9 Ağustos 2014 Cumartesi

Nietzsche



NİŞE

Önce bir soru; Sorum iki uca açılıyor; Nietzsche, bir referans noktası mıdır? Ve Nietzsche ihtiyaç mıdır?


İnsana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da, insanın zorunlu geleceğine inanmak demektir. Ahlak ancak burada var olabiliyor; zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.

Ahlak doğuştan gelmiyor, sonradan kazanılıyor ve sonradan kaybediliyor. Önceki ahlakı silip yeni ahlak yazmak başkadır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak anlamındadır ve bu apayrıdır.

Bu anlamda, Marxizmin kurucuları, “Hiçbir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlak diline çevrildiğinde red, inkâr demektir.” derlerken çok doğru söylüyorlardı.

Korku ahlak silicidir. İnsanlık için en büyük korku, ebedi korku, ölüm korkusu’dur; dinler, korkutmaktan
vazgeçmiyorlar. Diktatörler de ölüm korkusunu hep yüksek tutuyorlar. Ahlaksızlığa ihtiyaçları var.

Ahlaklı yaşamak için ölüm korkusunu yenmek şarttır.

Açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu ve giderek ölüm korkusu hep bir ahlak silicisi işlevi görüyorlar.

Ahlaksızlık propagandasının fazlası, insanın alçalmasını reklam etmek ile aynı yerdedir ve buna yozlaşmak demek isabetlidir. Yozlaşmış olan, sürekli olarak alçalmayı seçendir.

Buna en iyi örnek, Kundera’dır; Nietzsche’nin takipçisi, Çekoslovak döküntü Milan Kundera, yaratmaya çalıştığı karakterlerle ve tümüyle yalnızca alçalmayı vaaz ediyordu. Kundera yozlaşmış bir yaratıktır. Bütün yazılarında insanlığın kazanılmış değerlerine karşı bir kemirme stratejisi sürdürmesinin yanında, insanın değerlerini teker teker atmasını istemeyi bir yaşam biçimi yapmak istiyor. Buna “yoz” diyebiliriz.

Dahası var, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden aktarıyorum;”Sabina ihanet düşkünüdür” diye başlıyor ve “ İhanet. Küçük yaştan başlayarak babamız, öğretmenimiz bize ihanetin en alçakça suç olduğunu söyleyip dururlar. Peki, ama nedir, ihanet? İhanet setleri yıkmak demektir. İhanet, setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru alıp başını gitmektir.” Diye yazıyor ve şöyle bitiriyor Kundera: “Sabina bilinmeyene doğru başını alıp gitmekten daha harika bir şey düşünemiyordu.”

Yozlaşmış Kundera, ihanetin bir alçaklık değil, özgürlük olduğunu vaaz ediyor.

Nietzsche, Ecce Homo adlı eserinde şöyle yazıyor; “Öç ve hınç duyguları zayıflıktan nasıl ayrılamazsa, saldırganlık tutkusu da öyle ayrılmaz güçten. Örneğin kadın öç gücüdür; başkasının acısına duyarlığı gibi bu da zayıflığından gelir.”

Nietzsche, ahlakı, insana karşı geliştirmeye çalışıyor. J.Paul Sartre, Egzistansiyalizmin hümanizm olduğunu ileri sürerken, Nietzsche ile karşılaştırıldığında çok daha haklı görünüyordu; Sartre, mevcut değer levhalarını silmeye kalkmanın ötesinde, yalnızca bağlanmanın akıl dışı olduğunu, anlamsıza bağlanan insan denilen varlığın özgürlüğe ve gelişme yollarına ulaşabileceğini belirtmekle yetiniyor. Sartre, kolektif insana olmasa bile, bireysel insana güveniyor. Fark buradadır.

Nietzsche bir ahlak yazıcısı olmak istiyordu. Bu nedenle ölümü yok etmeye çalıştığını düşünebiliriz. Edebi dönüş ile ölüm korkusunu silmeyi deniyor; ancak insana güvenmiyor. İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor. Ama boşunadır.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, şöyle yazıyordu; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu ve fakat yıkılana kadar geçen zamanda Marx ve Engels’in önermelerinin doğru olduğunu ve hâlâ geçerliğini koruduğunu bütün çıplaklığı ile göstermiş olduğu bir zamanda; Marxizm’in kurucularının, somutun zenginliğinden bulup çıkardıkları gerçeklikleri, bizler maalesef gözümüzün içine girecek denli açıklıkla önümüzde durduğu halde göremiyor ve başka reçeteler aramak için bin bir bahane öne sürüyoruz.

Bu, bizim, hep hatırlattığım gibi, hem sorunumuz ve hem de dramımız oluyor ve hem farkında değiliz ve hem de çözmeyi aklımıza getirmiyoruz.

Bahanelerden biri de, yakın zamana kadar Nietzsche idi - ki hâlâ devam ettiğini görebiliyoruz - ve sık sık internetin bu kalın duvarlarına asar dururduk Nietzsche’nin dediklerini; hâlbuki hâlâ en ileri, en devrimci ve en bilimsel bir teori olmaya devam eden; işçi sınıfının tarihsel görevinin, dünyanın komünist yeniden inşasını gerçekleştirmek olduğunu, dolayısıyla dünyayı değiştirecek ve yalnızca ekonomide ve politikada değil, kültürde de daha ileri gitmeyi sağlayacak toplumsal gücün, insanlığın eksiksiz daha yüksek ahlaki ve estetik değerlere ulaşması için gerekli koşulları yaratan gücün, işçi sınıfında bulunduğunu gösteren
Marksizm’i daha derinlemesine anlamak ve hatta onca zamandır üzerine konulmayan tuğlalardan koymaya çalışmak varken, Nietzsche’den veya aynı türde başka yerlerden medet umarak, buralardan üfürülen kelamları asmakla kendimizi oyalamamız son derece düşündürücü olmalıdır.
Bize, insana en çok yakışan düzenin kurulmasını çabuklaştırmak için Nietzsche’ler değil, Marksizm’i derinlemesine anlamaktır gereken.

Bu gün hâlâ iki felsefenin - İdealist felsefe ve materyalist felsefe - karşıtlığını yaşamakta olduğumuzun açıkça görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz; Dünya hâlâ bu karşıtlığın etrafında dönmekte ve sınıf mücadelesine de bu felsefi karşıtlığın mücadelesi damgasını vurmaya devam etmektedir.

İşte dananın kuyruğunun kopartılmak istendiği nokta tam da burasıdır, yani idealist felsefeyi insanlığın kafasına kakarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar, çünkü idealist felsefe, geriye dönüşü veya geride kalışı savunmanın felsefesidir ki merkezinde din ve sürü var.

İşte bu nedenle sınıf mücadelesi bu gün ideolojik planda şiddetlenmektedir, çünkü idealizmin cenderesine hapsedilmiş kitleler, tekellerin, emperyalist kapitalizmin ideolojik hegemonyasına bağlanarak edilgenleştirilmişlerdir.

Yine bu nedenle en devrimci işin, en sert ideolojik mücadele ile hücuma geçmek olduğunu öteden beri vurgulamaktayız. Ama kendimizi, elimizde hâlâ en ileri ve devrimci ve de bilimsel teori olduğunu kanıtlayan Marxizm varken, Nietzschelere hapsedersek, bu hücumu gerçekleştiremeyiz, gerçekleştiremiyoruz da, bu ideolojik mücadeleyi veremeyiz ve tekellerin ideolojik hegemonyasını kıramayız, bu da idealizmin dünyayı daha da saracağına işaret olur.

Demek ki, şimdi dünyanın bir aydınlanmaya daha ihtiyacı vardır ki, aydınlanma demek despotik aydınlanmacılara ihtiyaç var demektir, o da işçi sınıfının tarihsel görevini ve bu görevini sonuna kadar götürmek ve tamamlamak için ihtiyacı olan iradeyi öne çıkarmaktadır.

Öyleyse hatırlamak gerek;

Teolojik akıl düzeni de bir akıl düzenidir.

Aydınlanma ise, bir akıl düzenini ret etmekle bir yenisine geçiştir. Tüm aydınlanmaların başlangıcında ret var. Gerçekleştirilmesi mutlaka şiddet ile oluyor. Şiddet sadece süreyi kısaltmıyor; aklın frenlerini de kırıyor.

Kant, akıl düzleminde, bir isyan başlangıcıdır. Hegel, Kant’ın isyanını mutlaklaştırarak söndüren Alman’dır. Marx, yeni teknolojinin hızla egemenlik kurduğu bir zamandaki aydınlanmacıdır.

Eleştiri küçük bir isyandır.

Felsefe dinden doğuyor ve bütün doğumlar gibi, bir ölümcül savaş sonrasında nitelik değiştiriyor.

Felsefe doğumuna düşmandır.

Marx ve Engels, daha çok Alman Felsefe’sinden besleniyorlar. Alman felsefesini en iyi kodifiye eden Kant, tam bir aydınlanmacıdır; aydınlanma, sonsuz eleştiriye dayanıyor. Kant’ın bütün önemli çalışmaları,”eleştiri” başlığını taşıyor ve Marx’ın en önemli çalışmalarının ya başlığında ya da alt başlığında eleştiri yer alıyor.

Ütopya, aklın, toplumsal-egemen duvarlarını yıkabilmektir.

Fransa’da 14. Louis, İngiltere’de 8. Henry, toplumsal hayallerin önündeki yüksek duvarları yıkabilen tarihin kaydettiği önemli despotturlar. Böylece büyük aydınlanmanın kapılarını açmış oluyorlar.

Bununla birlikte, bunlardan 8. Henry, ütopya sözcüğünü de yaratan ilk büyük ütopyacı Thomas Moore’u idam etmiştir. Bu şaşırtıcıdır ancak daha sonra, tarihin kaydettiği en önemli aydınlanmacıların hepsinin aynı zamanda despot olmaları şaşırtıcı değildir. Eski aklın duvarları güçlü ve yüksek ise, bu var olan aydının düzeninden bağnaz ölçüde hoşnut olması demektir, aydınlanmacı despotik yollara başvurmak zorundadır. Başvurduğunu biliyoruz.

Açıkça görülüyor; her aydınlanma, bir aydınlar iç savaşıdır. Ölümlüdür.

Demek ki, ihtiyaç despot aydınlanmacılarda ise; ama bu gün despotlardan aydınlanmacı olmalarını beklemek ham hayal ise, kilise ve camilerden böyle aydınlıkçıların çıkması da pek zor ise, öyleyse iş gene işçi sınıfına kalmaktadır.
Öte yandan, Marxizm-Leninizm’in kurucuları, bunu da bizim önümüze teorik olarak koymuş, hatta Lenin ve Sovyet komünistleri bunu reel hale getirerek, olmazsa olmazını bütün dünyaya göstermiştir.

Burada, Marx ve Engels'in, aydınlanmanın yalnızca toplumsal düşüncedeki bir hareket olmadığını, büyük Fransız Devriminin öngünlerinde, feodal mutlakıyetçiliğe karşı savaşmak için ayaklanan ilerici burjuvazinin çıkarlarının ideolojik bir ifadesi de olduğunu gösterdiklerini hatırlatmak isterim.

Felsefenin temel konusu, doğru bilgi edinmedir. Ancak Nietzsche’nin ilgisi bu alanda değildir, onun ağırlığı, insan üzerine düşünmektedir. Ancak en çok insan üzerine düşünen ve belki de sadece insan üzerine düşünen Nietzsche’nin insana güvenmediğini görüyoruz. Dolayısıyla ilerlemeye de inanmamaktadır. Çünkü insana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir.

Bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof demek mümkün değildir; diğer taraftan, bilme ile ilgilenmek, bilebilecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Buradan hareketle, felsefenin insan ile ilgilenmesinin türetilmiş bir merak olduğunu söylemek doğru olur; dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık, insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamaya çalışmak, insan’ı anlamaksızın mümkün olmamaktadır.

Nietzsche, şöyle yazıyordu Deccal’inde; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Bunu kısaca şöyle anlamak mümkündür; Nietzsche, Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşıyor ( 1844-1900) ve tekellerin, bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyor, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan “ arıyor. Nietzsche, Parmanides’in karşıtı, Herakleitos’a hayranlığını öne çıkarmaktadır.

Şöyle diyor,“Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yok, oluşun, yok edişin olumlaması ki, Dion-yosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır,- karşıtlıklara, savaşa ve ‘varlık’ kavramını kökünden yadsıyarak – oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünenler içinde bana en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. ‘Bengi dönüş’ öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek her şeyin durmadan yok olup yeniden doğması, Zerdüştün bu öğretisi daha o zamanda Herakleitos’ça öğretilmiş olabilirdi.” Nietzsche-Ecce Homo

Bir Nietzsche takipçisi olan Kundera da “bengi hafiflik” öğretisini savunmaktadır. İnsanlara bitkisel hayatı öneriyor.

Ancak Engels, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, bitkisel yaşamın resmini şöyle çiziyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

Engels, Anti-Dühring adlı yapıtında şöyle yazıyor; “iyi ve kötü kavramları, ulustan ulusa ve dönemden döneme o kadar çok değişiyor ki, genellikle birbiriyle tümden çelişir duruma geliyor. İnsanlar ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı pratik ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler.”

Marx ise, “…Stirner hep yapıyor, hâlbuki komünistler hiç ahlak vaaz etmezler. İnsanların önüne ‘birbirinizi sevin’ , ‘egoist olmayın’ türünden ahlaki talep koymazlar. Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur” diye yazıyor.

Bize Nietzsche’ler değil, Marx ve Engels’ler gerekiyor ve yetiyor diyorum. Marx ve Engels’in kurduğu Marxizm’e tuğla koyacak olanlara da razıyız ama Nietzsche’leri beklemiyoruz, takipçileri Kundera gibilerdir ki, “büyük yürüyüş” olarak tabir ettiği sosyalizm mücadelesini “kitsch” yapan, büyük anayurt savunmasında Hitler faşizminin işkencelerinde öldürülen Stalin’in oğlunun cesedini “kitsch” ile tartıp, kitschin daha ağır geldiğini ifade eden ve bir süre önce kısa bir eleştirisini yaptığım Çekoslavakya kaçkını Çekoslavaktır, onları hiç istemiyoruz.

Nietzsche’yi referans noktası yapmanın yanlışlığını göstermeye çalışmamın da anlaşılmasını ve bu gün, tekellerin ideolojik hegemonyasına yenik düştüğümüz koşullarda, anlamak da, anlatmak da dibe vurmuş durumda iken, üstüne üstlük sürekli olarak,”yorum” dan çok “değiştirmek” eyleminden söz edilirken, birimizin anlatamadığını, diğerimizin anlamak için, birimizin anlayamadığını diğerimizin tekrar tekrar anlatmak için sabır ve kararlılık göstermesi son derece önemlidir. Bunca cümleyi, karşılıklı olarak bu sabrı göstereceğimize inanarak alt alta dizdim. Yüklendiğimize inandığım sorumluluk gereğidir diye düşünüyorum.

Öte yandan Nietszce'nin kayda değer söylemleri elbette olabilir bu normal ancak bir bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı göstermektedir. Nietzcsche aklı zaten geriletilmiş ve illuzyonda yaşayan ama bir şekilde aydınlanmaya susuz olanlar için tam bir zehirdir. İlluzyonda yaşamaya alışan insanı bozuyor, daha doğrusu aklını bozuyor ve dünyanın bütün sorunlarının müsebbibi olarak düşündürtüyor, düşündürtmese bile hissettiriyor. Oysa asıl müsebbiplerden kurtulmak için onların teşhir edilmesi ve insanın kendine yönelttiği öfkeyi onlara çevirmesi gerekmektedir. Ancak “Nişe”lerden çıkamazsak bu mümkün olmuyor. Bu anlamda tartışmak için bir forum ortamı doğmasının mümkün olmadığını söylemeye çalışıyorum. Beni saymayın, ben her zaman aykırıyım, her şeyin olumsuzunu da düşünmek bende ilke olmuş ve olumlunun böylece sağlamasını da yapmış oluyorum. Ama pek çok, olumsuzu ortaya çıkarmış oluyor, deşifre etmiş oluyorum. İşte bu nedenle daha önce de Mevlana ya da Yunus Emre üzerinden aynı çıkışı yaptığımı hatırlıyorum.

Ancak görüyorum, Mevlana’yı öne çıkarmaktan vazgeçmiyorsunuz. Bu Mevlana’dan neden vazgeçmiyorsunuz anlamında değildir. Yani Mevlana’dan vazgeçmeyebilirsiniz ancak "Din Afyondur" sözüne bağlı kalarak, Mevlana'da kalmak mümkün değildir. Tersi de doğrudur, Mevlana’da ya da Yunus Emre'de kalarak o sözü sahiplenmenin bir anlamı yoktur. Kaldı ki, dinin o sözdeki afyondan daha fazlası olduğuna inanıyorum. Mevlana hem o Afyon'un içindedir, hem de fazlası içindedir.

Ve burada, eninde sonunda bizler de birer aydın olduğumuza göre, "Ben benim, kime ne" uymuyor. Elbette biz biziz ama bizim biz olmamız, başkaları için modeldir ve bu başka modellerle bulanıklaştırılırsa model eninde sonunda başka modeller olur.

İşte vurgum buradadır ve ileri gitmeyi, istemesem de rahatsız etmeyi göze alarak böyle ince konularda öne çıkmaktan çekinmiyorum ve biliyorum, çok düşman kazanıyorum ama bir o kadar da soru işareti bırakıyorum. Önemli olan budur.

Felsefe, Kuşku ile yürüyüp, mutlak olanı bulma işidir. Felsefe, bir boşlukta sonsuza doğru yürüyerek bilgiye ulaşma serüvenidir.

Felsefe de bir çözme, bir negation’dur. Doğa’nın negation’u, felsefenin ön tarihidir. Felsefe bu ön tarihin, ön hazırlığın, üzerine geliyor.

Kant, felsefesinin başlangıç noktasını, varlığın niteliği sorununun, bilginin niteliği sorununa dönüşünde buluyor.

Hegel, felsefesinin rüştünü, “niçin düşünce”, düşüncenin nasıl olduğu sorunsalında görüyor.

İnsanoğlunun arayışı, bilmenin ne olduğunun cevabını bulma yönündedir, insan böyle ilerliyor.

En mutlak olan, eninde sonunda ve mutlaka bilgidir, mutlaklığı ise görecedir.

Bilgiyi kilisenin veya din adamlarının egemenliğinde bırakarak, toprağı asillerin hükümranlığından çıkarmak ve böylece ulusallaştırmak mümkün değildir. Savaş iç içedir. Batı’da, İslam dâhil, Doğu’ya sınırlı kalan dinlerde de, ruhban sınıfının üst tepeleri asildirler; Avrupa’da kilise her zaman en büyük ve en güçlü feodaliteyi meydana getiriyor.

Feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş, aynı zamanda laik savaştır. Batı’da mülkiyetin biçim değiştirme savaşı bitince laisizm de gücünü yitirmeye başlıyor; aydınlanmış Avrupa, yoğun bir dinsellik tutkusuna bağlanıyor. Bugün emperyalist dünyada öne çıkan budur.

Öyleyse, Laisizm, bir savaş ve aynı zamanda bir güç çözme işidir. Laisizm, bir iktidar kavgasıdır. Bir politik mücadele anlamına geliyor.

“Nişe”lerle daha doğrusu “Nişe”lerin model yapılmaya çalışılması ile mücadele de bunun içindedir. Mevlanacılık ile mücadele de aynı yerdedir.

İşte Türkiye'de Laisizm'den uzaklaşmak, Laisizmi bulandırarak olmuştur ve aydınlanmanın yerine karanlığın yerleştirilmesi bu şekilde kolaylaştırılmış ve hatta hala daha fazla aydınlanıldığı illuzyonu içindeyiz. Neden mi, öne çıkartılan modellere ve bu konuda üzerine düşeni yapan "öğretilmiş düşünce" taşıyanlar yüzünden. Hassasiyetim bundandır

İnsanın düşüncesini belirleyen onun maddi yaşamıdır, dolayısıyla maddi varlığıdır. Öyleyse söz ile insanın kişiliği arasında diyalektik bir köprü vardır. Ama insanın kişiliğini söz belirlemez, o sözü insanın maddi yaşamı gereği varlığına içerilmiş kişiliği belirler.

"Sözü ile özü bir olmak" veya "olmamak" veyahut,"özde değil sözde" özdeyişleri bunun için olsa gerek.

Diğer yandan söz kulağa hoş gelebilir ve ama özü vermeyebilir ve söz konusu "söz" deki bağımsızlık ise, onu söyleyenden ayırırsak yani, bu yanlış olsa da, söz yani düşünce maddenin önüne geçmiş olur. Oysa biz biliyoruz ki, görünen ile öz aynı değildir ve öyle olsaydı bilime gerek kalmazdı tek söz gerçeği ortaya çıkarmakta yeterli olurdu.

Ve ayrıca, illa ki söz üzerinde duracaksak, söyledim, bunun için Nietzsche'lere gerek yok ama bilimsel bilgiye ulaştıracak çok daha öz ile görüneni birbirinin üstüne koyan sözler ve sahipleri var.

Ve bir zehri sadece ve sadece zehrin ana maddesi teşkil etmiyor, zehir, mutlaka ve mutlaka o zehirden tamamen ayrı ve zehir içermeyen bir madde içinde taşınıyor ve şırınga ediliyor. Ve hatta her zaman ambalajında zehir olduğu yazmıyor.

Ancak buna karşın, Nietzsche'nin bu sözü de öze dair değildir. Hayır! Bin kere hayır! Siz ve ben değiliz onun katili! Onun katili tek başına, soyut olarak, her şeyden bağımsız düzen de değil. Onun katili, tamı tamına emperyalist kapitalizmin, insanı insanlığından çıkaran, kendine yabancılaştıran, bunu fark etmesinin önünü tıkayan bir avuç sömürgen ve çok önce insanlıktan çıkmış, belki de hiç insan olamamış kapitalist sınıf ve onunla bin bir bağ ile bağlı yardakçılarıdır. Öz budur ve bu özü unutursak, sorumluluğu bütün insanlara yayarız ve onlara hiçbir şey bırakmayız. Nietzsche'nin bu sözü de, Deccal’inde yazdığı ; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.” sözü ile birdir. Nietzsche, tekellerin bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyordu, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Hepsi budur, ne söylerse söylesin, kulağa hangisi hoş gelirse gelsin bu öz değişmez.

Önce bir ansiklopedik alıntı ( Felsefe Ansiklopedisi –Düşünürler Bölümü- Orhan Hançerlioğlu- 1985 –Remzi Kitabevi.);

“ …İsviçre’nin Basel Üniversite’sinde10 yıl kadar filoloji profesörlüğü de yapan Nietszche, deliliği oranında ünlü, gericiliği oranında kendini aydın geçinenlere yutturmuş, bilimdışılığı oranında bilimci görünmüş, metafizik düşçülüğü oranında metafiziğe karşıt sayılmış, ahmaklıkla niteledikleri tarafından alkışlanarak, bir ölçüde haklı olduğunu tanıtlamış 19.yüzyıl sonlarındaki burjuva düşüncesinin çöküntüsünü gereği gibi temsil etmiş örnek tiplerden biridir. Usa karşı iradeyi çıkaran öğretisi, halk yığınlarından tiksinmenin ideolojisini sergiler. ‘Ahmaklar sürüsü’ olarak nitelediği halkı yönetmek için antidemokratik ilkeler ileri sürerek, faşizm ve Nazizm gibi ünlü canavarlıkların temelini atar. Ortaya attığı ‘insanüstü’ varsayımıyla ahlakı ikiye ayırır, halk için uygun gördüğü köle ahlak’ına egemenler için uygun gördüğü efendi ahlakını karşı çıkarır. Türkiye’de de çeşitli övgülerle yapılan çevirilerinden biri olan ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt ‘ da şöyle der; ‘Erdemlerin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz edenler, bütün erdemleri uyumaya gönderin… En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana şu sırrını verdi; bak ben daima yenmek zorunda olanım… Erdem dedikleri, gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar, ömürlerinde bir kez sert konuşacak olsalar, ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar, üç büyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar, sağlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar şimdiyi geleceğe bağlayan köprülerdir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi. Parçalayın insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Kardeşlerim şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuş, oysa hiçbir şey bilinmemiştir. ‘Çalmamalısınız’ , ‘öldürmemelisiniz ‘ sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözlerin karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız.’
İşte Nietszche’nin ahlakı böylesine bir ahlaktır; insanlara çalmayı çırpmayı ve öldürmeyi öğütlemektedir. 19.yüzyıl kapitalizminin emperyalizme dönüştüğü son döneminde, yayılımcı ülkeler de böyle bir öğüt beklemekte idiler. Emperyalistlerin isteğine uygun olarak, Nişeye göre, kölelik, kültürün ve sömürü ise, yaşayan her şeyin özüdür. Toplumsal gelişmenin özü ise, irade gücü adını verdiği var olma savaşıdır. Ona göre, bilimsel ilerleme yoktur ve olanaksızdır, bilim daima bir kısır döngü içindeydi ve öyle kalacaktır…”

Burada Nietzsche’yi Marx’ın yanına mı koyuyor anlamadım ama Marx’ın düşüncesi ile de bir paralellik kurduğu anlaşılıyor. Bu yanlıştır ve devamında söylediği ise, tamamen yanlıştır; “Nietzsche’nin Sartre ile karşılaştırılmasının materyalistin değil, filozofun işi olduğunu” söylerken, yanlışı iki yönlüdür; birincisi Sartre ile karşılaştırılmasının materyalistin işi olmadığı çıkarımı; ikincisi ise materyalizmi felsefeden ayrı tutmasıdır ki, bu çok daha yanlıştır.

Materyalizm, tamı tamına bir felsefedir ve oysa Sartre gibi, Nietzsche’nin de kurucularından olduğu Egzistansiyalizm bir felsefe değildir ve Sartre’ı da, Nietzsche’yi de filozof sayamayız. Şu nedenle; felsefenin, bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilendiğini biliyoruz.

Egzistansiyalizm ise, eninde sonunda, bir ölüm korkusuyla “insan”ın içini boşaltıp, bir varlık’a indirgedikten sonra, insanı kendi varlık’ına bağlayarak özgürleştirmek isteyen bir yoldur ; burada özü silinmiş ve yalnızca varlık’a indirgenmiş insan, bir anlamsızlığa bağlanarak hareket edebiliyor; bu bir ahlak’tır.

Bununla birlikte bilme ile ilgilenmek, bilinecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamak, insan üzerinde çalışmadan mümkün olmuyor.

Kant, felsefesinin başlangıç noktasını, varlığın niteliği sorununun, bilginin niteliği sorununa dönüşünde buluyor.

Hegel, felsefesinin rüştünü, “niçin düşünce”, düşüncenin nasıl olduğu sorunsalında görüyor.

İnsanoğlunun arayışı, bilmenin ne olduğunun cevabını bulma yönündedir, insan böyle ilerliyor.

Felsefe dinden doğuyor ve bütün doğumlar gibi, bir ölümcül savaş sonrasında nitelik değiştiriyor.

Materyalizm, bir bilme yolu ve bir bilimsel bilgi kaynağıdır. Bir felsefedir diyoruz.

Marx ve Engels, daha çok Alman Felsefe’sinden besleniyorlar. Bu beslenmede Nietzsche’yi göremeyiz. Alman felsefesini en iyi kodifiye eden Kant, tam bir aydınlanmacıdır; aydınlanma, sonsuz eleştiriye dayanıyor. Kant’ın bütün önemli çalışmaları,”eleştiri” başlığını taşıyor ve Marx’ın en önemli çalışmalarının ya başlığında ya da alt başlığında eleştiri yer alıyor.

Kant, akıl düzleminde, bir isyan başlangıcıdır. Hegel, Kant’ın isyanını mutlaklaştırarak söndüren Alman’dır. Marx, yeni teknolojinin hızla egemenlik kurduğu bir zamandaki aydınlanmacıdır.

Marx, Felsefi araştırmanın ilk gereği bir cüretli, özgür kafadır.” Diyordu. Ve bu Nietzsche’de ilk gereklilik olarak var, görülüyor. Cüretli ve sınır tanımayan bir kafası olduğu kesin. Fakat Nietzsche, felsefenin temel ve tek konusu olan, doğru bilgi edinmenin dinamiğiyle hiç ama hiç ilgilenmemişti; sistematik olmaktan çok uzak, bir sanatçı sezgisiyle, insan üzerine düşünen belki de bir dehadır. Bu kadardır.

Nietzsche bir deha olabilir ancak ilerlemeye ve dolayısıyla insana inanmayan bir dehadır ve filozof sayamıyoruz.

Deccal’inde yazdıkları bunu açık olarak gösteriyor; “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”
Tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir dönemde yaşayan Nietzsche, ( 1844-1900) tekellerin, bireyleri sürüye çevirmeye başladığını görebiliyor; ancak tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüşen kitlelere cephe almaya yelteniyor, sıradan insana cephe almaya yelteniyor, bu onu insana karşı bir ahlak geliştirmeye itiyor.

Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf duygusal, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve Süperman, üst insan ya da “insanüstü insan” arıyor.

“Nişe” budur ve benim öne çıkardığım da burasıdır. Yoksa ben ne Egzistansiyalizmi, ne de Nietzsche’nin dehasını mıncıklıyorum.

Buna karşın, Nietzsche’nin bir ahlak yazıcısı, bir ahlak koyucusu olduğunu vurguluyorum ve Egzistansiyalizmi de bir ahlak yazımı sayabiliriz diyorum; Sartre, var olan ahlakı bir düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için, savaştan doğan ölüm korkusuna bağlıyordu. Camus’de, Egzistansiyalizmi, Yabancı’da ve Veba’da hep ölüm olgusu çerçevesinde kurmak zorunluluğunu duyuyor; sanki var olan ahlakı silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkündür.

Ve biz yine biliyoruz ki, korku bir ahlak silicidir. Ve öyleyse korku en büyük ahlaksızlık üreticisidir. İnsanlık için en büyük korku ölüm korkusudur; Dinler, ölüm korkusunu yaymaktan vazgeçmiyorlar. Diktatörler de bir ölüm korkusu yayıcısıdır. Ahlaksızlık ihtiyaçlarıdır.

Öyleyse ahlaklı yaşamak için ölüm korkusunu yenmek gerekiyor.

İşte Sartre buradadır, var olan ahlakı, bir düzenin zorunluluk düşüncesinden ayrı olarak ve hızla silmek istediği için, savaştan doğan ölüm korkusuna bağlıyordu. Camus’de, Egzistansiyalizmi, Yabancı’da ve Veba’da hep ölüm olgusu çerçevesinde kurmak zorunluluğunu duyuyor; Albert Camus’e göre, sanki var olan ahlakı silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkündür.

Nietzsche de bir ahlak yazıcısı olmak istiyordu. Bu nedenle ölümü yok etmeye çalıştığını düşünebiliriz. Edebi dönüş ile ölüm korkusunu silmeyi deniyor; ancak insana güvenmiyor. İnsana güvenmediği için de ahlakının öğelerini gelecekten ve zorunluluktan çıkarmıyor; geçmişte ve çözülmede arıyor. Ama boşunadır.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt’te, şöyle yazıyordu; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

İnsana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da, insanın zorunlu geleceğine inanmak demektir. Ahlak ancak burada var olabiliyor. Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.

Nietszche’nin ahlak koyuculuğu, insana karşıdır. Bu görülüyor.

Diğer yandan ahlak doğuştan gelmiyor, sonradan kazanılıyor ve sonradan kaybediliyor. Önceki ahlakı silip yeni ahlak yazmak başkadır; yalnızca mevcut ahlakı silmek, ahlaksızlığın propagandasını yapmak anlamındadır ve bu apayrıdır.

Bu anlamda, Marxizmin kurucuları, “Hiçbir alanda bir kimse önceki varlık biçimini reddetmeden ilerleme kaydedemez. Ahlak diline çevrildiğinde ret, inkâr demektir.” derlerken çok doğru söylüyorlardı.

Nişe’yi referans noktası olarak almak ve “önemi”ni vurgulayarak bir ihtiyaç saydığımızı kabul etmek; insanlığın önüne ilerlemeye karşı gerilemeyi referans noktası ve bir ihtiyaç olarak koymak demektir. Bunun, bugünkü tarihsel koşullarda ilerlemenin ayaklarına vurulan bir zincir olduğunu söylüyorum. Bu anlamda da Nietsche’leri değil, Marxist felsefeyi model olarak öne çıkarmak gerektiğine vurgu yapıyorum.
Bu anlamda hala en ileri ve bilimsel ve aynı tonda devrimci bir teori olan Marxizmi referans noktası ve hala ihtiyaç olarak öne çıkartıyorum ki Marxist felsefe, Diyalektik ve tarihsel materyalizmdir. Bugün insanoğlunun ihtiyacı buradadır ve bu ihtiyacı karşılayacak olan bu referans noktasının önüne “Nişe”leri koymak demek, atın önüne arabayı koşmak demektir.

Ben bunu diyorum ve Dolayısıyla Nietzscheler, insanı yok sayan ve tamamen yok olmasına muhtaç olan tekeller için bir modelken, Marxizm insanlık ve insanlığın ilerlemesi için bir modeldir diyorum.


Bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma dinamiği ile ilgilenmeyene filozof denemez. Bununla birlikte bilme ile ilgilenmek, bilinecek varlığı araştırmayı da beraberinde getiriyor. Dünyada bilebilen ve bilme yetisi olan tek varlık insandır. Demek ki, bilme sürecini anlamak, insan üzerinde çalışmadan mümkün olmuyor.
Gelelim kimilerinin “Nietzsche'nin matem özü”nün, “pratik eksikliği kavraması olarak” tam Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’sının giriş bölümünün sonundaki bir ifadesinde yattığını iddia ederek Marx ile paralellik kurmasına;
Bu yaklaşım, oldukça ilginç ve üstelik bir açıklama gerektiriyor, yani bu paralelliği biraz daha açmak gerekiyor. Nietszche’nin düşüncesi ile özdeşleştirmeyi kabul edersek, Engels’in, ‘İngiltere’de işçi sınıfının durumu’nu anlatırken, işçilerin bitkisel yaşamının resmini çizişini de aynı yere koymak gerekmektedir.

Engels, şöyle yazıyordu, “Ancak, entelektüel olarak ölü idiler; basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insani varlık değillerdi, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makineleriydiler”

Bunlar, Engels’in tespitleridir ve aynı ifade de bu durumun insanoğluna yakışmadığını işaret etmeyi ihmal etmiyor, Nietszche’nin yaptığı ise bir güvensizliğin ve tiksinmenin ifadesidir.
Aradaki fark ancak zıtlık olarak ifade edilebilir.
Marx’ın Katkı’daki ifadesi de tamı tamına bir tespittir ve ilerlemeye içerilmiş diyalektiği anlatıyor. İçinde “insan “teorisine girişin başlangıcı var. Oysa bu Nietszche’nin çok uzağındadır, Nietszche ilerlemeye ve insana güvenmiyor ve bu tespitimiz kendi sözlerine dayanıyor.

Ve İdealistlerin de benzerlik kurduğu nokta tam burasıdır.

“Almanya'nın pratik içinde olanaklı tek kurtuluşunu, insanın en üstün özünün insan olduğunu ilan eden teorinin açısından kurtuluşu oluşturuyor. Almanya'da orta çağdan kurtulmak, eğer aynı zamanda orta çağın kısmi aşılmalarından da kurtulunursa olanaklı görünüyor. Almanya'da hiçbir kölelik biçimi tüm kölelik biçimi paramparça edilmeden sona erdirilemiyor. Olayların derinlerine inen Almanya, tepeden tırnağa devrim yapmaksızın devrim yapamıyor. Almanın kurtuluşu, insanın kurtuluşu anlamına geliyor. Bu kurtuluşun başını felsefe, kalbini, proletarya oluşturuyor. Felsefe proletarya ortadan kalkmadan kendini gerçekleştiremiyor, proletarya felsefe gerçekleşmeden kendini ortadan kaldıramıyor.
Bütün koşullar yerine geleceği zaman, alman diriliş gününün galya horozunun tiz ötüşü ile haber verilmesi gerekiyor.”

Ancak bu ifade, oraya kadar anlatılanlar ile erişilen sonucun bir özetidir, yani oraya kadar anlatılanların bir özeti oluyor.

Yani bu alıntı ile Marx’ın “Katkı” nın girişinde yazdıklarını tam olarak anlamak mümkün değildir. Öyle olsaydı zaten Marx, sadece bu sonucu yazar ve geçerdi.

Demek ki, açıklık şarttır. Ancak hep olduğu gibi, egemen sınıf için gerekli olan modelin yükseltilebilmesi açıklıkla mümkün olmuyor.

Aynı yerde daha önceki paragraflarda, “Öyleyse alman kurtuluşunun olumlu olanağı nerede yatıyor? “Sorusu ve altında cevabı var; cevap oldukça uzundur ve benim kullandığım ve sürekli eleştiri aldığım uzun cümlelerdendir. Ancak aktarmam gerekiyor ve şöyle;
“Yanıt: radikal zincirlere vurulmuş bir sınıfın, bir burjuva-sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, bütün toplumsal sınıfların yıkılmasını oluşturan bir toplumsal sınıfın, acılarının evrenselliği ile evrensel bir niteliğe sahip bulunan ve özel bir haksızlığa değil ama haksızlığın kendisine uğratıldığı için özel hak istemeyen, artık tarihsel bir nitelikle değil ama yalnızca insanal nitelikle övünen, Alman siyasal rejiminin salt sonuçlan ile değil ama tüm ön koşulları ile de çelişen bir alanın, son olarak kendini toplumun bütün öteki alanlarından kurtarmadan ve dolayısıyla toplumun bütün öteki alanlarını kurtarmadan kendini kurtaramayan, kısacası, insanın bütünsel yitimi olan ve öyleyse insanın bütünsel bir yeniden fethi olmadıkça kendini yeniden fethedemeyen bir alanın oluşmasında yatıyor.”
Bu uzun, kesintisiz cümleden sonra Marx, “Toplumun özel bir sınıf içinde gerçekleşen bu yıkımını, proletaryanın oluşturduğunu” vurgulayarak devam ediyor. Ve şöyle yazıyor;
“Sınaî gelişmenin ilk adımlarını atması sayesinde, Almanya'da proletarya ancak oluşmaya başlıyor; çünkü proletaryayı, hiç kuşku yok ki Germano-Hıristiyan toplumun doğal olarak yoksul olan yoksulları ile serflerinin de yavaş yavaş onun saflarına katılmasına rağmen, doğal nedenlerden kaynaklanan yoksulluk değil ama yapay olarak üretilen yoksulluk, toplumsal sınıfların toplumun ağırlığı ile mekanik olarak yol açılan ezilmesi değil ama toplumun hoyrat yıkımından ve en başta da orta katmanların yıkılmasından gelen insanal yığın oluşturuyor.
Dünyanın eski düzeninin yıkılışını bildirirken proletarya, kendi öz varoluşunun gizini açıklamaktan başka bir şey yapmıyor, çünkü o bu düzenin edimsel yıkılışını oluşturuyor.
Özel mülkiyetin olumsuzlanmasını isterken proletarya, toplumun olumsuz sonucu olduğu için, kendisi hiçbir çaba göstermeksizin kişileştirdiği şeyi, toplumun onun için ilke olarak koyduğu şeyi, toplumun ilkesi durumuna yükseltmekten başka bir şey yapmıyor.
O zaman proleter, gelecekteki dünyaya göre, halkın kendi halkı, atın kendi atı olduğunu söyleyen Alman kralının var olan dünyaya göre sahip olduğu hakkın tıpkısına sahip bulunuyor. Kral, halkın kendi özel mülkü olduğunu bildirirken özel mülk sahibinin kral olduğunu dile getirmekten başka bir şey yapmıyor.
Felsefenin proletaryada kendi özdeksel silahlarını bulması gibi, proletarya da felsefede kendi anlıksal (zihinsel) silahlarını buluyor ve düşüncenin yıldırımı bu erden halk toprağını özüne değin çarpar çarpmaz, Almanları insan durumuna getirecek olan kurtuluşun da gerçekleşmesi gerekiyor.”
Başka bir yerde ise şöyle yazıyor;
“Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın gerçeğini ortaya koymak oluyor. İnsanın özyabancılaşmasının (kendi kendine yabancılaşmasının) kutsal biçimlerini bir kez ortaya çıkardıktan sonra, kutsal-olmayan biçimleri içindeki özyabancılaşmayı da ortaya çıkarmak, ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevi oluyor. Böylece gökyüzünün eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi de siyasetin eleştirisine dönüşüyor.”
Ki bu da, daha yukarda yazılanların, yani;
“Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz hakiki gerçekliğe sahip bulunmuyor. Öyleyse dine karşı savaşım vermek, dolaylı olarak dinin tinsel aramasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek anlamına geliyor.
Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.
Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aynasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.
Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor. ” ifadelerinin bir özetidir.
Buradan insanal öz hakiki gerçekliğe sahip bulunmuyor ( the human Essence has no true reality). İfadesi yer alıyor; Çok açık, insan özünün asıl, hep aslına uygun, doğru, tartışmasız bir gerçekliği olmadığını anlatıyor.
Bir yıl sonra yazılan Feuerbach Üzerine Tezler, bu anlamayı pekiştiriyor; Marx,“Feuerbach, dinsel özü, insan özüne dönüştürüyor” dedikten sonra, “ancak insan özü, her tekil bireyin bir parçası bir soyutlama değildir” diye sürdürüyor. “Kendi gerçekliğinde, toplumsal ilişkilerin toplam sonucudur.” Marx böyle bitiriyor.
İşte, bu, insanın aslına uygun ve değişmeyen, hakiki bir özünün olmadığı önermesi, insan teorisinin başlangıç noktası oluyor.
Diğer yandan, komünizmi, pratik hümanizmin yeniden gelişi saymak mümkünse, modern komünizmin kurucuları’nın insan sevgisinden kuşku duymamak gerekiyor; ancak böyle olmakla birlikte daha önce de hatırlattım, Engels, “İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında, burjuvazinin çocukluk dönemi öncesinde, insandan daha çok bitkisel hayat yaşayan canlılar görüyor. Ancak bu durumun insanoğluna yakışmadığını işaret etmeyi ihmal etmiyor.
Peki, buradan bir soru doğuyor, bugünün insanına insan denilebilir mi?
Sürekliliğini yitirmiş, korkak, ürkek, edilgen, güvensiz, sevemeyen bu yaratıklara insan denilebilir mi?
Soruyu ilerletelim; bunlar rekabetçi kapitalizmin insanı mıdır yoksa feodal düzenin sürülerine mi yakındırlar; bu bir liyakattan çok düzene biat etmenin öne çıktığı insan denilen varlıkların, insansızlığın anlatımı olduğunu varsayabilir miyiz?
Burjuvazinin yükseliş döneminde, insan teorisinde, temel çizgilerden birisi güvendir. Bugün ise temel renk güvensizlik oluyor.
Rekabetçi kapitalizmde temel ilke, liyakat oluyor; verimli iş yapabilme yeteneği, temel seçim ölçütüdür. Şimdi ise temel ölçü, hem de “hukuk”,”ekonomi”, ve “ahlak” cephelerinde, ”biat etmek” ya da “adamı olmak” oluyor.
Böyle olunca da insan daha asalak, çok daha az becerili, duygusuz, güvensiz ve ufuksuz yaratığa dönüşüyor.
Bu bir sonuçtur ve buraya gelene kadar insanın üzerinde egemen düzlemin dönüştürücü etkisi var. Bu etki, tekeller için gerekli olan ve Nietszche’nin de fark ettiği insanı sürüye dönüştürme çabasının içinde olan korku en başta geliyor. Allah korkusu bir yanda, diktatör korkusu öbür yandadır.
Tekelci düzen, insanın kaderinin elinde olmadığını yaymaya dayanıyor; Medya ve basının tekelleşmesi ve düzenle bütünleşmesi sonucunda, insanı edilgen hale getirmek hem daha kolaylaşıyor ve hem de daha büyük bir yoğunlukla uygulanabiliyor.
Nietszche’lerin model olarak sürülmesi bunun içindedir.
Tekelci düzen, sürekli baskı ve sürekli korkudur. Böylece insan küçültülüyor. Bugün insan halinden köle haline geçişi yaşadığımız artık daha açıklıkla görülüyor.
Öyleyse ve özellikle sosyalizmin çözülüşünden sonra, tekelci düzende, insan, çok daha fazla epistemolojik bir yaratık haline gelmiştir. İnsan teorisi artık önemli ölçüde bilgi teorisidir. Dolayısıyla insanoğlu, felsefeye dünden daha çok muhtaçtır. Ve felsefenin düşüncede eylemlilik olduğu bilgisinden hareketle; insanların küçültüldükçe küçültüldüğü bu günkü dünyada, yaşamın, aynı anlama gelmek üzere, eylemli olmanın, felsefe ile iç içe olmayı gerektirdiğini kabul etmek gerekmektedir.
Demek ki, Marx tarafından burjuvazinin çocukluk dönemi olarak adlandırılan 15. ile 17.yüzyıllar arasında çıkan “yeni insan” ın; Erasmuslar, Martin Lutherler, Galileolar, Newtonlar, ütopyacıların; feodal uygarlığın sonlarına doğru, burjuvazinin çocukluk döneminde, ilk ve mükemmel örneklerini ortaya çıkaran “yeni insan”ın (bunun neresi yeni insandır sorusu ayrıdır ve hak ediyor) yerini, kaynaşmış köle halinin örtüsü olarak, ekonomik olarak kendisini sürdürme ve gerçekleştirme ödevi içerilmiş, kendiliğinden ve bilinçsiz köleye bırakmıştır.
Bütün bunlar, insanın aslına uygun ve değişmeyen, hakiki bir özünün olmadığı önermesini doğruluyor. Ama Nietszche’leri doğrulamıyor.
Ve Nietszche’ler, model olarak yüksek tutuldukça, yine yeniden ve daha “yeni insan”a ulaşmak o denli zorlaşıyor. Zorlaştırılıyor.
Ve işte aslında, Marx’ın, “Hegel’in Hukuk Felsefesini Eleştirisine Katkı” da ifade ettikleri ve sonuç bölümünde özetledikleri bütün bunları anlatıyor ve özellikle de, bugün insanoğlunun, felsefeye dünden daha çok muhtaç olduğunu ve felsefenin düşüncede eylemlilik olduğu bilgisinden hareketle; insanların küçültüldükçe küçültüldüğü bu günkü dünyada, yaşamın, aynı anlama gelmek üzere, eylemli olmanın, felsefe ile iç içe olmayı gerektirdiğini kabul etmek gerektiği gerçeğini doğruluyor.

“Nişe”, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında, "’Erdemlerin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz edenler, bütün erdemleri uyumaya gönderin… En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana şu sırrını verdi; bak ben daima yenmek zorunda olanım… Erdem dedikleri, gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar, ömürlerinde bir kez sert konuşacak olsalar, ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar, üç büyük iyiliktir, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar, sağlam ruhlar ve güçlü bedenler içindir. Bu mutluluklar şimdiyi geleceğe bağlayan köprülerdir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi. Parçalayın insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Kardeşlerim şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne ancak kuruntular kurulmuş, oysa hiçbir şey bilinmemiştir. ‘Çalmamalısınız’ , ‘öldürmemelisiniz ‘ sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözlerin karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız.’ Yazmış mıdır, yazmamış mıdır.

Yazmadı ise veya çevri hatası varsa Hançerlioğlu’nu ve de ansiklopedisini biz mahkum ederiz.

Başka çeviri de var; "; “bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: - oysa o, yaratıcıdır… Yoldaşlar arar yaratıcı, cesetler değil ve sürüler ve inançlar değil. Yaratma arkadaşları arar yaratıcı, yeni levhalara yeni değerler kazıyanları.”

Bir başkası daha;" “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Başkaları da var ve hepsi aynı sonucu verir. “İnsanlık, bu gün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. ‘İlerleme’ modern bir düşüncedir sadece, yani, yanlış bir düşünce.”

Benim baktığım yer burasıdır, bu dedikleri ile hüküm veriyorum ve herkese de model olarak öne sürüyorum, eleştirerek okuyup, çıkardığımız sonucu aktarmak... Bu yöntem veya yaklaşım olarak yanlış olmadığı gibi, bu yöntemle eninde sonunda eleştirilen yerden çıkarılan sonuçtur aktarılan. Yoksa Nietszche'nin kara gözü kara kaşı değildir. Hatta 1899 yılında delilik krizi geçirmiş ve hep bu tür rahatsızlıklar içinde yaşamış biri olduğundan da hareket etmiyorum ve bu yönüne değinen pek yoktur ki, bu bizim edebiyat alanındaki hastalıklarımızdan biri olduğunu düşünüyorum; örnek olsun bir Dostoyevskinin Sara hastası olduğunu hep saklamışlardır. Öte yandan Althuser de delilik krizi geçirmiştir. Bunlarla hüküm verilmiş olsaydı Delidir ne dese yeridir der geçerdik. Erasmus’un Deliliğe Methiye’si ise bambaşka bir şeydir. Diğer yandan Kafka var, insanı böcek olarak resimliyor ve çok da güzel anlatıyor. Diğer yandan Huxley var Cesur Yeni Dünya’sında insanı son derece edilgen yapıyor. Ama bunlar ayrıdır, bunlar habercidir, haber veriyorlar ve verdikleri haber yaşam tarafından doğrulanıyor. Evet “Nişe” de son tahlilde haber veriyor ve insanın edilgenleştiğini, sürüleştiğini görüyor ve ama ona güvenilmeyeceğini, onunla ilerleme olmayacağını hatta ilerlemenin kendisinin olmayacağını anlatıyor. İnsanın edilgenleşmesinin, sürüleşmesinin nedenini insanın kendisinde arıyor ve hep insanüstü insan arıyor. Hem insana güvenmiyor ama yine o insanda insanüstü insan arıyor. Bulduğu tekellerin düzenindeki egemen insandır ve insana karşı tekellerin yanında bir ahlak yazıcısı oluyor. Hepsi budur. Benim dediğim de budur ve ama insan üzerine düşüncesinde bir deha olduğunu da söylüyoruz ama o kadar çünkü bunu soyut insandan çıkarıyor; ancak doğru bilgi edinmenin dinamiği ile ilgilenmediği açıkça görülüyor.

Evet, bir kez daha altını çiziyorum, Nişe, gördüğünden çıkardığı sonuçla insana cephe alıyor ve tekellere "insanüstü" muamelesi yapıyor. Bu da onu Tekeller düzeninde model yapmaya yetiyor..

Buyur bir tane daha,"Yaşlı kadın hızla geçen Zerdüşte sesleniyor; 'kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!' " Bunu da Nişe ve Zerdüşt adlı kitabında yazıyor. Benim referans aldığım yerler buralarıdır, yani Nişe'nin kendi sözleridir

Nişe'nin filozof olmadığını ben uydurmuyorum, belki o gözle okumasam, irdelemesem, bu hükme varamam ama bu konuda otorite sayılabilecek kaynaklarda da filozof olmadığı, hatta Egzistansiyalizmin felsefe karşıtı olduğu açıklıkla yazılıyor.

1985 ki,12 Eylül rejiminin “Nişe” gibileri model olarak yükseltmeye adım attığı yıllardır ama ondan önce Türkiye'nin aydınlarını, vurgun yemiş yazarlarını kendine, yani devlet kapısına bağlaması gerekiyordu ve hepsi hızla kotarıldı. Ve sırayla ve de furya halinde tekellerin ideolojik hegemonyasının kalın bir duvar misli örülmesi için gereken yapıldı. Bireyler hızla sürüleştirilmeye başlandı. Zaten en büyük ahlak silici olan diktatör korkusu, diktatörden gelecek ölüm korkusu; yanına bir de katmerleştirilmiş tanrı korkusu dolaysıyla ölünce cehennem korkusu insanların sürüleşmesine, diplerde bir ahlaka sürüklenmesine yeter de artar bile.

İşte tekellerin model yaptığı budur ve ben Nişe'nin dehası ile ilgilenmiyorum, çünkü onun dehası insan için, insanlık için bir değer taşımıyor aksine insanın gelişiminin, toplumsal ilerlemenin önünde engel oluyor.

Bunun içindir ki, ardından Kunderalar ithal edilmiş ve model yapılmıştır ki, Türkiye’nin sayılı ve yetenekli edebiyatçılarının bile onların önünde secdeye vardığını biliyoruz, yaşadık. Ve hepsinin, düzenin yanında, yani 12 Eylül rejiminin yanında, ondan "insanüstü" bir "ilerleme" beklediklerini ve beklettiklerini de biliyoruz. Ancak şimdi gene sırasıyla hepsi "kandırıldık ey halkım "şarkısını söylemektedirler. Ki bu toplumu ancak bu kadar kandırabildiklerinin itirafıdır. Artık insanları kandıramıyorlar, o edilgen, sürüleştirilmiş, kendine güveni olmayan insan yavaş yavaş "insanüstü" olmaya başlamıştır. İşte “Nişe”lerin tekeller için önemi buradadır, bu "insanüstü" insan formunun eninde sonunda yükseleceğini bildiği için, yükselmesinin önüne engel koymak içindir.

Yani Nişe'de insanın kurtuluşu maalesef yoktur ve ben başka taraftan baktığım zaman da bunun olmayacağını görüyorum, öyle olsaydı,12 Eylül rejiminin yükselen yıldızı olmazdı diyorum. 12 Eylül rejimi, insana düşman ve insanın içinin boşaltılmış olduğu bir rejimdir. Buna ihtiyacı var ve ancak bu şekilde insanları gönüllü olarak köleleştirebilir.

Öte yandan ben hâlâ model olarak Marxist felsefeyi yüksek tutuyorum ve bunu öneriyorum. Ve bugün insanoğlunun felsefeye dünden daha çok ihtiyacı olduğundan hareketle Marxist felsefenin yükselen model olması gerektiğini vurguluyorum. İnsanın yükselişi, bu yükselişle birlikte kurtuluşunun kapılarının açılması ancak bu felsefe ile mümkündür. Nişe ile değil, egzistansiyalizm ile değil. Egzistansiyalizm felsefe de değil,bir ahlak yazımıdır ancak,bunun arkasındayım. Ve gerekirse, Baştan aşağı egzistansiyalizmi de, Sartre’yi de, Nişe'yi de inceler, enine boyuna arkasında olduğum tespiti derinlemesine anlatırım ama dedim ya benim dünyam sadece egzistansiyalizm ya da Nişe değil. Ben sadece tekellerin ideolojik hegemonyasına tuğla taşınmasına karşıyım. Nişeler bu tuğlalar oluyor.

Ve Engels yazmış, hâlâ güncelliğini koruyor, hâlâ derstir ve model olmayı hakediyor, ihtiyacımız buradadır; Engels, Anti-Dühring’te,"iyi kötü kavramlarının, ulustan ulusa ve dönemden döneme genellikle birbiriyle çelişir duruma gelecek kadar çok değiştiğini." yazıyor. Ve yine aynı yerde Engels şöyle yazıyor; "insanlar, ahlak düşüncelerini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en sonunda sınıfsal konumlarının dayandığı ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden türetirler." Ve Marx şöyle yazıyor; "Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur."

Engels’in, İngiltere’de işçilerin durumunu aktarışını ve bunun insana uymadığını belirtmeyi ihmal etmediğini ise daha önce tekrarladım. Ben de bugün halihazırda insanın hangi formda olduğuna vurgu yaparken son tahlilde Nişe misli sürüleşmiş, edilgen insanı öne çıkartıyorum ama bunun tekellerin ideolojik saldırısına bağlıyorum ve bu gerçekliği sınıfsal bağlamından ayırmıyorum. Ve mutlak olmadığını ve hatta yükselmenin işaretlerini verdiğini de vurguluyorum.
Emperyalizm üzerine Lenin’den önce çalışan Hobson da bile insanın yabancılaşmasını, emperyalizmin bir ortaçağ düzeni rengi verdiğini ve dolayısıyla insanın sürüleştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu bulabilirsiniz. Ve Nişe bu kaçınılmazlıkla ilgilenmiyor, bu zorunluğu es geçiyor ve insanın çözülmesinde arıyor ve haliyle insana kızıyor ve de güvenmiyor. Oysa bu mutlak değil, insanın ne dünkü, ne bu günkü hali mutlak değil. Ve insan yükselebileceğinin, tüm olumsuz koşullara rağmen yükselebileceğinin örneklerini çok önce verdi ama bu, insanın kendi gizil doğasından değil, Engels’in ifadesiyle ki sınıfsal konumlarının dayandığı ilişkilerden, üretimi ve değişimi sürdürdükleri ekonomik ilişkilerden" ortaya çıkıyor. Ve sonra yine aynı nedenle tam tersi bir durum gerçekleşebiliyor. Ve Marx şöyle yazıyor; "Dünyada mutlak ahlaksız hiçbir şey yoktur."

Demek ki ilerlemedir insanı yükseltecek olan ve ilerlemenin önüne konulan engeller ise bunu sadece ve sadece geciktiriyor ama eninde sonunda yükselen insan sürekli yükselen insan formuna kavuşacaktır. Bu gelişmenin olmazsa olmaz koşuludur, kaçınılmazıdır, zorunluluğudur. Mutlaklık buradadır. Mutlaklık insanın sürü formunda takılı kalmasında değil. Tekeller kendi cennetini yaratmak için insanlığı cehennemde yaşamaya mahkûm ederken, insanın bunu kabul etmesinin koşullarını da yaratmaya çalışıyor, onu gönüllü köleliğe iten koşulları da yaratıyor. Bu tümüyle olmasa da ezici oranda öznellik taşıyor. Bu öznellik “Nişe”lerdir. Bu öznellik egemen sınıfın ideolojik hegemonyasıdır. "Zor" korkusudur, tanrı korkusudur, ölüm korkusudur. Kısaca korku diyoruz. Topluma içerilmiş korkudan söz ediyorum. Ve hepsi egemen sınıfların ideolojik hegemonyasının içindedir. Bu hegemonya insanoğlunu korkularına hapsediyor ve korkularından kurtulması için kendisine köle olmayı gönüllü kabul ettiriyor.
“Nişe”ye kalkan olmak, hele hâlâ kalkan olmak, tekeller düzenine kalkan olmakla eşdeğerdir. Ben böyle görüyorum ve böyle görülmesinin benim suçum olmadığını düşünüyorum. Çünkü “Nişe”lere asıl kol kanat geren, yükselen model yapan Tekellerin düzenidir ve bu düzene kapılanmış aydınlar yayıyor. Öyleyse böyle görmem için maddi temel son derece net olarak görünüyor.
Fikret Uzun
4 Kasım 2012

Hiç yorum yok: