14 Mart 2013 Perşembe

AŞIRI TEPKİ Mİ ZOR AŞIRI DEMOKRASİ Mİ KOLAY!



AŞIRI TEPKİ Mİ ZOR AŞIRI DEMOKRASİ Mİ KOLAY!

“Ezen ülke işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun komünistini, emperyalist ve alçak saymak görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce, ayrılma olasılığının binde bir olması durumunda bile bu istem mutlak bir istemdir.”

“Belli bir devlet içinde, o devletin tarihindeki bütün değişiklikler boyunca, tek tek devletlerin sınırlarının burjuvazi tarafından şu ya da bu biçimde nasıl değiştirildiğine bakmadan, o devlet içindeki bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde sımsıkı çoğalan bir ittifak içinde olmaları gerekir.”

“Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva –demokrat revolüsyonlar dönemi,1905 yılına kadar başlamadı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin devrimleri, Balkan savaşları; bunlar Doğuda dönemimizin dünya olaylarıdır. Ve ancak kör bir kimse bu olaylar zincirinde, ulusal bağımsızlık ve ulusal açıdan üniform devletler yaratmaya çalışan bir dizi burjuva-demokratik ulusal hareketlerin uyanışını görmezden gelebilir” (V.İ.Lenin)

Sınıfsal bakışla bakanlar ulusun tarihsel bir kategori olduğunu görürler. Gördükleri ile ulusun, burjuvazinin egemen sınıf olarak geliştiği, kapitalist üretim tarzının doğup, güçlendiği dönemlerde yerleştiğini; kapitalizmin varoluşunun ve gelişiminin zorunlu sonucu olduğunu ve bunun, ideolojinin taşıyıcı sınıfı olan burjuvazinin ekonomik ve üst yapıya ilişkin gereksinimlerini yanıtladığını bilirler.

Bu anlamıyla ulus-devlet olma durumu, toplumsal gelişmenin aracı olma anlamında, daha ileri bir yeri tarif eder. Milliyetçi hareketler, bu tarif edilen yeri gerçekleyecek yoğunlukta bulunuyorlarsa, yani ulus-devlet oluşturma yeteneğine sahip iseler desteklenirler.

Bununla birlikte, Türk demokratların ulusalcı olmasından yakınanlar, Kürtler dâhil, demokratların nesnel olarak ulusalcı olduğunu unutmaktadırlar.

Demokratlar ulusalcıdır. Demokrat hareketler, tarihsel olarak burjuva kökenlidir. Ulusal devlet peşinde koşuyorlar. Her zaman bir ulusun egemenliğini hedef alıyorlar ve asimilasyon politikası izliyorlar.

Bu hareketlerin doğası gereği, ulusal devlet ve egemenlik kurma hedefi bakımından bir ulusun egemenliğini hedef alması gayet normaldir. Asimilasyon politikası izlemesi de bunun kaçınılmaz sonucudur. Kürtler, öyle ya da böyle, bir ulusal devlet formuna kavuştuklarında, yapacakları budur; örnek olsun, yanı başındaki Türkmenleri asimile etmek!

Keza, Kuzey Irakta kurulan Kürt devletinin, şimdiden Türkmenler ve diğer milliyetler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını biliyoruz.

Öyleyse kendiliğinden anlaşılmalıdır ki, ulusalcı hareketleri, ulusalcı oldukları için eleştirmek ve mahkûm etmek bir bulanıklıktır.

Öncelikle bu yalın gerçekliği bir yere not etmek gerekir.

Jön-Türk hareketi, adı üstünde, ulusal bir harekettir. Kemalist hareket, radikal olmamakla birlikte, Türkçü ve ulusal bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Burjuva –demokrat ve Türk milliyetçisidir. Jön -Türkler ve Kemalistler, üniform Türk devleti kurmaya çalışmışlardır. Bilimsel olarak baktığımızda, onları bu hevesleri nedeniyle kınamak mümkün değildir. Mümkündür deniliyorsa, Kürt ulusal hareketi için de aynı kınamanın mümkün olmasına şaşırmamak ve karşı çıkmamak gerekir.

Demokrat, özü gereği zaten milliyetçidir, enternasyonalist olamaz. Sermaye, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalizm olarak yayıldığı zamanda bile gittiği yere halkların kardeşliğini değil, sermayenin boyunduruğunu götürür.

Buna karşın demokratlığa en çok vurgu yapılan bugünkü Türkiye’de, radikal bir demokrat hareket ve gelenek yoktur. Devrimci –demokrat hareketler var fakat bunlar sosyalist sloganlarla ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlar, akıllarda bulanıklık ve anlamakta güçlükler yaratmakta, dolayısıyla netleşmek gerektiğinin önemini göstermektedir. Netleşmek için ise, ideolojik netlik, dolayısıyla ideolojik mücadele gerekiyor.

Bu gerçeklikler ışığında, sosyalistlerin demokrat olmasına yapılan vurgunun arka planında bir akıl tutulması olduğunu; yoksa son derece sinsi bir oportünist çaba olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Buradan hareketle, demokrasinin bir katılım içerdiğini; devrimciliğin son tahlilde en geniş kitleleri yönetime katmak olduğunu, yönetimi kitleselleştirmek olduğunu hatırlatmak istiyorum. Kitlesellik ise, son tahlilde, tek doğrulayıcıdır.

Bunun yolunu, yani, en geniş kitleleri yönetime katmanın yolunu açmak için, çeşitli yolları düşünenler ve deneyenler olabilir; tek yolun radikal köktenci yol olduğunu görenler olabilir; bunlara bakıp da “demokrat” olmayan devrimciler olduğu sonucuna varmak yanlıştır.

Marx, demokratlık ile sosyalistliğin teorik ve pratik olarak birbirinden ayrılışını geliştirdi ve yazdı. Lenin, teorik olarak ayrılığı saklı tutmakla beraber, pratik olarak bir araya gelebileceğini ileri sürdü.

Bugün bu ikisini teorik ve pratik olarak bir birinden ayırmak güçtür; “muhafazakâr –demokrat”, “sosyal-demokrat”,”hakiki-demokrat”, devrimci-demokrat” yani türlü, çeşit demokrat birey çağında, saf ve salt demokrat aramanın ne demek olduğunu kimsenin açıklayabileceğini sanmıyorum ve diyelim ki aranan demokrat bulundu ne işe yarayacak sorusu öne çıkacaktır.

Bu anlamda, sorunun cevabına açıklık sağlayacaksa,12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, sosyalistlerden demokrat yaratmanın mücadelesinin adı olduğunun altını çizmek yararlıdır. Bugün açık ve net olarak görülen odur ki, eski sosyalistler artık birer demokrattır ve sosyalistliği hiç kalmamıştır (elbette tümünü kapsamıyor).

Kavga olmasın, gürültü patırtı çıkmasın, insanlar da hakkını alsın istiyorlar, hemen hepsi, daha önce Menderes’ten, sonra Demirel’den demokrat misyon beklemişlerdir ve bir süredir tümüyle, şimdilerde ise bir bölümü, Erdoğan’dan demokrat misyon beklemektedirler.

Bugün bu yaklaşım ve beklenti içine, Kürt devrimci-demokratlarının da sokulmaya çalışıldığı apaçık görülmektedir.

Öyleyse demokrat, dün Menderes ve Demirel’in, bugün Erdoğan’ın demokratlığına inanan kimsedir. Bu ölçülere göre çıkan sonuç şudur ki, sosyalistler demokrat olamaz.
Demek ki, demokrat-sosyalist olamaz.

İlginçtir Nasyonal-sosyalist derken küfür niyetine konuşanlar, yani nasyonal-sosyalizmin içindeki “sosyalist”in sosyalist olamayacağını kabul ederek küfürlü vurgu ile konuşanlar, sosyalistlerin demokrat olması gerektiğine inandıkları için, demokrat-sosyalist kavramı karşısında aynı tür konuşmamaktadırlar.

Nasyonalizm milliyetçiliktir, demokrat olmak da milliyetçiliği içeriyor. Öyleyse “nasyonal sosyalist” ,ya da “ulusal sosyalist” veyahut da”ulusalcı sosyalist” vurgusu ile sosyalist olmayana işaret ederek küfür ediliyorsa, sosyalistin demokrat olmasını istemek akıl karışıklığı değilse, karıştırmak için uğraşmak demektir. İşte bu, çok yaman bir çelişkidir ve müthiş bir bulanıklık yaratmaktadır.

Aynı şekilde Kürdün ulusalcısına karşı boyunları kıldan incedir, iş Kemalist hareketin ulusalcılığına gelince devreye en iyi yaklaşımla kınama girmekte, daha kötüsü ise, intikam hırslarının büyütülmesidir. Arada ise küfürlü yaftalamalar vardır. Bulanıklık o kadar büyük boyuttadır ki, örnek olsun, şu anda yaptığım bu tespit bile, bana küfürle ve abuk sabuk, mesela “ulusalcı”,  mesela “Kemalist” yaftaları ile saldırmak son derece normal ve haklı görülebilmektedir.

Bu tıpkı, örnek olsun, gerçek yaşam manzaralarındandır, bir zaman Konya gibi dini bütün bir yerde, oruç tutma ayında, yoldan geçerken simit yiyenlerin ağzını burnunu dağıtarak dövenlerin, dönüp aynı saatte mevcut sofralarına oturup kahvaltı etmeye devam etmelerine benzer.

En başta açıklamaya çalıştım ki demokratlar özü itibarı ile ulusalcıdır! Öyleyse bir sosyaliste “ulusalcı” yaftası ile saldırıp, sonra ondan “demokratlık” istemek abesle iştigaldir. Hatta son derece ahmakça bir beklentidir!

Kısaca politik ahmaklıktır!

Örnek olsun, Kürt sorununda sözde “çözüm” arayanlar, Kürt hareketinin de bir burjuva –demokratik hareket, yani demokrat hareketi olduğunu işlerine geldiğinde hatırlayıp, işlerine gelmediğinde hatırlamamaları bir yana, hiçbir ölçü tanımadan bu aradıkları “çözüm”e eleştiri getirenleri “ulusalcı”, “Kürt düşmanı” yollu yaftalarlarken, Kürtlerin Jön-Türk hareketi içinde yer aldıklarını, İttihat ve Terakki’den umutlandıklarını hatırlamıyorlar.

Jön-Türk hareketi bir devrimci-demokrat harekettir, “çözüm”cüler, bundan bir haber duruyorlar. Böylece, bol kepçeden her tarafa “ulusalcı” yollu küfür akıtabiliyorlar.

Dahası, ittihat ve terakkinin Muş ve Bitlis’te Kurulu olan kulüplerinin, adı İttihat ve Terakki kulüpleri olmakla birlikte, tümüyle "Kürt Kulüpleri" olarak geliştiğini, akıllarına bile getirmiyorlar.

Apaçık ortadadır ki Kürt ulus hareketi, Türk ulus hareketinden umutlanıyor ve İttihat ve Terakki içine giriyor. Bu geleneğin hâlâ devam etmediğini söylemek mümkün görünmüyor.




12 Eylül, zor’unu uygulamaya başladığı andan itibaren, yaydığı kitlesel korku ile insanımızı kendisine yöneltmiştir.

Korku, insanın en önemli ve insani duygusu olduğu kadar, kendisine yönelmesinde en önemli parametre yine korkudur. Bununla birlikte, insanın ve insanlığın, kendisi için ve kendi geçmiş eylemliliğine yönelik merakı, umudunu canlı tutan meraklarından birisidir. Eğer bu merakın arkasında güçlü bir konum yoksa bu merak, insanı, kendisine yönelmesi sırasında, geçmişini inkâra yöneltmektedir.

Öyleyse insanın kendi içine yönelmesinde de zıtların birliğini görüyoruz. Bu zıtlar, söz konusu insan olunca, zıt olmakla beraber, gayet insani özellik taşımaktadır.

Birincisi, insanın kendisine ve insanlığa güvenerek kendisine yönelmesi ve böylece içini ve geçmişini öğrenmeye cesaret etmesi ise; ikincisi bu güvenden ve cesaretten yoksun olarak insanın kendisine yönelmesi, son tahlilde, insanın fışkırması değil, insanlıktan uzaklaşmasıdır. Başka ifadeyle kendisine yönelerek, kendisinden uzaklaşmasıdır.

Bunun için insanın özel çaba göstermesi, yani kendisinden uzaklaşmak için özel çaba göstermesi, güvenini ve cesaretini kaybetmiş olması bir yana, kapitalist toplum düzenine teslim olması demektir.

Çünkü insanı kendisine yönelterek kendisinden uzaklaştırmayı, kapitalizm oldukça sistemli bir biçimde başarmaktadır. Üstelik bu, sistematik bir nesnellik taşıyor; insan, kendi ürettiğine yabancılaşıp, bu yabancılaşmaya, üretilen ürüne el koyarak katkıda bulunan kapitalisti model alarak kendisine yönelip, insan olmayı hedefleyince, insanın fışkırmasının önündeki en sinsi engel durumuna dönüşmektedir.

Öyleyse 12 Eylül rejiminde, 12 Eylül rejiminden çıkılmadığının farkında olmayarak kendisine yönelen insan, belleğinden uzaklaşan insandır. Demek ki, hafıza taşımayan insanlar diyarında yaşadığımızı söyleyebiliriz!

Bunu tersine çevirmek için ise, insanı hafızasına kavuşturmak ve bu hafızada korkunun olduğu kadar, güven ve cesaretin de olduğunu göstermek; bununla birlikte korku ile kendine yönelmesinin insanı böcekleştireceğini; bu anlamda metamorfe edeceğini; güven ve cesaretle kendine yönelmesinin ise, tüm birikimine kavuşturarak, güçlü bir konumda yeniden fışkırtacağını göstermek gerekmektedir.

Bunun için ise tek eksik teoridir ve teorik bakıştır.

Böylece insanımız, yerleştirilmeye çalışılan düzenin(dün 12 Eylül rejimi idi, bu gün “yeni” 12 Eylül rejimidir), insanlığa karşı yürütülen bir karşı devrim olduğunu ama aynı zamanda her karşı devrimci dinamiğin olduğu yerde, devrimci durum olduğunu görecek ve birikimine de, kendisine de güveni ve aynı oranda cesareti nesnel olarak açığa çıkmış bir biçimde, devrimci durumun nesnelliğinde önemli bir güç olmaya ikircimsiz adım atacaktır.

Şimdi tam da buradayız ve bulanıklığı aşmanın yolu, burada olduğumuzu fark etmekten geçmektedir. Burada, yükselen Kürt insanının fışkırmasının, kendisine yönelen Kürt insanına dönüştürülmeye çalışıldığını hatırlamak yerindedir. En başta kendisine ve insanlığa güvenmesinin önündeki engeller kalınlaştırılmaktadır. Yükselen Kürt insanını, kendi içine döndürerek, yükselen insan formuna yabancılaştırmak istenmektedir.
Başı dik insan “aşırı” tepkilidir ve “aşırı” tepki vererek bir yere varılamaz; öyleyse “aşırı” tepkiler budanacak, “demokratik” tepkilere dönülecek, dolayısıyla reformist çözümlere teslim olunacaktır! Emperyalist Kürt “çözümü”nün reçetesi budur. Öyleyse Kürtlere yine yeniden başını eğmek düşmektedir. Gerisi bahanedir!

Dediğim gibi, fark etmek, bizi teoriye ve teorik bakışa daha çok yakınlaştıracaktır.
Böylece zihinlerimizin pasını atmış olduğumuzu umut ederek, ulusal soruna başka bir açıdan bakmayı deneyebiliriz.

Bir soru demeti ile başlamak istiyorum ve soruyorum!

Egemen sınıf, burjuvazi, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalist olarak yayıldığı bir dönemde, girdiği yere halkların kardeşliğini getirebilir mi? Tersinden sorarsak, girdiği yere sermayenin boyunduruğunu götüren bir emperyalizm, burada özgürlük sağlayabilir mi? Eşitlik ve kardeşlik sağlayabilir mi? Dahası, burada sermayenin boyunduruğu altına aldığı halkların “dost”u olabilir mi?

Bu soruların cevaplarını netleştirmek açısından, TKP üyesi olarak TKP Genel Sekreteri H.Kutlu'nun arkasından Türkiye’ye dönen, TBKP nin MK üyesi Kürt kökenli Şeref Yıldız'ın,"Kürt Sorunu Üzerine Tezler" başlıklı 1980lerin sonunda Yeni Açılım Dergisi’nde yayınlanan yazısı, dün olduğu gibi, bu gün de önemli olduğu kadar, oldukça öğreticidir!

Şimdi bu yazıdan kimi noktaların, bu güne ışık tutacağına inanarak, eleştirel bir irdelemesini aktarmak istiyorum.

Ulusal sorun konusundaki engin görüşlerini açıklamaya, TKP ve sonra TBKP üyelerinden olan (muhtemelen yönetici idi) Şeref Yıldız (yine muhtemelen Kürt kimliği taşımaktadır), Kürtlerin yaşadığı bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile başlamaktadır.

Yukarda hatırlattığım gibi, açıklamaları eskidir, - Ekim 1989, Yeni Açılım Dergisi-sayı 18- ancak, sorunun hala aynı sorun olduğunu ve Şeref Yıldız’ın hala aynı görüşü koruduğunun kuvvetle muhtemel olduğunu kabul ediyorsak, bu açıklamaları eleştirel olarak irdelemek için vaktin geçmiş olduğunu düşünemeyiz.

Aslında büyük açıklık sağlıyor; o gün, bugünlerin “çözümü”ne işaret eden Şeref Yıldız, işaretine cevap geldiğini düşünerek sevinmekte haklıdır! Şimdi bütün reformistler, resmi “solcu” olmak için devlete çakmadığı işaret kalmayan bütün dönekler, bu “çözüm”ün kuyruğuna takılmış, yeni düzenin “solcu” luğunu tedris etmektedirler.

Bu tezleri Şeref Yıldız, kendisi sorup kendisi yanıtlayarak ortaya koyuyor; ilk sorusu, Kürtlerin ayrı bir ulus olup olmadığıdır ve Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarını vurgulayarak, ikinci soruya geçiyor.

İkinci soruda ki her soru bir teze açılıyor,"Kürtlerin yaşadığı bölgenin" sömürge olup olmadığını soruyor. Cevabını üç gerekçeye dayandırarak veriyor.

Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürt bölgesinin sömürge statüsü kazanmamış olduğudur; ikinci olarak, Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığını, kapitalist pazarın, sömürgelerin ortaya çıkışından sonra oluştuğunu, bu nedenle, tarihsel olarak Türkiye kapitalizminin sömürgeci olma şansını kaybettiğini, sömürgeci-sömürge ilişkileri değil,"ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri" nin söz konusu olduğunu ileri sürüyor.
( Yeni Açılım Ekim 1989 sayı 18, sayfa 11)

İlk sorusuna verdiği cevap ile bir tartışmaya gerek olmamakla birlikte, ikinci soru ile ilgili vardığı sonucun tartışılması gerekiyor; sömürge statüsü ile ilgili tartışmaların teorik çerçevesinin, Türkiye’nin Kürtlerle ilişkilerinin somut çözümlemesi açısından yetersiz olması bir yana, Şeref Yıldızın vardığı sonucun yanlış olduğu, o gün de, şimdi de açıktır.

Teorik yetersizlik, çizgileri birbirine karıştırıyor; burada sanki sömürge saptaması yapılırsa ayrı, yapılmazsa ayrı bir siyasal çizgi izlemek kaçınılmazmış gibi bir hava egemen kılınmaya çalışılmış. Oysa sömürge saptaması yapanlar da farklı çizgi izleyebiliyor, sömürge demeyenler de aynı çizgide birleşmiyorlar!

Şeref Yıldız’ın, sömürge tezinin dayandığı üçüncü gerekçesi daha da ilginçtir!

Yıldız, bu tezin, Kürt sorununa cevap vermediğini düşündüğünü söyledikten sonra, "çünkü", diyor,"tez, ezilen ulus sorununa antiemperyalist bir görev yüklüyor ve diğer yandan soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor."

Dediği budur ve görülüyor ki, Şeref Yıldız, Kürtlerin antiemperyalist olmasını istemiyor.

Şeref yıldız, devamla "Kürt sorununun, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olduğunu" vurgulayarak, bu karakteriyle, diğer toplumsal sorunların bir parçası olduğunu ekliyor.

Ve şöyle bitiriyor,"bu açıdan Kürt sorununun antiemperyalist karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirliyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı, ulusal bir hak eşitliği mücadelesidir. Bunun gereği olarak da iki halkın kurtuluş yolu tektir. Bu (yol),Türkiye'deki rejimi demokrasiyle yer değiştirmek için mücadele yoludur."

Yıldız bununla yetinmiyor, "İkincisi",diyor, "Kürtlerin bölgede birden fazla devletin içinde bölünmüşlüğü, soruna bölgesel bir karakter kazandırıyor. Bu da sorunu, bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru yapıyor."

Yıldızın buradaki,"demokratikleştirme" kavramı, devrimle sağlanacak bir demokratikleşme değildir; Yıldız, burjuva demokrasisi anlamında ve çerçevesinde bir demokratikleşmeden söz ediyor.

Ancak, Kürt sorununda, antiemperyalist bir karakter aranması için Türkiye'nin emperyalist olması gerekmiyor! Ol tarihte yurt dışında "sürgün" hayatı yaşamak Yıldız'ın ufkunu daraltmış olsa gerek, mantığı çok fazlaca düzleşmiş! Oysa Türkiye, ol tarihte de, şimdi de, dünya tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin siyasal, askersel ve ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD’nin bölgedeki güvenilir karakolu ve temsilcisi bir ülkedir.

Ayrıca, çağımızda kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun düşünülmesi, o zaman da şimdi de mümkün değildir. Her ulusal başkaldırı, ne kadar uzakta olursa olsun, karşısında emperyalizmi ve daha çok ABD emperyalizmini buluyor.

Bununla birlikte, Kürt sorunu, tarihsel olarak geç kalmış uluslararası bir ulusal sorun olma özelliğini bu gün bile koruyor. Dolayısıyla ABD'nin politika geliştirmesi boşuna değildir.

Yıldız, bu gerçeğin üzerinden atlamak zorundadır! Atlıyor, çünkü başka türlü ABD emperyalizmini “dost” belletmek ve Kürt halkını, ABD icadı olan, devrimci renklerinin budandığı, gerici-dinci-reformist bir kurtuluş rengi taşıyan “Kürt politikası”nın peşine takmak ve de bunu, Türkiye’nin devrimcilerine UKKTH için mücadele diye yutturmak pek kolay olmazdı!

Tekelci dönemde, kapitalizmin başında olduğu gibi, uluslaşma süreçleri ile siyasal merkezileşme ve örgütlenme süreçleri, doğal ve organik bir biçimde üst üste düşmüyor.

Tekelci aşamada ezilen ulusların, ulusal ve siyasal birliklerini oluşturmaları, var olan devlet sınırlarında, statükoda değişikliği gerekli kılıyor. Bugünün dünyasında ise her statüko değişikliği bir dünya sorunu oluyor.

Diğer yandan, Üçüncüsü, ABD’nin 1980 li yıllarda ortaya koyduğu ve sürdürdüğü doktrini olan” seçmeli caydırıcılık” ve “düşük yoğunluklu savaş” stratejileri, dünyanın her yerindeki devrimci gelişmeleri, bulunduğu yerde kuşatıp, boğmayı öngörmektedir.

Sorun Kürt sorununun hangi bakış ile ele alındığındadır; Şeref Yıldız'ın, statükodan, dolayısıyla sistem içi, emperyalizm içi çözümlerden yana olduğu çok net görülüyor.

Şeref Yıldız'ın tek doğru tespiti, Kürtlerin dört parçalı uluslararası karakteridir, ancak buna karşın sistem içi "çözüm"ü önererek, bu karakterin, Kürt sorununun sadece bölgede barış ve güvenliğin unsuru olması sonucunu verdiğini belirtiyor.

Böylece,devletin politikalarının gönüllü yandaşı olduğunu,Kürt sorununun çözümünde emperyalizm içinde kalınması yönünde devlete akıl hocalığı yapmaya çalıştığını açık ediyor. Bu, şimdi daha net anlaşılıyor.

Bu kadar değil! Yıldız, tezlerini sıralamaya devam ediyor.

"Bugün doğru ve gerekli, aynı zamanda mümkün olan, TC sınırları içinde, Türk-Kürt halkının gönüllü birliğidir. ... TC'nin birliğini korumanın ilk koşulu, bölgedeki olağanüstü duruma son vermeyi ve baskı politikasını terk etmeyi gerekli kılıyor" (s-12)

Yıldız böylece, Kürtlerin Türk halkı ile gönüllü birlik kurması için devlete,”baskı poltikasından vazgeçin” diyor ve Kürtlere şu mesajı veriyor; "Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir:'Ezilen, baskı altında bir halkın başkaldırısı en doğal hakkıdır.' Kendi adıma, bugün bunu söylemiyorum... Bugünün görevi,'Kürt yok' politikasını aşmak, Kürt halkının iradesini Kürt kimliği ile yasal platformlara çıkarmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak çözüm için mücadele etmek, bunun için adım adım yürümek ve sorunun tek etapta çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır."( s-19)

Çok açık, Yıldız, Türkiye’de, Kürt politikasını,"Kürt yok" politikasını aşmaya indiriyor, ezilen, baskı altında olan halkın başkaldırması ayıptır diyor, oysa o tarihlerde, genel Kurmay dâhil,"Kürt yok" diyen kimsenin kalmadığını hepimiz biliyoruz ve Yıldız'ın devletin bile gerisinde kaldığı görülmektedir. "Kürt kimliğini yasal platformlara çıkarma" görevini ise, o tarihlerde bayan Mitterand'ın layıkıyla yaptığını biliyoruz; öyleyse bu konuda Yıldız ve arkadaşlarına pek iş düşmemekte ama gene de harıl harıl "Kürt yoktur" politikasını aşmak için çalışıyor. Başkaldırarak bir yere varılmaz diyor! Ne müthiş bir "komünist" performans!

Şimdi gösterilen performansların da pek farklı olduğu söylenemez, “Kürt yoktur” poltikasını aşmak yerine,”yeni” TC nin zaten hazır olduğu, “Kürtçe savunma yasağının” aşılması ve Kürtlerin “temel hakları”nı ,”demokratik hakları”nı elde etmek. Hatta bu hakları verecek “namuslu” eller bile aranıyor. En “namuslu el” ABD emperyalizmidir!

Yıldız, sonraki anlatımlarında şöyle yazıyor; " Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, dinci gericiliği ve PKK'yı getiriyor fikri, Kürt gerçeğini atlıyor. Dinci gericilik kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnme, PKK ise bu yıkıcı sonuçlar ve ulusal baskıya karşı aşırı tepkinin ürünüdür. Ne ki, Doğu ve Güneydoğu bunların toplamı değildir." (s-20)

Şeref Yıldız böylece, dinci gericiliği kapitalizmin yıkıcılığına direnen anti-kapitalistler yapıp, Kürt hareketini ise”aşırı tepki” olarak nitelerken, başkalarının da olduğunu hatırlatarak, bölgede ulusal demokratik bir(reformist anlayışın) mücadele geleneği olduğuna işaret ediyor ve köylerde - dağlarda “aşırı tepkici”lerin güçlü olduğunu ima ederek, barışçıl gelişmenin güvencesini reformist anlayışlarda ve kentlerde aradığının işaretlerini veriyor!

Durmuyor, aynı sayfada "Günümüzde kırsal kesimlerinin önemi azalıyor. Büyük kent merkezleri, aydınlanma merkezleri olarak insiyatifi ele alıyorlar." diyor.

Bu sözleriyle de, Kentlerde güçlü bir reformist gelenek olduğunun ve onun gücüyle "aşırı tepkilerin" boğulabileceğinin mesajını verdiği açıkça görülüyor. Çözüm reformizmdedir ve Şeref Yıldız bunu çok net olarak öneriyor!

Bunları aktardıktan sonra Şeref Yıldız, TBKPnin Kürt politikasını şöyle ayrıntılandırıyor;
Amaç: Kürt varlığını kabul ettirmek.

Program: Misak-ı Milli içinde özel Doğu kalkınması.
Yöntem: Özel destek programı, özel vakıf, Kürt belediyelerine mali destek.
Savaşım biçimi: Barışçıl ve yasal.
Çerçeve: Kapitalizm ," kapitalizmde çözüm mümkündür."(s-20) "Sorunun çözümü devrime bağlı olmadığı gibi, tek etapta çözümü de mümkün görünmüyor."(s-21)

Çok net görülüyor emperyalist “Kürt Çözümü”ne uyum sağlamak için tövbekâr "solcu"lar erkenden görevdedir ve aradan 20 yıldan fazla bir zaman geçti, bu gün, o gün onları likidatörlükle suçlayanlar da aynı çizgide, yani Kürt sorununun,"demokratik" çözümü çizgisinde birleşiyorlar. Yani hala kapitalizmde çözüm olduğunu bağıra bağıra ortaya koyarken, kapitalizm ile mücadele ettiklerini yutturmaya çalışıyorlar.

Sadece onlar değil, kendilerinden başka herkesi "salak" solcu sayan, düzenle barışık ve sahte "sol" gömlekleri ile prim yapan bilumum irili ufaklı gruplar, hatta partiler de ya bu çizgide yürüyor, ya da bu çizgiden uzak durmamaya özen gösteriyor.

Ortada ise ne demokrasi var, ne de çözüm!

İşte reformist dinamiklerin,resmi "komünist" partisinin "Kürt politikası" budur ve ABD nin,yerli tekellerin ve onun rejiminin politikasının da bundan farklı olmadığı artık açık ve net olarak görünüyor; ABD emperyalizmini “dost” belletmeye çalışmalarının kıymeti harbiyesi de buradadır; bu nedenle herkesi ABD emperyalizminin “Kürt Politikası”na eklemlemek istemeleri, eklemlenmek istemeyenleri "salak" solcu olarak yaftalamaları şaşırtmıyor!

ABD emperyalizminin “Kürt politikası” mı? “aşırı” tepkileri budayıp, “demokratik çözüm” reçetesindeki hapı, yani reformist “çözüm” hapını Kürt halkına da, Türk halkına da yutturmak. Tek sorun, reçeteyi yazan doktorun ABD emperyalizmi olmasıdır; O da, Kürtlerin üzerinden antiemperyalist görevi alarak ve yerine ABD emperyalizminin “dost”luğunu koyarak hallediliyor. Kürt politikacılar bunu köylü kurnazlığı sanıyor! “ananız güzel mi?” diye soranlara aldırmıyorlar!

BDP mi? Bu çizgiye sıkı sıkıya sarıldığı apaçık ortada değil mi?

Öcalan’mı? Medyadan kıvama getirildiğini okuyoruz!

Ancak haklılar, bu günkü koşullarda, kapitalizm çerçevesinde, emperyalizm içi politikalara biat ederek havuç biriktirmek varken, sopayı tercih etmek elbette "salaklık"tır. Fakat bu "salaklık”lar olmasaydı, bu gün dünya belki çok daha geride olurdu veya emperyalizm çok daha önce dünyayı topyekün ortaçağ karanlığına sürüklerdi.

Yüce gök bu "salak" solcuları başımızdan eksik etmesin.

Fikret Uzun

13-Mart-2013

Hiç yorum yok: