EGEMEN POLİTİKA EGEMEN SINIFIN
POLİTİKASIDIR
Egemen sınıf islamizasyon emretmekte
idi, öyleyse, Kemalist yüksek kadroların yapması gereken “emredersiniz” demek
olmalıdır ve Kenan Evren’in sözünü ettiği “ emir komuta zinciri” buradan
başlamaktadır. “Emriniz olur” diyerek işe koyulan yüksek Kemalist komutanlar,
egemen sınıfın emirlerine uydular ve iktidarı aldılar, Kemalizm’e ihanet
ederek, sert bir İslamizasyon programı uygulamaya koyuldular.
Kuran kurslarını ve İmam Hatipleri
yaymak yanında, insan aklına hücum ile muhakeme yeteneğini zayıflatarak derin
bir dinsellik yerleştirdiler. Dinselleştirme, tek başına değil elbet,
sürüleştirme olmaktadır. Olmuştur.
Ve hepsini “Kemalizm” ya da “Atatürk”
diye diye uyguladılar. Ancak çelişkileri kimse göremedi, ya da görmek istemedi.
Demek ki, sürüleştirme çok önceden başlamıştı ve sahtekârların saklanacağı alan
genişlemişti.
Görülemeyen, 12 Eylül Faşist
darbecilerinin, Erbakan’ı zindana atarken, partisini kapatırken, aynı anda din
derslerini zorunlu yapması idi! Çelişkiyi kimse göremedi, ya da herkesin
bildiği bir sır olarak herkes görmemeyi yeğledi! Aynı anda üniversitelerde
“1402’likler “operasyonu başlatıldı; Üniversiteleri Laik, cumhuriyetçi, sol
eğilimli ve aktif öğretim üyelerinden temizlenmesi operasyonu gerçekleştirildi.
Politika, egemen sınıfın politikası
idi ve egemen sınıf burjuvazinin en zenginleri idi. Düzenini kurmak için,
bireyleri kapitalizm öncesine indirgemesi gerekiyordu. Bu, sürüleştirme ve
ortaçağın bitkisel hayatına döndürmek demekti. Öyleyse tekelci düzenin
yerleşmesi için İslamizasyon ve sürüleştirme gerek şarttır.
Erbakan hapse atılırken, kuran
kurslarının yayılması ve İmam hatiplerin çoğaltılması ile din dersinin zorunlu
hale getirilmesi sürüleştirmek için gerekli olan İslamizasyon programı idi ve
bu, Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası idi.
Kemalist yüksek komutanlar, Kemalizm’i
geriletirken, İslamizasyonun önünü açtılar ve yönetimi dinci akımlara
devrettiler. Bununla da kalmadılar, Kemalizm’i tasfiye etmeye devam ederek,
dinci akımların eline geçen yönetimin oturması için, asistanlık ve zaman zaman
konu mankenliği yaptılar.
Böylece dindarlar arttı, politika ve
kültür dinselleşti. Laiklik içindeki dinsel kurumlar dinamiği hızla mezhep ya
da tarikat niteliğindeki dinamiklerin içine aktı. Bu akış, sadece Türkiye’de
değildir, bütün dünyada ve aynı anda, Laik dinamikler, tarikat dinamiklerine
akıtılmaktadır. Başrolde büyük –büyük zenginler ve onların egemen politikaları
var.
Böylece insan gitmiş, din
gelmiştir. Bu işi büyük zenginler ile yüksek komutanlar el ele yaptılar.
Aşırı dinsellik, insanın yerine ümmiyi koymuştur. Anadan doğmadır. Yükselmiş
insanın küçültülmesi operasyonudur ki bu, yükselen insandan korkmanın
ifadesidir.
Öyleyse Türkiye’de dine dönme
sınıfsal ve politiktir. Egemen sınıfın sınıfsal bakışının ürünüdür, egemen
politika bu olmuştur.
Türkiye, CIA’in Türkiye masası
şeflerinden biri olan Graham Fuller’in ifadesiyle ki, kitabına isim de
olmuştur, İslamizasyon programı ile “Yükselen Bölgesel Aktör” olmuştur.
Öyleyse, sadece Türkiye’nin büyük zenginlerinin politikası ile karşı karşıya
değiliz; politika ABD emperyalizminden gelmese de, uyumludur öyleyse destek ve
açılım sistemlidir. Sınıfsallık ise bozulmuyor, emperyalist ABD ve AB
kapitalizminin ihtiyacı da dinselleşmek-sürüleşmek, dolayısıyla orta çağın
bitkisel hayatını dayatmaktır. Sonuçta Kenan Evren de itiraf etmiştir, Amerikan
yetkililer de, uyum sınıfsaldır; Kenan Evren “emir komuta zinciri “demiştir ve
işaret ettiği zincirin başında Büyük-büyük zenginler olduğu muhakkaktır;
Amerika “bizim çocuklar başardı” demiştir ve işaret ettiği 12 Eylül faşist
darbesinin planlayıcı ve gerçekleştiricisi olan yüksek komutanlardır.
Bu uyumun şimdi vardığı yer ise,
Türkiye-ABD “STRATEJİK “ ortaklığıdır. Varış hedefinde BOP-BİP olduğu
gerçeği ise, artık “körlük” ve “sağırlık” dinamiklerini tuzla buz edecek
netliktedir.
Bu Politika hep vardı, ancak Sovyet
sosyalizmi yıkıldıktan sonra, o zamana kadar bu yıkımı çabuklaştırmak için
kullanılan “din” , ki bunu da Graham Fuller’den açıklıkla öğreniyoruz;
“Komünizme karşı İslam’ı destekledik” demektedir, artık komünizmden ebediyen
kurtulmak için gerekmektedir.
Demek ki, sonuç olarak, İslamizasyon
sınıfsal ve politiktir ama bundan daha fazla olarak bir devlet işidir. Yani
İslamlaştırmayı, İslamcılar değil, devlet yapmıştır ve başlangıcı 12 Mart veya
12 Eylül değildir, bu tarihler sonuca gitmek için hızlanmanın adıdır, başka
çare kalmamış olmasının da ifadesidir diyebiliriz ki, Kenan Evren’in Bursa
Nutku’nda “son çaremizdi” diye ağlaması bunun ifadesidir, başlangıç çok öncedir
ve bir devamlılık içinde bu günlere gelinmiştir.
Demirel’in Nur tarikatını koruyup,
kollaması, Ecevitlerin Fetullah Gülen’e’e güzelleme yapmaları, Özal’ın Fetullah
Gülen’i Köşkte saklaması, Demirel’in Türkî devletlere Gülen için referans
vermesi, hepsi bu devamlılık içindedir ki, çok öncesinde “komünizmle mücadele
Dernekleri”ni aktif militanı olarak zamanın cumhurbaşkanı ile aynı derneğin
mensubu olması da bu devamlılığı ve Fetullah Gülen’in bir devlet eli mamulü
olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Öyleyse Fetullah Gülen Kemalist TC
yönetiminin eli mahsulüdür diyebiliriz ki, pamuklara sarıp büyütenler
Özal-Demirel –Ecevit’tir ve hiç saklama gereği duymamışlardır, inkâr
etmemişlerdir.
Şimdi TC eli mahsulü Fetullah Gülen
amiline isyan durumundadır.
Asıl sonucu yazmak gerekirse,
Türkiye’yi İslamlaştıranların Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu görebiliyoruz.
Kemalizm’e ihanet ile Türkiye halkını karanlığın içine soktular.
Graham Fuller’in kitabını takdim
niyetine yazan Boston Üniversitesi Antropoloji profesörü Agustus Richard
Norton’un şu ifadeleri oldukça öğreticidir; “Toplumsal açıdan Kemalist
girişimcilerin çoğundan daha muhafazakâr olan bir orta sınıf tarafından
desteklenen AKP’den söz eden Norton, partinin seçmenlerinin benimsediği
“Müslümanlık” ,Türk milliyetçiliğinin kıvama getirdiği bir Müslümanlıktır. Bu
insanların birçoğu Nur hareketi içinde yer alırlar ki bu, Türkiye’nin en geniş
toplumsal hareketidir. Fuller’in izah ettiği gibi, güçlü bir Türk devlet’i
öncülüne az çok yaslanan bu hareket İslami modernizme dayanmaktadır.” Diye
yazıyordu. Fuller’in dedikleri ise uzundur ve tam da bu günleri işaretle
önerilerde bulunuyordu. Türkiye’nin büyük zenginlerine bir politik ders
mahiyetindedir ve belki de kurulan sınıfsal konsensüste payı büyüktür. Çünkü
AKP si de, CHP si de, hatta BDP si de, açılım perspektifi almak veya “en iyi
ben yaparım” deyyu mülakat vermek için Amerika’yla pek yakın mesafede
durduklarını saklama gereği duymadıkları gibi övünerek ilan etmeyi şanlarından
saymaktadırlar.
Evet, İslamlaştırma operasyonu
sınıfsaldır ve büyük zenginlerin egemen politikasını emir telakki eden yüksek
komutanların, Harp Akademilerinden, Türk-İslam sentezi ( aydınlar ocağı)
elemanlarını Akademiye “hoca” yaparak başlattıkları operasyondur. O halde AKP
nin iktidara oturtulmasını da bu operasyonun içinde ve Kemalizm’e ihanet eden
“Kemalist” yüksek komutanların işi olduğunu da eklemek gerekmektedir.
Ordunun, İslamizasyonu solu yenmek
için getirdiğini ise, çok tekrarladık ve bu hatırlatmayı bir kez daha sonuç
bölümümüze ekliyoruz.
Bu sonuçtan başka ve hep
tekrarladığımız bir sonuç daha çıkmaktadır; 12 Eylül faşist darbesi ve
yerleştirdiği rejim, Kemalizm yerine “Türk-İslam” sentezi düşüncesini
yerleştiriyordu, bu ideolojinin örgütü ve yayıcısı ise, Aydınlar Ocağı’dır.
İdeologlarının açılımı önemlidir ki,
şöyle buyuruyorlar; “din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü
meslekten, hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi
kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda
artan imam-hatip okulları reorganize edilmelidir, bu okullara endüstriyel,
ticari, turistik vesaire hüviyetler de kazandırılmalıdır.”
Kazandırıldığını açıklıkla görüyoruz.
Bir de TİB (Toplumsal İlişkiler
Birliği) var ki, çoğunluğu subaylardan oluşan bir devlet dairesidir, bir
taraftan Talim ve Terbiye Kurulu aracılığı ile kontrol ettiği Milli Eğitim’e
‘Atatürkçülük ve konsept’ kavramlarını yerleştirmeye çalışırken; diğer
taraftan, yurt dışında dağıtmak üzere Kuranı Kerim hazırlatıyor ve aynı zamanda
da, Orhan Gökdemir’in bilgilendirmesiyle ‘Profesörler mafyası’ aracılığı ile
üniversitelerde araştırma yaptırıp, sahte diplomalar dağıtıyor olduğunu
öğreniyoruz.
Burada mühim olan, devlet eli mahsulü
olan bir şebekenin varlığıdır. Orhan Gökdemir’in anlatımından bunu öğreniyoruz.
Burada Taha Parla’nın tespitlerini de
hatırlatmayı yararlı buluyorum; “Din-devlet ilişkisi konusundaki değişime”
dikkat çeken Parla, şöyle diyordu; “ İşte 12 Eylülden sonra meydana geldiğini
düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin, klasik laik çizgiyi
bırakarak, Türk-İslam sentezi adı altında, vurgu Türk’te, oluşmaya başlayan
dinci bir milliyetçiliğe, vurgu milliyetçilikte, razı gelişleridir. Bu sentezde
din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter
devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir.”
Taha Parla, devamla şöyle diyordu; “Anayasanın
42.maddesi eğitim ve öğretimin Atatürk “ilke ve inkılâpları”, doğrultusunda
yapılmasını öngörürken, başlangıçtaki “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri”
ibaresi, İslamiyetten başka ne olabilir ki; ilk ve orta öğrenime konulan
zorunlu din ve ahlak derslerinin anayasal dayanağını oluşturmaktadır. Yeniden
yazdırılan tek tip ders kitapları, müfredat ve disiplin politikaları, milli
tarih ve coğrafya konuları, Türk-İslam temaları ve bunlara karşılık Batı
biliminin yasaklanan ürünlerine burada girecek yerimiz yoktur.
Artık Atatürk milliyetçiliği değil,
en azından, Atatürkçü ve dinci bir milliyetçilik söz konusudur.
20.yüzyılda “dualı” milliyetçilik,
modernleşmeyi değil, yeniden gelenekselleşmeyi temsil etmiyor mu?”
Demek ki, sınıfsal baktığımızda,
karşımızdaki düşman, egemen sınıf olan büyük zenginler sınıfıdır ve artık
egemen sınıfın politikalarını Kemalist yüksek kadrolar değil, dinci akımlar
yürütmektedir. Demek ki milliyetçiliğin rengi dinci-milliyetçi olmuştur ki, son
10 yıldır, dinci-milliyetçi eksenindeki ittifakın ince ince çalıştığı apaçık
görülmüştür.
Peki, bu gerçek orta yerde dururken,
nedir bu Atatürk düşmanlığı ve geleneksel ve artık hiçbir güç dinamiğinde, hatta
adında Kemalist olan dinamiklerde bile, güç olmaktan uzaklaşmış olan Kemalizm’i
baş düşman sayma ahmaklığı ve bunu hatırlatanları Kemalizm hayranı saymak ne
anlama gelmektedir?
Bu noktada, bu sorunun cevabı
düşünülürken, biz TİB’e dönerek devam edelim; TİB’in,12 Eylül cuntası
tarafından ve 1983 ‘te kurulduğunu biliyoruz.. Genelkurmay genel sekreterliğine
bağlı olarak gizli bir kararname ile kurulmuştur. Amacının toplumu İslamize
etmek olduğu adında gizli idi. MGK danışmanı Ertuğrul Zekai Ökte, TİB’i kurmayı
üstlendi ve ilk işi AKSİYON dergisine mülakat vermek oldu, şimdi de modadır ve
yeni kurulan Komünist parti yöneticileri bile, ilk mülakatlarını buraya
vermektedirler.
TİB’in başta gelen subaylarından olan
Oğuz Kalelioğlu, Diyanet’in baş danışmanı idi. Bir diğer subay ise, Tahir Taner
Kumkale’dir ki, aynı zamanda Fatih Üniversitesinde “Atatürkçülük” dersi
veriyordu. Çelişkinin yamanlığına somut bir örnektir.
Albay Altan Ateş ise, Işıkçıların
kanalı TGRT nin başındaydı. Hepsinin, başından beri tarikatların içinde
oldukları anlaşılmaktadır.
Bir de DİTİB var, TİB den bir yıl
sonra kuruluyor ve yurt dışında Almanya’da faaliyet gösteriyor. DİTİB
başlangıçta bir ülkücü girişimdir. MHP kökenli Selahattin Saygın ve Tayyar
Altıkulaç kuruluşta yer almışlardı.
O sırada Diyanet’in din görevlileri,
ilgili Avrupa ülkesinden maaş almakta idi. Avrupa’daki Türk vatandaşlarını
İslamize etmek için kurulmuş olan İslam Kültür Merkezleri, Türk ve Suudi
görevlilerce birlikte yönetilmekte idi ve yapılan protokol gereği Türk
büyükelçileri, ”ikinci başkan” olmaktadır. Onur Öymen, bu büyükelçilerden
birisidir. Ve bu gün “İslami İktidar”ın en önde gelen destekçisinin AB olması
rastlantı değildir.
TİB, her ne kadar Toplumsal İlişkiler
Birliği olarak anılsa da, asıl açılımının “Türk İslam Birliği” olduğu artık
daha nettir.
DİTİB ise, “Diyanet İşleri Türk İslam
Birliği”dir.
Hepsi bu günler içindir ve Orhan
Gökdemir’in ifadesiyle artık Laisizm silahsızlandırılmıştır ve de Laisizm, kendisini
koruyacak bir orduya sahip olmamakla birlikte, buna karşın laisizmin toplumsal
bir tabanı olduğunun ortaya çıkmış olduğu da bir gerçektir. Bu nedenle
mücadele, halk ile siyasi devlet teşekkülleri arasında sürmektedir. Ve bu
mücadelenin kızıştığını, hep beraber görüyoruz. Daha da kızışacaktır ve bunu da
görmekten çok uzakta değiliz.
İşte bu aşamada, düşünmeyi unutmuş
olduğu anlaşılanların hala Atatürk düşmanlığını ve “baş düşman” olarak
Atatürkçülüğü öne çıkartmakta ısrarcı davrandıklarını görmek düşündürücüdür.
Oysa uzun zamandır Kemalistlerin
hiçbir yerde bir güç olmadıkları aşikârdır. Kemalist renk te kalmamıştır.
Kemalizm’de komşularını bombalama yoktur; özelleştirme yoktur; düvel-i
muazzamanın kucağına oturmak yoktur. Öyleyse Kemalizmi Erbakan’a muhalefete
indirgeyemeyiz. Ve Erbakan gitmiş yerine ondan daha çok Erbakancılık yapacak
olan ordunun yönetimi almasıyla Kemalist yüksek komutanlar, yönetimi Kemalizmi
ortadan kaldırmak isteyenlere teslim etmiştir. Somut gerçeklik budur.
Burada karıştırılan bir konuyu
hatırlatarak gündeme taşımak istiyorum ki, üzerinde düşünmek yararlıdır. 12
Eylül öncesi ve daha öncesi de var, altmışlı yılların ortaları diyelim,
sosyalist hareketi Kemalizm’in kuyruğunda terbiye etmeyi politika sayanlar var,
bu ayrıdır, Kemalizm’e yaslanarak sosyalizme kaymayı programlarına alanlar da
var, bu da ayrıdır ancak asıl mücadele Kemalizm’i aşmak isteyenlerle onu
ortadan kaldırmak isteyenler arasında sürmekte idi.
Kemalizm’e ihanet eden Kemalist yüksek kadrolar, komutanlar demek istiyorum, önünü kesemedikleri sosyalist iktidara ulaşmaya kararlı olanları ortadan kaldırmak için, Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyenlere, dinci akımlara demek istiyorum, yönetimi devretmişler ve yerleşene kadar desteklerini vermişlerdir. Şimdi bütün Kemalist dinamiklere, “bizim” sıfatı eklenmiş, bu dinamiklerin başına getirilen devlet kadroları, dinci akımların temsilcilerinden veya taraftarlarından seçilmektedir. Bunu artık açıklıkla görüyoruz ancak bu politika hep vardı.
Kemalizm’e ihanet eden Kemalist yüksek kadrolar, komutanlar demek istiyorum, önünü kesemedikleri sosyalist iktidara ulaşmaya kararlı olanları ortadan kaldırmak için, Kemalizm’i ortadan kaldırmak isteyenlere, dinci akımlara demek istiyorum, yönetimi devretmişler ve yerleşene kadar desteklerini vermişlerdir. Şimdi bütün Kemalist dinamiklere, “bizim” sıfatı eklenmiş, bu dinamiklerin başına getirilen devlet kadroları, dinci akımların temsilcilerinden veya taraftarlarından seçilmektedir. Bunu artık açıklıkla görüyoruz ancak bu politika hep vardı.
Bu sırada dinci akımlara karşı yürütülen
mücadele ise, ilkeden çok kontrol planında sürmüştür. Böylece neredeyse bütün
güç merkezlerinden Kemalist renk ve Kemalistler çıkartılmıştır. Dolayısıyla
mücadele halka kalmıştır ve halkın içinden Kemalizm’e dönüşün yükseldiğini, en
azından yükseleceğinin işaretlerinin görüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Sıkışınca genleşme olur ve bir yerden
dışarı fırlar, bu en temel bilimsel yasa burada kendini hissettirmektedir; güç
merkezlerinden kovulan ve ihanete uğradığını fark eden Kemalizm, genleşerek
halkın arasından fırlayacaktır, yükselecektir demek istiyorum.
Ancak “asıl düşman” formasyonu ile
değil, kendisini ortadan kaldırmak isteyen düşmanlarına karşı daha ileri ve
halk rengi ile yükseleceği açıktır. Daha doğrusu bu yükseliş, sosyalist iktidar
hareketinin teorik ve politik hüneri ile bağlıdır. Çünkü en yükseği de olsa,
Kemalist hareket, sosyalist hareketi ileri götürmez, olsa olsa kendisini daha
ileri ve sol bir eksene götürebilir ki, sosyalistlerin buradan geriye gitmesi
söz konusu değildir. Dolayısıyla bu eksen, sosyalist hareketin ilerlemesi ve
tarihin ilerlemesi açısından olduğu kadar, tarihsel ve dinsel-gerici - faşist
güçlerin geriletilmesi açısından da ve tümüyle iş ve güç birliği ilişkisi
temelinde, ileri bir adım olacaktır.
Bu ilişki, nesnelliğin üzerine
oturarak sürdüğü müddetçe, Türkiye’nin sorunlarının çözümü kolaylaşacaktır ve
kolaylaştığı görüldükçe de, ilişkinin niteliği değişerek, gelişecektir, hatta
dönüşecektir.
Diğer yandan egemen sınıfın, Türkiye’de
uzun zamandır, tekellerin rejiminin,12 Eylül rejimidir, daha sağlam yerleşmesi
için bahane edilen ve Türk sorunu haline gelmiş olan ve aynı zamanda
emperyalist ABD nin de sorunu olmuş olan Kürt sorununu çözmek değil, çözmemek
egemen politikası olagelmiştir. Bu da, çözümdür ve bu çözüm, tekellerin ve ABD
emperyalizminin çözümüdür.
İşte bunun için de, nesnelliğin
üzerine oturtulan bir ilişki gerekmektedir. Türkiye’nin ihtiyacı budur. Burada
sözünü ettiğim formel yapıların birbirleri ile ilişkisi değildir. Sözünü
ettiğim, Türkiye’nin ihtiyacı olan çözüm gerçekten isteniyorsa ki, nesnel
olarak eğilimin bu yönde olması gerekmektedir, çözüm sosyalistlerin, Kürt
emekçi eğilimi taşıyanların ve yükselen Kemalistlerin iş ve güç birliğinde
olacaktır. En olası ve çözüme en yakın birlik olarak, ufukta böyle bir birlik
görülmektedir. Birbirini mahkûm etmeden, birbirlerinin değerlerine saygı temelinde,
birbirini eleştirmeyi ihmal etmeyen bir birlik.
Burada ilke, birbirimizi değil, halklarımızın duygularını incitmekten sakınmak olmalıdır. Önemli olan halk sevgisi, halklar arası sevgidir. Buradan hareketle “Kürt-Türk Birliği”nden, emekçi Türk halkımız ile emekçi Kürt halkımızın beraberliği anlaşılmalıdır.
Burada ilke, birbirimizi değil, halklarımızın duygularını incitmekten sakınmak olmalıdır. Önemli olan halk sevgisi, halklar arası sevgidir. Buradan hareketle “Kürt-Türk Birliği”nden, emekçi Türk halkımız ile emekçi Kürt halkımızın beraberliği anlaşılmalıdır.
Artık daha net görülüyor, cumhuriyeti
“Kemalist” yüksek komutanlar çökertmiştir, öyleyse “Kemalist” cumhuriyet
çökmüştür. Bu, Kemalistleri bütün güç merkezlerinden temizleyerek
gerçekleştirilmiştir. Kemalist renk ise, Kemalizm’de çoktandır yoktu, rengi
önce gitti, arkasından Kemalizm’in düşüşü geldi. Şimdi, güç merkezlerinden
çıkartılan Kemalistler, halkın içindedir ve çökertilen cumhuriyetin güç
merkezleri peşinde olmanın kıymeti harbiyesi kalmadığının bilincindedirler. Bu,
bir daha iktidar olmalarının devrimle mümkün olduğunun bilincinde olmak
demektir. Ancak, bundan sonra ülkemizde gerçekleşecek hiçbir devrimin Kemalizm
bayrağı çekmesi mümkün görünmemektedir.
Her son bir başlangıç, her çöküş bir
kurtuluş olmaktadır. Her çöküşten sonra gelen kurtuluş reddin reddi
kıvamındadır. Göndere çekilecek bayrağın rengine vurgu bu anlamdadır. Kurtuluş
ise devrimdedir. Devrim, ayağa kalkmaktır ki, ayağa kalkmanın renginin daha
ileri bir noktayı işaret etmesi için ise, hafızasını yitirmiş ve
sürüleştirilmişlerin bundan kurtularak ayağa kalkmaları gerek şarttır.
Burada, Atatürk’ün adına yazılan Türk
kurtuluşunun, muhafazakâr olduğunu hatırlatmak tam zamanıdır. Türk ulusal
kurtuluşu, toprak ağalarına, Kürt şeyhlerin ve aşiret reislerine dayanmış ve
her zaman emperyalist güçlerle uzlaşma noktası aramıştır. En fazla ayrı
olduklarını düşündükleri zamanda bile, yine de İngiltere ile uzlaşma planları
düşüncesini atamamıştır.
Bu gerçeğin taşıdığı ders, Kürtler için
olduğu kadar, Kemalistler için de altın kıymetindedir. Kemalistler, şimdi bu
“kurtuluş”un simetriğindedir, Yani Toprak ağalarına, aşiret reislerine ve
tarikat şeyhlerine karşı cumhuriyet ekseninde, büyük Türkiye tarafındadır ve
emperyalist güçlerle uzlaşmaktan uzaktır.
Görülmüştür ki, emperyalizmden medet
uman, emperyalizmle bağları koparamayan, şeyhlere, zenginlere dayanan bir
kurtuluş, kurtuluş olmamaktadır. Olmadığını net olarak görmekteyiz.
İşte Kürt hareketinin en çok ders
alacağı ve göz önünde tutacağı nokta burası olmalıdır.
Kürtler, bu gün oldukça uzun süren
özgürlük ve kimlik mücadelesinde çok ileri bir noktaya ulaşmışlardır.
Ulaştıkları bu günkü noktaya güçlükle ama kendi güçleri ile gelmişlerdir.
Kürtler kendi güçlerine dayanmak ve
güvenmek durumundadırlar.
Artık emperyalistlerin dış politika
oyunlarına alet olmayacak ve bundan çare ummayacaklardır. Öyle umuyorum.
Kürtlerin bütün güçleri kendileridir.
Bunun dışında bölge halklarının devrimcileridir. Devrimciler, devrimcilerle
beraberdir. Beraber olmalıdır. Kürt halkının en büyük destekçisi her türlü
milliyetçi önyargıdan uzak Türkiye’nin işçileri olacaktır; yani ABD
emperyalizminden gelecek“dostluk” da,”destek” de Kürt kurtuluşuna ilaç
olmayacaktır. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman olmamıştır ki, aksine emperyalizm, hangi
kılıf altında girerse girsin, girdiği her yere baskısını götürmüştür. ABD
emperyalistlerinin ve tekellerin diline doladığı “UKKTH” şiarı ise, Amerika’nın
ve tekellerin hatta Barzanilerin ağzına hiç yakışmamaktadır. Çünkü Her şiar, ekonomik
gerçeklerin, siyasi durumun ve şiarın taşıdığı siyasi anlamının kesin bir
tahlili ile doğrulanmak zorundadır. Bu anlamda, “UKKTH” şiarı yanında
“demokrasi” sözcüğü, ABD emperyalizminin dilinde bir eşek arısı misli
durmaktadır. Aynını Kürt ulusal sorununda reformist Politikalara, yani egemen
sınıfın politikalarına teslim olmuş olan reformistlerin, küçük-burjuva
milliyetçilerin dilinde de tıpkı bir eşek arısı gibi vızıldamaktadır.
Bununla birlikte Amerika, bölgeye
yerleşmeye ve bölgede kalmaya çok önce karar vermiştir ve Vietnam’da, Irak’ta
ve Afganistan’da kalamadığını unuttuğu ve hâlâ bu bölgede kalmaya kararlı
olduğu görülmektedir.
Amerika, öteden beri, Kürt
şeyhlerinden, aşiret reislerinden, bunları egemen yaparak, bir Kürt varlığını,
bu bölgede İsrail’e destek yapılmasından yana idi. Daha doğrusu bu dün böyle
görünüyordu. Şimdi fotoğrafın tamamı ortaya çıkmıştır, asıl istediği, Kürtler
üzerinden İsrail’e büyük bir devlet vermektir. Hediye etmektir, demek
istiyorum.
Dün, Amerika’nın bu yöndeki bir Kürt
devleti projesine karşı çıkan Türkiye’nin, bugün bir “eş başkanlık” dinamiği
ile Amerika’nın stratejik ortağı olduğunu ve doludizgin hazırlanan, Yahudi
–Kürt devletine veya Kürt-Yahudi devletine karşı çıkmadığını, kendi söylem ve
icraatlarından biliyoruz.
Ancak bunun olumlu bir yanı da
vardır; Amerika’nın bölgeye yerleşme şartlarını hazırlaması ve bunu yaparken
Kürt ağa ve beylerine, şeyhlerine dayanması, onları güçlendirmeye çalışması,
bir savaşı başlatmış ve bu savaşın sonucu, ortaya Kürt gerçeğini çıkartmıştır.
Kürt gerçeği ise, hem Türkiye’de ve
hem de dünyada kabul edilmiştir. Demek ki, bu savaşın asıl ve tek galibi
Kürtlerdir ki Kürt yükselişi, hep aydınlık, hep ağalığa, şeyhliğe, hep
karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olmuştur, çözümü aydınlıkta gören bir
yükseliş olmuştur.
.
Emperyalizm bir zifiri karanlıktır;
büyük sermaye, bu karanlığın içinde kördür, şovenistler ise, hepten ışıksızdır.
Türkiye’deki tutuculuğun, Kürt
gerçeğini görmezden gelmekten vazgeçmiş olması, uzun zaman öncedir. Ancak
tutuculuk, asıl düşmanlığı her zaman ve her yerde aydınlığa karşı olduğu için,
Kürt gerçeğini tümden red etmeyi bırakmış olmakla birlikte, Kürtler arasında
tutucu müttefikler aramıştır, bulamadığı yerde yaratmış, bulduklarını ise
büyütmüştür.
Ancak, şimdi görülüyor ki, bu
kararından vazgeçmezse, Kürtler, Araplar ve Türkler, halkları demek istiyorum, Amerika’ya
çok daha acı Vietnamlar yaşatacak, Türkiye’deki tutuculuğu ise, ait olduğu yere,
karanlığa gömecektir.
Şimdi buradayız.
ABD emperyalizmi açılımlarını hep din
ve ulusçulukla düşünmüştür. Türkiye ise, emperyalist düşlerini, kuzeye Türk,
güneydoğuya doğru bir Kürt ulusçuluğu ile uyandırmıştır.
Körfezdeki ABD savaşıyla birlikte
Kürt sorunu, özellikle ABD emperyalizminin YDD adını verdiği operasyonel projeleri
ile ve Türkiye’nin rejiminin kendisini bir alt emperyalist ülke olarak yenileme
ihtiyacını duymasıyla birlikte yeni bir yörüngeye girmişti. Böylece ABD
hegemonik gücünü yenilemiş, bölgede kalıcı bir güce dönüşmüş ve bölge
güçlerinin savaş şokunu atlatarak hegemonyasını nasıl tanımlayacaklarını
beklemeye çekilmişken, Saddam’ın büyük Kürt göçüne yol açan saldırısı,
hegemonyasını yenilemiş ABD nin bekleme yerini, “Güney Kürdistan” yapmıştır.
ABD nin bekleme yerinde yaptığı
hazırlık ise, öncelikle bölgede gücünü sergilemeye ve hegemonyasını
pekiştirmeye yönelik idi. Ortadoğuyu yeniden örgütleme ve buna göre YDD
projesine devam etme kararlılığı güçlü idi. Bu program, aynı zamanda bütün
sosyalizan etkileri ve siyasetleri temizlemeyi de içeriyordu. Dolayısıyla
oldukça sert bir ideolojik mücadele kendini gösteriyordu. En öncü ve istekli
savaşçıları, dün sosyalist / komünist kimlikleri ile önemli mevzilere yerleşmiş
olan, ancak 12 Eylül ile birlikte daha önce kanatlarına bindikleri yükselen
dalganın, aşağı inmesi ile dalga değiştirerek, yeni mürteci olan ve kendilerini
yeni-liberal olarak pazarlayan sahte sol gömlekli aktörler oldu.
Örnek olsun, birisi TKP nin son genel
sekreteri Nabi Yağcı ise, bir diğeri de Halil Berktay’dır, diğerleri ise,
örneğe sığdıramayacağım kadar çoktur. Arkasından takipçileri de çıkmış ve
sıralarını bekleyerek, bu günlerde, ABD nin YDD ne daha çok su taşımak üzere
öne çıkmıştır. Örnek isim mi istiyorsunuz? En çarpıcı örnek, S.S.Önder’dir ki,
E.Kürkçü’yü bile gölgede bırakmıştır ve açık bir dille atalarının Nur şakirdi
olduğunu, kendisinin de Risale-i Nur ile büyüdüğünü ve gelmiş geçmiş en büyük
aydının Said-i Nursi olduğunu, Türkiye’nin Saidi Nursi’yi dinlememesi nedeniyle
sorunların büyüdüğünü vb. vaaz edip durmaktadır. Şimdilerde ise, AKP yi bol bol
eleştirirken, AKP nin ideolojisini ondan daha iyi savunmaya çalışmaktadır.
Demek ki, ABD ideolojik mücadelesinde
sol renkli savaşçılar bulmakta hiç zorluk çekmemiş olsa da ve bu yönde epey yol
kat etmiş olsa da, nesnelliğin gücünü aşamamış ve ideolojik mücadelesine
oturttuğu akıl bozucu teorilerinin, pratiğin doğrulayıcılığı karşısında sürekli
olarak iflas etmesini engelleyememiştir.
Bu, ABD yi, pratikte, YDD sinin
bölgeye yansıyan adı olan BOP projesini gerçekleştirmek için, bir ileri, iki
geri adım atmaya mahkûm etmiş ve hatta en heveskâr kalemşörleri, ideolojik
tetikçileri, bunu BOP projesinden vaz geçtiği yollu yutturmaya çalışmışlardır.
Ancak ABD istese de BOP tan vaz
geçemeyeceği gibi, YDD çerçevesinde asıl hedef BİP olduğuna göre, şimdi daha
sabırsız olan İsrail olsa gerektir, aynı zamanda BOP u kotaracak mecali
kalmadığının da farkındadır ve artık “geriden liderlik” misli zırva politik
manevralardan medet ummaktadır. Kim bilir, belki de rüyalarında, Vietnam’dan
yediği tokadı görmekte ve ürpermektedir ki, Bunun, Saddam üzerinde gösterdiği
yetmemiş gibi, Kaddafi üzerinden de gösterdiği yenmekten ziyade, pişman etmek
politikasına yansıdığını gördük, Suriye’de ise, birkaç devlet görevlisinin
suikaste kurban gitmesinin, korkularından kurtulmasına yetmediği açıkça
görülmektedir.
Dün, bölgedeki tüm güçler göremiyordu
ama bu gün görüyorlar ve ona göre konum alma yönünde hareketleniyorlar ki,
kimliklerini buna göre tanımlamak zorunda olduklarının bilincine varmaları
hızla artmaktadır. Ya ABD nin düşmanı, ya da dostu olunacaktır.
Kürtler de kimlik mücadelesi
vermektedir ve ABD nin dostluğunda Kürtlerin kendilerini kişilikli
hissetmelerini bekleyenleri hayal kırıklığı beklemektedir. Kendisini
emperyalist ABD nin “dost” luğunda kişilikli hisseden bir halk dünyada
bulunmamaktadır.
Ulusal karakter, bahşedilen ya da
sonradan edinilen bir özellik değildir. Bir kimliğin restorasyonu ve çağa ait
kılınmasıdır söz konusu olan. Emperyalist tahakküm ve sömürü ise, varlığını
artık kolay gizleyememektedir.
Başlangıç aşamasındaki ulusal ve
sosyal bir mücadelenin kolaycı çözümlemelerden uzak bir anlayışla ele alınması
gerekiyor. Ancak Kürt halkının önemli bir bölümünün Amerika’nın varlığına sıcak
baktığı görülmektedir. Öte yandan Amerikancılıkta sınır tanımayacak olanlarının
varlığı da kendini hissettirmektedir. İşbirlikçi Kürt ilkel milliyetçiliği
olarak gelişen bu hareket, varlığının ve gelişiminin zorunlu koşulu olarak, hep
aydınlık için, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış
olan, çözümü aydınlıkta gören bir yükseliş olan Kürt hareketinin de karşısına
yerleşmiştir veya yerleştirilmiştir.
Diğer yandan, ABD bekleme yerinde
gücünün nasıl tanımlandığını gördükten sonra, daha da pekiştirmek üzere, daha
sert bir gösteri yanında, en sert ideolojik mücadeleyi de öne çıkartmış ve
öncesinde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı edindiği deneyimleri
bölgeye taşımaya çalışmıştır. Ancak pek başarılı olduğu veya öngördüğü program
çerçevesinde istediği kıvama getirdiği söylenemez.
Bu durumda PKK yı eksen alması
kaçınılmazdı ve öyle de olduğu görülmektedir, ancak Türkiye’nin de bu
deneylerden yararlandığı ancak başarılı olamadığı da görülmektedir. İşte ABD,
bir adım ileri iki adım geri taktiğini bu eksende de sürdürerek, gücünü BOP un
tamamlanmasına yöneltmiştir. Bu çerçevede epey bir yol açmış olmasına karşın,
bunun yetmediği ve Suriye duvarına, ancak Rusya Federasyonu ve Çin duvarı demek
daha doğrudur, toslamış olduğu ama bu duvara abandıkça, kendisinin geriye
gittiği görülmektedir.
Öte yandan, Kürt halkı da, Türkiye
solu da bir kişilik ve kimlik mücadelesi vermektedir. Bu açıkça görülüyor.
Türkiye, Kürdü ile Türkü ile kimliğini ileri sosyalizmde bulacaktır.
Emperyalist sistem içindeki uzun tarihinde sömürge bile olamayan Kürt
coğrafyası, bu gün, Amerika’nın karşı devrimi ile boğulmak istense de, bir
devrim içersinde olmaya devam etmektedir. Devrimler ise, köklü ve derin
gerçekliğin üstüne otururlar. Hep öyle olmuştur. Akılcı bir ideolojiyle hareket
edilmezse ki uzun zamandır hal böyledir, ileri sosyalizm ile korunmazsa Kürt
halkının özgürlük kazanması, kazansa bile yaşaması, hele ki, ABD nin
dostluğundan medet umulmaya devam edilirse imkânsız kere imkânsızdır.
Türkiye’nin Kürtlerini Türkiye’den
ayırarak, İsrail’in hegemonyasında, Siyonistlerin ve Barzani’nin kukla
yönetiminde bir büyük Kürt –Yahudi devleti yaratmak, sadece ABD-AB
emperyalizminin can attığı bir hedef değildir; aynı zamanda emperyalist arayışlar
içine girmesi yeni olmayan Türkiye’nin, bu arayışını gerçekleştirmeye
yakınlaştığını öngördüğü için, bu hedefi kabul edilebilir bir seçenek olarak
görmesi de kaçınılmazdır.
Burada iki çizgi, her zaman olduğu
gibi, devrimci çizgi ile reformist çizgi çatışma halinde olmaya devam edecektir
ki, ABD ve Türkiye’deki 12 Eylül rejimi, devrimci çizgiyi asimile ederek,
Kürt ulusal hareketini, ABD yi “dost “ belleyen, tutucu bir çizgiye çekmekten
vazgeçmeyecektir.
Bununla birlikte, Türkiye’deki
sol/sosyalist hareketi, özellikle işçi ve emekçi kitlelerinde tarikat
dinamiklerini etkin kılarak, dinsel dinamiklerle terbiye etmeye çalışması da
devam edecektir. Bunun için, Kürt coğrafyasında, Ağalara, beylere, tarikat
şeyhlerine ve kaderleri tekelci ilişkilerde olan Kürt burjuvalarına
dayanılırken, Türkiye’de ise, eskiden kalan sol/sosyalist gömlekleri sayesinde
sosyalist hareketin, işçi hareketinin içinde dolaşarak akıl bozan, sahte sol
gömlekli, yeni mürteci devşirme solcuların ideolojik tetikçiliğine dayanmaktadır.
Bir dayanakları daha vardı, ancak
artık kalmamıştır, çünkü takke düşmüş kel görünmüştür. O da, dün sol/sosyalist
hareketin ilerlemesini ve Kürt coğrafyasındaki kimlik ve kişilik mücadelesini
en kanlı ve en sinsi yöntemlerle bastırmayı deneyip, başarılı olamadığı için,
yönetimi dinci akımlara teslim eden “Kemalist”yüksek kadrolar ve dayandığı
“Kemalist” dinamiklerdir.
Ancak, görülen o ki, bütün
dayanakları bir bir yıkılmıştır ve dayanakları yıkıldığına göre, kendilerinin
de yıkılması kaçınılmazdır. Yıkılmışlardır.
Öyleyse ders çok değerlidir; hem
halkın içinden yükselen Kemalistler için ve hem de Emperyalist ABD’nin
“dost”luğunda kurtuluş arayan Kürtler için.
Teorisiz devrim olmaz, bu doğrudur ve
bu, bilimsel bir tespittir ve devrimcilerin düsturudur.
Ancak Türk ve Kürt solunda teorinin
kalmadığı bir yana, bu düsturu da hatırladıklarını düşünemiyoruz, aksine
giderek esnaflaştıklarını görebiliyoruz. O kadar öyle ki, tümüyle emperyalist
kapitalizmin sınıfsal saiklerle sarıldığı ABD emperyalizminin Kürt çözümünden,
ABD nin “dost”luğunu bulabiliyorlar ki, hem kavramlaştırmaktan kaçındıklarının
ve hem de teoriye sırtlarını dönmekte olduklarının göstergesidir.
Bu anlamda Kürt ve Türk solcuları,
“sosyalist “sol demek istiyorum, ABD nin, tekellerin ve reformistlerin dilinde
eşek arısı misli vızıldayan “UKKTH” ve “demokrasi” sloganlarını teori saymakta,
emperyalizmin girdiği her yere baskısını götürdüğünü, daha doğru ifadeyle bu
baskısını yerleştirmek için, dilinde bir eşek arısının vızıldaması misli
sırıtsa da, her türlü sloganı diline yerleştirmekten çekinmediğini unutmuş
görünmektedirler.
Oysa, ABD emperyalizmi, Fransız ve
Japon emperyalistlerinin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Vietnam’a girerken
de, bu tür bir vızıldamayı kılıf yapmış, ancak Vietnam halkı, bu vızıldamaya
prim vermeyerek, ABD nin sahte sloganlarında “Dostluk” görmemiş ve
Amerika’ya görülmemiş bir yenilgi tattırarak,Vietnam’dan kovmuştur. Geride
kalan acılarının ve yaralarının üstesinden çok çabuk gelerek, Vietnam ulusal
kurtuluş hareketini gidebileceği en yüksek noktaya taşımıştır.
Kürtlerin ve Türklerin gerçek sol
renk taşıyan aydınlarının ve devrimcilerinin büyük çoğunluğunun ise, bu
gerçekleri unutmamış olmakla birlikte, ulusal soruna normatif yaklaşmaktan
kurtulamadıkları, bu nedenle de, cesur ve kararlı teorik-politik yaklaşımlardan
uzak durdukları görülmektedir.
Dolayısıyla Kürt ve Türk
aydınlarının, devrimcilerin büyük çoğunluğu ve hem de Kürt, Türk emekçi
halklarının önsezilerinin hissedilen ağırlığına karşın, tıpkı Türkiye’de solun
iktidarı alamamasının faturası olan 12 Eylül ile Türkiye emekçi halklarının
ağır bedel ödediği ve ödemekten hâlâ kurtulamadığı gibi, başka ifadeyle 12
Eylül gelirken “Faşizme geçit yok” “Faşizme karşı UDC” türünden haykırılmasına
rağmen, solun/ sosyalistlerin kendilerini rahatlatmaktan öteye bir etki
sağlayamayanlarca ve faşizme karşı ufuklarını genişletmemekte maharet
gösterenlerce dar ufuklara veya ufuksuzluğa hapsedilmiş kitlelerin,
hapsoldukları dar ufuklarının penceresinden 12 Eylül faşizminin yerleşmesini
sadece izlemeye mahkûm edildikleri gibi, emperyalizmin zifiri karanlığı içinde,
büyük sermayenin son derece sınıfsal ve şoven kini altında, hep aydınlık
yönünde ve ağalığa, şeyhliğe, karanlığa karşı, laik bir çıkış olarak yükselen
Kürt devrimci hareketinin,Türkiye’nin devrimi ile buluşamamasının faturası
olacak olan Türkiye’nin emekçi halklarını koyu bir dinci-gerici-faşist
karanlığın köleliğine mahkûm edilmesi pahasına ve ABD emperyalizminin çıkarları
ile tamı tamına uyumlu bir “Kürt Çözümü”nü, hâlâ genişletemedikleri kendilerini
hapsettikleri dar ufuklarının penceresinden izlemektedirler.
Öyleyse apaçık görülüyor ki, Vietnam’ın devrimcilerinin, dar ufuklara hapsolmadıkları için, ABD emperyalizminin insanlık dışı saldırıları yanında, sinsi oyunlarına rağmen zafer kazanmalarındaki ufku yakalamak, tümüyle emperyalist ABD’nin çıkarlarının ve daha çok da, içine düştüğü kriz çukurundan kurtulması çabalarının gereği olan “Kürt Çözümü” tiyatrosunun ufkundan kurtulmakla mümkündür, eğer Kürt,Türk aydınları ve devrimcileri ABD’nin ufkundan kurtulamazlarsa, bu ufku Kürt emekçi halkı paramparça edecek ve Kürt, Türk ufuksuz aydınları, devrimcileri depara kalksa bile, Kürt emekçi halkının yükselişinin önüne geçemeyecektir. Bunları, Kürt halkı affeder mi bilmem ama tarihin affetmeyeceği açıktır.
Öyleyse apaçık görülüyor ki, Vietnam’ın devrimcilerinin, dar ufuklara hapsolmadıkları için, ABD emperyalizminin insanlık dışı saldırıları yanında, sinsi oyunlarına rağmen zafer kazanmalarındaki ufku yakalamak, tümüyle emperyalist ABD’nin çıkarlarının ve daha çok da, içine düştüğü kriz çukurundan kurtulması çabalarının gereği olan “Kürt Çözümü” tiyatrosunun ufkundan kurtulmakla mümkündür, eğer Kürt,Türk aydınları ve devrimcileri ABD’nin ufkundan kurtulamazlarsa, bu ufku Kürt emekçi halkı paramparça edecek ve Kürt, Türk ufuksuz aydınları, devrimcileri depara kalksa bile, Kürt emekçi halkının yükselişinin önüne geçemeyecektir. Bunları, Kürt halkı affeder mi bilmem ama tarihin affetmeyeceği açıktır.
Fikret Uzun
29 ağustos 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder