29 Ağustos 2012 Çarşamba

EGEMEN POLİTİKA EGEMEN SINIFIN POLİTİKASIDIR

EGEMEN POLİTİKA EGEMEN SINIFIN POLİTİKASIDIR

Egemen sınıf islamizasyon emretmekte idi, öyleyse, Kemalist yüksek kadroların yapması gereken “emredersiniz” demek olmalıdır ve Kenan Evren’in sözünü ettiği “ emir komuta zinciri” buradan başlamaktadır. “Emriniz olur” diyerek işe koyulan yüksek Kemalist komutanlar, egemen sınıfın emirlerine uydular ve iktidarı aldılar, Kemalizm’e ihanet ederek, sert bir İslamizasyon programı uygulamaya koyuldular.
Kuran kurslarını ve İmam Hatipleri yaymak yanında, insan aklına hücum ile muhakeme yeteneğini zayıflatarak derin bir dinsellik yerleştirdiler. Dinselleştirme, tek başına değil elbet, sürüleştirme olmaktadır. Olmuştur.
Ve hepsini “Kemalizm” ya da “Atatürk” diye diye uyguladılar. Ancak çelişkileri kimse göremedi, ya da görmek istemedi. Demek ki, sürüleştirme çok önceden başlamıştı ve sahtekârların saklanacağı alan genişlemişti.
Görülemeyen, 12 Eylül Faşist darbecilerinin, Erbakan’ı zindana atarken, partisini kapatırken, aynı anda din derslerini zorunlu yapması idi!  Çelişkiyi kimse göremedi, ya da herkesin bildiği bir sır olarak herkes görmemeyi yeğledi! Aynı anda üniversitelerde “1402’likler “operasyonu başlatıldı; Üniversiteleri Laik, cumhuriyetçi, sol eğilimli ve aktif öğretim üyelerinden temizlenmesi operasyonu gerçekleştirildi.
Politika, egemen sınıfın politikası idi ve egemen sınıf burjuvazinin en zenginleri idi. Düzenini kurmak için, bireyleri kapitalizm öncesine indirgemesi gerekiyordu. Bu, sürüleştirme ve ortaçağın bitkisel hayatına döndürmek demekti. Öyleyse tekelci düzenin yerleşmesi için İslamizasyon ve sürüleştirme gerek şarttır.
Erbakan hapse atılırken, kuran kurslarının yayılması ve İmam hatiplerin çoğaltılması ile din dersinin zorunlu hale getirilmesi sürüleştirmek için gerekli olan İslamizasyon programı idi ve bu, Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası idi.
Kemalist yüksek komutanlar, Kemalizm’i geriletirken, İslamizasyonun önünü açtılar ve yönetimi dinci akımlara devrettiler. Bununla da kalmadılar, Kemalizm’i tasfiye etmeye devam ederek, dinci akımların eline geçen yönetimin oturması için, asistanlık ve zaman zaman konu mankenliği yaptılar.
Böylece dindarlar arttı, politika ve kültür dinselleşti. Laiklik içindeki dinsel kurumlar dinamiği hızla mezhep ya da tarikat niteliğindeki dinamiklerin içine aktı. Bu akış, sadece Türkiye’de değildir, bütün dünyada ve aynı anda, Laik dinamikler, tarikat dinamiklerine akıtılmaktadır. Başrolde büyük –büyük zenginler ve onların egemen politikaları var.
Böylece insan gitmiş, din gelmiştir.  Bu işi büyük zenginler ile yüksek komutanlar el ele yaptılar. Aşırı dinsellik, insanın yerine ümmiyi koymuştur. Anadan doğmadır. Yükselmiş insanın küçültülmesi operasyonudur ki bu, yükselen insandan korkmanın ifadesidir. 
Öyleyse Türkiye’de dine dönme sınıfsal ve politiktir. Egemen sınıfın sınıfsal bakışının ürünüdür, egemen politika bu olmuştur.  
Türkiye, CIA’in Türkiye masası şeflerinden biri olan Graham Fuller’in ifadesiyle ki, kitabına isim de olmuştur, İslamizasyon programı ile “Yükselen Bölgesel Aktör” olmuştur. Öyleyse, sadece Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası ile karşı karşıya değiliz; politika ABD emperyalizminden gelmese de, uyumludur öyleyse destek ve açılım sistemlidir. Sınıfsallık ise bozulmuyor, emperyalist ABD ve AB kapitalizminin ihtiyacı da dinselleşmek-sürüleşmek, dolayısıyla orta çağın bitkisel hayatını dayatmaktır. Sonuçta Kenan Evren de itiraf etmiştir, Amerikan yetkililer de, uyum sınıfsaldır; Kenan Evren “emir komuta zinciri “demiştir ve işaret ettiği zincirin başında Büyük-büyük zenginler olduğu muhakkaktır; Amerika “bizim çocuklar başardı” demiştir ve işaret ettiği 12 Eylül faşist darbesinin planlayıcı ve gerçekleştiricisi olan yüksek komutanlardır.

Bu uyumun şimdi vardığı yer ise, Türkiye-ABD  “STRATEJİK “ ortaklığıdır. Varış hedefinde BOP-BİP olduğu gerçeği ise, artık “körlük” ve “sağırlık” dinamiklerini tuzla buz edecek netliktedir. 
Bu Politika hep vardı, ancak Sovyet sosyalizmi yıkıldıktan sonra, o zamana kadar bu yıkımı çabuklaştırmak için kullanılan “din” , ki bunu da Graham Fuller’den açıklıkla öğreniyoruz; “Komünizme karşı İslam’ı destekledik” demektedir, artık komünizmden ebediyen kurtulmak için gerekmektedir.
Demek ki, sonuç olarak, İslamizasyon sınıfsal ve politiktir ama bundan daha fazla olarak bir devlet işidir. Yani İslamlaştırmayı, İslamcılar değil, devlet yapmıştır ve başlangıcı 12 Mart veya 12 Eylül değildir, bu tarihler sonuca gitmek için hızlanmanın adıdır, başka çare kalmamış olmasının da ifadesidir diyebiliriz ki, Kenan Evren’in Bursa Nutku’nda “son çaremizdi” diye ağlaması bunun ifadesidir, başlangıç çok öncedir ve bir devamlılık içinde bu günlere gelinmiştir.
Demirel’in Nur tarikatını koruyup, kollaması, Ecevitlerin Fetullah Gülen’e’e güzelleme yapmaları, Özal’ın Fetullah Gülen’i Köşkte saklaması, Demirel’in Türkî devletlere Gülen için referans vermesi, hepsi bu devamlılık içindedir ki, çok öncesinde “komünizmle mücadele Dernekleri”ni aktif militanı olarak zamanın cumhurbaşkanı ile aynı derneğin mensubu olması da bu devamlılığı ve Fetullah Gülen’in bir devlet eli mamulü olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Öyleyse Fetullah Gülen Kemalist TC yönetiminin eli mahsulüdür diyebiliriz ki, pamuklara sarıp büyütenler Özal-Demirel –Ecevit’tir ve hiç saklama gereği duymamışlardır, inkâr etmemişlerdir.
Şimdi TC eli mahsulü Fetullah Gülen amiline isyan durumundadır.
Asıl sonucu yazmak gerekirse, Türkiye’yi İslamlaştıranların Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu görebiliyoruz. Kemalizm’e ihanet ile Türkiye halkını karanlığın içine soktular.
Graham Fuller’in kitabını takdim niyetine yazan Boston Üniversitesi Antropoloji profesörü Agustus Richard Norton’un şu ifadeleri oldukça öğreticidir;  “Toplumsal açıdan Kemalist girişimcilerin çoğundan daha muhafazakâr olan bir orta sınıf tarafından desteklenen AKP’den söz eden Norton, partinin seçmenlerinin benimsediği “Müslümanlık” ,Türk milliyetçiliğinin kıvama getirdiği bir Müslümanlıktır. Bu insanların birçoğu Nur hareketi içinde yer alırlar ki bu, Türkiye’nin en geniş toplumsal hareketidir. Fuller’in izah ettiği gibi, güçlü bir Türk devlet’i öncülüne az çok yaslanan bu hareket İslami modernizme dayanmaktadır.” Diye yazıyordu. Fuller’in dedikleri ise uzundur ve tam da bu günleri işaretle önerilerde bulunuyordu. Türkiye’nin büyük zenginlerine bir politik ders mahiyetindedir ve belki de kurulan sınıfsal konsensüste payı büyüktür. Çünkü AKP si de, CHP si de, hatta BDP si de, açılım perspektifi almak veya “en iyi ben yaparım” deyyu mülakat vermek için Amerika’yla pek yakın mesafede durduklarını saklama gereği duymadıkları gibi övünerek ilan etmeyi şanlarından saymaktadırlar.

Evet, İslamlaştırma operasyonu sınıfsaldır ve büyük zenginlerin egemen politikasını emir telakki eden yüksek komutanların, Harp Akademilerinden, Türk-İslam sentezi ( aydınlar ocağı) elemanlarını Akademiye “hoca” yaparak başlattıkları operasyondur. O halde AKP nin iktidara oturtulmasını da bu operasyonun içinde ve Kemalizm’e ihanet eden “Kemalist” yüksek komutanların işi olduğunu da eklemek gerekmektedir.

Ordunun, İslamizasyonu solu yenmek için getirdiğini ise, çok tekrarladık ve bu hatırlatmayı bir kez daha sonuç bölümümüze ekliyoruz.

Bu sonuçtan başka ve hep tekrarladığımız bir sonuç daha çıkmaktadır; 12 Eylül faşist darbesi ve yerleştirdiği rejim, Kemalizm yerine “Türk-İslam” sentezi düşüncesini yerleştiriyordu, bu ideolojinin örgütü ve yayıcısı ise, Aydınlar Ocağı’dır.

İdeologlarının açılımı önemlidir ki, şöyle buyuruyorlar; “din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan imam-hatip okulları reorganize edilmelidir, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vesaire hüviyetler de kazandırılmalıdır.”
Kazandırıldığını açıklıkla görüyoruz.
Bir de TİB (Toplumsal İlişkiler Birliği) var ki, çoğunluğu subaylardan oluşan bir devlet dairesidir, bir taraftan Talim ve Terbiye Kurulu aracılığı ile kontrol ettiği Milli Eğitim’e ‘Atatürkçülük ve konsept’ kavramlarını yerleştirmeye çalışırken; diğer taraftan, yurt dışında dağıtmak üzere Kuranı Kerim hazırlatıyor ve aynı zamanda da, Orhan Gökdemir’in bilgilendirmesiyle ‘Profesörler mafyası’ aracılığı ile üniversitelerde araştırma yaptırıp, sahte diplomalar dağıtıyor olduğunu öğreniyoruz.
Burada mühim olan, devlet eli mahsulü olan bir şebekenin varlığıdır. Orhan Gökdemir’in anlatımından bunu öğreniyoruz.
Burada Taha Parla’nın tespitlerini de hatırlatmayı yararlı buluyorum; “Din-devlet ilişkisi konusundaki değişime” dikkat çeken Parla, şöyle diyordu; “ İşte 12 Eylülden sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin, klasik laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslam sentezi adı altında, vurgu Türk’te, oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe, vurgu milliyetçilikte, razı gelişleridir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir.”
Taha Parla, devamla şöyle diyordu; “Anayasanın 42.maddesi eğitim ve öğretimin Atatürk “ilke ve inkılâpları”, doğrultusunda yapılmasını öngörürken, başlangıçtaki “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” ibaresi, İslamiyetten başka ne olabilir ki; ilk ve orta öğrenime konulan zorunlu din ve ahlak derslerinin anayasal dayanağını oluşturmaktadır. Yeniden yazdırılan tek tip ders kitapları, müfredat ve disiplin politikaları, milli tarih ve coğrafya konuları, Türk-İslam temaları ve bunlara karşılık Batı biliminin yasaklanan ürünlerine burada girecek yerimiz yoktur.

Artık Atatürk milliyetçiliği değil, en azından, Atatürkçü ve dinci bir milliyetçilik söz konusudur.

20.yüzyılda “dualı” milliyetçilik, modernleşmeyi değil, yeniden gelenekselleşmeyi temsil etmiyor mu?”

Demek ki, sınıfsal baktığımızda, karşımızdaki düşman, egemen sınıf olan büyük zenginler sınıfıdır ve artık egemen sınıfın politikalarını Kemalist yüksek kadrolar değil, dinci akımlar yürütmektedir. Demek ki milliyetçiliğin rengi dinci-milliyetçi olmuştur ki, son 10 yıldır, dinci-milliyetçi eksenindeki ittifakın ince ince çalıştığı apaçık görülmüştür.

Peki, bu gerçek orta yerde dururken, nedir bu Atatürk düşmanlığı ve geleneksel ve artık hiçbir güç dinamiğinde, hatta adında Kemalist olan dinamiklerde bile, güç olmaktan uzaklaşmış olan Kemalizm’i baş düşman sayma ahmaklığı ve bunu hatırlatanları Kemalizm hayranı saymak ne anlama gelmektedir?

Bu noktada, bu sorunun cevabı düşünülürken, biz TİB’e dönerek devam edelim; TİB’in,12 Eylül cuntası tarafından ve 1983 ‘te kurulduğunu biliyoruz.. Genelkurmay genel sekreterliğine bağlı olarak gizli bir kararname ile kurulmuştur. Amacının toplumu İslamize etmek olduğu adında gizli idi. MGK danışmanı Ertuğrul Zekai Ökte, TİB’i kurmayı üstlendi ve ilk işi AKSİYON dergisine mülakat vermek oldu, şimdi de modadır ve yeni kurulan Komünist parti yöneticileri bile, ilk mülakatlarını buraya vermektedirler.
TİB’in başta gelen subaylarından olan Oğuz Kalelioğlu, Diyanet’in baş danışmanı idi. Bir diğer subay ise, Tahir Taner Kumkale’dir ki, aynı zamanda Fatih Üniversitesinde “Atatürkçülük” dersi veriyordu. Çelişkinin yamanlığına somut bir örnektir.
Albay Altan Ateş ise, Işıkçıların kanalı TGRT nin başındaydı. Hepsinin, başından beri tarikatların içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Bir de DİTİB var, TİB den bir yıl sonra kuruluyor ve yurt dışında Almanya’da faaliyet gösteriyor. DİTİB başlangıçta bir ülkücü girişimdir. MHP kökenli Selahattin Saygın ve Tayyar Altıkulaç kuruluşta yer almışlardı.
O sırada Diyanet’in din görevlileri, ilgili Avrupa ülkesinden maaş almakta idi. Avrupa’daki Türk vatandaşlarını İslamize etmek için kurulmuş olan İslam Kültür Merkezleri, Türk ve Suudi görevlilerce birlikte yönetilmekte idi ve yapılan protokol gereği Türk büyükelçileri, ”ikinci başkan” olmaktadır. Onur Öymen, bu büyükelçilerden birisidir. Ve bu gün “İslami İktidar”ın en önde gelen destekçisinin AB olması rastlantı değildir.
TİB, her ne kadar Toplumsal İlişkiler Birliği olarak anılsa da, asıl açılımının “Türk İslam Birliği” olduğu artık daha nettir.
DİTİB ise, “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği”dir.
Hepsi bu günler içindir ve Orhan Gökdemir’in ifadesiyle artık Laisizm silahsızlandırılmıştır ve de Laisizm, kendisini koruyacak bir orduya sahip olmamakla birlikte, buna karşın laisizmin toplumsal bir tabanı olduğunun ortaya çıkmış olduğu da bir gerçektir. Bu nedenle mücadele, halk ile siyasi devlet teşekkülleri arasında sürmektedir. Ve bu mücadelenin kızıştığını, hep beraber görüyoruz. Daha da kızışacaktır ve bunu da görmekten çok uzakta değiliz.
İşte bu aşamada, düşünmeyi unutmuş olduğu anlaşılanların hala Atatürk düşmanlığını ve “baş düşman” olarak Atatürkçülüğü öne çıkartmakta ısrarcı davrandıklarını görmek düşündürücüdür.
Oysa uzun zamandır Kemalistlerin hiçbir yerde bir güç olmadıkları aşikârdır. Kemalist renk te kalmamıştır. Kemalizm’de komşularını bombalama yoktur; özelleştirme yoktur; düvel-i muazzamanın kucağına oturmak yoktur. Öyleyse Kemalizmi Erbakan’a muhalefete indirgeyemeyiz. Ve Erbakan gitmiş yerine ondan daha çok Erbakancılık yapacak olan ordunun yönetimi almasıyla Kemalist yüksek komutanlar, yönetimi Kemalizmi ortadan kaldırmak isteyenlere teslim etmiştir. Somut gerçeklik budur. 
Burada karıştırılan bir konuyu hatırlatarak gündeme taşımak istiyorum ki, üzerinde düşünmek yararlıdır. 12 Eylül öncesi ve daha öncesi de var, altmışlı yılların ortaları diyelim, sosyalist hareketi Kemalizm’in kuyruğunda terbiye etmeyi politika sayanlar var, bu ayrıdır, Kemalizm’e yaslanarak sosyalizme kaymayı programlarına alanlar da var, bu da ayrıdır ancak asıl mücadele Kemalizm’i aşmak isteyenlerle onu ortadan kaldırmak isteyenler arasında sürmekte idi.
Kemalizm’e ihanet eden Kemalist yüksek kadrolar, komutanlar demek istiyorum, önünü kesemedikleri sosyalist iktidara ulaşmaya kararlı olanları ortadan kaldırmak için, Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyenlere, dinci akımlara demek istiyorum, yönetimi devretmişler ve yerleşene kadar desteklerini vermişlerdir. Şimdi bütün Kemalist dinamiklere, “bizim” sıfatı eklenmiş, bu dinamiklerin başına getirilen devlet kadroları, dinci akımların temsilcilerinden veya taraftarlarından seçilmektedir. Bunu artık açıklıkla görüyoruz ancak bu politika hep vardı.

Bu sırada dinci akımlara karşı yürütülen mücadele ise, ilkeden çok kontrol planında sürmüştür. Böylece neredeyse bütün güç merkezlerinden Kemalist renk ve Kemalistler çıkartılmıştır. Dolayısıyla mücadele halka kalmıştır ve halkın içinden Kemalizm’e dönüşün yükseldiğini, en azından yükseleceğinin işaretlerinin görüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Sıkışınca genleşme olur ve bir yerden dışarı fırlar, bu en temel bilimsel yasa burada kendini hissettirmektedir; güç merkezlerinden kovulan ve ihanete uğradığını fark eden Kemalizm, genleşerek halkın arasından fırlayacaktır, yükselecektir demek istiyorum.
Ancak “asıl düşman” formasyonu ile değil, kendisini ortadan kaldırmak isteyen düşmanlarına karşı daha ileri ve halk rengi ile yükseleceği açıktır. Daha doğrusu bu yükseliş, sosyalist iktidar hareketinin teorik ve politik hüneri ile bağlıdır. Çünkü en yükseği de olsa, Kemalist hareket, sosyalist hareketi ileri götürmez, olsa olsa kendisini daha ileri ve sol bir eksene götürebilir ki, sosyalistlerin buradan geriye gitmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla bu eksen, sosyalist hareketin ilerlemesi ve tarihin ilerlemesi açısından olduğu kadar, tarihsel ve dinsel-gerici - faşist güçlerin geriletilmesi açısından da ve tümüyle iş ve güç birliği ilişkisi temelinde, ileri bir adım olacaktır.
Bu ilişki, nesnelliğin üzerine oturarak sürdüğü müddetçe, Türkiye’nin sorunlarının çözümü kolaylaşacaktır ve kolaylaştığı görüldükçe de, ilişkinin niteliği değişerek, gelişecektir, hatta dönüşecektir.
Diğer yandan egemen sınıfın, Türkiye’de uzun zamandır, tekellerin rejiminin,12 Eylül rejimidir, daha sağlam yerleşmesi için bahane edilen ve Türk sorunu haline gelmiş olan ve aynı zamanda emperyalist ABD nin de sorunu olmuş olan Kürt sorununu çözmek değil, çözmemek egemen politikası olagelmiştir. Bu da, çözümdür ve bu çözüm, tekellerin ve ABD emperyalizminin çözümüdür.
İşte bunun için de, nesnelliğin üzerine oturtulan bir ilişki gerekmektedir. Türkiye’nin ihtiyacı budur. Burada sözünü ettiğim formel yapıların birbirleri ile ilişkisi değildir. Sözünü ettiğim, Türkiye’nin ihtiyacı olan çözüm gerçekten isteniyorsa ki, nesnel olarak eğilimin bu yönde olması gerekmektedir, çözüm sosyalistlerin, Kürt emekçi eğilimi taşıyanların ve yükselen Kemalistlerin iş ve güç birliğinde olacaktır. En olası ve çözüme en yakın birlik olarak, ufukta böyle bir birlik görülmektedir. Birbirini mahkûm etmeden, birbirlerinin değerlerine saygı temelinde, birbirini eleştirmeyi ihmal etmeyen bir birlik.
Burada ilke, birbirimizi değil, halklarımızın duygularını incitmekten sakınmak olmalıdır. Önemli olan halk sevgisi, halklar arası sevgidir. Buradan hareketle “Kürt-Türk Birliği”nden, emekçi Türk halkımız ile emekçi Kürt halkımızın beraberliği anlaşılmalıdır.
Artık daha net görülüyor, cumhuriyeti “Kemalist” yüksek komutanlar çökertmiştir, öyleyse “Kemalist” cumhuriyet çökmüştür.  Bu, Kemalistleri bütün güç merkezlerinden temizleyerek gerçekleştirilmiştir. Kemalist renk ise, Kemalizm’de çoktandır yoktu, rengi önce gitti, arkasından Kemalizm’in düşüşü geldi. Şimdi, güç merkezlerinden çıkartılan Kemalistler, halkın içindedir ve çökertilen cumhuriyetin güç merkezleri peşinde olmanın kıymeti harbiyesi kalmadığının bilincindedirler. Bu, bir daha iktidar olmalarının devrimle mümkün olduğunun bilincinde olmak demektir. Ancak, bundan sonra ülkemizde gerçekleşecek hiçbir devrimin Kemalizm bayrağı çekmesi mümkün görünmemektedir.
Her son bir başlangıç, her çöküş bir kurtuluş olmaktadır. Her çöküşten sonra gelen kurtuluş reddin reddi kıvamındadır. Göndere çekilecek bayrağın rengine vurgu bu anlamdadır. Kurtuluş ise devrimdedir. Devrim, ayağa kalkmaktır ki, ayağa kalkmanın renginin daha ileri bir noktayı işaret etmesi için ise, hafızasını yitirmiş ve sürüleştirilmişlerin bundan kurtularak ayağa kalkmaları gerek şarttır.

Burada, Atatürk’ün adına yazılan Türk kurtuluşunun, muhafazakâr olduğunu hatırlatmak tam zamanıdır. Türk ulusal kurtuluşu, toprak ağalarına, Kürt şeyhlerin ve aşiret reislerine dayanmış ve her zaman emperyalist güçlerle uzlaşma noktası aramıştır. En fazla ayrı olduklarını düşündükleri zamanda bile, yine de İngiltere ile uzlaşma planları düşüncesini atamamıştır.
Bu gerçeğin taşıdığı ders, Kürtler için olduğu kadar, Kemalistler için de altın kıymetindedir. Kemalistler, şimdi bu “kurtuluş”un simetriğindedir, Yani Toprak ağalarına, aşiret reislerine ve tarikat şeyhlerine karşı cumhuriyet ekseninde, büyük Türkiye tarafındadır ve emperyalist güçlerle uzlaşmaktan uzaktır.
Görülmüştür ki, emperyalizmden medet uman, emperyalizmle bağları koparamayan, şeyhlere, zenginlere dayanan bir kurtuluş, kurtuluş olmamaktadır. Olmadığını net olarak görmekteyiz.
İşte Kürt hareketinin en çok ders alacağı ve göz önünde tutacağı nokta burası olmalıdır.
Kürtler, bu gün oldukça uzun süren özgürlük ve kimlik mücadelesinde çok ileri bir noktaya ulaşmışlardır. Ulaştıkları bu günkü noktaya güçlükle ama kendi güçleri ile gelmişlerdir. 
Kürtler kendi güçlerine dayanmak ve güvenmek durumundadırlar.
Artık emperyalistlerin dış politika oyunlarına alet olmayacak ve bundan çare ummayacaklardır. Öyle umuyorum.
Kürtlerin bütün güçleri kendileridir. Bunun dışında bölge halklarının devrimcileridir. Devrimciler, devrimcilerle beraberdir. Beraber olmalıdır. Kürt halkının en büyük destekçisi her türlü milliyetçi önyargıdan uzak Türkiye’nin işçileri olacaktır; yani ABD emperyalizminden gelecek“dostluk” da,”destek” de Kürt kurtuluşuna ilaç olmayacaktır. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman olmamıştır ki, aksine emperyalizm, hangi kılıf altında girerse girsin, girdiği her yere baskısını götürmüştür. ABD emperyalistlerinin ve tekellerin diline doladığı “UKKTH” şiarı ise, Amerika’nın ve tekellerin hatta Barzanilerin ağzına hiç yakışmamaktadır. Çünkü Her şiar, ekonomik gerçeklerin, siyasi durumun ve şiarın taşıdığı siyasi anlamının kesin bir tahlili ile doğrulanmak zorundadır. Bu anlamda, “UKKTH” şiarı yanında “demokrasi” sözcüğü, ABD emperyalizminin dilinde bir eşek arısı misli durmaktadır. Aynını Kürt ulusal sorununda reformist Politikalara, yani egemen sınıfın politikalarına teslim olmuş olan reformistlerin, küçük-burjuva milliyetçilerin dilinde de tıpkı bir eşek arısı gibi vızıldamaktadır.
Bununla birlikte Amerika, bölgeye yerleşmeye ve bölgede kalmaya çok önce karar vermiştir ve Vietnam’da, Irak’ta ve Afganistan’da kalamadığını unuttuğu ve hâlâ bu bölgede kalmaya kararlı olduğu görülmektedir.
Amerika, öteden beri, Kürt şeyhlerinden, aşiret reislerinden, bunları egemen yaparak, bir Kürt varlığını, bu bölgede İsrail’e destek yapılmasından yana idi. Daha doğrusu bu dün böyle görünüyordu. Şimdi fotoğrafın tamamı ortaya çıkmıştır, asıl istediği, Kürtler üzerinden İsrail’e büyük bir devlet vermektir. Hediye etmektir, demek istiyorum.
Dün, Amerika’nın bu yöndeki bir Kürt devleti projesine karşı çıkan Türkiye’nin, bugün bir “eş başkanlık” dinamiği ile Amerika’nın stratejik ortağı olduğunu ve doludizgin hazırlanan, Yahudi –Kürt devletine veya Kürt-Yahudi devletine karşı çıkmadığını, kendi söylem ve icraatlarından biliyoruz.
Ancak bunun olumlu bir yanı da vardır; Amerika’nın bölgeye yerleşme şartlarını hazırlaması ve bunu yaparken Kürt ağa ve beylerine, şeyhlerine dayanması, onları güçlendirmeye çalışması, bir savaşı başlatmış ve bu savaşın sonucu, ortaya Kürt gerçeğini çıkartmıştır.
Kürt gerçeği ise, hem Türkiye’de ve hem de dünyada kabul edilmiştir. Demek ki, bu savaşın asıl ve tek galibi Kürtlerdir ki Kürt yükselişi, hep aydınlık, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olmuştur, çözümü aydınlıkta gören bir yükseliş olmuştur.
.

Emperyalizm bir zifiri karanlıktır; büyük sermaye, bu karanlığın içinde kördür, şovenistler ise, hepten ışıksızdır.
Türkiye’deki tutuculuğun, Kürt gerçeğini görmezden gelmekten vazgeçmiş olması, uzun zaman öncedir. Ancak tutuculuk, asıl düşmanlığı her zaman ve her yerde aydınlığa karşı olduğu için, Kürt gerçeğini tümden red etmeyi bırakmış olmakla birlikte, Kürtler arasında tutucu müttefikler aramıştır, bulamadığı yerde yaratmış, bulduklarını ise büyütmüştür.
Ancak, şimdi görülüyor ki, bu kararından vazgeçmezse, Kürtler, Araplar ve Türkler, halkları demek istiyorum, Amerika’ya çok daha acı Vietnamlar yaşatacak, Türkiye’deki tutuculuğu ise, ait olduğu yere, karanlığa gömecektir.
Şimdi buradayız.
ABD emperyalizmi açılımlarını hep din ve ulusçulukla düşünmüştür. Türkiye ise, emperyalist düşlerini, kuzeye Türk, güneydoğuya doğru bir Kürt ulusçuluğu ile uyandırmıştır.
Körfezdeki ABD savaşıyla birlikte Kürt sorunu, özellikle ABD emperyalizminin YDD adını verdiği operasyonel projeleri ile ve Türkiye’nin rejiminin kendisini bir alt emperyalist ülke olarak yenileme ihtiyacını duymasıyla birlikte yeni bir yörüngeye girmişti. Böylece ABD hegemonik gücünü yenilemiş, bölgede kalıcı bir güce dönüşmüş ve bölge güçlerinin savaş şokunu atlatarak hegemonyasını nasıl tanımlayacaklarını beklemeye çekilmişken, Saddam’ın büyük Kürt göçüne yol açan saldırısı, hegemonyasını yenilemiş ABD nin bekleme yerini, “Güney Kürdistan” yapmıştır.
ABD nin bekleme yerinde yaptığı hazırlık ise, öncelikle bölgede gücünü sergilemeye ve hegemonyasını pekiştirmeye yönelik idi. Ortadoğuyu yeniden örgütleme ve buna göre YDD projesine devam etme kararlılığı güçlü idi. Bu program, aynı zamanda bütün sosyalizan etkileri ve siyasetleri temizlemeyi de içeriyordu. Dolayısıyla oldukça sert bir ideolojik mücadele kendini gösteriyordu. En öncü ve istekli savaşçıları, dün sosyalist / komünist kimlikleri ile önemli mevzilere yerleşmiş olan, ancak 12 Eylül ile birlikte daha önce kanatlarına bindikleri yükselen dalganın, aşağı inmesi ile dalga değiştirerek, yeni mürteci olan ve kendilerini yeni-liberal olarak pazarlayan sahte sol gömlekli aktörler oldu.
Örnek olsun, birisi TKP nin son genel sekreteri Nabi Yağcı ise, bir diğeri de Halil Berktay’dır, diğerleri ise, örneğe sığdıramayacağım kadar çoktur. Arkasından takipçileri de çıkmış ve sıralarını bekleyerek, bu günlerde, ABD nin YDD ne daha çok su taşımak üzere öne çıkmıştır. Örnek isim mi istiyorsunuz? En çarpıcı örnek, S.S.Önder’dir ki, E.Kürkçü’yü bile gölgede bırakmıştır ve açık bir dille atalarının Nur şakirdi olduğunu, kendisinin de Risale-i Nur ile büyüdüğünü ve gelmiş geçmiş en büyük aydının Said-i Nursi olduğunu, Türkiye’nin Saidi Nursi’yi dinlememesi nedeniyle sorunların büyüdüğünü vb. vaaz edip durmaktadır. Şimdilerde ise, AKP yi bol bol eleştirirken, AKP nin ideolojisini ondan daha iyi savunmaya çalışmaktadır.
Demek ki, ABD ideolojik mücadelesinde sol renkli savaşçılar bulmakta hiç zorluk çekmemiş olsa da ve bu yönde epey yol kat etmiş olsa da, nesnelliğin gücünü aşamamış ve ideolojik mücadelesine oturttuğu akıl bozucu teorilerinin, pratiğin doğrulayıcılığı karşısında sürekli olarak iflas etmesini engelleyememiştir.
Bu, ABD yi, pratikte, YDD sinin bölgeye yansıyan adı olan BOP projesini gerçekleştirmek için, bir ileri, iki geri adım atmaya mahkûm etmiş ve hatta en heveskâr kalemşörleri, ideolojik tetikçileri, bunu BOP projesinden vaz geçtiği yollu yutturmaya çalışmışlardır.
Ancak ABD istese de BOP tan vaz geçemeyeceği gibi, YDD çerçevesinde asıl hedef BİP olduğuna göre, şimdi daha sabırsız olan İsrail olsa gerektir, aynı zamanda BOP u kotaracak mecali kalmadığının da farkındadır ve artık “geriden liderlik” misli zırva politik manevralardan medet ummaktadır. Kim bilir, belki de rüyalarında, Vietnam’dan yediği tokadı görmekte ve ürpermektedir ki, Bunun, Saddam üzerinde gösterdiği yetmemiş gibi, Kaddafi üzerinden de gösterdiği yenmekten ziyade, pişman etmek politikasına yansıdığını gördük, Suriye’de ise, birkaç devlet görevlisinin suikaste kurban gitmesinin, korkularından kurtulmasına yetmediği açıkça görülmektedir.
Dün, bölgedeki tüm güçler göremiyordu ama bu gün görüyorlar ve ona göre konum alma yönünde hareketleniyorlar ki, kimliklerini buna göre tanımlamak zorunda olduklarının bilincine varmaları hızla artmaktadır. Ya ABD nin düşmanı, ya da dostu olunacaktır.
Kürtler de kimlik mücadelesi vermektedir ve ABD nin dostluğunda Kürtlerin kendilerini kişilikli hissetmelerini bekleyenleri hayal kırıklığı beklemektedir. Kendisini emperyalist ABD nin “dost” luğunda kişilikli hisseden bir halk dünyada bulunmamaktadır.
Ulusal karakter, bahşedilen ya da sonradan edinilen bir özellik değildir. Bir kimliğin restorasyonu ve çağa ait kılınmasıdır söz konusu olan. Emperyalist tahakküm ve sömürü ise, varlığını artık kolay gizleyememektedir.
Başlangıç aşamasındaki ulusal ve sosyal bir mücadelenin kolaycı çözümlemelerden uzak bir anlayışla ele alınması gerekiyor. Ancak Kürt halkının önemli bir bölümünün Amerika’nın varlığına sıcak baktığı görülmektedir. Öte yandan Amerikancılıkta sınır tanımayacak olanlarının varlığı da kendini hissettirmektedir. İşbirlikçi Kürt ilkel milliyetçiliği olarak gelişen bu hareket, varlığının ve gelişiminin zorunlu koşulu olarak, hep aydınlık için, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olan, çözümü aydınlıkta gören bir yükseliş olan Kürt hareketinin de karşısına yerleşmiştir veya yerleştirilmiştir.

Diğer yandan, ABD bekleme yerinde gücünün nasıl tanımlandığını gördükten sonra, daha da pekiştirmek üzere, daha sert bir gösteri yanında, en sert ideolojik mücadeleyi de öne çıkartmış ve öncesinde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı edindiği deneyimleri bölgeye taşımaya çalışmıştır. Ancak pek başarılı olduğu veya öngördüğü program çerçevesinde istediği kıvama getirdiği söylenemez.
Bu durumda PKK yı eksen alması kaçınılmazdı ve öyle de olduğu görülmektedir, ancak Türkiye’nin de bu deneylerden yararlandığı ancak başarılı olamadığı da görülmektedir. İşte ABD, bir adım ileri iki adım geri taktiğini bu eksende de sürdürerek, gücünü BOP un tamamlanmasına yöneltmiştir. Bu çerçevede epey bir yol açmış olmasına karşın, bunun yetmediği ve Suriye duvarına, ancak Rusya Federasyonu ve Çin duvarı demek daha doğrudur, toslamış olduğu ama bu duvara abandıkça, kendisinin geriye gittiği görülmektedir.

Öte yandan, Kürt halkı da, Türkiye solu da bir kişilik ve kimlik mücadelesi vermektedir. Bu açıkça görülüyor. Türkiye, Kürdü ile Türkü ile kimliğini ileri sosyalizmde bulacaktır. Emperyalist sistem içindeki uzun tarihinde sömürge bile olamayan Kürt coğrafyası, bu gün, Amerika’nın karşı devrimi ile boğulmak istense de, bir devrim içersinde olmaya devam etmektedir. Devrimler ise, köklü ve derin gerçekliğin üstüne otururlar. Hep öyle olmuştur. Akılcı bir ideolojiyle hareket edilmezse ki uzun zamandır hal böyledir, ileri sosyalizm ile korunmazsa Kürt halkının özgürlük kazanması, kazansa bile yaşaması, hele ki, ABD nin dostluğundan medet umulmaya devam edilirse imkânsız kere imkânsızdır.

Türkiye’nin Kürtlerini Türkiye’den ayırarak, İsrail’in hegemonyasında, Siyonistlerin ve Barzani’nin kukla yönetiminde bir büyük Kürt –Yahudi devleti yaratmak, sadece ABD-AB emperyalizminin can attığı bir hedef değildir; aynı zamanda emperyalist arayışlar içine girmesi yeni olmayan Türkiye’nin, bu arayışını gerçekleştirmeye yakınlaştığını öngördüğü için, bu hedefi kabul edilebilir bir seçenek olarak görmesi de kaçınılmazdır.

Burada iki çizgi, her zaman olduğu gibi, devrimci çizgi ile reformist çizgi çatışma halinde olmaya devam edecektir ki, ABD ve Türkiye’deki 12 Eylül rejimi, devrimci çizgiyi asimile ederek,  Kürt ulusal hareketini, ABD yi “dost “ belleyen, tutucu bir çizgiye çekmekten vazgeçmeyecektir.

Bununla birlikte,  Türkiye’deki sol/sosyalist hareketi, özellikle işçi ve emekçi kitlelerinde tarikat dinamiklerini etkin kılarak, dinsel dinamiklerle terbiye etmeye çalışması da devam edecektir. Bunun için, Kürt coğrafyasında, Ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine ve kaderleri tekelci ilişkilerde olan Kürt burjuvalarına dayanılırken, Türkiye’de ise, eskiden kalan sol/sosyalist gömlekleri sayesinde sosyalist hareketin, işçi hareketinin içinde dolaşarak akıl bozan, sahte sol gömlekli, yeni mürteci devşirme solcuların ideolojik tetikçiliğine dayanmaktadır.
Bir dayanakları daha vardı, ancak artık kalmamıştır, çünkü takke düşmüş kel görünmüştür. O da, dün sol/sosyalist hareketin ilerlemesini ve Kürt coğrafyasındaki kimlik ve kişilik mücadelesini en kanlı ve en sinsi yöntemlerle bastırmayı deneyip, başarılı olamadığı için, yönetimi dinci akımlara teslim eden “Kemalist”yüksek kadrolar ve dayandığı “Kemalist” dinamiklerdir.
Ancak, görülen o ki, bütün dayanakları bir bir yıkılmıştır ve dayanakları yıkıldığına göre, kendilerinin de yıkılması kaçınılmazdır. Yıkılmışlardır.
Öyleyse ders çok değerlidir; hem halkın içinden yükselen Kemalistler için ve hem de Emperyalist ABD’nin “dost”luğunda kurtuluş arayan Kürtler için.
Teorisiz devrim olmaz, bu doğrudur ve bu, bilimsel bir tespittir ve devrimcilerin düsturudur.  
Ancak Türk ve Kürt solunda teorinin kalmadığı bir yana, bu düsturu da hatırladıklarını düşünemiyoruz, aksine giderek esnaflaştıklarını görebiliyoruz. O kadar öyle ki, tümüyle emperyalist kapitalizmin sınıfsal saiklerle sarıldığı ABD emperyalizminin Kürt çözümünden, ABD nin “dost”luğunu bulabiliyorlar ki, hem kavramlaştırmaktan kaçındıklarının ve hem de teoriye sırtlarını dönmekte olduklarının göstergesidir.
Bu anlamda Kürt ve Türk solcuları, “sosyalist “sol demek istiyorum, ABD nin, tekellerin ve reformistlerin dilinde eşek arısı misli vızıldayan “UKKTH” ve “demokrasi” sloganlarını teori saymakta, emperyalizmin girdiği her yere baskısını götürdüğünü, daha doğru ifadeyle bu baskısını yerleştirmek için, dilinde bir eşek arısının vızıldaması misli sırıtsa da, her türlü sloganı diline yerleştirmekten çekinmediğini unutmuş görünmektedirler. 
Oysa, ABD emperyalizmi, Fransız ve Japon emperyalistlerinin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Vietnam’a girerken de, bu tür bir vızıldamayı kılıf yapmış, ancak Vietnam halkı, bu vızıldamaya prim vermeyerek, ABD nin sahte sloganlarında “Dostluk”  görmemiş ve Amerika’ya görülmemiş bir yenilgi tattırarak,Vietnam’dan kovmuştur. Geride kalan acılarının ve yaralarının üstesinden çok çabuk gelerek, Vietnam ulusal kurtuluş hareketini gidebileceği en yüksek noktaya taşımıştır.
Kürtlerin ve Türklerin gerçek sol renk taşıyan aydınlarının ve devrimcilerinin büyük çoğunluğunun ise, bu gerçekleri unutmamış olmakla birlikte, ulusal soruna normatif yaklaşmaktan kurtulamadıkları, bu nedenle de, cesur ve kararlı teorik-politik yaklaşımlardan uzak durdukları görülmektedir. 
Dolayısıyla Kürt ve Türk aydınlarının, devrimcilerin büyük çoğunluğu ve hem de Kürt, Türk emekçi halklarının önsezilerinin hissedilen ağırlığına karşın, tıpkı Türkiye’de solun iktidarı alamamasının faturası olan 12 Eylül ile Türkiye emekçi halklarının ağır bedel ödediği ve ödemekten hâlâ kurtulamadığı gibi, başka ifadeyle 12 Eylül gelirken “Faşizme geçit yok” “Faşizme karşı UDC” türünden haykırılmasına rağmen, solun/ sosyalistlerin kendilerini rahatlatmaktan öteye bir etki sağlayamayanlarca ve faşizme karşı ufuklarını genişletmemekte maharet gösterenlerce dar ufuklara veya ufuksuzluğa hapsedilmiş kitlelerin, hapsoldukları dar ufuklarının penceresinden 12 Eylül faşizminin yerleşmesini sadece izlemeye mahkûm edildikleri gibi, emperyalizmin zifiri karanlığı içinde, büyük sermayenin son derece sınıfsal ve şoven kini altında, hep aydınlık yönünde ve ağalığa, şeyhliğe, karanlığa karşı, laik bir çıkış olarak yükselen Kürt devrimci hareketinin,Türkiye’nin devrimi ile buluşamamasının faturası olacak olan Türkiye’nin emekçi halklarını koyu bir dinci-gerici-faşist karanlığın köleliğine mahkûm edilmesi pahasına ve ABD emperyalizminin çıkarları ile tamı tamına uyumlu bir “Kürt Çözümü”nü, hâlâ genişletemedikleri kendilerini hapsettikleri dar ufuklarının penceresinden izlemektedirler.
Öyleyse apaçık görülüyor ki, Vietnam’ın devrimcilerinin, dar ufuklara hapsolmadıkları için, ABD emperyalizminin insanlık dışı saldırıları yanında, sinsi oyunlarına rağmen zafer kazanmalarındaki ufku yakalamak, tümüyle emperyalist ABD’nin çıkarlarının ve daha çok da, içine düştüğü kriz çukurundan kurtulması çabalarının gereği olan  “Kürt Çözümü” tiyatrosunun ufkundan kurtulmakla mümkündür, eğer Kürt,Türk aydınları ve devrimcileri ABD’nin ufkundan kurtulamazlarsa, bu ufku Kürt emekçi halkı paramparça edecek ve Kürt, Türk ufuksuz aydınları, devrimcileri depara kalksa bile, Kürt emekçi halkının yükselişinin önüne geçemeyecektir. Bunları, Kürt halkı affeder mi bilmem ama tarihin affetmeyeceği açıktır.
Fikret Uzun
29 ağustos 2012

Hiç yorum yok: