16 Kasım 2014 Pazar

MUSTAFA ASIM HAYRULLAHOĞLU



Merhaba,
Deniz Yoldaş'ın mezarının başında yapmaya çalıştığım ama nedense bir rahatsızlık fırtınası estirilerek yarıda kesmek zorunda kaldığım 2008 kasımındaki konuşmamı Mustafa Asım Hayrullahoğlu'nu anmanın ne anlama geldiğini hatırlatmak üzere paylaşmanın yararlı olacağı düşüncesiyle aktarmak istiyorum.

Değerli arkadaşlar,
İşkencede çözülme, bir yanıyla işkenceciyle işbirliğidir.
Bizim, yani TKP üyelerinin, önce çözülme olarak lanse edilmeye çalışılan durumumuz ise, yukardan aşağıya işkenceciyle, polisle yapılması istenen bir uzlaşma yönlendirmesine dayanmaktadır."polisin bildiğini kabul et derine inmesinler". Hangi derine?

Konuyu bu şekilde ele almak da, "muhbirlik başka, çözülme başka" demek de işkencede çözülmeye, bir yanıyla, haklılık kazandırmak demektir. Öte yandan bu yaklaşım, daha o tarihte kontrollü bir çözülmenin söz konusu olduğunu kuvvetlendirmektedir.

Ama başka bir yanıyla, çözülme ile muhbirliği birbirine yakınlaştırıp, kitleselleştirip, kimin muhbir, kimin çözülmüş olduğunun üstünü örtme çabasıdır.

Örneğin, polise elinde çantasıyla gidip çayını kahvesini içerken polis şefine bir sabah muhabbeti misali ne var ne yok anlatarak komünistleri ele veren V.Nedim Tör’ün yaptığı muhbirliktir. Çözülme değildir. Çözülen bir yoldaşın neden olduğu bir durum da değildir. Ama henüz bu olgu resmi olarak da, tarihsel mantık çerçevesinde de netlikle bütünsel olarak kabul edilebilinir açıklığına kavuşturulmamıştır. ( * )
Bir de buna zemin hazırlayan, çözülme ile muhbirlik dinamiğininin içinden çıkılamaz biçimde iç içe girmesini tetikleyen ve en önemlisi de bu dinamiğin netlikle ortaya konulabilmesinin önünde engeller yaratan bir başlangıç dinamiği vardır. Sorular bu bütünsellik içersinde sorulmalıdır.
Şimdi bu olguyu irdelemek için, yaşadığım topraklara, İzmit’ dönmeme izin verin; TKP operasyonları başladığında, Nafiz Bostancıya yakın bir polisin bildirdiğine göre,(bu Bülent Karataş’ın söyledikleridir,)İzmit’te komünistlere saldırılacaktır. Bu enformasyon değerlendirilmiş ve sadece Nafiz Bostancı bu saldırıdan uzak tutulmuştur ve o da gittiği yere yerleşmiş, orayı mekân tutmuş ve kendine başka bir dünya yaratmıştır. Kalanların hepsi, aydan Bulutgil dâhil, topyekûn bu muhbirin bilgisini verdiği saldırıdan kurtulamamıştır. Peki, burada, bu enformasyon olgusundaki önemi, nafiz bostancıyı kurtarmasında mı arayacağız, yoksa bir anlamda, hiçbir işe yaramadığında mı?
Yani, polisin muhbirliğini beklemeye gerek var mıydı, Aydan Bulutgil ve Birol Başören dururken, nafizin kaçmasına gerek var mıydı.
Olası bir direnişte kitleleri yönlendirmeye görevli, öncü pozisyonundaki kişiler, nasıl olur da enformasyonu değerlendirmeyip, topyekûn yakalandıkları yetmiyormuş gibi, bir de,”polisin bildiğini kabul etmeyi” bir uyanıklık sayarlar.
Hadi polis her şeyi biliyorsa ve kabul etmek bir taktikse, bu da partinin politikası haline geldi ise, her şeyi haykıran radyo bunu da haykırıp, zaten bilinen bir durumdan yararlanarak komünist olmayı kabul edip, komünistlerin öcü olmadığını, neleri savunduğunu, TKP nin işçi ve emekçi kitleler için, halkımız için ne demek olduğunu savunmamız neden örgütlenmemiştir. Dahası neden engellenmiştir?

Partinin böyle bir politikası yoktur ve uzatmayayım, bunlar sorulardır, sorulmalıdır. ve yukarıdaki neden sorusunun cevabı şudur; yani nedeni şudur, parti, desantralize durumdadır, ve radyodan “ partiyi hak eden savunur” derken; sıradan üyelerin çözülmesine gönderme yapılmamaktadır. Gönderme üst düzeyde bir çözülme, polisle, işkenceciyle uzlaşma ve bunu örtmek için de "bildiklerini kabul edin, derine inmesinler"yönlendirmesi içinde olanlaradır.
Bu çok ciddi suçlama, yani muhbirlik suçlaması partinin radyosu kanalıyla dosta düşmana duyurularak, bir tek ulvi oğuz için yapıldı. Şimdi bunların hepsini yani hem,”polisin bildiğini kabul edelim” yönermesini, hem de ulvi oğuzu parti ismini de vererek polis ajanı olarak ilan etmeyi ve de saldırı enformasyonuna rağmen bütün işlerini son noktaya bırakan ve adeta polise "gel beni de al" dercesine ortada dolaşanların yakalanması olgusunu da üst üste koyduğumuz da ortaya ne çıkıyor bellidir.
Bu özünde bir komplo teorisidir ama üzerinde düşünülmesi, burada, bu mezarın başında bulunuyor olmamızın yükledikleri nedeniyle böyle mezarların bir daha olmaması için gerekmektedir.

Teorimizi biraz daha kuvvetlendirelim. Partinin desantralize edildiği,”nerede bir yoldaş varsa parti oradadır” önermesi ile bildirilirken, bizimkiler ellerini kollarını sallayarak belgelerle dolaşmaya devam etmişlerdir. Sonuçta da yakalanmışlar ve “polisin bildiğini söyledikleri bilgileri daha derine inmemeleri” için kabul etmişlerdir.

Peki, Hayrullahoğlu’nun bu yönermeden haberi yok muydu? Hayrullahoğlu direnmiş ve İstanbul örgütünden bir kişiyi bile polise vermemiştir. O uyanık değil miydi, ona soru soran polisin elinde derine inmeyi engelleyen kabul edilmesi gereken bilgiler yok muydu. Ve sonuçta deniz yoldaş işkencede öldürülmüştür. Ve ortada bir çözülme yok, uzlaşma yok, işbirliği yok. Üzerinde düşünülmelidir. Bunu düşüneceğimizi, mezarı başında andıklarımız için elimizi kaldırıp içtiğimiz andın bir kenarına koymalıyız. Ancak böyle denizler bir daha ölmez.
Buradan Lenin’in ağabeyini hatırlatmak istiyorum. Biliyorsunuz çara suikastte tutuklanmış ve onca ortaçağ işkencesine rağmen işkencede konuşmamıştır. Ama mahkemede bütün suçu üzerine almış ve diğer arkadaşlarını idamdan kurtarmıştır. Ve o bir anarşisttir.
Evet, bu tarihi bir derstir ama bu ders bizler içindir. Tabii bizden öncekilerin böyle derslerle ilgilenmedikleri de ayrı bir derstir.

Şimdi, asıl olan hangisidir? Yani yukarda söylediğim mi, yoksa parti akademilerinde de eğitim almış olan, polisin bildiğini kabul edip, derine inmesini engelleme uyanıklığını, üst düzey olmasının engin deneyimine bağlayarak kabul etmesi ve sonra da, cezasını tamamlayıp, elini kolunu sallayarak, hatta "düzenle hesaplaşmasını" Ergenekon için imza kampanyasına bağlaması mı? Hangisi?

Değerli arkadaşlar, bir örnek de, Çağatay Güneldir. Erdal Talu’nun kayın biraderi, Şeyda Talu’nun da ağabeyidir. O da bulunduğu yeri terk etmesi söylendiği halde belgelerle yakalanan bir parti sorumlusudur.
Çağatay Günel’in işkencecisi ile işbirliğine girip, girmediğini ben nereden bileceğim. Ama ifadelerinde ayışığının renk tonunu bile resmeden ve sıradan bir üye olmayan bu kişinin, polis karşısındaki tutumu ve daha bunun gibi üst düzeyde birçok kişinin işkencedeki tutumu ne parti tarafından ne de parti tabanı tarafından enine boyuna ele alınmamıştır.

Aksine, çözülmeye insani bir boyut vererek, bu olgunun üstünü insaniyetlikle örtmüşlerdir. Muhbirlik olgusu ise, KGB ye bağlanılan bir enformasyonla ulvi oğuza hapsedilmiş, böylece kimin muhbir, kimin çözülmüş olduğu karambole getirilmiştir.

İnsana "siz kimi kandırıyorsunuz" dedirten bu çabalar, “kimin vazgeçtiği, kimin vazgeçenlere meyil ettiği artık belli iken, bu tür muhbirlik, çözülme, komünist partisi, Lenin, vesaire... Hanginizin umurunda. İşinize gücünüze bakın. Leninizmi de, komünistliği de ilgilenenlere bırakın. Size ne, o yoldaş çözülmüş, öbürü muhbirlik yapmış. Bunların hepsinin hesabı güçlü bir işçi sınıfı hareketi yükseldiğinde işçi sınıfı tarafından sorulacaktır” da dedirtiyor.

“size ne, yüzlerce kişi yakalandıysa, içinden kaç kişi yıllarca hapis yatmış, kaç kişi çıktıktan sonra kansere yakalanıp ölmüş. Kaç kişinin okulu kalmış, avukat olamamış, doktor olamamış, mühendis olamamış. Kaç kişinin ailesi, o hapisteyken dağılmış, çocuğu ateşler içinde kıvranırken karısı çaresiz kalmış, hanginizin umurunda, bırakın onu bize, yüreği kan ağlayanlara, yoldaşlarını kimsesizler mezarlığında bırakan sizlere inat, onu yalnız bırakmayanlara” da dedirtiyor.

Değerli arkadaşlar, bugüne kadar bunlar yalnız kalmış komünistlerce, kendi yüreklerine akıtılarak söylenmiştir. Artık yalnız olmadığını, başkalarının da olduğunu gören, yalnızken yüreğine akıttıklarını şimdi hep birlikte düşmana da, onunla işbirliği yapmış hainlere de haykıracak olan yüreklerin sesi gürleşmeye, hedefini netleştirmeye başlamıştır.

Burada da Lenini hatırlatmak istiyorum, Leninin ağabeyi çarın mahkemeleri tarafından idam edilmişti. Mutlaka Lenin de, bizim burada, Hayrullahoğlu’nun kimsesiz mezarı başında, onun kimsesiz olmadığını gösterircesine, bu katledilişin hesabını soracağımıza and içmemiz gibi, o da abisi için and içmiştir ve o kadar, öyle yürekten içmiştir ki bu andı; bilerek, inanarak bu andın peşinden gidip, 70 yıl boyunca düşmana korkular yaşatan ekim devrimiyle taçlandırmıştır.
İşte budur arkadaşlar, and budur. Bu kindir, bu andımızdır bizi diri tutan, bizi mücadeleyi tamamlamaya götürecek olan bu sınıf kinidir. Bu kinin üzerinde yükselttiğimiz politik, ideolojik bilincimizdir.

Evet, şu bir gerçek,12 Eylülden beri sürüleştik ama sürü olmayanlar da var bu topraklarda. Bu sürüleştirme operasyonuna kimlerin su taşıdığını görebilecek kadar aklıselim insanlar da var. Artıyor. Artacak.

Değerli arkadaşlar, ben hep söylerim,” herkes dün nerede ise bugün de oradadır.” Derim. Herkesin bugünkü bulunduğu yere bakın daha önceki yerini görürsünüz. İşaret etmek istediğim şudur; deniz yoldaşı buraya gömenler de, burada kimsesiz bırakanlar da, dün bulundukları yeri biran bile unutmayan, devrim kapısından kaçmakla kalmayıp, bunu politika haline getirerek burjuvaziden emeğinin karşılığı olarak aldığı gölgeliklere kurulan, bu azap zebanileridir. Onları iyi tanımalısınız.
Onları unutmamalıyız. Unutmazken, Lenin’i, onun anarşist ama yiğit abisini hatırlamalıyız. Hâlâ devrim için yanan bir yürek taşıyorsak, devrimden kaçanları unutmamalıyız. Onlara bu fırsatı bir daha vermemeyi hep hatırlamalıyız. Bu da andımızın hafızası olmalı. Andımızın içini doldurmalı.
Yoksa burada, böylesi mezarların başında ne dersek diyelim, yaptıklarımız da, dediklerimiz de ayin dinamiğinden öteye gitmez. Öyleyse bizim buraya gelmemize gerek yoktur, Deniz yoldaşlar yüreğimizde yaşıyor zaten. Ama biz düşmana inat, onun yalnız olmadığını, onun bu yiğitliği üzerinden, düşmanı affetmediğimizi göstermek, bir daha asla demenin dinamiğini andımıza yerleştirmek için buradayız.
Bu topraklara yiğitlik gerektiğini, bugün asıl yiğitliğin akıl olduğunu, aklımız olduğunu, aklımızın tutsaklığını kırmak olduğunu haykırmak, haykırmaktan önce hatırlamak için buradayız.

Bu mezar bir ölünün değil, her zaman kalbimizde yaşayan, bu topraklarda yaşayan tüm aklıselim, yiğitliğini aklından ve inancından alan yüreklerin, bitmeyen, bitmeyecek deryasının varlığını, canlılığını taşıyan bir yerdir.
Dün içtiğimiz andı, bugün yeniden sulamak için bulunduğumuz yer değil, gerçekten andımızı içtiğimize emin olduğumuzu göstermek için toplandığımız yerdir.

İçtiğimiz andı yerine getireceğimiz yöne doğru, atacağımız adımlarımızın, sağlam basması gerektiğini hatırladığımız, hatırlattığımız yerdir.

Burada yatan ve bize bu topraklardaki tüm karanlıklara rağmen, oynanan tüm oyunlara rağmen, bu mezarda yatıyor olmasına rağmen, ışık saçan, deniz yoldaşın; sosyalist iktidar yürüyüşünde öldüğünü, bu uğurda savaşan ve geride bıraktığı, kurtardığı sosyalist iktidar yürüyüşünü tamamlayacağına inandığı yoldaşları için feda ettiğini unutmamak üzere bulunduğumuz yerdir.

Burası, böyle yerler, bir daha olmadan, çoğalmadan, sosyalist iktidarın giriş kapısını açmanın dinamizmine and içmek, yüreklerimize de, aklımıza da kazımak için bulunduğumuz yerdir.

Sen rahat uyu deniz yoldaş, seni ele verenleri de, bilerek mi, bilmeyerek mi verdiğini de, geride bıraktığın yoldaşların ortaya çıkarmanın tarihsel sorumluluğundan kaçmayacak, seni öldürerek bu yürüyüşün biteceğini düşünenlere ve bunu hemen kabul edip kaçanlara bu yürüyüşün bitmediğini göstereceğiz. Gösteriyoruz.

bu bizim, içini daha da doldurmaya çalışacağımız andımız olsun.

Yaşasın sosyalist iktidar yürüyüşünü yüreğinde, bilincinde taşıyanlar.

Yaşasın bu yürüyüşe yürekleriyle akıllarını birleştirerek katılanlar.

Yaşasın sosyalizme giden yolda yanlış yere sapmayanlar,

Yaşasın proletarya diktatörlüğü.

Yaşasın Kürt Türk tüm halkların kardeşliği.

Kahrolsun her boydan, her soydan içimizden dışımızdan işbirlikçiler.

Sen rahat uyu deniz yoldaş, bunun hesabını soracak, biraz hafıza sorunu yaşasa da, işçi sınıfı da, onun gerçek öncüleri de hala var bu topraklarda. Artıyor, artacak ve kanın yerde kalmayacak.

Fikret Uzun

16 KASIM 2008
(* )V.N.TÖR,1927 yılında TKP genel sekreteridir. TUSTAV yayınlarından Büyük Kırılma adıyla yayınlanan kitapta, belgelerin çevirisini yapan Sinan Dervişoğlu,'nun ilk BÜYÜK KIRILMA noktası olarak nitelediği 1927 Tevkifatı, o zamanın polis komiserini ziyaret ederek, bir kahve içimi boyunca TKP nin Genel Sekreteri olduğunu itirafla, elindeki belgeleri teslim etmesi ile başlamıştır. Ancak, Sinan Dervişoğlu'bu çevri çalışmasına yazdığı önsözde bundan söz etmemekte ve kırılma noktası nitelemesi ile bırakmayı yeğlemektedir. Ancak, bununla da kalmayıp, bu kırılmanın nedenini İÇ PARTİ-DIŞ PARTİ çatışmasına bağlamaktadır. Ama bu V.N.Tör'ün hem dönek, hem de hain olduğu gerçeğini değiştirmek mümkün olmamaktadır

Hiç yorum yok: