30 Mart 2016 Çarşamba

LAİK KÜRT KADIN GERİLLALARDAN CANLI KÜRT KADIN BOMBALARINA…



“LAİK KÜRT KADIN GERİLLALAR”DAN, “CANLI KÜRT KADIN BOMBA”LARINA…

“Hükümetin terörle ‘yıldırılamayacağı’nı ve bu yüzden de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü bir mücadele sistemi olarak programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir…

Sosyal-demokrasinin (komünist hareketin) işlevi, kendiliğinden hareketin üzerinde dolaşan bir ‘ruh’ olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi ‘kendi programı’ düzeyine yükseltmek değildir de nedir? Bu işlev, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda bile harekete hiçbir yarar sağlamaz ve en kötüsü hareket için son derece zararlı olur…

Ekonomistler ‘salt işçi hareketi’ önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler…

İnançlarını yitirmiş olanların, ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur…” ( Lenin-Ne Yapmalı)

“Laik Kürt kadın gerillalar” dan IŞİD’in canlı bombalarından farkı olmayan “canlı Kürt kadın bomba”larına gelmiş durumdayız; işte bırakalım devrimi, egemenler üzerinde en küçük bir sarsıcı etki bile bırakmayan bir “yenilik” daha; hepimize hayırlı olsun!

Ancak köksüz ya da köklerinden koparılmış bir “yenilik”, yenilik değildir; bu anlamda “felsefi” ya da düşünsel planda nasıl ki Öcalan’ın kelamları bir yenilik değilse ve kökleri ile de DNA uyuşması kalmamışsa, kısaca geçmişin en kötü, hatta gerici düşüncelerini “yeni” ve özgünmüş gibi ortaya atılıp akıllar bozulmaya, daha önemlisi Kürt halkını ve onun haklı mücadelesi devrimcisizleştirmeye, hatta gericileştirmeye yarayan eski örneklerinin bir acıklı güldürüsü ise “canlı Kürt bombaları”da bundan ayrı olmayan bir gerici, devrimcisiz, köklerinden koparılmış, bir milim bile ileride olmaması bir yana, eskinin daha da gerisine düşmüş bir yeni olmayan “yeni”dir!

Sözde PKK’den ya da KÖH’ten bağımsız gösterilen, Öcalan’a da “sadık olduğunun” altı çizilen TAK’tan söz ediyorum; yani Öcalan’a sadakati gereği, katliam yapan, onlarca insanı öldürüp halkı terörize eden ve bunun için canlı vücudunu bir silah olarak kullanan TAK militanından söz ediyorum!

TAK böylece Öcalan’a sadakatini icra etmiş oluyor öyle mi? Yani demek ki “ TAK militanı, canlı Kürt kadın bomba” bu ölümcül katliam eylemini Öcalan’a sadakatinden yapıyor öyle mi? Peki ya “Laik kadın gerillalar” kime sadık? Peki, Öcalan –KÖH kime sadık? Kürt halkına mı ya da komple ezilen bütün halklara mı, onların kendi kaderlerini tayin etme haklarına mı, ya da başka ifadeyle vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına mı sadıklar? Kime sadıklar?

Yoksa ipine tutundukları karanlığa mı, dinci-gerici faşist 12 Eylül rejimine mi, “yenidünyacı” emperyalizmin ipine mi sadıklar da, kendilerine sadakatle bağlı olmalarının gereği olarak canlı bomba olan ve bir katliam yapmak için kendilerini patlatan bu bombaları, elbette onlardan önce TAK’ı, terörizmin ipine tutunmaktan, üstelik terörizmi lanetlemelerine, en azından onaylamadıklarını ilan etmelerine rağmen, alıkoyamamışlardır.

Öyleyse bu vesileyle hatırlayalım: Kürtlere bin yıl sonra gelmiş bir dahi birey olarak sunulan Öcalan’ın eski kelamlarını hatırlayalım; 1990’ların başında Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamlarında, “…katliam planları düzenlemekle şahin olunmayacağı, bunun çare, çözüm olmadığı, kısaca çıkmaz olduğu ” ifade ediliyordu!

1990’ların başında, “…Said-i Nursi, Şeyh Said, değişik tarikatlar, Nakşibendîlik benzerleri var. …Bunların hepsi aynı İslami emperyalist ekollerin ajan temsilcileri durumundadır…” diyen; ” … İdris-i Bitlisi’nin Nakşî ve Yavuz’un ajanı olduğunu; Barzanilerin de Nakşî ve güçlü ajan durumunu ifade ettiğini…” ekleyen, hatta bu tarikatlara çok güçlü yardımlar olduğunu, bizzat devlet tarafından finanse edildiklerini; tarikatlar eliyle Kürt çocuklarının devşirildiklerini, devlete hizmet eder hale getirildiklerini...” ekleyen ve yatıp kalkıp devletin deccal olduğunu ve devletsiz bir kurtuluş reçetesi sunduğunu ilan eden Öcalan şimdi artık “demokratik” İslam açılımları yaparak, bütün sarıklılara ve tarikatlara alan açmaktadır; HDP’de de gericiliğin temsilcileri az değildir ve bazıları bizzat Öcalan tarafından önerilmişlerdir!

Tamam, anladık, egemen ideoloji ve politikaları Kemalizm olan ve bu ideoloji ve politikalarla yönetilen TC’den, yani devletten az çekmedi Kürt halkı, bu doğru; ama bunun karşılığı, ya da bundan kurtulmak için, gericiliğin ipine, karanlığına, hatta sopasına sarılmak, olmamalıdır!

Ayrıca, bir “kapitalist modernite” karşıtı “demokratik modernite” söylemi tutturarak, Kürt kurtuluşuna sözde anti-kapitalist bir renk vermeye çalışmak ama bunun karşılığında Kürt halkını da, Türkiye’nin işçi ve emekçilerini de, velhasıl laik Türk halkını da kapitalizmin de gerisinde olan bir ortaçağ karanlığına ki “yenidünya” düzeni peşinde koşan emperyalistlerin de tam istediği budur, teslim etmekten çekinmemek, bunu politika bilmek; işin rengini tümüyle değiştirmiş, Kürt hareketini hızla gericiliğin, yobazizmin hizmetine koşmuştur!
Başka ifadeyle ve yine Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamıyla, Kürt halkı ve kurtuluş mücadelesi, Türkiye’nin egemen sınıflarının, gerici-dinci faşist 12 Eylül rejiminin sarılmış olduğu ve disiplinini hızla artırdığı bin yıllık silahın ki bu silah, gene Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamıyla, faşist 12 Eylül rejiminin Kemalist ideolojinin yerine ikame ettiği din silahıdır, disiplininin hizmetine koşulmuştur!

Bunda “kurtuluş”un zerresi yoktur; varsa, bu kurtuluş, en başta “yenidünya”cı emperyalizmin ve işbirlikçisi rejimlerin ve de Kürt ağa ve beylerinin, aşiret reislerinin ve elbette emperyalist ve yerli tekellerle bin bir bağ içindeki daha çok zenginleşmek, bunun için Kürt emekçilerini daha çok sömürmek isteyen Kürt burjuvalarının kurtuluşudur; öyleyse, birazcık diyalektik düşünebiliyorsak, bu kurtuluşun, bu zenginleşmenin, Kürt halkına esaretin daha bir koyusunu, fakirliğin daha bir katmerlisini, deyim yerindeyse yoklukta eşitliği vereceğini ama kurtuluşu asla vermeyeceğini de anlayabiliriz!

Evet, Öcalan, o zamanlar, yani 1990’ların başında, “ortada bulunan ve devlet eliyle büyütüldüğüne” vurgu yaptığı “tarikatlara, İslam maskesi altında gözükara, yüzükara veya kendisi kara, kısaca ‘Karayüzler’ ,Türk şoven örgütleri demek gerekir” diyordu ve şimdi unuttuğu kelamlarına şu soruları soruyordu ve “meseleye böyle politik bakmak gerekir” ekliyordu:

“Nakşîcilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu rejim (yani 12 Eylül rejimi) ve karanlık güçler değil mi? Türkse Türkler, Arapsa Araplar, Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler, bu parayı niçin veriyorlar? Çok mu adaletten yanalar? Orta yerde işkenceler var, bir ülkenin harabeye çevrilmesi var. Niye bu halka yardım yok da, ulusal inkârcılara (nihilistlere), milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var?”

İşte şimdi gelip gelip bir karanlığın içine girmekte beis görmeyen Kürtlerin, bu karanlıkla katolik nikâhı kıymalarının sonucu olarak Karayüzleri de, üstelik bir devrimci renk vermeye çalışılarak, tarih sahnesine çıkmış bulunmaktadır!

Karayüzler, ilk olarak Ekim 1905’te,toplumun en gerici unsurlarından, burjuvalar, çiftlik sahipleri, bürokrasi ve küçük-burjuvazi ile aynı zamanda lümpen proletarya arasından örgütlenmiş, devrime karşı mücadele görevini üstlenen “Rus Halk Birliği” adındaki bir örgütün yaratıkları olarak tarih sahnesine çıkmış gibi görünmekle birlikte, tarihte her devrimci yükseliş dönemlerinde, ya da devrimci yükselişe imkân verme ihtimali olan her tarihsel koşulda, bunu önlemeye, devrimcisizleştirmeye yönelik olarak karayüzlü yaratıklar tarih sahnesine çıkabilir; Rusya’da tarih sahnesine çıkan bu yaratıklar, Yahudi katliamlarını ve devrimcilerle liberallere karşı bireysel terörü temel yöntem haline getirmişlerdi; kara-yüzler sözcüğü koyu gerici unsurların adı olmuştu!

Biliyorum, bu benzetme çok ağırdır ama bizde hoş deyimler vardır, “kızını dövmeyen dizini döver” gibi, “su testisi suyolunda kırılır gibi”, “ne ekersen onu biçersin gibi” … İşte ben de dün Öcalan’ın hatırlattığı şimdi ise unuttuğu bu karayüzlü yaratıkları hatırlatarak, Kürtlerin tutturdukları yolun yol olmadığını, tez bu yoldan dönüp devrimci bir yol tutturmazlarsa, varacakları yerin karayüzlü yaratıkların vardığı yer olacağını; misyonlarının yükselme ihtimali yüksek olan Türkiye’nin gericiliğe karşı, ilerici-laik bir renk taşıyan, ortaçağ karanlığına karşı cumhuriyeti koyan, kapitalizme ve emperyalizme karşı sosyalizmi koyan devriminin bastırılması yönünde olacağını; örnek olsun Narodniklerin, hatta Dekabristlerin vardığı yerde bile olmayacaklarını hatırlatıyorum!

Yani karanlığın, gericiliğin, yobazizmin ipine tutunan Kürtleri, katsayısı yüksek şiddette eleştirilerimizle “dövmezsek”, iyiden iyiye palazlanan, bin yıllık silahın şiddetini bütünüyle egemen kılan karanlığın, yobazizmin sillesiyle dövecek dizimizin de kalmayacağını; Kürtlerin, tutturdukları bu karanlık yolda fena halde kırılacaklarını, yani devrimcisizleşmelerini tamamlayıp, karayüzlü yaratıklara döneceklerini; devrim ekerlerse devrim biçeceklerini; devrimcisizlik ekerlerse devrimcisizlik biçeceklerini hatırlatıyorum; yani bu karanlık yolda karayüzlere varmanın kolay olduğunu ve Kürtlerin bir “yenidünyacı” karayüzlü emperyalizmin karayüzlü muhipleri olmasını istemediğimizi, olurlarsa da karşısında olmaktan çekinmeyeceğimizi hatırlatıyorum!

Demek ki, Bolşevikler, bütün eleştirilerine rağmen Narodniklerde sağlam temeller ararken ama bu temellere yapışmayı amaç edinmezlerken çok haklıydılar. Amaçları, bu temellere yapışıp, bu temelleri, onları sağlam tutamayacak olan başka bir tarihsel koşula temel yapsa idiler, gittikleri yol eninde sonunda ya karayüzlerle çakışacaktı, ya da belki karayüzlerin tarih sahnesine çıkmasına gerek kalmayacaktı, yani bu misyonu onlar yüklenmiş olacaktı!

Sağlam temeller arıyorlardı, çünkü Narodnik hareket, Bolşevizmin değil ama Rusya’nın devrimci hareketinin kökleri idi; Bolşevikler, ancak bu köklerin sağlam temellerine basarak ve buradan, bir kopuş yaşayıp sıçrayarak daha yüksek bir devrimci temeli inşa edebilirlerdi ve onu yaptılar!

Peki, KÖH’ün, sorgusuz sualsiz, hiçbir eleştiri yöneltmeden yanında olmaya, daha doğrusu kendisine biat etmeye çağırdığı, yer yer çağrıya icabet etmezlerse metropollerin de Amed olacağı yollu tehdit de ettiği, Türkiye’nin işçi ve emekçileri, sol/sosyalist devrimci hareketi, ilericileri, laisizm yanlıları, yobazizm karşıtları, gelip gelip bir karanlığın içine girmekte beis görmeyen ve oradan çıkmamayı marifet sayan KÖH’de sağlam kalmış bir temel bulabilirler mi?

IŞİD ile savaşırken (Batı'nın gözünde bile) kahramanlıklar yaratan ve Batı’nın seçkin dergilerine kapak bile olan “laik Kürt kadın gerillalar”dan, şehrin göbeğinde, halkın yoğun olduğu caddelerde, kavşaklarda, semtlerde katliam yapan “canlı Kürt kadın bombaları”na geçen KÖH’ün yanında olabilecek, işçi, emekçi, solcu, devrimci, sosyalist, ilerici, laik bulunabilir mi?

Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları yanında olmak, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını desteklemek başka şeydir, bu gerekçe ile bile olsa, sokaklara, şehrin kalabalık yerlerine canlı bombalar gönderip patlatarak katliam yapan ve adı terörizmle anılan bir örgütün faşizme karşı birlikte mücadele çağrısına icabet etmek (ya da etmemek) başkadır; dolayısıyla kimse bu çağrıya icabet etmez!

1870’li-1880’li yıllarda etkinlik gösteren Narodnikler, temel iki sınıfın, köylüler ve pomesçiklerin olduğu Rusya’da çoğunlukla köylü kitlelerini ayağa kaldırma, Rusya’yı doğrudan sosyalizme götürecek olan bir köylü devrimine yöneltme amacıyla mücadele eden küçük-burjuva entelektüellerden oluşuyordu; 1879 yılında, kendisine “Toprak ve Özgürlük” diyen Rusya’nın ilk devrimci partisini kuran Narodnikler, 1890’lara gelindiğinde, kapitalizmin ve işçi hareketinin gelişimiyle hızla dağılarak, küçük-burjuvazinin temsilcileri durumuna geldiler ve sıklıkla barışçıl liberalizmi savunur oldular; gerçek bir halk devrimine inançlarını yitirdiler; giderek türlü gerici hevesleri olan küçük-burjuvazinin sözcüsü ve ideologu oldular. Daha doğrusu, Narodniklerin bir bölümü sosyalizme, bir bölümü burjuva liberalizmine geçti ve içlerinden bir bölümü de, eski Narodnizmle Marxizmin revizyonist tahrifatının bir karışımı olan küçük-burjuva/köylü Sosyal-Devrimciler Partisinde Narodnizmin küçük-burjuva geleneğini değişmiş biçimde sürdürdü.

S-D’lerin ise Ekim devriminde sağ kanadı karşı-devrim tarafına geçerken, sol kanadı Bolşeviklerle birlikte yürüdüler; daha sonra onların da bir bölümü, Sovyet iktidarı büyük köylülere ve kırsal burjuvaziye karşı harekete geçtiğinde, karşı devrim tarafına, Beyaz generallerin ve emperyalist müdahalenin tarafına geçerek açık karşı-devrimci bir örgüt oldular.

Yani 1870’lerin Narodnikleri duygularının tazeliği, tutkusu, hırsı, yürekliliği, devrime koşulsuz bağlılığıyla bilinirken, 1890’ların Narodnik hareketi yozlaşmanın bütün işaretlerini barındırıyordu.
Vera Zasuliç, Petersburg Valisi Trepov’u öldürmüştü, bireysel terördü. Rus Çarı II. Aleksandr’ı öldüren gurubun kurucuları olan Jelyabov ve Perovskaya gibi Narodnikler, devrime adanmış hayatlarını erkenden kaybetmiş olmasalardı, Rusya’da işçi kitlelerinin kabarışını görebilselerdi proleter devrimcilere dönmeleri mümkün olabilirdi.

Keza bir bireysel terör eylemi ile Petersburg Valisi Trepov’u öldüren Vera Zasuliç, Rusya’da ilk Marxist örgüt olan Emeğin Kurtuluşu'nun kuruluş çalışmalarına; daha sonra da RSDİP’e katılmıştır!

Mihailovsky ve Krivenko gibiler ise direkt olarak karşı-devrimci S.D’ lerin ideologu olmuşlardır!

1870’li yılların Narodnik hareketi, tartışmasız devrimci idi ve 1870’lerin sonlarına doğru serpilerek zirveye ulaşmıştır. Bu hareket, Rusya’nın devrim tarihine zafer dolu pek çok sayfa eklediler ve bireysel cesaretin unutulmayacak örneklerini gösterdiler. Ailelerini bırakıp, sınıfsal ayrıcalıklarını ellerinin tersiyle iterek, o dönemin deyişiyle “halka doğru” gitmeyi seçtiler ve kahramanlıklarını kanıtladılar; devrimciler bu gün de onların bu kahramanlıkları önünde saygı ile eğilmektedirler.

Onlardan önce tarih sahnesine çıkan 1825 yılının Aralık ayında monarşiye ve kölelik sistemine karşı ayaklanan devrimci Rus soylularını, Decabristler’i de unutamayız; bir önceki burjuva devrimciler kuşağı olan ve içinde Puşkin ve Lermantov gibi büyük Rus edebiyatçıları da bulunmuş olan Decabristler önünde de saygıyla eğilmekte geri duramayız. Bütün ayrıcalıklarından ayrılmışlar ve otokrasiye karşı mücadeleye girişmişlerdi. Onlar da Narodnikler gibi sosyalist bir programa sahip değillerdi; birer burjuva devrimcisi idiler.

Ancak devrimciler bu mirası da reddetmezler ve reddetmediler. Bir proletarya partisinin tarihsel ve nesnel olarak var olamayacağı bir zamanda halk için ölmekten çekinmeyen bu ilk devrimci kuşağın mirasını devrimciler hiçbir zaman reddetmemişlerdir.

İlk Narodnik devrimciler Çaykovsky’nin çevresi olarak anılır ve 1869 yılında kurulmuştur; içlerinde, S.Perovskaya, M. Natanson, Volhovskoy, Çiçko, Kropotkin, Kravçinskiy de bulunuyordu ve hepsi de önemli adlardı.

Çaykovsky 1917 burjuva devriminden sonra Petrograd işçileri vekili sıfatıyla Sovyet yürütme kurulu üyesi oldu ve bu görevde Menşevikleri hatta SD’leri bile geride bırakacak bir gericilik içinde, sık sık aşırı sağa savruldu; hatta Lenin’i Alman ajanı olmakla suçlayan iftira kampanyasının kışkırtıcılarından biri oldu. Sonraları ise İngilizlerce Arhangelsk valisi olarak atandı, Kolçakla işbirliği yaparak bütün tarihini çöpe attı.

Perovska 1881 yılında öldü ve adı devrimci hareket tarihinin en görkemli yerine yazılmış durumdadır.

M.Natanson, Ekim Devriminden itibaren sol-sosyalist devrimci olarak, Zimmerwald’da grubunun Sovyet iktidarına karşı ayaklanma kışkırtıcılığından sonra Bolşeviklerin saflarında yer aldı, Çaykovsky’nin örgütüne üye olan diğerleri ya öldüler ya da anarşizmin teorisyeni Kropotkin ve Kravnçinskiy dışında, S-D partisine katıldılar.

Evet, devrimciler, sosyalistler, büyük oranda bir devrimci topluluk olan 1870lerin Narodniklerinin kahramanlıklarını hep yüksek tutacaklardır; ancak onların hatalarına düşmemek gerektiğini, onların “halk” üzerine muğlâk sözlerini yinelememek gerektiğini, sınıftan söz etmek gerektiğini, proletaryaya gitmek gerektiğini, sanayi proletaryasının insanlığı kurtaracak temel sınıf olduğunu unutmamak gerektiğini de söyleyeceklerdir; devrimciler, sosyalistler, onların güçlü oldukları yanlarını; onların halka adanmışlıklarını, fedakârlıklarını, cesaretlerini alıp, zayıflıklarını, ideolojik belirsizliklerini reddetmek gerektiğini hiçbir zaman unutmamışlardır.

Çarlığı devirip, burjuva devrimini gerçekleştirecek bir zafer söz konusu olduğu sürece Narodnikler ile S-D ne uğruna savaştıklarını, yaşamlarını ne uğruna tehlikeye attıklarını biliyorlardı. Enerjileri, nefesleri ve hevesleri vardı; saflarından önemli önderler çıkarmaları bundandır. Ama devrimlerini gerçekleşip, artık bir proleter devrimi zorlama zamanı geldiğinde, bütün bu güçlü yönleri, onların en zayıf noktaları haline geldi. Proleter devrimciler açısından, sıradan burjuva karşı-devrimcilerden çok daha tehlikeli olmaya başladılar.

Çünkü enerjilerini, yeteneklerini, komplo alışkanlıklarını, kitlelerle olan bağlarını işçi sınıfına, işçi sınıfının devrimine karşı kullandılar.
Çarlığa karşı savaş söz konusu olduğu sürece Bolşeviklerle pek çok kez cephe kurdular; ancak proleter devrim gelip çattığında, mücadele kitleleri fethetmeye başladığında işçi sınıfını etkileme hedefi ortaya çıktığında, Bolşeviklerle yolları ayrıldı; o zamandan sonra proletarya devrimcileriyle burjuva devrimcileri arasında, devrimin kaderi açısından son derece belirleyici bir savaş başladı ve sürdü.

Narodniklerle Marxistler arasında süren tartışma “halk” ve “sınıf” kavramları üzerinde döndü; Narodnikler Marxistlerle Rusya’nın kaderi için, her şeyden önce Rusya’da kapitalizmin muhtemel rolü üzerine anlaşmazlık yaşıyorlardı.

1870’lerde, hatta 1880’lerde,henüz Narodnikler örneğini izleyen insanlar, Rusya’nın diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kapitalizm aşamasından geçmeyeceğini kanıtlama peşindeydi. O sırada ülkede kapitalizmin ve büyük sanayinin çok zayıf olduğu gerçeğinden yola çıkarak, (kendini sosyalist olarak tanımlayan) bütün bir okul, Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin diğer ülkelerle aynı yolu izlemeyeceğini, küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini göstermeye çalışıyorlardı.

Bu da aynı zamanda köylülükle ilişki gibi son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyordu. Narodniklerin büyük bölümü, Rusya’daki kır topluluklarını, “mirleri”, komünizmin çekirdek hali olarak görüyor, fabrika aşamasından, büyük kent sanayii, servetin yoğunlaşması ve bir proleter sınıfın oluşması evresinden geçmeksizin doğrudan, hiçbir geçiş dönemi yaşamadan, onlara göre kır komünlerinde temsilini bulan komünist hücrelere dayanan bir sosyalist örgütlenmeye geçebilirdi.

İşçilere gelince; Narodniklerin devrimci olanları, işçilerin de kapitalizme karşı mücadelede belli bir yararı olabileceğini düşünüyordu. İşin doğrusu, işçilerin devrimci propagandaya nüfusun geri kalanından çok daha yatkın olduğunu zaman geçtikçe onlar da fark edip çevrelerine işçileri doldurmaya başladılar. Gene de taktiklerini dayandırdıkları temel güç,”halk” olarak adlandırdıkları köylülüktü.

Rusya’da koşullar değiştikçe Narodniklerin hatası daha da net görünmeye başladı. Fabrikaların, imalathanelerin sayısı artıyor, kentlerde işçilerin oranı yükseliyor, dağılma sürecinde bulundukları giderek daha da görünür olan kır topluluklarının, mir’in sosyalizmle ya da komünizmle hiçbir ilişkisi olmadığı ortaya çıkıyordu. Özetle, Rusya’daki ekonomik gelişme Narodnikleri yanlışlıyordu ve Marxistlerin onlara bu kadar hızla üstün gelmelerinin nedeni buydu.

Lenin’in ifadesiyle, Narodnik teorisyenler, Meta ekonomisinin ve kapitalist ekonominin bütün gelişme sürecinin temeli olan toplumsal işbölümünü yadsıyorlardı; bu sürecin, yapay tedbirlerin bir sonucu olduğunu; “izlenen yoldan sapmanın sonucu” olduğunu; Rusya’da toplumsal işbölümünün halkın yaşamının derinliklerinden fışkırmadığını, onun içine dışardan girmeye çabaladığını” iddia ediyorlardı!

Rusya’da hiç toplumsal işbölümü olmadığına dair kesin iddia, hiçbir kesin veriye dayanmadan ve genellikle bilinen gerçeklerin tersine ileri sürülüyordu; Rusya’da “kapitalizmin yapay niteliğine” ilişkin Narodnik teori, ancak, bütün meta ekonomisinin esas temeli olan şeyi, yani toplumsal işbölümünü yadsıyarak, ya da onu “yapay” ilan ederek kurulabilirdi, Narodnikler de bunu yaptı; böylece, bir takım teorik varsayımlara dayanarak Rus kapitalizminin dayanaksız olduğunu, ölü doğduğunu tanıtlanmış saydılar; Örneğin artı-değerin bir dış pazar olmadan gerçekleştirilmesinin olanaksızlığını ön varsaymışlardır; bu ise, Rusya’da hem iç pazarın, hem de dış pazarın “olanaksız” olduğu varsayımına çıkmaktadır.

Oysa Marx, kapitalist üretimde, genel olarak ürünün ve özel olarak da artı-değerin gerçekleştirilme sürecini her yönüyle açıklamış ve dış pazarı bu gerçekleştirme sorununa karıştırmanın tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuştu.

Meta ekonomisi, yani kapitalist ekonomi ortaya çıkınca, iç pazar da ortaya çıkar; iç pazar bu meta ekonomisinin gelişmesiyle yaratılır ve toplumsal işbölümünün yayılma derecesi, onun gelişme düzeyini belirler; iç pazar, meta üretiminin, ürünlerden iş-gücüne uzanmasıyla yayılır ve ancak iş-gücünün meta haline dönüşmesiyle orantılı olarak, kapitalizm tüm ülke ekonomisini kucaklar ki bu ekonomi, esas olarak kapitalist toplumda gitgide daha önemli bir yer tutan üretim araçları sayesinde gelişir.

Kapitalizm için “iç Pazar”,toplumsal iş bölümünü derinleştiren ve doğrudan üreticileri, kapitalist ya da işçiye dönüştüren, gelişen kapitalizmin kendisi tarafından yaratılır; iç pazarın gelişme derecesi, ülkedeki kapitalizmin gelişme derecesidir.

Kapitalizmin gelişme derecesinden ayrı olarak, iç pazarın sınırları sorununu ortaya atmak yanlıştır ki Narodnikler tam da bu yanlışı yapmışlardır.

Kapitalizm öncesi düzenin hatalı bir idealleştirilmesi, ister istemez kapitalizmin nasıl geliştiği konusunda hatalı sunumlara yol açmakta ve köy topluluğunu sağlamlaştırma ve geliştirme talepleri ile bağlı “küçük köylülüğe yardım etme” yolunda çabalar ortaya çıkmaktaydı; oysa köy topluluğunun sağlamlaştırılmasını ve geliştirilmesini isteyen Batı Avrupalı tarımcıların asla sosyalist olmadıkları, tam tersine işçileri, küçük toprak parçalarıyla bağımlı kılmak isteyen büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil eden insanlar oldukları besbelliydi; bunlar bütün Avrupa ülkelerinde, tarım işçilerine toprak vererek onları kendilerine bağımlı kılmak isteğiyle, buna uygun tedbirlere, yasal etkinlik kazandırmaya çalışmaktaydılar.

Narodniklerin yaptığı da bu idi ve özellikle Lenin ve o sıralar henüz oportünizmin ipini tutmamış olan Kautsky de, örnek olsun, kapitalist sömürünün en kötü biçimi olarak kabul edilen el sanatı sanayiini getirerek küçük köylülüğe yardım etme yolundaki çabalarla “en kararlı biçimde savaşmak gerektiğine” işaret ediyordu.

1870’lerin Narodnik devrimcileri zamanın devrimci hareketi için önemli kazanımlar olarak görülebilecek bir dizi örgütlenmeler yaratmışlardı; bunlar özellikle Toprak ve Hürriyet ile Naodnaya Volya( Halkın İradesi) hareketi örgütleriydi. Bunların bağrından yürekliliklerini, kahramanlıklarını kanıtlayan, proleter devrimci olmasalar da devrimci-demokrat bir gücü temsil eden bir militan takımyıldızı çıkmıştı!

Ancak, Narodniklerin ikinci kuşağı, öncekinden oldukça farklı nitelikteydi ve 1890’lara gelindiğinde çoğunlukla açıkça gerici rol oynamaya başladı.

Önde gelen bir Narodnik olan Kablitz-Yazov, küçük mülk sahibinin, her şeyden önce de köylünün, “ekonomik bağımsızlığı” sayesinde en yüksek yurttaş kategorisini oluşturduğunu büyük ciddiyetle kanıtlamaya çalışmıştı. Bu saygıdeğer Narodnikler, tefecilik ve borç köleliği ile ezilen küçük köylünün durumunu “ekonomik bağımsızlık” olarak tanımlıyorlardı!

Böyle bir ideoloji kuşkusuz gericidir. Dünyanın hiçbir yerinde küçük mülk sahibi ekonomik olarak bağımsız değildi; hemen her yerde büyük mülk sahiplerinin ve hükümetin boyunduruğu altındaydı. Aynı biçimde, Krivenko ile taraftarları da işçilere gitmek isteyenlerin, işçilerin mülksüz, hiçbir çıkar ilişkisiyle bağlı olmayan, dolayısıyla devrimci, yeni bir sınıf oluşturduğunu fark etmeye başlamış kimselerin tersine, devrimci düşüncelerini gemlediler.

Böylece, Narodnikler ile Marxistler arasındaki görüş ayrılığı, Rusya’da proletaryanın oluşup oluşmayacağı ve oluşacaksa devrimdeki rolünün ne olacağı temel noktasında düğümlenmişti.

Dahası, Krivenko’nunkiyle aynı türden akıl yürütmelerde bulunanlar yalnızca sağcı Narodnikler değildi; Marxistlerle tartışmalarında, Rusya’da geç dönem popülizm hareketinin en etkili ideologlarından sayılan N. Mihailovskiy gibi etkili bir yazar göğsünü gere gere şunu söyleyebilmiştir; ” Rusya’da Batı Avrupa’daki gibi bir işçi hareketi olamaz, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, burada bir işçi sınıfı yoktur; işçi hâlâ köylüyle bağlantılıdır ve her zaman köyüne dönebilir; toprak sahibidir ve bu nedenle işsiz kalma korkusu yoktur.”

Mihailovskiy, “Rusya’nın Zenginliği” grubunun başıydı; daha doğrusu bu adla yayınlanan derginin genel yayın yönetmeniydi. Korolenko da bu gurubun içindeydi; yapıtlarını okuyanların gözünde çok saygın bir yere sahip olması nedeniyle onun bir devrimci olmadığına, Narodniklerin burjuva liberal kolunun bir üyesi olduğuna inanmak güçtü. Bir sanatçı olarak Korolenko tartışmasız, o günün en büyük adlarından biriydi ve yapıtları uzun süre etkisini sürdürdü. Ama siyasal bakımdan yalnızca bir liberaldi. Savaşın başında emperyalist katliamı haklı çıkarmak üzere bir broşür kaleme almıştı!

“Rusya’nın Zenginliği” grubun içinde, Milyukov’un Kadetlerin yayın organı Ryeç’te işbirliği imkânını ortaya atması üzerine ateşli bir tartışma patlak verdiğinde, Korolenko büyük bir hevesle bu işbirliğinin gerekliliğini kanıtlamaya çabalamış, yoldaşlarının çoğunluğunun kararına uymayı reddetmiş ve söz konusu dergide liberallerle dayanışmayı onaylayan çalışmalarını sürdürmüştür.
Bu nedenle Narodnik hareketin son derece karmaşık olduğunu ve liberalizmden anarşizme kadar pek çok eğilimi barındırdığını unutmamak gerekir. Bazı anarşizan Narodnikler siyasal savaşıma karşı olduklarını söylüyorlardı. Ama toplamda bu hareket temelde iki koldan oluşuyordu; biri devrimci, diğeri oportünist ve liberal. Ama devrimci olan kol da ne proleterdi ne de komünist; yalnızca otokrasinin devrilmesini istiyordu.

Terörizm sorunu da Narodnikler ile Marxistler arasındaki tartışmada önemli bir yer tutuyordu. 1875 yılında Narodniklerin devrimci kanadı, bir devrimi ateşlemek ve kurtuluş vaktini yaklaştırmak için teröre başvurmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna varmışlardı. Marxistler ise başta son derece çekingen olmakla birlikte, bir işçi partisinin kurulmasından itibaren ortadan kalkarak, terörizmi kınadılar. Narodnikler, daha sonra S.D.ler gibi, Marxistlerin bu saldırılara devrimci olmadıkları için, kan dökülmesinden korktukları ya da cesaretten yoksun oldukları için mesafeli olduklarını halka inandırmaya çalıştılar.

Gerçek şu ki, Rusya’da Marxistler, ilkesel olarak hiçbir zaman devrimci teröre karşı olmadılar. Plehanov defalarca, her infazın cinayet olmadığını, caniyi öldürmenin suç sayılmayabileceğini söylemiştir. Puşkin’in çarlara karşı yazdığı dizeleri (Aşağılık otokrat,/ Sana ve ırkına nefret duyuyorum;/ Senin ve tohumlarının yok oluşunu/Gaddar bir keyifle izleyeceğim) sık sık alıntılanmıştır.

Marxistler şiddetten yana olduklarını ve bunu devrimci bir etken olarak gördüklerini vurgularlar; çünkü bazı şeyler yalnızca ateş ve barutla yok edilebilir. Ama burada söz ettikleri kolektif şiddettir.

Şu ya da bu bakanın öldürülmesi ve hele orta yerde patlatılan bir bomba ile halktan insanların da öldürülmesi Marxistlere göre hiçbir şekilde devrime hizmet etmez; kitleler içinde çalışmalı, milyonlarca insan örgütlemeli ve işçi sınıfını aydınlatmalıdır; tayin edici zaman, ancak bu görev tamamlandığında gelip çatabilir. Dolayısıyla Marxistler devrimci şiddeti bireylere karşı değil, bir bütünlüğe karşı kullanırlar; bir ayaklanmanın konusudur; ama Rusya’da 1905 burjuva devriminde ilk kez denenen ve 1917 devriminde zafere ulaştıran tam da bu olmuştur ama o günlerde “terör” meselesi ortalığı bulandırmış ve Narodnikleri, en azından bir bölümünü, Marxistlerden daha devrimci gösteriyordu; şu iki tutum, bakan öldürmek ile işçilerle onlara siyasetin alfabesini öğretmek üzere bir araya gelmek karşı karşıya idi.

Bilindiği gibi, Lenin’in o yıllarda idolü olan ağabeyi Aleksandr da Narodniklerin etkin bir üyesi idi ve şiddeti temel politik araç sayıyordu; 1887 yılında, Çar’a suikast gerekçesiyle asıldığında, Lenin “bunu ödeteceğiz” diyordu!

Narodnikler, “bir bakan öldürmenin devrimci olduğu, öbürünün ise yalnızca “profesörlük” olduğu açık değil mi ?” diyorlardı.

Sıra silahlı ayaklanma sorununa geldiğinde ise, “ayaklanma” lafını bile 2.Enternasyonalin oportünist liderleri ağzına almak istemiyor, Engels’in saldırgan burjuva ordularının doğuşuna, büyük kentlerde, barikat savaşlarını imkânsız kılan büyük ana caddelerin yapılmasına; bundan böyle bu koşullar altında silahlı ayaklanmanın son derece güç olduğuna dikkat çektiği önsözüne gönderme yaparak, bunu anarşizm olarak değerlendiriyorlardı ve silahlı ayaklanmanın imkânsızlığını Engels’in de doğruladığını iddia ediyorlardı; oysa Rusya’da koşullar Batı Avrupa’dakinden bütünüyle farklı idi; üstelik Batı Avrupa’da da emperyalist savaşlar askerlerin ruh halini baştan aşağı değiştirmişti. Ayrıca şu da açıktı ki, Engels’in o sözü Alman sosyal demokrasisinin oportünist liderlerince, kendi amaçlarına göre oldukça çarpıtılmıştı.

Buna karşın, üçüncü kongreden Bolşevik taktiklerin temellerini sağlamlaştıran programında silahlı ayaklanmanın genel greve bütünleşik olarak başvurulmasını önerdi; kongrenin kararları bütün dünya devrimci partileri tarafından devrime giden yolda işçi kitleleriyle bağ kurmak isteyen devrimci Marxist düşüncenin izleyebileceği çarpıcı bir örnek olarak değerlendirildi.

Menşevikler ise, bunun karşısına “devrimci özerk yönetim” fikrini koydu; Bolşeviklerin boykot edilmesini önerdikleri Buligin Duma’sından “yararlanmayı” gündeme getirdiler ve işçilerin silahlanması gereğini anarşizm ve darbecilik olarak kötülemeye başladılar; “işçilere silah vermek yerine” diyorlardı, onlara önce “silahlanmanın gereğini aşılamakla” işe başlanmalıdır. Bolşevikler ise, “siz Rus işçilerini çocuk sanıyorsunuz, onlar silahlanmanın gereğini, buna gereksinmeleri olduğunu, onlara Çar ve burjuvaziye karşı yürümek için tüfek gerektiğini pekâlâ anlıyorlar” diyorlardı.

Sonuçta büyük bir tarihsel öneme sahip olan Moskova Ayaklanması’nda işçiler kana bulanmıştı; pusudaki Menşevikler, en başta Plehanov, hemen “ayaklanmanın yanlışlığını” kanıtlamaya giriştiler; ”silaha sarılmamak gerekirdi” dediler; oysa Marx, önce Paris işçilerini ayaklanmaktan alıkoymaya çalıştığı halde, 1871 yılında Komünarların bastırılmasından sonra “silaha sarılmama gerekirdi” dememiş, Komünarların anılarını yüceltmiş, cellâtlarını yerin dibine batırmıştı.

Lenin ve Bolşevikler de Menşevikler gibi yapmadılar; çarpışanların kahramanlıklarına duydukları hayranlığı dile getirmeleri bir yana, bu savaşı en ufak ayrıntılarına kadar incelemeyi öne çıkardılar; öyle yenilgiler vardır ki, bazı zaferlerden daha değerlidir; öncü işçilerin bu ilk ayaklanmasında, işçiler ne istediklerini biliyorlardı, Gapon’un peşinden yürümüyorlardı.

Moskova Ayaklanması başarısızlıkla sonuçlanmıştı; bu başarısızlığın nedenleri bir yana, Rusya’nın proletaryası, son derece önemli derslerle yüklü bu yenilginin açtığı yoldan ilerleyerek zafere yürüdüler; yürüyüşlerinin 10 yıl gibi kısa bir süre sonunda Ekim devrimi ile taçlandığını hepimiz biliyoruz.

Bu taçlandırmada ise, 1905 Devriminin sonuçlarının doğru okunmasının payı büyüktü; yenilgi ile sonuçlanan 1905 devriminin sonunda her şeyden önce sınıf güçleri saflaşmış, 1905’e kadar az çok kayda değer bir muhalefet rolü oynayan ve kimi zaman işçi sınıfı ile ittifak yolları arayan ama işçi hareketi sınıf niteliğini öne çıkarmaya başlamasıyla birlikte proletaryaya çabucak sırtını dönen burjuvazi kesin olarak karşı-devrimci olmuştu.

Bununla birlikte, köylülük uzun süren uykusundan önemli oranda uyanmıştı; kırsal kitlelerde hatırı sayılır bir bilinç yükselmesi olmuştu; burjuvazi gericiliğin saflarına kayarken, köylülük sola kayıyordu.

Bütün bunları doğru okuyan Bolşevikler, 1905 Devriminin sonuçlarından ders çıkardılar ve “devrimin sona ermediğini”, ”devrimin dayattığı sorunların henüz kesin bir çözüme kavuşmadığını, er ya da geç yeni bir devrimci dalganın ortaya çıkacağını” ileri sürüyorlardı; “köylülük” diyorlardı, “hâlâ toprağından yoksun”, ”işçilerin talepleri karşılanmış değil” … 1905 yılında olanlar yalnızca öncü savaşlardı; asıl çarpışma daha gerçekleşmemişti.

Menşevikler ise, 1849’da Avrupa’da olduğu gibi, en önemli mücadelenin kapandığını, devrimin düşüşe geçtiğini savlıyorlardı; buna göre, Çar’ın yerli yerinde olduğunu ve artık ellerinde bir anayasal monarşi olduğunu, bu gerçekliğe kendilerini uyarlamaları gerektiğini savunuyorlardı, yani devrimin bittiği, artık kavganın sona erdiği sonucuna varmışlardı; dolayısıyla Rusya’nın sakin bir döneme gireceğini hesaplıyorlardı. Partinin yer altı etkinliklerini bırakıp, yasal hale gelmesi, hatta programını kırparak yeni yaşam koşullarına uyum sağlaması, monarşi ve burjuva partileriyle normal ilişkiler kurması gerektiğini savlıyor ve “ne pahasına olursa olsun yasal bir parti kuralım” diyorlardı; Menşeviklerce “ütopist” ilan edilen Bolşevikler ise Menşeviklerin bu tutumlarını “yasallıkta sürünmek” biçiminde niteleyerek alay etmişlerdi.

Velhasıl devrim, on yıl sonra 1917 yılının gene bir şubat ayında patlamış ve çok kısa bir zaman diliminde kitlelerle devrimci proletaryayı buluşturarak Ekim Devrimi’ne yükselmiş; oradan da bütün Sovyetleri iktidara taşımıştı.

Bu süreçte Blankistlikle suçlanmış olan Lenin, Paris Komünü’ne değinerek, orada Blankizme yer olmadığının Marx ve Engels tarafından ayrıntılı olarak kanıtlandığına işaret ederek, çoğunluğun doğrudan, dolaysız, mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu hatırlatmıştır.

“Düşünmek ve öğrenmek isteyen biri, Blanquizmin iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi olduğunu görmezden gelemez” diyen Lenin, “İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin, kesin olarak, halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız örgütlenmesi olduğunu” ve “Bu Sovyetler içinde nüfuz uğruna mücadele etmeyi hedefleyen çalışmanın, Blanquizmin batağına asla götüremeyeceğini” vurgulamıştır.

KAYNAKÇA:

Lenin,Seçme Eserler,Cilt,1-2-3
Lenin,Ne Yapmalı
Lenin,Nisan Tezleri
Lenin,Rusya'da kapitalizmin gelişmesi
Zinovyev,RKP Tarihi
Yalçın Küçük,Kürt Bahçesinde Sözleşi- http://www.academia.edu/7774053/Yal%...3%B6zle%C5%9Fi

Fikret Uzun

30-Mart-2016

Hiç yorum yok: