30 Mart 2020 Pazartesi

KORONA GÜNLERİ VE SONRASINA BAKIŞ

KORONA GÜNLERİ VE SONRASINA BAKIŞ


Ne "güzel" oldu değil mi, onlar istedi bir göz, tanrıları verdi iki göz. Hepimiz gönüllü ev hapsindeyiz ama düşmana inat aşacağız bu günleri... Öncelikle Korona mikrobuna yenik düşmemek! Her şey bir yana, bu salgının etkilerini ve vahim sonuçlarını en aza indirmede ne yapılması gerekiyorsa onun yanında ve onu hayata geçirmede rol almak-alınabildiği kadar- en doğrusu.

Sürecin kendisinde son derece öğretici bir turnusol var aslında. Pandeminin biraz beli kırıldığında, bu turnusolun öğreticiliğine hızlı, akıllı ve hesaplı kitaplı müdahaleler yapması gerekiyor akıllı insanların... Süreç, öncesindeki süreçlerin getirdikleri ile birlikte, dipteki dalgayı kendiliğinden harekete geçirme potansiyeli taşıyor zaten. Hem korku ve hem de çaresizlik bu potansiyelin hayata geçmesinde engel teşkil ediyor elbette ama yine de bu potansiyel bir yerlere evirebilir kendini. Bu yer olumsuz da olabilir olumlu da olabilir; tamamen öteden beri dillendirdiğimiz "vakti geldiğinde fenersiz kalmayalım" deyişinin akıllı insanların zihninde ne kadar yer ettiğine bağlıdır. Ancak bunun için bu pandeminin tümüyle doğanın marifeti mi yoksa emperyalist /siyonist düzeneğin marifeti mi ya da doğanın bu marifetini bu düzenek mi istediği yöne evirecek, netleştirilmesi gerekmektedir. Ortada dolaşan komplo teorilerinden bağımsız olarak, buna göre bir yol haritası ilerleyen süreçte ortaya çıkmalıdır.

Eğer bu bela doğanın bir "intikamı" misli ele alınırsa başka güç dengeleri oluşacağını, diğeri olursa bambaşka güç dengeleri oluşacağını; yani ya küresel çapta bir faşizmle karşı karşıya kalacağımızı (en azından bu yönde bir girişim olacağını) ya da siyonist/emperyalist düzeneğin YDD'sini dümdüz edecek ya da 50 yıl geriye sürükleyecek bir eş zamanlı enternasyonalist ittifaklar cephesi mi olacağını iyi değerlendirmek gerekmektedir.

Şu bir gerçek, kapitalizm uzun zamandır girdiği çukurun içinden çıkmaya çalışıyordu, YDD son kurtuluşu olacaktı ama onun da kurtuluş olmadığını kendileri de görecekler, kendileri derken, yüzünü ve istikbalini, umudunu YDD’ye çevirmiş mal mülk sahiplerini kastediyorum, görüyorlardır da, hiçbir akıl taşıyan fani, hem de kendisine de yönelmiş olduğunun farkında olduğu bir tehdidi göz ardı edip, siyonist/emperyalist düzeneğe biat etmeyecektir ama belirleyici olan güçler dengesinin karşılıklı yer alımıdır. Velhasıl, işte çok daha net olarak ortadadır ki kapitalizm ne bireysel insanın, ne toplumların, ne de kendisini kapitalist, zengin- mengin, güvende sayan azımsanmayacak bir mal mülk sahibi kesimin çaresizliklerine, beklentilerine, hayallerine, korkularına çare olabilmektedir. Her türlü krizde, pandemi de dahil, emperyalist kapitalizmin (tüm güçlü görünümüne karşın) çuvalladığını, hatta belki de beş para etmediğini, ama bunun ötesindeki çok az bir sayı teşkil eden siyonist/emperyalist düzeneğin ve içinde, yanında, etrafında olan bir kesimin, tüm güçlü görünümüne karşın, krizleri önlemeye gücü yetmediği gibi, böyle bir derdinin de olmadığını, bu krizleri, şimdiki pandemide olduğu gibi, fırsata çevirmeye çalıştığını da görecekler. Görüyorlardır da, ama yine de kapitalizmden vazgeçmeyecekler ve sürdürülebilir bir kapitalizmin peşine düşecekler, bulana kadar her türlü ittifakta yer almayı deneyeceklerdir.

İşte bu noktada ittifaklar politikası akıllı insanların önüne düşecek, buradan itibaren imtihanları başlayacak ve bu ittifakları kendisine çeken karşılıklı güçler dengesini yönetmelerinin sonucu, bu imtihanlarının sonucu olacak. Geriye, ya gerçek anlamda kanlı canlı bir barbarlık ya da gerçek anlamda anlı şanlı bir sosyalizm kalacaktır. Ama daha erken; tabii bu erkenlik görece bir mesafe, politikada ve sınıf mücadelesinde zaman, kitapların birkaç sayfasına, belki birkaç yüz sayfasına sığacak kadardır. Burada erkenlik bize göredir, görebilecek miyiz, göremeyecek miyiz. Bazen, bunda bile yanıltır zaman bizi. Lenin ne 1905’in, ne de 1917’nin Şubatında, hep aklında olan, umudunu taşıdığı hayalin gerçekliğini görebileceğini söyleyebildi, ama 1917’nin Ekimine gelindiğinde, “vakit tamam, şimdi” “bütün iktidar Sovyetlere” diyebildi.

Yani, hiçbir şey ısmarlama olmuyor, insan biriktirerek olmuyor. Zihinlerde, umutlarda, bilimsel iyimserliklerde öngörülen, başka ifadeyle geleceğe ısmarlanan gerçekliğin işaretleri kendini gösterdiğinde, yani güçler dengesinin bilimsel iyimserliğimizde yaşattığımız gerçekliği gerçekleştirecek gücünü göstermesiyle diyebiliyoruz  ancak “vakit tamam, şimdi” diye. Ama bunu diyemesek de, diyemeyeceğimizi düşünsek de, gerçekleştirmek için canla başla çalışıyoruz, en umutsuz halimizde bile.

Elbette bu gerçekliğin sürecin hemen sonunda önümüzde dikileceği hayaline de kapılmamalı. Ama şu hayal değil, bir gerçek; bu pandemi, geçmişte yaşanmış olan ve bizlerin kitaplardan, anlatılanlardan bildiğimiz pandemilerden çok farklı olabilir, daha etkisiz de olabilir ama bugün kitleler bunu tüm benlikleriyle canlı kanlı yaşadıkları için, en kötüsü, en çaresizlik saçanı olarak göreceklerdir… Ve bunun müsebbibi olarak dünyayı yönetenleri göreceklerdir, onca zaman atıp tutmalarına, “teknolojik, bilimsel gelişme”, “aya çıktık”, ”marsa indik”, ”yeni yıldız bulduk”, “robot yaptık”, “akıllı telefon yaptık” vb. nutuklarına rağmen, küçücük bir mikropla bile savaşacak gücü ve/ya da niyeti olmadığını görecekler, kabul edecekler ve öteden beri farkında olmadan biriktirdikleri hınçları açığa çıkacak; başlangıçta serseri mayın misli bir patlama ve akabinde sağlam ittifaklar kurabilecek politik güçlerin yönetimine girecekler, bu güçleri, dünya çapında, dünyayı ve insanlığı yok etme pahasına hükümdarlık peşinde koşan bir politik /ekonomik/askersel gücün karşısına dikecekler.

Dikerler mi? Dikerler; yeter ki akıl taşıyan fenerler, akıllarını, vicdanlarını ve yüreklerini bu katastrof finale açılan eşikte, kitlelere bu eşiği ve ötesindeki aydınlığı gösterebilecek denli aydınlatacak bir fener misli çalıştırsınlar.

Hem biz demiyor muyuz, daha doğrusu böyle olduğuna bilimsel iyimserliğimizle inanmıyor muyuz ki “çare, her zaman, çaresizliğin tavan yaptığı yerde ortaya çıkar”; başka ve Marx’ın ifadesiyle “… sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Yeter ki dünyaya hükmeden bir avuç çapulcuya, yani siyonist/emperyalist düzeneğe köle olan emperyalizmin leblebi herkülleri, kendisinden medet uman bakımsız kalmış tarzanlarıyla ve onların elinde oyuncak olmuş köre yatan bin bir kılıktaki kölelerinin akıl bozucu şarlatanlıklarıyla bu maddi gerçekliğin üzerini örtmelerine, akıl taşıyan ve bu aklı nasıl kullanacağını bilecek kadar deneyimlerden ders çıkarmış fenerler zamanında ve yerinde müdahale edebilsinler.

Belki bu dediklerim şu anda belagat çiçeği misli görünebilir ama akılla, vicdanla, yürekle ve elbette hesapla, kitapla, en çok da ihtiyaçla, istekle, beklentiyle, inanarak ve elbette bilimle, başka ifadeyle bilimsel iyimserlikle, umutla ortaya konan hayaller değil midir, en sonunda gerçek olan?
Biz görmüşüz, görmemişiz ne önemi var?

"Biz ki İstanbul şehriyiz, seferberliği görmüşüz: Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi bir de ittihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi 914'ten 18'e kadar. Yedi bitirdi bizi"  diyordu, “1 YIL YİNE 1919 ve İSTANBUL'UN HÂLİ ve ERZURUM ve SİVAS KONGRELERİ ve KAMBUR KERİM' İN HİKÂYESİ” başlıklı şiirine başlarken Nazım Hikmet.

Bu dizeleri yazarken, muhtemelen zindandaydı ve aldığı dersleri hepimize vermek için yazdığı da kuvvetle muhtemeldi.

Aynı şekilde ve ondan çok önce H.R.Gürpınar da, şu 1918’de başlayan İspanyol nezlesini ve çıkardığı dersleri,“Hakka Sığındık “adlı romanında çok güzel ve çağın atmosferine uygun biçimde Türkiye açısından yansıttığında; hatta sanki bu kitabı sırf bunun için, başka ifadeyle bu salgın üzerinden toplumun cehalet ile yobazlık örüntüsünü anlatmak için yazdığında yıl 1919 idi. Ve şimdi geldiğimiz noktaya bakarsak, tüm teknolojik gelişmeye, devasa gökdelenlere, hatta bebelerin analarının karınlarında cinsiyetinin belirlenmesine, hatta ve hatta insanın yaş ortalamasının bir kurul tarafından yükseltilmesine, vb. rağmen kafalarda değişen bir şey olmamış.
Neden? Çünkü dünyaya hükmedenler, akıllar değişmesin diye ve değişenleri de geriye, ortaçağ karanlığına ya da başka ifadeyle Tanzimat öncesi karanlığına döndürmek için bütün mekanizmaları kullanmışlar.

Evet, çok uzun zaman önce değil, şunun şurasında 100 yıl kadar önce, İspanyol nezlesi 11 Mart 1918'de ABD'nin New Mexico eyaletinde tespit edilmiş, bütün dünyayı sarsarak,18 ay içinde 50 milyon kişiyi öldürmüştü.
Hiç ders alınmıyor mu yoksa bu dersler fırsata mı çevriliyor da hâlâ ve sürekli olarak karşımıza çıkan aynı miniminnacık bir mikrop çeşidininin yarattığı felaketler kapımıza dayandığında hemen hemen tüm dünyada, özellikle de emperyalizmin ve daha çok da siyonist/ emperyalist düzeneğin güttüğü ucube haline gelmiş kapitalist dünyada, yetersiz kalınması bir yana, hâlâ mal mülk, para-pul düşünülüyor ve insan hayatı da, sağlığı da, bu pandemi günlerindeki çaresizliği de hiçe sayılarak, hem de 21.  yüzyılda, bilim, hatta moleküler bilim, hatta insan yapımı virüs, DNA dizilimlerine müdahale, genetik mühendislik, vb. yönünde gelişen bilimsel teknoloji nutuklarının atıldığı, bunun YDD adında bir ucube düzen ile bir dünya devleti ile taçlandırılması müjdelerinin verildiği bir tarih diliminde… Tüm dünya, kontrollü mü, kontrolsüz mü henüz bilemediğimiz, başka ifadeyle koronayla terbiye edip, köleliğe razı mı etmek istiyorlar bilemediğimiz bir ateşe atılıyor?

İşte asıl soru bu ve bu soru dünya çapında sorulmazsa, gözümüzün önünde olsa da cevabı gün yüzüne çıkmayacaktır; bu soruyu sormak da, sordurmak da akıl taşıyan fenerlerin boynunun borcu olarak önümüzde duruyor.

Evet, her yüzyıl başlarında bunlar olmuş ama MÖ 429-426'dan günümüze kadar sadece bu yıllarda değil, her yüzyılın epey yıllarını kapsayan zamanlarda sayısız ve vahim salgınlar olmuş. Yani, bu işte bir şeytan parmağı ya da bir yüce gök dahli olduğunu söylemiyoruz; tesadüf de değil elbette ki, uygun şartlar oluşunca ve her bir salgından ders alınmayıp, imkân dâhilindeki çareler geliştirilmeyince ya da çare niyetine ama çarenin tam tersine, sırf daha çok para ve güç elde etmek niyetiyle doğaya ve haliyle insana da hükmetmek için iktidar olmanın gücünden yararlanarak, bilim dâhil, din, medya ve bilumum baskı ve hile mekanizmalarını kullanarak hareket edilince ki böyle hareket ettiklerini görebiliyoruz, bu salgınların olması kaçınılmazdır.

Ancak yine de, bu covid 19 belası ile çepeçevre sarıldığımız bu günlerde, elimizdeki tek çare, bunlardan ders çıkarmak ve bu derslerin önümüze koyduğu çareleri ve görevleri yerine getirmek üzere bilime sarılmak ve derslere sıkı sıkıya sarılınmasına önayak olmak için bu minik ama hızla canavarlaşan mikroba köpeksiz köyde olmadığını, bilimin kendisinden büyük olduğunu göstermek için, bilimsel iyimserliğimizi korumak ve bilimin çerçevesinde kalarak mücadele etmektir.

Ne olur ne olmaz, belki bir gün korona mikrobu bizim de kapımızı çalar ve bu dünyadan göçer gideriz, bu yüzden bu kısa deyişimi tarihe not olarak düşünelim.


Fikret Uzun
29 Mart 2020

14 Mayıs 2018 Pazartesi

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR III


BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR III
Seçim Sathı Mailinin Yüklediği Görevlerden “BOYKOT” Sathı Mailine Savrularak Sıyrılmak Mümkün müdür?
Değerli yoldaşım, daha önce de yazmıştım, bu günlere, tıpkı Fransız ihtilalinin ardından egemenliğini pekiştirmeye çalışan burjuvazinin, halk karşısındaki egemenliğini korumak için soyluluğa ve feodal-bürokrasiye bırakması gibi, 12 Eylül ile beraber, Kemalistlerin, sosyalist hareketi peşlerine takarak yok edemeyeceklerini anlayınca, yönetimi gerici, dinci akımların eline teslim etmeleriyle gelinmiştir.
Önemli ve azımsanmayacak adımlar atarak geldikleri eşikte eşelenip durmakta ama bir türlü öteki tarafa geçememektedirler ki ne Türkiye ve halkı, ne bölge ve halkları yanında yönetimleri, ne de emperyalist dünya dünkü gibidir; üstelik emperyalist dünyada işler eskisine göre çok daha karışık ve ters gitmektedir.
İşte hem emperyalist dünyada, hem bölgede ve hem de Türkiye’de, egemenliklerini pekiştirmeye çalışan “büyük zenginler”, Kemalist yüksek kadrolara yaptırdıkları gibi, eşikte takılı kalan rejimi kurtaracağım derken, öyle ya da böyle işçi ve emekçileri, toplumun en geniş kesimini zapt-ı rapt altında tutmak ve sömürü çarkını döndürmek için onca zaman kullandığı cumhuriyetten de olmamak için, dinci akımların da ortak olduğu iktidar bloğunu, bu eşiğin gerisine çekilmesinde, çekilmek işine gelmiyorsa, bu eşiği daha sağlam basarak ilerlemek üzere geri çekecek ve geri çekerken egemen sınıfların sözünden çıkmayacak olan bir siyasi iradeye bırakmasında yarar görmektedirler.

Bu yüzden, daha önce şaibeli bir referandum marifetiyle onaylattırılan ve Türkiye’yi dejure otokratik bir rejime dönüştürmesi planlanan anayasanın geçerli olmasını sağlayacak seçimleri 2019’a bırakmışken, ani bir kararla ve bildirim ile erkene alındığı ilan edilmiştir.

Başka ifadeyle, hem ekonomik, hem politik, hatta hem de ideolojik olarak sıkışmış olan eşikte takılı “yeni” rejimin, kavga katsayısı artma eğilimi gösteren toplumsal güçlerin, otokratik bir anayasaya dönüş planlarını bozabilecek bir doğrudan devrim yoluyla laik bir cumhuriyete dönüş yolunda kavgaya tutuşması ihtimaline karşı, önemli oranda tamamlanmış ama eşiği aşamamış olan karşı-devrimi geriye çekmek, tahkim ederek daha sağlam adımlarla ilerletmek için toplumsal güçler âcil bir seçim sath-ı mailinde karşı karşıya getirilmiştir.

Yani, otokratik bir rejime dönüş ile laik bir cumhuriyet rejimine dönüşün onaylanacağı görüntüsü veren bir erken, baskın ya da Kılçer’lerin deyişi ile korsan seçim sathı mailinde toplumsal güçlerin karşı karşıya getirilmiş olması söz konusudur!

Bu, iktidar bloğu ile muhalefet bloğunun son dakikada onca zaman olduğu gibi, hep birlikte bu toplumsal güçleri ters köşeye yatırma ve eşikte takılı kalan otokratik rejimin eşiği atlamasının kotarılması ihtimalinden bağımsızdır; bu mümkündür ama tersi de yani geri çekilmesi öngörülen eşikten daha fazla geriye düşme ve eşiğe kadar getirilen karşı-devrimin bir doğrudan devrimle püskürtülmesi de mümkündür ve seçim süreci içinde, bu birbirleriyle kavgalı toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımlarına göre şekillenecek bir ihtimaldir.

Dolayısıyla toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımı, iktidar bloğunu ve muhalefet bloğunu böyle bir ihtimale sevk eden bir durum yaratırsa, bu, toplumsal güçlerin bir tarafını otokratik anayasa yönünde kemikleştirirken, diğer tarafını laik cumhuriyet yönünde kemikleştirecektir ki, işte o zaman devrim yolu kuvvetli bir ihtimal olarak ortaya çıkabilir ve toplumsal güçlerin diğer tarafı bu yolda konuşlanmaktan başka çare görmeyebilir.

Bunu seçim sürecinde ortaya çıkan gelişmeler, olaylar, baskılar, sahtekârlıklar, uzlaşmalar, yasaklar vb. ve elbette bu sürecin hareketliği içinde eylemli bir bilinç mekanizmasının etkisinde kalan toplumsal güçlerin aydınlanmaları ve çıkarları için bilince uyanmaları belirleyecektir.

Öyleyse, dereyi görmeden paçaları sıvayıp, “BOYKOT”  eylemine atlamak kabul edilir bir tutum olmasa gerektir.

Kaldı ki, Nisan 2017 Refarandumundan bugünkü seçimlerin ne farkı var ki, o gün “boykot” değil, “hayır” mücadelesi kararı alındıysa, bugün neden “boykot” ihtiyacı öne sürülmektedir?

Bizim bilmediğimiz, göremediğimiz, TKH’nin bildiği ve gördüğü, tüm anayasal kanalların dışında dolaysız bir çıkış arayan ve bulan, zengin bir devrimci enerjiyle gericiliğe karşı kesintisiz atağa geçmiş kitlesel hareketlilik mi mevcuttur da “boykot” bir zorunluluk halini almıştır?

Birincisi şartlar değişmedi, dün de seçimler anlamsızdı, bugün de öyle ama dediğim gibi bu bir dayatma olsa da, seçimlerin hiçbir anlamı kalmamış olsa da, kitleler buna rağmen bu seçimleri, hem de oldukça heyecanlı olarak, kabul etmişlerdir; bununla birlikte, kitleler seçimlere karşı yükselen bir coşku taşırken, devrimci bir yükselişe inanmamakta, hatta aklına bile getirmemekte, böyle bir durumu beklememektedirler.

Böyle bir koşul mevcut olmadığı halde, düzenin sıkışmışlığının sonucu olarak, her türlü oyunu ve oyun içinde oyunu barındırdığı aşikâr olan, dolayısıyla seçim vasfını kaybetmiş olan bir seçim dayatmasını,”oyuna gelmeyelim”, bu seçimden “kurtuluş çıkmaz”,“ eşikte eşelenen rejimin onaylanmasıdır” bahanesiyle reddedip “BOYKOT”a savrulmak, olgulara sırtını dönerek, ihtimallere teslim olmak demektir; başka ifadeyle, oyun dışında pirinç ararken, oyunun içindeki bulgurdan olmak demektir.
Öyleyse, gericiliğin, az ya da çok yakın devrimci dönemlerin anısını ve geleneklerini, halkın kafasından silmeyi başarmasına izin vermemek için inadına hatırlamak gerekir ki, “geniş devrimci bir yükseliş dışında bir anlama sahip olmayan boykot, bir taktik çizgi değil, özel koşullar altında uygulanabilir olan bir özel mücadele aracıdır ve Bolşevizmi boykotçulukla karıştırmak, Bolşevizmi aktivizmle ya da boyevcilikle karıştırmak kadar yanlıştır…”
Diğer yandan, meselenin, bugünkü seçimlerin niteliği,”boykot”a kendiliğinden mecbur bırakıp, onu en devrimci iş olarak meşrulaştırıyormuş gibi sunulması son derece sakat bir tutumdur ki, ister istemez, kendisi de bir eğik düzlem olan seçim sathı mailinden, başka bir eğik düzleme ricat etmek istendiğini düşündürtmektedir.
Oysa bir komünist hareketin yüksekteki temsilcisi, boykota ilişkin son kararın, salt bugün dayatılan seçimlerin niteliğine bakarak değil, daha önceki deneyimlerin de göstermiş olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verileceğini pekâlâ bilir.
Öyleyse mecbur bırakıldığımız düşüncemizde haksız sayılmayız.
Çürümüş, kokuşmuş, vahşileşmiş burjuvazinin yobazizm önünde eğilerek, kendi yasallıklarının bile gerisine yönelecek denli ödlekliği, küçük burjuvazinin kararsızlığı, işçilerin liderlikten yoksunluğu, hatta sahtekârların, hainlerin, burjuva ajanlarının liderliğine mahkûm edilmişliği, gericiliğin iktidarı elden kaçırma korkusuyla ve günü kurtarma güdüsüyle izlediği dargörüşlü politikaları, hatta gericiliğin selameti için, bir ülkenin her anlamdaki tüm birikimlerini düzleme politikaları, takiyeci, sahtekâr hatta kör cahil bir tarikat şeyhinin eteklerini öperek kendine yer açmaya çalışan profesörlerin iki yüzlülükleri, sahtekârlıkları, cehalet kokan “analizleri”, en koyu muhafazakâr kesilebilecek kadar sahtekârlığı çapsızlığından daha çaplı olan işçi liderleri,”komünist”, “sosyalist”, “liberal”, “sosyal-demokrat” gömleklerini üzerlerinden çıkarmadan yeni-mürteciliğe savrulan liderler, egemen sınıflar istedi diye emir telakki edip, yönetiminde bulundukları laik (ne kadar kaldıysa) cumhuriyeti, çok gerisinde bir ilkel ortaçağ karanlığı ile değiştirmek isteyenlere teslim edip, üstüne üstlük, bir de emrine giren yüksek Kemalist kadrolar, işçiler, kent ve kır emekçileri, küçük esnaf,  memurlar göz göre göre barınaksız, sığınaksız, mücadele araçlarından yoksun bırakılırken sessiz kalan ve işler terse sarmaya başladığında, bir saylavlılığın koruyucu şemsiyesi altına girmek için koşarak kaçan “sendikacılar”, işçi “liderleri” ve daha nice hainlikler, sinsilikler…
Ve elbette bütün bunlar olup biterken, en geniş kitlelerin bir yok - demokrasiye hapsedilmeleri,  işçi ve emekçiler ve toplumun bir avuç büyük zengin ve onlardan sebeplenen az sayıdaki küçük, orta, biraz daha az büyük burjuva dışındaki ezici çoğunluğunun mahkûm edildiği en baskıcı ve totoliter politikaların ve uygulamalarının, medyanın ve yukarda resmettiğim bilumum sahtekârların yarattığı marifetli “demokrasi” illuzyonuyla üzerinin örtüldüğü ya da hatta bu illuzyonun etkisiyle rahatlıkla uygulanmasının kolaylaştırıldığı bu geleceksiz, barınaksız, sığınaksız ve mücadele araçsız bırakan sinsi baskı mekanizmalarını, totaliterizmi konuşlandıran politikalarının ve topluma bir korku jeneratörü misli dayattıkları, bir cadı, bir öcü avına dönüştürülen, sonrasında fiyasko ile sonuçlanan ”Ergenekon”, ”Balyoz” vb. türü siyasi mahkemelerin daha çok “demokrasi”  sağladığı, ya da sağlamak için olduğu yanılsamasının yerleştirilmesi…
Ve dahi bunlar olup biterken, bu mekanizmanın, bu konuşlanmanın, bu sinsiliklerin, bu işçi ve emekçi düşmanlığının, bu halk düşmanlığının, bu cumhuriyet düşmanlığının baş müsebbibine taban olmaları bir yana, bu mekanizmanın, bu konuşlanmanın bizzat kendisine, bütün bunları şikâyet etmek, bu baş müsebbipden en asgari ekonomik-demokratik istemlerde bulunmak üzere, toplumun ve siyasetin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, tüm köşe taşlarını tutmuş yeni tip Gaponların peşine takılarak, kendilerini bile bıktıran barışçıl yürüyüş- miting- hatta 1 Mayıs eylemlerindeki kısır döngünün içine savrulan işçi ve emekçilerin, toplumun ezici çoğunluğunun, bu kısır döngünün ve yarattığı atmosferin pek bilincine uyanmasalar da, ortada bir tersliğin olduğunun ama tutunacak dallarının kalmamış olduğunun farkına varmalarıyla birlikte en edilgin halet-i ruhiye içine girdikleri bir zamanda, tutundukları ekonomik-politik- örgütsel bütün dallardan umutlarını yitirdikleri bir zamanda, bu müsebbibin,  dallı-budaklı-dev gövdeli yıllanmış ağaçlara olan hıncıyla, öteden beri sistemli ve sinsi bir şekilde dayatılan karanlıkla ve korku üreten cadılarla, öcülerle körelmiş gözlerini, geriletilmiş akıllarını ve kilitlenmiş yüreklerini açarak, onca zaman farkında bile olmadan biriktirdikleri tüm öfkelerini kusmak için, hiçbir yeni Gapon’un peşine takılmadan, hatta onların kendi peşlerine, aralarına katılmalarına bile izin vermeden ayağa kalkmışlar, nerdeyse evlerinin balkonlarından atlayarak, hep birden “yeter gayrı” demek için,1 Mayıs’tan kaçırmak için gittikçe küçültülen ve daha da küçültülerek yok edilmek istenen Taksim meydanına, Gezi Parkı’ndaki ağaçların ve onlara siper olmuş bir avuç gencin yanına koşmaları, milyonlar olarak Taksim’e sığmaya çalışmaları, sığamayınca, tüm Türkiye’yi Taksim’e çevirmeye çalışmaları…
Ve akabinde medyanın gücü ve bilumum sahtekârların, yeni Gaponların ikiyüzlülükleri, sinsilikleri ile yarattıkları “demokrasi” illuzyonu ile zorsuz-zahmetsiz konuşlanan totalitarizmin, “korkanların daha çok korkutmak istedikleri” aksiyomunu doğrularcasına başvurdukları acımasız, vicdansız, kanlı zoru ile karşılaştıklarında, korkmak yerine daha çok öfkelenmiş olmaları, hatta kendilerine kuzusu misli gelen gençlerin anaları bile, korkup çocuklarını eve kilitleyeceklerine, ellerinde sefertaslarıyla yanlarına gitmiş olmaları, çocukları yanında bütün gençlere kalkan olmaları ve daha çok alanları, daha çok caddeleri, sokakları, parkları zaptetmek için akmaları ve o acımasız, vicdansız, kanlı zorun üzerine bir çakıl taşı dahi atmamış, sadece vücutlarını ve kararlı öfkelerini fırlatmış olmaları…
Ve elbette en başında resmettiğim ödlekliklerin, kararsızlıkların, sinsiliklerin, sahtekârlıkların, hainliklerin, yeni-mürteciliklerin, Gaponlukların ne denli her yeri sardığını gösterircesine, bu kendiliğinden fışkıran, alanlara akan, adaletsizliğin, haksızlığın, hukuksuzluğun, zulmün, vicdansızlığın, acımasızlığın, türlü kılıktaki yobazlığın üzerine öfke kusan, elinde bir çakıl taşı dahi taşımadan ilerleyen halk selinin içine bile sirayet ederek, tek başına başedemeyen zorun amacına, bu selin içinden hizmet ederek, bu seli kurutamasa da, yıkıcı etkisini kırması ve sönümlendirmesi…
Tüm bunlar, hiç de yeni olmayan, tarihin pek çok dönemecinde yaşanmış olgularken, bugüne, bu geride bıraktığımız ve bugün yaşadığımız gerçekliklere bıraktıkları dersleri özümsemek, bugün hâlâ geçerli olan ve dahi katastrof finale kadar da sormak ve cevabını bulmak zorunda kalacağımız “ne yapmalı” sorusunun cevabının bu güne taşınan dersler yanında, bugünün yaşanmış gerçek olguları içinden bulunup, çıkarılması gerektiğini hatırlamak bir yana, bu sorunun cevabının muhataplarının, öncelikle, bu tablo karşısında önlerine dikilen “ne yapmalı” sorusunun azametinden ürkerek “BOYKOT” politikasının eğik düzlemine savrulanlar olduğunun da aklımızın bir kenarına kaydedilmesi gerektiğini de unutmamak gerekmektedir.
Dahası ve belki de daha önemlisi, bütün bunlar, sınırlarımızın çevresinde ve dünyamızın bize en uzak yerlerinde yaşananlardan bağımsız olmadığı gibi, belki de daha çok bu yaşananların dayattığı, yani yenidünyacı emperyalizmin dünya çapındaki ve daha çok da özellikle bizim de için de bulunduğumuz Ortadoğu ve Kafkasları içeren bu büyük coğrafyada sahneye koyduğu ekonomik-politik-askersel sinsi-açık oyunların sonucu olduğunu da akılda tutmak gerekmektedir.
Öyleyse, birinci ve en önemli adım, öncelikle bu tablonun içerdiği dersleri, geçmişinden gelen dersler ile birlikte özümseyerek çözümlemek ve tüm azameti ile karşımıza dikilmiş olsa da, hatta beceriksizliğimizi sorgulayan bir sertliği de yüzümüze vurmuş olsa, “ne yapmalı” sorusunun cevabının “BOYKOT” olmadığını, bu sorunun tüm azametine ve tüm umutsuz görünümüne karşın, cevapsız da olmadığını, hatta yer yer yetersiz kalınsa da, hatta son derece vahim sonuçları getirmiş olsa da ama yeterli de olsa, son derece büyük ve dünyayı altüst eden bir sonucu da getirmiş olsa ve bu sonuç uzun bir zamandan sonra belli nedenlerle tersine çevrilmiş de olsa, cevabının dün de, ondan önce de verildiğini ve dahi bu cevabın, öncekilerden bağımsız olmayan ama daha ileri bir seviyeden, tarihin akışının bugünkü tarih sahnesine taşıdığı ekonomik- politik- teorik- örgütsel atmosferin içinden yükseleceğini bilince çıkarmış dolayısıyla inanmış ve kabul etmiş olmaktır.
Yukarda resmettiğim tablolar, Marx’ın deyişiyle, uluslararası plandaki tablolardan bağımsız olmayan bu acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzdaki tablolar zinciri, sınıf mücadelesinin, koskoca siyasal ve hatta orijinal biçimler alarak geliştiğini gösteren tablolar, amacı sınıf mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, her devrimci mücadelenin, devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı devrimin, bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar, yani katastrof finale kadar, bir ham hayal olarak kalacağını göstermek olanağını veren ve dolayısıyla, ister zafer kazandırsın, isterse yenilgi ile sonuçlansın, “ne yapmalı” sorusunun da, cevabının da, katastrof finale kadar nihai bir sonuç getirmeyeceğini ama “komünistlerin”, tarihin akışı içinde yer yer sessiz, yer yer çalkantılı olarak sürüp giden yaşamın dayattığı “ne yapmalı” sorusunu, zafer kazanacağının garantisinden ya da imkânsızlığından bağımsız olarak bu acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzdaki tablolar zincirinin bütünselliğinden bulup çıkardıkları derslerin ve işaretlerin yol göstericiliğinde, sonuçları zafer de getirse, yenilgi de getirse, bu sonuçların her birinden ayrı ayrı dersler çıkartarak, tarihin akışının önlerine çıkardığı yeni bir ne yapmalı sorularına verilecek cevaplara daha bir kolaylaştırıcı ve daha bir sonuç alıcı güç ve imkân biriktirerek, mümkün olan en doğru biçimde ve her zaman katastrof finali ham hayal olmaktan kurtarmaya, olgunlaştırmaya, daha çok yakınlaştırmaya ve elbette sonuçlandırmaya hizmet edecek biçimde cevaplamaya çalışmaktan vazgeçmeyeceklerdir! 
Dün de böyle olmuştur, bugün de böyle olacaktır.
13-Mayıs-2018

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR II


II.BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR
Karşı Devrim de Bir Devrimdir
Karşı devrim, Kemalizme, laisizme ve cumhuriyete hücum ile ve seçimle geldi.
12 Mart’ı mı,12 Eylülü’mü yoksa 28 Şubat’ı mı başlangıç almalıyız ki arada 1993 Çiller seçim darbesi de var, bunu bilmiyorum; belki 12 Mart, belki 12 Eylül, belki 28 Şubat, ama kesinlikle 2002 Kasım değildir; bu tarihe kadar zaten karşı-devrimin yarıdan fazlası, tekellerin mutfağında ve yüksek kemalist kadroların ve şimdilerde “yetmez ama evet”çilikleriyle anılan,12 Eylül ile birlikte TC’nin şefkatli kollarına koşan sahte sol gömlekli azap zebanilerinin, elleriyle pişirilmişti.
Pişirilmiş, böylece de AKP ve Erdoğan’ın kucağına bırakılmıştı.
Hepsi ama hepsi, yönetimindeki TC’nin ileriye gitmesinden, böyle giderse cumhuriyeti bir türlü terbiye edemedikleri komünistlere kaptırmaktan korkan, Kemalist yüksek kadroların, yönetimi dinci akımlara teslim etmesi, cumhuriyetin kurucu partisini deforme etmesi ve giderek tasfiye etmesi, birlikte Kemalizme ihanet etmesi, hücuma geçmesi sonucu gerçekleşmiştir.
Ve büyük bir tahribatla bugünlere gelmiştir.
Karşıdevrim elbirliğiyle bugüne ilerletilirken, “Kemalist vesayet rejimi” ne karşı koca bir toplum vesayet altına alınırken, vasat bir “politikacı” nın “halife” pelerini kuşanmasını sağlayan bir darbenin peşinden en çok,“darbelere karşıyız”, ”darbelere dur de” , “kahrolsun cumhuriyet”, ”kahrolsun laisizm” haykırışlarıyla ve de anti-komünist, dinci örgütlerle ittifak halinde, hatta kol kola, liberaller ve ondan daha az olmamak üzere, komünist parti artıkları ve peşlerinden giden vurgun yemiş solcular, sosyalistler ve de  “demokrasi” yi kendileri için iyi-dua, karşıtları için, hatta ezilen ve sömürülen sınıflar, halklar için bile bet-dua niyetine dilinden düşürmeyen Kürtler gitmiştir ve bu eserlerin önünde devam ettiklerini kanıtlamak için, dağa, taşa cumhuriyetin halifelikten daha kötü, daha adaletsiz, daha anti-demokratik, daha hukuk-dışı vb. masalını yazmışlar ve herkesi, “cumhuriyet” diyerek kirlenmekle korkutmuşlardır!
Şimdi, karşı-devrim, bugünün tarih sahnesinde, Tanzimat öncesi bir ortaçağ karanlığının resmini taşıyan tabloyu örtmek üzere iğreti bir biçimde monte edilmiş, vatan, millet, Sakarya ve bayrak ve cumhuriyet tablosunda görüldüğü gibi, takılıp kaldığı eşikte eşelenip dururken, eşelendikçe de eşiğin üzerindeki tümsekleri yükseltmekte, güçlendirmekte ve kendisi de güçten düşmektedir; düşmüştür.
Artık cumhuriyetten bir şey kalmamış ama yerine başkası da konulamamıştır ki bu, “yeni” rejimin, dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül karşı-devrimi olarak hukuki zemininin kurulamamış olması demektir.
Gücü, kendisinden daha çok, başta Kürt siyaseti olmak üzere, “muhalefet” gömlekli bilumum sacayaklarının açık ve/ya da sinsi desteğinden gelen dinci-gerici, osmanik-islamik rengi ile iki arada bir derede misli sallanan “Yeni” rejimin güçsüzlüğünün katsayısı bu denli yüksektir.
Sacayaklarının henüz, gövdesi üstüne düşmesine neden olacak şekilde desteğini çekmemiş olsa da, kendi ayaklarının birinin çukurda olması sebebiyle, oldukça belirleyici bir şekilde sarsılmasına, dengesini kaybetmesine neden olduğu ve ayaklarını çukurdan kurtarmak diğer ayaklarına sağlam basma ihtiyacına yaslandıklarından, “yeni” rejimin, gövdesi üzerine yumuşak bir düşüşe doğru yuvarlanması kuvvetle muhtemeldir.
Evet, 27 Mayıs ihtilâli, burjuva Cumhuriyet’i sürdürülebilir hale getirmek için gerçekleşmişti; gerçekten de en uç noktasına kadar ilerletti ve oradan itibaren geri çekilerek, önce 12 Mart ve ardından 12 Eylül darbesiyle artık tekelciliğin zirvesine çıkan burjuvazinin kendi yasallıklarını bile reddederek, burjuva rejimini kendi sınırlarının da gerisine çekme ameliyesi, yani burjuva Cumhuriyet’in çökertilmesi ve yerine Tanzimat öncesi bir ortaçağ karanlığının yerleştirilmesi ameliyesi başlamış bu ameliye ile bu ameliyenin nihayete ermesinin garantisi için kurulan Eylülist rejimin çeşitli seçim ve darbe hamleleriyle önemli oranda kotarılarak, Erdoğan ve AKP’nin kucağına bırakılmıştır.
Velhasıl, 27 Mayıs İhtilali, burjuva cumhuriyet’i sürdürülebilir hale getirmek için önce ileriye, demokratik devrimin en son noktasına kadar uzanıyor; akabinde kendisinin vardığı bu noktadan ürküyor ve tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekilmek için, kendi varlığına bile hücum ederek, geriye, ortaçağ karanlığına doğru ilerliyor; 12 Mart ve 12 Eylül bu geriye doğru çekilmenin en önemli başlangıç halkalarıdır ve bu gerilemenin yerleşmesi için bazen bir adım ileri, iki adım geri ihtiyacından doğan taktiğini, bazen de sürekli bir geriye ilerleyiş içinde ki tarihe Çiller darbesi olarak kaydedilen 1993 seçimleri ve 28 Şubat darbesi bu geriye ilerleyişin, yani karşı-devrimin diğer yerleşme, pekişme, konuşlanma halkalarıdır ve en sonu 3 Kasım 2002 seçim darbesine ulaşılmış, buradan itibaren de cumhuriyetle birlikte bütün yapı ve kurumlar çökertilerek son derece orijinal bir eşiğe gelinmiştir.
Karşı-devrim bu eşiğe gelmiştir ama bu eşikten ileriye gidememekte bu eşikte cumhuriyetçilerden daha cumhuriyetçi bir renge bürünerek eşelenmektedir; eşelendikçe eşiğin üzerindeki tümsekler yükselmektedir ve yükselmiştir; öyle ki üzerinde bir Tanzimat öncesi ortaçağ karanlığının diktatörlüğü konuşlandırılarak çökertilen cumhuriyetin rengine bürünmeden o eşiği tutmaları bile mümkün olmamaktadır; sıkıntı, yükselen tümseklerden yükselmektedir ve tümsekler pek öyle kolay düzlenecek gibi görünmemektedir; öyleyse sıkıntı eşiğe dönmüştür.
Kemalistleri ve kemalist yüksek kadroların yönettiği cumhuriyeti çökerten karşı devrim, bu eşikte eşelenirken, toplumun önemli bir bölümü, oranı yüksek bir sol renkle kemalize olmuştur; şimdi kemalizmin ve cumhuriyet düşmanları düşmanlıklarını örtmek için, kemalci ve cumhuriyetçi renge bürünmeye çalışmaktadırlar ve bu halkın kemalize olma ve sol rengini artırma katsayısını daha çok yükseltmektedir.
Tümseklerin, eşiğe yönelik bir hücumla düzlenmesi olasıdır;  bunun yerine, eşikte tıkanıp kalan rejimin geri çekilmesi anlamına gelen, eşiğin geriye çekilmesine yönelinmesi sıkıntının göründüğünden çok daha büyük olduğuna işarettir.
Öyleyse eşiğin geri çekilmesine yönelik hücumda, bitaraf değil, hem taraf olmak yerindedir; bu tümüyle politiktir.
Öyleyse, kahrolsun cumhuriyet düşmanları, yaşasın cumhuriyet!
Peki, sosyalist mi, tekellerin cumhuriyeti mi?
İkisi de değil ve laik, demokratik, devrimci cumhuriyet; Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte kuracakları halkçı-devrimci-emekçi cumhuriyet yerindedir ve sosyalizm düşmanlığı içermemektedir; dışlamamaktadır.
Seçim mi?
12 Eylül faşist darbesi ile birlikte konuşlandırılan Eylülist rejimin ki tekellerin egemenliğinin konuşlandırılmasıdır, yerleşme sancısı çektiği her dönemecinde seçimler bir darbe misli uygulanmış, uygulanamazsa, darbeye ya da en azından darbemsi oyunlara başvurulmuştur.
Dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlüğü konuşlandırılarak, önemli bir eşiğe, ya da kavşağa getirildiği Eylülist rejimin son halkası olan AKP-Erdoğan iktidarında ilerleyen süreçte olduğu gibi bugün de değişen bir şey yoktur.
Çünkü artık seçim ile darbe özdeşleşmiştir.
Bugün seçim karşı-devrimci oyunun son halkası ise, düzlemi hukuki değil, karşı-devrimcidir ve oyuna katılmak, karşı-devrime karşı, devrimci bir zeminde konuşlanmanın, karşı-devrimin hukuki zeminine geçit vermemenin ilk adımıdır; bu, tümüyle politiktir.
Tümsekleri eşikle birlikte düzleyip aşmak için bir seçim oyununa daha başvurması, eşiğe dayanmış karşı-devrimin, ister-istemez geriye çekilerek, karşı-devrimin zemininde yine ister-istemez küçük de olsa kapaklar açması demektir; işte seçimin öncekinden hiçbir farkı yokmuş görünse de, bir değişimle sonuçlanması demek, bu kapakların açılması demektir ve seçime dâhil olmak demek, bu kapaklardan devrimi sokmak ve devrimci bir zemin yakalamak demektir; tersi, karşı devrimin tıkandığı eşiği, üzerindeki tümseklerle birlikte düzlemesi ve karşıya geçmesi demektir; karşıdaki zemin artık hukuki olacaktır ve karşı-devrimin hukuku tamamlanmış olacaktır.
Elbette dünyanın sonu olmayacaktır, devrimci savaş yine devam edecektir ama hukuksuz bir karşı-devrimci zemini alt edemediysek, hukuki bir karşı-devrimi alt edebilmemiz, ham hayal olmasa da, acılarla dolu oldukça uzun bir yol kat etmeyi zorunlu kılacaktır.
Demek ki, oyuna dâhil olup, açılan kapaklardan içeri girerek devrimci bir zeminde konuşlanmak için fırsat yaratmak yerine, sonucu en baştan değişmez bulup, sonucu değiştirme kudreti yaratmayacağı baştan belli olan bir ”Boykot”  iradesi, “sonucun değişmezliği “ konusunda haklı çıkacak ama “BOYKOT”un değiştirme gücü konusunda haksız ve yanlış çıkacaktır.
Marks, Bonaparte’ın 18. Brumaire’inin son cümlesinde şöyle diyordu:
”Durumunun gerektirdiği çelişkilerin baskısı altında, bir yandan Napoleon'un yerini dolduracak kişi olarak, bir hokkabaz gibi, kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak zorunluluğu altında, sürekli şaşkınlık yaratarak, yani her gün minyatür bir hükümet darbesi yapmak zorunluluğu altında, Bonaparte, bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getiriyor, 1848 Devrimi için ihlâl edilmez görünen her şeyi ihlâl ediyor; kimilerini devrime boyun eğmiş, kimilerini de devrim ister duruma getiriyor ve hükümet mekanizmasından hükümet mekanizması halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil hem de gülünç ederek bizzat düzen adına anarşi yaratıyor.
Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte'ın omuzlarından düştüğü gün, Napoléon'un tunçtan heykeli, Vendöme dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir.”
Gerçekten de, Marx, 18. Brumaire’in 2.baskısına önsöz yazarken, Louis Bonaparte'ın 1848 devrimi bastırıldıktan sonra seçimle geldiği devlet başkanlığı koltuğunda, 1851 yılı Aralık ayında bir darbe ile imparatorluğunu ilan ederek giydiği imparatorluk pelerini, omuzlarından düşmüş, tunçtan heykeli, gümbürtüyle devrilmişti.
Türkiye’de de ve öteden beri, darbenin gerekli olmadığı zamanda seçim yapılıyor, seçimin yetmediği dönemde ise darbe geliyor ki ikisinin de darbe olduğu artık kendiliğinden anlaşılıyor.
Türkiye bugün de erken ya da baskın bir seçimle darbeye hazırlanıyor!
Peki, darbe kime vurulacak?
Yani seçim darbesi, mevcut iktidarın boynuzlarını mı kıracak, yoksa boynuzlarını güçlendirip, bir kez daha işçi ve emekçilerin tepesine mi inecek?
Yani kime “iyi yolculuklar” diyeceğiz, cumhuriyete mi, cumhuriyeti tepeleyip, öteki tarafa geçmek için eşikte eşelenen “yeni” rejime mi?
Hep sözümüzdür, hep gerçekleşmiştir, yine gerçekleşecektir.
Fikret Uzun
13-Mayıs-2018