31 Ekim 2011 Pazartesi

EMPERYALİZMLE KARDEŞLİK, KARDEŞLİĞİN ARASINA KALLEŞLİK SOKMAKTIR



Savaş çığırtkanlarından söz edilirken, asıl savaş çığırtkanlarının ve hedeflerinin görmezden gelinmiş olması ve sanki her şeyden bağımsız apayrı bir savaş ve saldırganlık politikası varmış gibi konuşulmuş olması ve tedavülden kalkmış eski tarihli dergilerden yapılan bir alıntı gibi dökülen tespitlerdeki soyutluk ve de “kirli savaş” derken kastedilenin ne olduğunun anlaşılmaması bir yana, belli bir hassasiyetle yazılmış olduğunu ve sonuna doğru asıl noktaya işaret etmeyi denediğini arada ise bildik şeylerin tekrarı ile bir hatırlatma yapıldığını kabul edebileceğimiz bir yazı olmasına karşın, biraz eklektik olması ve yer yer yanlış ifadeler kullanması nedeniyle eleştirel bir yaklaşımla katkıda bulunmak istiyorum ki, bu gün özellikle ulusal sorun konusunda at izinin it izine karıştığı bir zamanda bulanıklıkları gidermek için ve özellikle bu sorun konusunda samimi yaklaşanların zihninin açılmasına yönelik olarak bunun gerekli olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, bu yazıyı kaleme alan kişinin, “savaş”ın ne olduğu konusu üzerinde biraz çalışması gerektiğini vurgulayarak, kısaca ve Marks ve Engels’in de, Lenin’in de teorik yaklaşımlarını üzerinden geliştirdikleri Clausewitz’in 100 yıl önce yazdığı kitabındaki, “Savaş siyasetin başka yollardan devamıdır” şeklindeki sözünü hatırlatmak istiyorum. Devam ederek, Hiçbir savaşın onu doğuran siyasi sistemden ayrılamayacağını; belli bir devletin ve o devlet içindeki belli bir sınıfın savaştan önce uzun bir süre izlediği siyasetin, kaçınılmaz olarak, o aynı sınıfın savaşta izlemeye devam ettiği siyaset olduğunu, yalnız eylem biçiminin değiştiğini hatırlatmak istiyorum.

Yani, soyut bir “savaş ve saldırganlık politikası” kavramı bizi bir sonuca götürmez demek istiyorum. Savaş ve saldırganlık politikası emperyalist kapitalistlerin asıl siyasetinin yani ezgi ve sömürü siyasetinin şiddet yolu ile devam etmesidir. O nedenle savaş ve saldırganlık politikası kavramını ortaya koyarken bu gerçeklik unutulmamalıdır.

Bir diğer sorun, devletin şiddet ve imha yoluyla Kürt sorununu çözmeye çalışması, asıl olarak eskinin politikasıdır ve şimdi bu politika sürdürülüyorsa, bu Kürt halkını boyun eğen bir barışa, Türk halkını da ABD-AB emperyalizmi ve işbirlikçileri için Kürtlerin ağalarına, beylerine, aşiret reislerine, gerici şeyhlerine, işbirlikçi burjuvazisine, Barzani yönetiminde bir Manda hediye edilmesinde suç ortaklığına mahkûm etmek içindir.

Bu mandanın eti sütü yoğurdu yani her neyi varsa önce ABD-AB emperyalizmi tarafından sağılacak, kalanın büyük parçası işbirlikçi tekeller ve tekeller ailesine katılan gerici-dinci zenginler tarafından Barzani ile birlikte sağılacak, içinden bir miktar her boydan ve soydan devşirilmiş olan sahte aydın ve sol gömleklilere dağıtılacak Kürt halkına yine o ABD-AB ye, bu yerli tekellere, şu Barzani’ye derken, geriye ne kaldı ise o verilecek. Geriye kalan ise biraz dua, biraz cennet hayali o da beğenilmezse, argo özdeyişte denildiği gibi, Hasana kalan verilecek. Yani Kürt halkına daha fazla kölelik, daha fazla ezgi hediyesi olacak. Köleleştirilmiş Kürt emekçi halkına katmerleştirilmiş acılar yanında, Kürtçe ağlama özgürlüğü verilmiş olacak.

Buradan hareketle, şimdilerde yer- gök “barış hemen şimdi” naraları ile inletilirken, kitleler “analar ağlamasın” “Mehmetçikler ve Memocuklar ölmesin” sloganları altında “barış”ın, ”savaşın” karşıtı soyutlaması içine hapsedilerek, ABD-AB emperyalizmin BOP-BİP projesi tam gaz ilerleyecektir yani emperyalizmin ezgi ve sömürü politikası bununla bağlı olarak ilhak politikası, sömürge politikası “barış” adı altında kitlelere kabul ettirilecektir. Çünkü ABD-AB emperyalistleri ve işbirlikçileri için “barış” demek, Türkiye’nin parça pinçik yapılarak, her parçasındaki en zengin alanları hortumlamanın sessizliğini yaratmaktır. Sessizliğe mahkûm edemezse, her parçayı birbirine kırdırmaya mahkûm etmektir.

Burada küçük bir parantez açarak, Cecil Rhodes isimli, Boer savaşının başlıca sorumlusu olan, sosyal-şoven finans kralının söylediklerini aktarmak istiyorum ki, oldukça öğreticidir.

Şöyle diyor ve bunu dediğinde henüz birinci savaş patlamamıştı.“İngiltere’nin 40 milyonluk nüfusunu kanlı iç savaştan kurtarmak istiyorsak, biz sömürgeci siyaset adamları, nüfus fazlalığını yerleştirmek, üretilen mallara yeni pazarlar bulmak için yeni topraklar ele geçirmeliyiz. Her zaman söylerim, imparatorluk bir peynir ekmek işidir. İç savaşı savuşturmak istiyorsan, emperyalist olmak zorundasın.”

Demek ki emperyalistlerin kendi nüfusu ile barış içinde yaşaması da zorla dayattığı kendi coğrafyasının dışındaki “barış”larla, olmazsa,”savaş”larla mümkündür ki, bunu 100 yıl önce itiraf etmiş bulunuyorlar.

O zaman soru şudur; ABD-AB emperyalizminin savaş öncesi siyaseti ile savaş sırasındaki siyaseti aynı siyasetin başka yüzleri yani ezgi ve sömürü siyasetini şiddet yoluyla sürdürmek değil midir? Öyleyse “barış” gelince, şiddet yoluyla sürdürülen siyasetin,”barış” yoluyla sürdürülmesi söz konusu olmayacak mıdır? Ve öyleyse barış Barzanilerle, Kürt ağa ve beylerle ve diğerleri ile bir suç ortaklığı temelinde kurulacak ama Kürt emekçi halkına karşı aynı siyaset bu kez Barzan aşiretinin gerici ve dinci politikaları yanında, emperyalistlerden daha fazlasını koparamayacağına göre, Kürt emekçi halkının kursağındakine daha fazla elini uzatması şeklindeki sömürü politikaları olarak devam edecektir. Bu mudur barış? Evet, Kürt halkına dayatılan “barış” budur ve bunun adı barış içinde bir arada emperyalizme boyun eğerek kölece yaşamayı kabul etmek demektir. Kürt halkı bunu kabul etmiyor, etmedi ve etmeyecektir. Etse idi çoktan BOP bayrağı semalarda yükseliyor olurdu.

Bir süre önce, burada da paylaştığım “kongre Girişimciliği’nin ne anlama geldiğini anlatan uzunca yazımda önemli ipuçları vermiştim ama maalesef, burada her şeyi biliyor olmak konusunda oldukça yarışperver olanlar, yazının uzunluğunu bahane ederek, görmezden gelmeyi yeğlemişlerdir.

Diğer yandan bir konuyu netleştirmek, yani barış istemediğimin zannedilmesini istemediğimi belirtmek isterim. Ama barışın ben istediğim için, analar ağlamasın diye hemen şimdi gelmesinin mümkün olmadığını, çünkü savaşların bizim dışımızda olduğunu; bizim irademizin dışında ve bize hiç sormadan geliştiğini söylemek zorundayım.
Savaş bizim bile değildir, bizi kendi savaşımızdan koparıp, kendi savaşlarına sokarak, barışlarına mahkûm etmek istiyorlar. Öyleyse, tekrarı gerek, savaş bizim dışımızdadır ama kardeşlik içimizden hiç çıkmadı, çıkmıyor, çıkmayacak. Savaşın bitmesi bizim elimizde değildir, öyleyse savaşa rağmen kardeşlik devam etmelidir. Savaş bitecekse, kardeşliğe sımsıkı sarılarak bitecektir. Kardeşlik kardeşle kardeş arasındadır. Kalleşle kalleş arasında kardeşlik olmaz. Barış da olmaz. Emperyalizm en kalleş ise, ondan daha kalleş işbirlikçileridir. Onlarla kardeşlik, kardeşliğin arasına kalleşlik sokmaktır. Demek ki onlarla da barış olmaz. Öyleyse kardeşlik sınıfsal temelde yani Kürt ve Türk işçi ve emekçi halkları arasındadır ve barış da bu kardeşliğin yükseğe tırmanması ile gerçek anlamını kazanabilir. Diğeri, yani diğer “barış”, savaş kimin ise, onundur.

Bu günkü savaş, iki milletin barış içinde yaşarken, biri diğerine saldırdı, öteki de kendini savundu anlayışına sığdırılan bir savaş değildir. Ama ısrarla bu anlayışa sığdırılmaya çalışılıyor. Ama öyle imiş gibi, yaramaz mahalle çocuklarının kavgasını ayıran mahalle büyüklerinin arabuluculuğu misli hamlelerle, “sizi yaramazlar, birbirinizden ne alıp veremediğiniz var, değer mi anaların ağlamasına” deyyu barış duaları edilmektedir.

Örnek olsun, Vietnam’a ABD emperyalizmi, ondan önce Fransızlar ve Japonlar, hep Hindiçini halklarına kendi “barış”larını dayatmak için girmişlerdi ama Vietnamlılar, onları birer birer ülkelerinden kovarak kendi barışlarını kurdular ve onları da buna uymaya mecbur ettiler.
Tersine örnek de var, Brest Litovski barışı ve Versailles barış antlaşması yeterince öğreticidir. Barıştan çok kölelik antlaşması olduğunu hepimiz biliyoruz.

Öyleyse “savaş”ın gerçek niteliğini anlamadan barışı anlamak da, kurtuluşun nerden geleceğini tespit etmek de zordur, hatta imkânsızdır.

Diğer yandan bütün savaşları gerici saymak ile emperyalist çağda ulusal savaşların imkânsız olduğunu kabul etmek aynı kökten gelen anlayışın ürünüdür ve savaşın gerçek niteliğinden uzaklaştırmaya yöneliktir. Ancak Emperyalizmin kozmopolitizmi burada devreye girerek, bu emperyalist egemenliğin yararına pompalanan teorilerin üzerini zahmetsizce örterek, bir yerde imkânsız gösterilen savaş, diğer yerde haklı ve imkânlı gösterilebilir.

Oysa savaşın niteliğini tam anlayarak bunun doğru olmadığını yani her savaşın gerici olmadığını ve ulusal savaşların emperyalizmin bu günkü koşullarında da mümkün olduğunu görmek zor olmaz. Bunu gördüğümüz anda, bu sahtekârlıkla üretilen teorilerin üzerinden yükselen “barış” ve “silahsızlanma” propagandasının da kıymeti harbiyesini anlarız.

Burada da bir paranteze ihtiyaç var, Lenin’in dediklerini hatırlayarak bu paranteze sığdırabilirim ki, Emperyalist devletlere karşı milli savaşlar sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz, ilerici ve devrimcidirler. Fakat başarılı olmak için, ya ezilen ülkelerde yaşayan muazzam halk yığınlarının, (mesela Ortadoğu ve Kafkasya’nın yüz milyonlarca insanının) birlikte hareket etmesi; ya uluslar arası koşullarda özellikle elverişli bir durum (mesela emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler nedeniyle bu işe burnunu sokamamaları); ya da, büyük devletlerden birinde o sırada proletaryanın burjuvaziye karşı baş kaldırması şarttır. (en istenilen ihtimallerin en başında bu gelir) . Yani ulusal savaş Türkiye’nin de gerçeğidir, ama bu bütünlük ve sosyalist iktidar perspektifi içinde. Bunun son sözünde ise küçülen değil, büyüyen ve büyüyerek bu sorunları çözen Türkiye fotoğrafı vardır.

Çözüm bu fotoğraftadır. Yani “Eşitliğin, özgürlüğün ve gönüllü birlikteliğin hayat bulabileceği tek gerçek düzen sosyalist cumhuriyetler birliğindedir.”

Bu günün en önemli sorunu olarak öne çıkartılan ama emek sürecinin belirleyiciliği temel ilkesi atlanırsa ya da bu belirleyiciliğin gücünün yerine bu sorunun yükselteceğine inanılan gücün konulması durumunda egemen sınıfların çaresizliklerine derman çözümlere sürüklenmekten kurtulamayacak olan ulusal sorunun çözümü konusunda katkısı olacağına inandığım düşüncelerimi bitirirken, bir de düzeltme yapmak istiyorum;

Marks’ın “... İrlanda, İngiliz hükümetinin büyük bir düzenli ordu beslemesi için tek bahanedir ki bu ordu gerektiğinde daha önce de olduğu gibi, askeri eğitimini İrlanda’da tamamladıktan sonra İngiliz işçilere karşı kullanılabilir. ... Son olarak, İngiltere, bugün, eski Roma’da devasa boyutlarda olmuş olan şeyin bir yinelenmesini görüyor. Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.” Biçimindeki bu sözleri alıntılanarak, bunun öğretici olduğu öne çıkartılmış. Ancak her ne kadar başlık olarak da kullanıldığı için “Bir başka ulusu ezen her ulus, kendisini zincire vurur.” Sözüne vurgu yapılmak istenmiş olsa da, bence öğreticilik bu cümlede değildir; asıl öğreticilik, Marks’ın İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını isterken gözettiğinin ne olduğunun anlaşılmasındadır. Marks, Engels’e 1866 yılında yazdığı bir mektupta, ayrılmanın ardından bir federasyon da gelse, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını istiyordu; küçük burjuva barışçı kapitalizm ütopyası açısından ya da “İrlanda için adalet” düşüncesinden hareketle değil, hâkim milletin proletaryasının kapitalizme karşı devrimci mücadelesinin çıkarları açısından istiyordu bunu. O milletin özgürlüğü, başka bir milleti ezdiğinden ötürü kısıtlanmış, sakatlanmıştı. İngiliz işçileri, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını istemezlerse, İngiliz proletaryasının enternasyonalizmi ikiyüzlü bir laftan ibaret kalırdı. Marks hiçbir zaman bücür devletlerden, genel olarak devletlerin parçalanmasından, ya da federasyon ilkesinden yana olmadığı halde, ezilen bir milletin ayrılmasını federasyon yolunda bir adım, dolayısıyla parçalanmaya doğru değil, yoğunlaşmaya doğru, hem siyasi hem de ekonomik yoğunlaşmaya doğru bir adım sayıyordu. Ama bu yoğunlaşma demokrasi esası üzerinde olacaktı.
Ve Marks, bunu isterken, sınıf mücadelesine ve sosyalist devrim düşüncesine tamamen yabancı olan küçük burjuva demokratların, kafalarında, özgür ve eşit milletler arasında kapitalist düzende barış içinde bir rekabeti öngören ütopyaları ile alay ediyordu. İşte öğreticilik buradadır.

Fikret Uzun

31 Ekim 2011

Hiç yorum yok: