullarda yaşamak istememe, başka bir dünya isteme
ve bu başka dünyada ezilen ve sömürülen olmak istememe ve elbette artık
aldatılmak istememe eğiliminin yüksek olmasıdır!
İşte bu forumda, Sosyalist Forum,
dönen dolapların, H.Doludizgin adlı forum üyesinin yerinde nitelemesiyle, bu
dolapları döndüren fırıldakların olmayacak duaya âmin misli acz içinde
çırpınmaları bu yüzdendir; yani yukardan aşağıya resmini çizdiğim inatçı
gerçeklerin üzerini örtmek, akıllardan uzak tutmak içindir!
Fakat şimdi tehlikeler ve fırsatlar, tarihin hepimizi
sürüklediği bu son karanlık tünelin önünde ve arkasında üstüste çakışmıştır;
hangisinin altta kalacağını tünelin arka ucundan çıkanlar da, tünelin içinde
kalanlar da görecektir; ancak tarihin mantığı, tünelin arka ucundan çıkanların,
bu tünele girerken tünelin arka ucundan çıkmak için ne yapılması gerektiğini
bilenler olacağına işaret etmektedir!
Çünkü sosyalistler, faşistleşmenin ve emperyalist
savaş tehlikesinin gelişme hızının küçümsenmeyecek denli yüksek olduğunu; ama buna
karşın kapitalist sistemin sağlamlığının değil, zayıflığının göstergesi olan
faşist diktatörlüklerin ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olmadığını,
önlenebileceğini bilirler ve buna inanırlar; faşizme karşı bu bilinç ve inançla
mücadele ederler; yani bu tehlikeyle, onu küçümsemeden ama yenilebileceğini
bilerek, inanarak mücadele ederler!
Fırsatların ancak böyle hayat bulacağına inanarak
fırsatların paçasını yerinde ve zamanında tutmanın hünerini göstermeye
çalışırlar!
Kürt siyaseti mi?
Kürt siyaseti ve hareketi, referandum
oyununu boşa çıkaracak dürüstlük ve samiyeti, “HAYIR” çağrılarındaki
kararlılığı ve berraklığı, Kürt sorununun, Kürt halkının ve Türkiye’nin
Kürt-Türk ve diğer bütün işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel çıkarları
doğrultusunda çözümüne kapı açacak şekilde ve sadece Öcalan’ın değil, HDP’li
vekiller, siyasetçiler ve yerel yöneticiler dâhil, zindandaki tüm ilerici, devrimci,
devrimci-demokrat politik tutsakların özgürlüklerine de kapı açacak bir “HAYIR”
iradesi göstererek bizi şaşırtmalı ama daha önemlisi, Kürt halkının ezici
çoğunluğunu, “HAYIR” iradesinde net olarak kararlı olduklarına
inandırmalıdırlar!
Sosyalistler mi?
Bugüne kadar her gün yenilenen tarih
alanı üzerinde cereyan eden sınıf mücadelelerinin, her devrimci mücadelenin,
amacı sınıf mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, devrimci işçi
sınıfının katastrof final anına kadar zorunlu olarak başarısızlığa uğramak
zorunda olduğunu; her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal
karşı devrimin bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar
bir ham hayal olarak kalacağını gösterdiğini bilerek, inanarak, katastrof final
için mücadele etmekten, bu savaşımın yolunu genişletmekten hiçbir zaman
vazgeçmezler, vazgeçmeyeceklerdir!
İşte, 12 Eylül 2010 Referandumunda
olduğu gibi, 16 Nisan Anayasa Değişikliği referandumunda da, bu bilinç ve
inançla ve hatta “HAYIR” iradesi kazanınca faşizmin bir çırpıda yenilmeyeceğini
ama yenilebileceği düşünce ve inancının kitleleri saracağını ve de dinci-gerici
12 Eylül faşist diktatörlüğüne, emperyalizme, tekellerin düzenine, karşı
savaşımın başka ve güçlü bir boyut kazanabileceğini, laik, ilerici, devrimci,
halkçı bir emekçi cumhuriyeti için savaşımın önünün açılacağını, sınıfsal
dengelerinin oluşacağını bilerek “HAYIR” iradesinin kazanması için savaşım
vermeyi boyunlarının borcu sayarlar!
Fikret Uzun
05-Nisan-2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder