HALKI KENDİ DURUMU ÜZERİNDEKİ YANILSAMALARDAN
VAZGEÇİRMEK İÇİN ONU GERÇEĞİN ÖTEKİ DÜNYASINDAN KURTARIP ÖNÜNE BU DÜNYANIN
GERÇEĞİNİ KOYMAK GEREKİR
Marx, Kapital’de, “Makine ve büyük sanayi- Makinenin
Gelişmesi” bölümünde, John Stuart Mill’in, Principies of Political Economy
adlı yapıtında, “Bugüne kadar yapılan bütün mekanik buluşların, insanoğlunun
katlandığı günlük meşakkatleri hafiflettiği kuşkuludur.” sözlerini
hatırlattıktan sonra ve “makinelerin, hali vakti yerinde aylakların sayısını
büyük ölçüde artırdığını” ekledikten sonra, “Ne var ki bu, hiçbir şekilde,
makinenin kapitalistçe uygulanmasının amacı (günlük meşakkatleri hafifletmek)
değildir. Emeğin üretkenliğindeki diğer bütün artışlar gibi makine de,
metaların ucuzlatılması ve işçinin kendisi için çalıştığı işgünü kısmını
kısaltarak, karşılığını almadan kapitaliste verdiği diğer kısmını uzatmak
amacıyla kullanılır. Kısacası makine, bir artı-değer üretme aracıdır.” Diye
yazar.
Marx’ın yaklaşımını Mill’in bu “duygu”lu yaklaşımı
karşısında, “duygusuz ve ruhsuz” bir yaklaşım olarak görenlerin çok olduğuna
eminim; ancak bu tür yani duygusal bir yaklaşımın da bu sorun karşısında pek
fazla yapacağı bir şey olmadığı açıktır!
Bu konuda, bir papaz olan Edmund Cartwright adlı şair
gibi duygusal yaklaşarak, yani dokumacıların haline acıdığı için,
makineli dokuma tezgâhının üretilmesi ile birlikte aç kalan dokumacıların
yoksulluklarından duydukları acının birçok yeni şairin doğmasına neden olduğunu
hatırlamak oldukça öğreticidir!
Buradaki ders ise, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz”
yaklaşımını nahoş bulup, J.S.Mill ve iyi yürekli papaz şairin makinelerle
işçilerin günlük meşakkatleri arasında dokunaklı bir ilişki kurup, mülkiyeti
gözden kaçırdıklarının ve böyle olunca da, teknolojik buluşların insanın
yaşamını kolaylaştıracağına, nasıl olup da, daha da kötüleştirdiğinin bir
bilinmez olarak kalmasına dokunaklı bir dokunuş ile yardım etmiş oldukları
gerçeğidir!
Ve haliyle sorunu çözmek, o “duygusuz ve ruhsuz”
yaklaşımı ile insanın yerine proleteri koymak ve yine Marx’ın sözüyle, “en
gelişkin makinenin, işçiyi bir vahşinin çalıştığından ya da kendisinin en
basit, en kaba aletlerle çalışacağından daha fazla çalışmaya zorlayacağı” nı
hatırlatmak Marx’a düştü…
“Teknolojik gelişme ile eskiden canlı işçiye ait olan
etkinliğin, artık makinenin etkinliği haline geldiği ve böylece de insanın en
temel ilişkisinin, doğa ile olan ilişkisinin, dolaylı olarak mülkiyete tabi
kılındığı” gerçeğinin; yani “büyük sanayinin, yalnızca kapitalist olan
ilişkileri değil, işin kendisini de işçi için dayanılmaz hale getirdiği”
gerçeğinin ve dahi “bu sonuca yol açan şeyin makine olmadığı” gerçeğinin;
böylece de “üretim araçlarının ve emeğin gerçekleşme koşullarının insana
yabancılaşmasının da , ‘kötü ’ insanların marifeti olmadığı ama doğa-insan
ilişkisinin bu özel biçiminin tarihsel bir kategori olduğu” gerçeğinin
hatırlatılması da açıklayıcı olacaktır.
Bunun için, yani bu dersten dersler çıkarmak için, tek
yapılması gereken şey, sorunun çözümü ve anlaşılabilir kılınması çerçevesinde,
Marx’ın ”duygusuz ve ruhsuz“ yaklaşımını göz önünde bulundurmaktır.
İşte şimdi de önümüzde ve kuşkusuz büyük
çoğunluğumuzun yüreklerinde küçük ya da büyük bir yara misli taşıdığımız ve
yüreklerimizin her dokunaklı etkiye verdikleri tansiyon yükselten tepkileri ile
kanayan Kobane gerçekliğinin, amacının da, hedefinin de ve çözümünün de, “iyi”
ya da “kötü” insanların marifetlerinden ziyade, nesnel-tarihsel koşulların
yarattığı bir sonuca bağlı olduğunu ; “iyi” ya da “kötü” insanların
duygularından ya da duygusuzluklarından bağımsız olarak, tarihsel vazgeçilmez
çıkarların ivmelendirici etkisiyle yükselen ve bir örgütlü hareket içinde vücut
bulan ezilen ve sömürülen halklara ve sınıflara has bir öfkenin, kinin ve
isyanın yarattığı sonuca bağlı olduğunu ve bütünsel bir tarihsel-nesnel zaman
yanında, koşullarından da bağımsız olmayan bir tarihsel kategori olarak
durduğunu görüyoruz!
İşte burada, bu kategoriye de ve bu kategoriye
yaklaşımın ikili ve daha çok taşıdığı sınıfsal özü ile kategorize
edebileceğimiz yanına da, “duygusuzluk” ve “ruhsuzluk” ile nitelendirilme
riskini göze alarak, Marx’ın yaklaşımında kendini gösteren “sınıfsal ve
bilimsel bir yaklaşım ile mi yaklaşsam?”, yoksa “Mill’in ‘duygulu’ yaklaşımı
ile mi yaklaşsam?” diye sorup, düşünüp, taşınıp, tam da Marx’ın yaklaşımını
tercih etmişken, bu tarihsel kategoriye benim tercih etmediğim bir yaklaşım ile
yaklaşılmasının da payı olan bir trajik sonuç ile karşılaştık.
İtiraf ediyorum ki, her ne kadar bu sonucun, Marx’ın
“duygusuz ve ruhsuz” olarak nitelenebilen ve uzaktan öyle görünen yaklaşımı ile
ortaya koyduğu nedenlerle bağlı olduğuna ve dahi buradaki yaklaşımımın Marx’ın
yaklaşımı ile bağlı olması gerektiğine inanmış olsam da ve hatta bu yaklaşım
temelinde düşüncelerimi kurgulayıp formüle etmiş olsam da, yüreklerimizi
kanatan, öfke ve kinimizin duygularımıza yansıyan şiddetine tavan yaptıran,
artık insanlığın zerresinin kalmadığını, dahası artık “kötülüğün”,”iyiliğe”
baskın olduğunu düşündürten bir insanlık dışı katliamın yarattığı halet-i
ruhiye içinde açıklamaya ne yüreğim, ne de dilim el verdi.
Bu insanlık dışı trajedinin yarattığı ve bütün
dünyanın vicdanında geçmişteki dokumacıların yaşadıkları acıları bin kat
sollayan bir acıyla yankılanan haykırışların papaz şair gibi “duygusal”
sesi olmayı denedim ama yapamadım. Çünkü bunu iki yüzlülük saydım ama bu
halet-i, ruhiyeden çıkana kadar, doğru olduklarına duyduğum inançla formüle
ettiğim düşüncelerimi paylaşmak için, hem kendimin ıstırap çeken yüreğine ve
hem de bu trajik atmosferin yarattığı ıstırap yüklü öfke ve intikamcı
duyguların bilimsel-sınıfsal yanına baskın çıktığı bir kin ile dolu olarak
kitleye sinen ilk şaşkınlığın dağılmasını ve acıların biraz olsun dağlanmasını
bekledim!
Ancak henüz önceki şaşkınlık dağılmadan, acılarımız
yeterince dağlanmadan, önümüze aynı türde bir içerikle başka bir trajedi ve
bunun yarattığı başka bir şaşkınlığın çıkarılması, beni Marx’ın yaklaşımına
döndürmüştür!
Yani, Marx’ın yaklaşımına dönerek, insanoğlunun
yabancılaşmasının zirvede olduğu bir zamanda ve nesnel-tarihsel koşulda, “iyi”
ve “kötü” insanın varlığının, hatta ve hatta” iyi” insandan çok ”kötü” insanın
varlığının yadsınmayacağı ama yine de insanın bu “kötü” halinin, tümüyle emeğin
gerçekleşme koşullarına bağlı olan yabancılaşmanın bir ürünü olduğunu bilerek
ve iyiliğin kötülüğe savaş açmasından daha çok ve belirleyiciliğini teslim
ederek, insanın bu “iyi” haline baskın çıkan “kötü” halinin de sorumlusu
olan yabancılaşmanın asıl müsebbibi olan emeğin gerçekleşme
koşullarına savaş açmanın çözüme ve sonuca en yakın seçenek olduğu
gerçeğinden hareket etmek kaçınılmaz olmuştur!
Bu yüzden, samimiyetimin ağırlığı bir yana, yüreğimde
büyüyen ve içimi ateş gibi yakan en öfkeli, en kinli ve en tiksintili acıların
ıstırabıyla ama bir o kadar da bilimsel bir iyimserlikle yüklü umudumla kısa
bir süre uykuya yatırdığım düşüncelerimi, yüreğimde hâlâ kanayan bir yara
halinde büyüyen öfkemin ve kinimin yanında tiksintimin de gereği olarak
ikircimsiz aktarmayı bir borç biliyorum!
Nesnel durumunun taşıdığı yıkıntılı savaş halinin umut
kırıcı gerçekliğinden uzaklaştırmak için, Kobane’nin harap olmuş tüm
sokaklarının taşıdığı yalın gerçekliğin üzerini imgesel çiçeklerle örter misli,
rengârenk oyuncaklarla donattırmak üzere, ellerinde ve sırt çantalarında
plastik arabaları ve bebekleri, yüreklerinde ise bir insan sevgisinin
varlığını ve elbette buruk da olsa bir yanılsamalı “katastrof finalin”
coşkusunu taşıyan insanları, bir bayram, bir festival, hatta katastrofa ermiş
bir zafer coşkunluğu havasında ama tüm silahsızlıkları, hatta tüm savunmasızlıkları
içinde Kobane yolculuğuna çıkarmak; yanılsamalara gereksinim duyan bir halkı,
Kobane halkını, bu gereksinimine kavuşturmak üzere, bilimsel bir iyimserlik
içermeyen umutvar bir yanılsamanın içine sokmak pahasına, sinsi ve egemen bir
şemsiye altında kurulu tuzaklarla dolu olan ve henüz bitmemiş bir savaş
alanında ve henüz yenilmemiş bir düşmana hedef yapmak demektir!
Bunun, kendiliğinden bir coşkunluğun, kendiliğinden
bir ivmelenmesi ile kendiliğinden dile gelen bir eylem olmadığı açıktır. Hatta
belki de hesapsız, kitapsız öngörülmüş bir eylemdir demek şimdi hak edilmemiş
bir haksızlık olarak görünse de, bu trajedinin ilk şaşkınlığı ve can yakan
acısı hafiflediğinde, ya da belki daha fazla can yakan başka bir trajedinin
yarattığı acı ile üzeri küllendiğinde bir haksızlık olmadığı anlaşılacak ve
kabul edilecektir. Bu, henüz başlamamış ve ilk tuzakla, taşıdıkları insan
sevgisinin varlığının sökülüp alınmış ve yerine, kalpsiz bir dünyanın yürekleri
dağlayan kızgın sıcaklığının yarattığı gerçek üzüntüye duyulan nefret ve öfke
yüklü iç çekişlerin konulması ile sonuçlanmış bir trajedidir!
Aniden patlamış bir kasırganın ürünü misli görünen bu
trajedi, aslında zincirlerle ve patlamalı bir şekilde birbirine bağlanarak ve
de bütün işaretleri ile kendini göstererek ve büyüyerek ilerleyen bir ateş topu
misli yuvarlanarak büyümüş olan ve önü alınmazsa daha da büyüyecek olan bir
trajedi yumağı mislidir!
Bunda, sırtlarındaki çantalarında taşıdıkları plastik
oyuncakları, yüreklerinde taşıdıkları insan sevgisi ve Kobane’de yaşanmış ve
katastrof finali yakalamış bir devrimin coşkunluğu içinde, sosyalizme değil,
sosyalist iktidara hiç değil, ama Kobane’nin yıkıntıları üzerinden yükselen
sosyalizmin iktidarsız biçiminin, bütün insanlığa umut olacağına inandıran partilerine
inanarak, henüz hâlâ bir savaş alanı olan ve sinsi-açık envai çeşit tuzaklarla
dolu Kobane yolculuğuna çıkartılıp, savaş alanına pek de uzak olmayan, hiçbir
güvenliği olmayan, hatta sağlanmadığı da anlaşılan bir alanda kamp
kurdurularak, coşkunluklarının belki de zirvesinde oldukları bir zamanda, bütün
sözleri kifayetsiz bırakan bir insanlık dışı katliama maruz bırakılan çoğunluğu
gencecik fidanlar olan bu insanların hiçbir suçu ve dahi hesabı kitabı yoktur!
Burada baş suçlu elbette, insanoğlunu tersine dönmüş
bir dünyanın, tersine dönmüş bilinci içinde yabancılaşmanın en uç noktasına
sürükleme ameliyesi içinde bütün bunlara neden olmanın nesnelliğini taşıyan emperyalist
kapitalist dünyanın sahipleri ve bu dünyada yer tutmak isteyen, dünyanın yok
olması pahasına elde edilmek istenen zenginliklere ortak olmak isteyen bilumum
işbirlikçileridir!
Bu suçtan, onları bu yolculuğa uğurlayanları masun
tutamayız, masum sayamayız!
Çünkü Kobane halkı, yanılsamalı mutluluklar vererek
değil, tümüyle bilimle yüklü iyimser umutlarla donatılmış mutluluklar vererek,
gerçek bir mutluluk için birleştirilebilir, bu mutluluk için kararlı bir
mücadelenin içine sokulabilirdi!
Yüz elli yıldan da önce, Marx ve Engels’in
vurguladıkları, yabancılaşmanın en yüksek biçimine kapitalizmde ulaştığı ama
öte yandan bu aynı kapitalizmin, insanlığın büyük çoğunluğunu mülksüzleştirerek
ve zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirerek bu yabancılaşmanın
ortadan kaldırılmasının pratik koşullarını da hazırlamış olduğu gerçeğini, Marxizm’i
aşma bahaneleriyle görmezden gelmeleri bir yana, bugünün çürümüş ve
kokuşmuşluğu içinde, bu yabancılaştırmanın da yetmediğinden hareketle, “gerçeğin
öteki dünyası”nı dayatarak çaresizliğini ortadan kaldıracak bir tersine
çevrilmiş dünya ve tersine çevrilmiş bilinç yaratmak için, dünyanın genel
teorisi olan, gerçek bir gerçekliğe sahip bulunmayan insanal özün doğaüstü
gerçekleşmesi olan dini dayatan emperyalizmi, tekelci düzeni; aynı
anlama gelmek üzere, tersine çevrilmiş bir dünyayı ortadan kaldırmak suretiyle
bu tersine çevrilmiş dünyanın kaçınılmaz olarak yarattığı tersine çevrilmiş
bilinci ortadan kaldırmak yerine, emperyalizmin karasularında, bu çürümüş ve
kokuşmuş insanlık dışı düzenin sahipleri ile “barış içinde bir arada”
yaşamayı, daha somut ifadesi ile “bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ını bir
reçete misli, allayıp-pullayarak öneren, hatta türlü çeşit demagojilerle
dayatan aydıncıkların suçları belki de daha büyüktür!
Diğer yandan, insanoğlunun en yüksek yabancılaşmaya
ulaştığı kapitalizmde, dinin vaad ettiği göksel mutluluk egoizminin, zorunlu
olarak dinsel bireyin maddi egoizmine, göksel gereksinimin yersel gereksinime,
öznelciliğin ise özel çıkarlara dönüştüğü biçimindeki açıklama varken ve bu
açıklama yadsınmamışken, “göksel gereksinimler” bahane edilerek, “demokratik
din açılımları” ile yabancılaşmanın en uç noktasına sürüklenmiş kitleleri, “gerçeğin
öteki dünyası”na sürükleyerek, dünyanın maddi gerçeklerinden uzaklaştırmak,
bu aydıncıkların suçlarından daha az değildir!
Daha önemlisi ki bütün saptamalarımı teyit eder
mahiyettedir, “suçlu sensin veya sizsiniz!” deyip, suçlu olarak ilan
edilenlerin karasularında veya suçlu olduğunun işaretlerini en tam ifadesiyle
taşıdığı alanlarda yer kapmaya, bu alanları “demokratize” ederek suçlarından kurtarılmış
kılmaya çalışmak, ikiyüzlü bir şekilde suça ortak olmak demektir!
Öyleyse ,“barış” özlemleri ile alay eder misli ve “biz
istemezsek, ya da bizim istediğimiz tipteki bir ‘barış’tan başka ‘barış’ olmaz”
der misli işlenen bu insanlık suçunu “lanetlemek” yetmez, hatta suçluyu işaret
etmek de yetmez; bu lanetlenenlerin ve işaret edilen suçluların soyutlanarak
somutlanması, yani en tam ifadesiyle netleştirilmesi, deşifre edilmesi ve
bunlardan tümüyle ve de kesinkes kopulması ve de mutlak karşı tarafa konulması
gerekmektedir!
Ancak böyle hem lanet okumalar ve hem de bu lanetlenen
suçlulardan da, bundan sonra işlenecek suçlarından da kurtulmak üzere verilen
sözler inandırıcı ve umutvar olur; en önemlisi de gerçek olur!
Bu yapılmazsa, yabancılaşmanın uç noktasında yaşayan
kitleler, mutluluğu ne göksel dünyada bulacağına, ne de maddi dünyada
bulacağına inanır ve bu uç noktadaki yabancılığına sıkı sıkı sarılarak
korkularından kurtulmaya ya da korkularıyla empati kurmaya çalışırlar ki ikisi
de aynı kapıya çıkar!
Yani bütün can yakıcı gerçekliği ile yüz yüze
olduğumuz gerçek dünyanın içinde bir gözyaşı vadisi misli büyüttüğümüz
acılarımızı, yeni ve ansızın gelen acılarımıza katık ederek, gerçeğin öteki
dünyası ile avunmaktan başka bir yere varmamış oluruz!
Öyleyse bilimsel, iyimser, umut yüklü öfkemizi ve
kinimizi ve dahi tiksintimizi yüreğimizde soğutmadan, Marx’ın “duygusuz ve
ruhsuz” gibi görünen ama aslında gerçeğin yansısı olan yaklaşımını göz önünde
bulundurmak hepimize iyi gelecektir. Ama daha çok, gerçeği öteki dünyasından
kurtarıp gerçeğe dünyanın gerçekliğinde sahip çıkarak, şimdi bir ezilen
ve bir proleter suretindeki canlı, yaşayan, somut insanı ücretli emeğin
yabancılaştırıcı ve aslında köleleştiren ama özgürmüş gibi gösteren yanılsamalı
dünyasından kurtarmak için bir bilimsel yol olacaktır!
Fikret Uzun
27 Temmuz 2015