30 Eylül 2011 Cuma

YOKSA MARKSİZM BİR TANE DEĞİL Mİ?

YOKSA MARKSİZM BİR TANE DEĞİL Mİ?

Çok güzel, bozacının şahidi şıracı misli olmuş. "emeğin eylem birliği"nden de aldığın aferin hayırlı olsun. Bir tek işçilerden istemiyorsun anladığım kadarıyla. Benden ise aferin alamayacağını anlamışsın.
Artık şu görülüyor ki, Marksizm’den Leninizm’i ayırma savaşı verenlerin hedefinde Rusya Marksizm’i vardır. Bütün günahlar, bir taraftan Avrupa Marksizm’ine evirilmeye çalışılan Sovyet sosyalizmine yöneltilirken, Sovyet Sosyalizminin tam da bu nedenle ilerleyememiş olmasının sonucu olarak kapitalist retorasyona uğradığı gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor, diğer yandan Rusya Marksizm’ine cepheden saldırının dozu artırılıyor.
Bütün kavga, Avrupa'dan beklenen devrimin gecikmesi ve en geri topraklarda en ileri devrimin gerçekleşme ihtimali ile birlikte başlıyor ve Marksizm’i de şekillendiriyor. Ortaya iki Marksizm çıkıyor. Bu noktada, Kapital’in ilk kez yazıldığı dilin dışında, Rusça’ya çevrilmesinin, despotik ve bir sansür ülkesi olan Rusya’da düzen için zararlı bulunmayarak yayınlanmasına izin verilmesinin ve liberal burjuvazinin el kitabı olması yanında, Legal Marksistlerin, Kapital’i okuyarak Marksist olan profesörlerin içinden çıkmasının ve kısa süre sonra Rusya sansürünün işletilerek Kapital’in tehlikeli bulunmasının oldukça öğretici olduğunu not etmek istiyorum.

Bir Marksizm, Rusya'da, ihtilalci popülizme karşı Marks'ın ekonomi politiğinin savunulması ile başlıyor. Plehanov önce, Lenin sonra ve Plehanov’un öğrencisi olarak aynı yerdedir.

Rusya’da başlayan Marksizm, bu yönüyle bir savunma ve tartışma düşüncesi yaratıyor. Daha sonra, bu düşünce, Rusya’da gelişen Legal Marksizm’e karşı devrimci bir Marksizm kurmak ve savunmak zorunda kalıyor. Gelişmesinde bu aşamanın izleri oldukça belirgindir.

Diğeri, Avrupa Marksizm’i oluyor ve olmaya devam ediyor. Bu gün Marksizm’e saldırının devamı ve cepheden saldırı buradan geliyor. Avrupa Marksizm’i Emperyalist kapitalizmin pek bir sevdiği Marksizm’dir.

Avrupa Marksizm’ini Bernstein'le başlatabiliriz. Ünü Revizyonizmin kötü ünü ile başlıyor. Başlatan da kendisidir. Kautsky, o, kafasında Marksizm’den pasajlar taşıyan çekmecelere sahip adam, Avrupa Marksizm’ini yerleştiren kimsedir. Önce Bernstein'e karşı çıkıyor, sonra aynı noktadan o da çıkış yapıyor.
Özünde Marks’ın ekonomi politiğine sahip çıkıp, tedrici düşünceyi ve iyiliği evrim yoluyla bulmayı kabul ederek, devrim düşünce ve programını reddetmektir. Bernstein'in söylediği şudur; işçilerin devrimci bilinci yoktur ve olmasını da beklememeliyiz. Ve devrim partisi yerine, tedrici reformlara inanan bir demokratik sosyal reform partisini savunmaya başlıyor. Tek başına işçilerin çıkarına ve bakışına değil, insanlığın genel çıkar ve değerlerine sahip çıkılmasını istiyor. Bernstein’in bir başka dediği daha var, kapitalizmin değiştiği görüşünden hareketle işçi sınıfının tarihsel rolünü yitirdiğini söylüyor, onun yerine bu rol teknolojiye geçmiştir.

Lenin, Avrupa’daki ekonomist eğilimli Bernstein'e ve Rusya’da ekonomizmi doğuran Legal Marksizm’e savaş açıyor. Ama Lenin Marks’a da soldan müdahale ederek, işçi sınıfının yalnızca üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklanan bir devrimci bakış açısının olmayacağını söylüyor. Ve net biçimde işçi sınıfının kendiliğinden bilincin en çok sendikacılık olacağını söylüyor. Sendikacılık bir sınıf bilincini içeriyor, işçiler, herhalde, kendilerini sermayedardan ayrı görüyorlar. Bu bir bilinçtir. Ancak bu bilinç düzeyinden bir yeni dünya özlemi ve bunun için mücadele, otomatik olarak çıkmıyor.

Lenin işçi sınıfının devrimci bilincinin kendiliğinden ve salt materyal gelişmelerle ortaya çıkmayacağını işaret ettikten sonra üniversite gençliğini işçilere bilinç götürmekle görevlendiriyor.

Devrim, bir sistem ile üretici güçlerin karşılaşmasından değil, iki sistemin çatışmasından doğuyor. Çatışmada otomatizm yok, her sistem, kendisine sıkıca bağlı sınıflara ve örgütlere sahip olmak durumundadır. Bununla birlikte sınıfların bilincinde her iki sistem birbirinin tam karşıtı olmalıdır. Bilinçte sistemleri birbirine yaklaştırmak devrime geçişi değil, devrimden dönüşü garantiliyor.

Ortada Gramsci var. Gramsci, Marks’ın Kapital’ine Burjuvazinin kitabıdır diyor. Rosa Lüksemburg da aynı yerdedir ve Kapital’in temelinde eksiklikler bulduğunu açıklıkla yazıyor. Ancak ikisi de, Kapital’i ciddi eleştirilere tâbi tutsalar da, hem Marksçı ve hem de devrimci cephede kalabiliyorlar.

Marks’ın ekonomi politiğinin ve özellikle basit mal üretimi soyutlamasının,15-17 nci yüzyıl Batı Avrupa’sının ekonomik yapısına dayandığını herkes, en azından Marks’ın ekonomi politiğini inceleyenler, biliyordur. Bu dönemi, politik olarak durgun, ekonomi ve teknolojik olarak oldukça hareketli sayabiliriz.

Batı Avrupa’nın hızla demiryolu ağı ile örülmesi, buhar enerjisinin yayılması ve buharla çalışan ve demirden yapılan gemilerin denize indirilmesi ve bunların getirdiği güvenle sol ütopyaların yazılması, Marks’ın yaşadığı dönemi belirliyor.
Bu büyüme yıllarında değişen İngiltere ve Fransa karşısında maddeten geri Almanya'nın ürünü olan Hegel'in tutucu felsefesi tek cazibe merkezidir.
Marks bu noktadan başlıyor ve Hegel’in felsefesinin üzerinden Hegel’in felsefesini yıkarak ilerliyor. Dolayısıyla Hegel’i yıkmaya başlarken Hegelist, daha doğrusu sol Hegelist olması kaçınılmaz oluyor, böylece, hem devrimlerin yeniden başlayacağını anlatmaya ve hem de ütopyacıların etkisini kırmak için kapitalizmin yıkıcı ve bu nedenle değiştirici dinamiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Marks’ın kendi ifadesiyle, Feuerbahyen de olmuştur. Marks’ı da, Engels’i de, Hıristiyanlığın özü adlı çalışmasının çektiğini hepimiz biliyoruz. Böylece Feuerbahyen oluyorlar. Bu eserin Hegel’i bitirdiğini söylüyorlar. Marks, Hegel’deki diyalektiği ayakları üstüne dikerken, düşünmenin ve teorinin uyarıcısı olarak duyumları gören Feuerbah'ı da, düzeltiyor. İnsan eylemini ve özellikle de devrimcileştiren eylemi ihmal etmesini eleştiriyor. Marks’ın Feuerbach üzerine tezler manifestosu ile yaptığı en önemli vurgu belki de devrimcileştiren eyleme yaptığı vurgudur. Diğer yandan, insanın özünün bir bireyin özünün soyutlanması olmadığı ve gerçekte insan özünün mutlaka toplumsal ilişkilerin bir bütünlüğü olduğu yönündeki tezi, örgütlülüğe ve siyasal eyleme yaptığı bir vurgudur.

Arada burjuvazinin ihanetleri var ve Marks bunlara bakarak Marks’a "sürekli devrim" düşüncesini veriyor Marks, aklında taşıdığı bilgi birikimi ve gönlünde taşıdığı ve yaydığı umut verme misyonu ile kapitalizmin, kapitalist olmayan yani kapitalizmin öncesinde yaşayan dünyaya bir kapitalist demokrasi ile birlikte iyilikler sağlayacağını öngörüyor. Buradaki öngörüsünde vurgunun abartılı olduğunu birçok Marksçı söylüyor ve bu gün baktığımızda söylenenler oldukça doğru görülüyor, başka ifade ile bu abartma artık daha net görülüyor.

Avrupa Marksizm’i bu abartmanın devamı ve çoğaltılmasıdır.

Kapitalizmin teknolojik ve demokratik gücü abartılırsa, başka ifadeyle değişimin dönüşümün dinamiğinin gücü, kapitalizmin dinamizmine verilirse, devrimin yolunun kapatılacağı açıktır. Eğer bu dinamizmi abartarak, bunda takılı kalınırsa, devrimin kapitalizmin ekonomik krizlerinin sonucu olduğuna hapsolmak kolaylaşıyor. Bu noktada, Marks’ın, devrimlerin mutlaka geleceğini anlatan teorisi var ve bu teori ile birlikte kapitalizmin dinamizminden doğacak iyilikler ve demokratizm üst üste abartılarak Avrupa Marksizm’ine varmak kolaylaşıyor. Yani kapitalizm varsa, kapitalizmdeki dinamizm, toplumsal yapıda öylesine değiştirici, dönüştürücü mekanizmaları harekete geçiriyor ki, devrimin gelmemesi mümkün değildir. Devrim kaçınılmaz olarak geliyor. İşte bu mantık içinde, kapitalizmin değiştirici ve dönüştürücü mekanizmalarına bağlı kalmak, Avrupa Marksizm’inin temel dayanağı oluyor.

Rusya’da Marksizm’in yayılması, siyasal devrim hareketlerinin son derece yüksek olduğu bir zamana denk geliyor. Bu zaman, kapitalizmin gelişinin haberinin verildiği dönemdir, haber Marksizm’den geliyor ve Rusya’da Marksizm’in doğuşu bununla birliktedir. Menşevizm hastalığının yüksek olmasını buna bağlamak yerindedir. Menşevizm hep öndedir ve "hakiki Marksizm" olarak kabul ediliyor. Leninizm’in Menşevizm'in etkilerinden arınması Emperyalizm aşamasındadır ve Rusya Marksizm’inin doğuşu, Leninizm’in Rusya Marksizm’i oluşu bu aşamada şekilleniyor ve Ekim devrimine akıyor.

Bu aşamada Avrupa Marksizm’i, tekelci düzeni sürdürebilmek için gerekli ve Rusya Marksizm’ine içerden saldırabilmek için önemli silah oluyor. Lenin’in deyimi ile eleştiri silahının yerini, silahların eleştirisinin aldığı bir döneme giriliyor.

Lenin’in Ne Yapmalı’sı ile Bernstein'in açıkça Marks’tan ayrıldığını söyleyerek, Marks’ı revize etmekten söz etmesini ve devrimin hiçbir zaman gelmeyeceğine inandığını savunmasını ve ardından o zamana kadar son derece Marksçı ve ileri bir bakışa sahip olan ve devrimin Avrupa’dan Rusya'ya kaydığını görebilecek kadar net bakabilen Kautsky'nin çıkışını aynı zaman diliminde görüyoruz. Çıkışı inmesinin ifadesidir.

Bernstein doğuruyor, Kautsky büyütüyor ve Fransız komünistleri eğitiyor ortaya nur topu gibi, insanlığa ve sosyalist düşünceye musallat olan yetişkin Avrupa Marksizm’i çıkıyor. O kadar öyle sinsi ve bulaşıktır ki, birkaç kez iflasını yaşasa da, hâlâ sosyalizme cepheden saldırıyor ve hâlâ sol içinde kalmaya devam ediyor. Saldırısının ucunda hâlâ Rusya Marksizm’inin olması ise, Rusya Marksizm’inden sapmanın, sosyalizme yıkım getireceği deneyiminin yaşanmış olmasındandır. Bunu görmek ise Rusya Marksizm’inde kalarak mümkün olabiliyor. O nedenle Avrupa Marksizm’i, hem güçlü görünürken, hem de sosyalist düşünceyi, Rusya Marksizm’inden ayırması temel savaşım hedefi oluyor. Çünkü Rusya Marksizm’inin, bir taraftan Avrupa Marksizm’inin gübrelikleri ile savaşırken, diğer taraftan emperyalist aşamada sömürge ve yarı sömürge halkların bağımsızlık savaşını göz önünde bulundurmak zorunda kalarak zorunlu bir eklektizmi içinde barındırmak zorunda kalıyor. Bu, Rusya Marksizm’ini bir taraftan yorgun, diğer taraftan yoksul bırakıyor. Ekim devriminin ortaya çıkardığı, Marksizm’in kitaplarında olmayan pratik sorunların zorlaması ve sosyalizm kuruculuğunun güvencesi için mecbur kalınan politikalar nedeniyle Rusya Marksizm’i hep savunmada kalıyor, dolayısıyla yorgunluğu da, yoksulluğu da yeterince aşılamıyor, bu da Rusya Marksizm’inin dolayıyla Marksizm’in Vulgarizasyonunu getiriyor, ilerleyemeyen, hep savunmada kalan Rusya Marksizm’i, sosyalizmi ilerletemiyor ve kapitalist restorasyon girişimleri ile mücadelesini hücum ile tamamlayamıyor, Sovyet sosyalizmi yıkılarak Lenin’in daha başlangıçta dikkat çektiği Kapitalist Restorasyon tehlikesi gerçek oluyor, kapitalizme dönülüyor.

Böylece Avrupa sosyalizmi, en sert nereye vuracağını bilerek, tekellerin ve düzeninin Marksizm’i oluyor. Fransa 'da bu net bir şekilde tescilleniyor.
Avrupa Marksizm’inin tekellerin koltuk değneği olduğunu gösteren en model gelişmiş kapitalist ülkenin Fransa olduğunu, iki kez sosyalistlerin ve komünistlerin ortaklığının, tam da Avrupa Marksizm’i ölçütlerinde bir düşünce ile iktidara gelmesine karşın tekelleri çembere almaları bir yana, tekelleri iyice yerleştirdiklerini, sağlamlaştırdıklarını ve bunun sürekliliği için Komünist partinin ve dinamiklerinin dayanak yapıldığını görmek artık çok daha kolaydır.

Rusya Marksizm’i, Marksizm’in devrimcisizleştirmesine karşı direnerek tarihsel bir rol üstlendi ve Marksizm’i başarıya götürdü. Rusya Marksizm’inin yaratıcısı Lenin ise; Rusya Marksizm’inin Marksizm’i başarıya götüren başarısını kalıcı kılan Stalin’dir.

Bunu, ayrıntısı ve eksik, fazla yanları tartışılabilir ama böyle bilmek böyle özümsemek gerekir. Dünyada Rusya Marksizm’inden başka, hiçbir Marksist akım başarıya ulaşamadı. Emperyalizmin ve ona kement atan sol gömlekli oportünistlerin ve revizyonistlerin hâlâ Rusya Marksizm’ine saldırmaya devam etmesinin kaynağını burada aramak gerekir. Yer yer Ekim devriminin bir hata olduğunun ve Lenin’in daha o zaman devrimden döndüğünün kabul edilmesi için teoriler üretilmesi, Avrupa Marksizm’inin Lenin’i Marks’tan ayırma çabasının ve ayırdığı Lenin ile Rusya Marksizm’ini tarihten kazıma çabasının içindedir. Bu gün, Fikret Başkaya ve Gün Zileli’nin özellikle bu görevi üstlendiğini görüyoruz. O kadar öyle ki, bozulmanın hız kazandığı Türkiye topraklarında bu görev öne çıktığı için, emperyalist kapitalizmin verdiği burslarını geri ödemesi gereği Gün Zileli’yi Türkiye’ye gönderdiğinin anlaşılmış olması gerekmektedir.

Marksizm’in devrimcisizleştirilmesine karşı direnerek ilerleyen ve hücuma geçerek Ekim devrimini gerçekleştiren Rusya Marksizm’i, Batıya ve ürünlerine ve de uygarlığına kapanamadığı için, Batı uygarlığının malları tarafından kemirilmeye karşı duramadı, konsümerizm bunun içindedir, şimdi Rusya Marksizm’inin başarısının ürünü olan Sovyet sosyalizmi yıkılmıştır. Ancak Rusya Marksizm’i de, sosyalizm de önemli darbeler almış olsa da ve sahtekâr solcular tarafından üzeri örtülerek hâlâ sürdürülen bir cepheden saldırıyla karşı karşıya olsa da, Marks’ın temel dayanakları ile birlikte sapasağlam ayaktadır. Bu dayanakları daha önce gösterebildiğime inancım tamdır.

Şimdi bu anlamda ideolojik mücadele ve Emperyalist kapitalizmin çarelerini artırma kavgasındaki kolaylaştırıcı ve şaşırtıcı sinsilikler, Avrupa Marksizm’i ile Rusya Marksizm’i karşıtlığında ve Emperyalizmin direkt güdümünde sürüyor. Bu açıkça görülüyor.

Türkiye ve bulunduğu coğrafyadaki Marksizm, bu kavganın merkezinde ve bu kavganın Avrupa Marksizm’i cephesine açık tutulan kapısının kenarında tutulmaya çalışılmaktadır. Türkiye Marksizm’i bu kapıyı kapatmak zorundadır. Kendisini Rusya Marksizm’ine daha fazla açarken, Rusya Marksizm’inin çok daha fazla soyutlanması ile elde edeceği bir derinlikle kendi zenginliğini üretmek, bunun için de bu soyutlamaya bağlı kalarak, çok radikal bir kopuş yaşamak zorundadır. Ancak böyle Avrupa Marksizm’inin kulağa hoş gelen ama vücuda zararlı olan teorilerinin, Rusya Marksizm’ine saldırı üzerinden, Marksizm’i kapitalizm sınırlarına hapsetmek demek olduğu ve Rusya Marksizm’inin hâlâ yaşayan Marksizm olduğu gösterilebilir.

Burada demokrasi programlarının ve Proletarya diktatörlüğüne okunan anti-demokratiklik lanetlerinin, Avrupa Marksizm’inin hem en önemli şaşırtma araçları olduğunun, hem de Rusya Marksizm’ine saldırısını kolaylaştırarak Marksizm’i Kapitalizm sınırına hapsedecek çabaların en önemli demagojik gıdası olduğunun görülmesi özellikle önem taşımaktadır.

Bu da önümüze, en devrimci işin diğer pratik-politik işleri askıya almadan yürütülecek olan ideolojik mücadele olduğunu ve bu çerçevede üretilecek en devrimci teorinin kaynağını hâlâ Marksizm-Leninizm'de bulacağı gerçeğini koyarken, bu gerçeklik ile dünyayı değiştirme hayalimizi ve cesaretimizi ve de irademizi büyüterek ilerleme görevini koymaktadır. Bunun ucunda demokrasi mücadelesi değil, sosyalist iktidar mücadelesi var yani tedrici olarak veya kapitalizm sınırında demokrasinin genişletilmesi paralelliğindeki sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılarak sınıfsız topluma varmak değil, işçi sınıfının iktidarı alarak düzenini kurması ve bu düzeni koruyarak ilerletmesi, böylece sınıfsız topluma varması için gerekli olan mekanizma, yani özünde diktatörlük olan, burjuva demokrasisine karşı (ki gelinen durumda, tekellerin buna dahi geçit vermeyeceği ortada iken, tekellerin diktatörlüğüne karşı önerilen burjuva demokrasisine karşı demek daha doğrudur),özü burjuvaziye karşı diktatörlük olan ama bir avuç azınlık olan burjuvazinin ki, sömüren ve ezen kategorisinde olan veya bu kategoriye gönül vermiş olanları ve bu özlemi koruyacak olanları kastediyorum, dışındaki en geniş kitleye demokrasi olan proleter demokrasisi, yani proletarya diktatörlüğü vardır.

Sözün özü veya sözlerimin özeti, Türkiye’nin Marksist damarının önünde, Rusya Marksizm’ine karşı yürütülen cepheden ama sinsi saldırıları püskürtmek yanında, Rusya Marksizm’inin derinleştirilerek, Türkiye Marksizm’inin zenginleştirilmesi görevi vardır. Bunun için Marksizm-Leninizm’de kalarak onu aşmak çabası bile, Marksist damarın akışkanlığını da, çeperini de, canlılığını da yeterli ve gerekli seviyeye getirmeye yetecektir.

H.İ.Ö.bey, bunları sana son ders olarak yazmış oluyorum, tabii bunu "emeğin eylem birliği" isminin soyutluğunda, devrimci eylemden kilometrelerce uzaklaştıklarının ipucunu isimlerine asanlara da okutabilirsin.
Ve bu son dersimde de gösteriyorum ki, zaten ben de senin dediklerini söylüyorum, sen sadece beni teyit ediyorsun. Senin yeni dediklerinin defalarca mahkûm olmuş ve iflas etmiş şaşırtıcı reçeteler olduğunu gösteriyorum.

Özelikle ,her tür iktidarın iktidardakileri yozlaştırdığı ; insanlık tarihi boyunca iktidara gelip de yozlaşmayan bir tek kurum gösterilemeyeceği ; Bu konuda kimsenin seni ikna edemeyeceği; Bu nedenle Doğrudan demokrasinin işletileceği örgütlenmeyi kurgulamamız gerektiği şeklindeki,görüşlerin,bir tekrarın ifadesi oluyor ve ben bunları bir kez daha mahkûm ediyorum, sana son kez doğru yolu gösteriyorum.

Bir de kendine Zapatistaları model seçmiş olduğun anlaşılıyor. Şimdiki Zapatistaların, "Biz iktidara gelmek istemiyoruz, iktidar yozlaştırır, üstelik iktidar olmak kolay, asıl olan MUKTEDİR OLMAK" diye dünya işçilerine ve emekçilerine seslendiklerini; MUKTEDİR olunabilecek bir örgütlenmenin henüz icat edilmediğini ve edilmeyi beklediğini söylediklerini ve kendi aralarında da, DOĞRUDAN DEMOKRASİYİ uyguladıklarını söylüyorsun ya, acaba, Köylü devrimlerinin en şanlılarından birini gerçekleştiren Emilliano Zapatanin Pancho Villa ile birlikte gericiliği yıkıp, Meksika’yı işgal ettikleri zaman, büyük bir yönetim sıkıntısı çekerek, sarayın tepesine, yönetmek üzere" bir namuslu adam aranıyor" ilanını astıklarının rivayet edildiğini biliyor musun diye geçti aklımdan. Diğer dediklerine ise, bende alışkanlık yaptın, gülüp geçiyorum.

Ama "bilinç" ile "bilgi" konusuna kısaca değinerek ,"emeğin eylem birliği"nin soyutluğunda yüzenlerin, hiç olmazsa kulaç atmayı öğrenmeleri gerektiğini göstermek istiyorum.

Yukarda, minik bir tarih çalışması misli verdiğim bilgilerin kısa oluşu belki seni de, aferin aldıklarını da tatmin etmemiş olabilir, ama mademki, bilgiye önem veriyorsunuz, hele ki, bilincin de öğrenilenlerin toplamı olduğuna inanıyorsunuz, alın size bilgi, hem de altın değerinde, bakalım ne kadar bilinç sıçraması yaşayacaksınız.

İnsanın, kendini insan olarak olumlamak için varlığını yabancılaştırmaması gerektiği görüşü Hegel felsefesi ile birlikte Marks’ın düşüncesinin temelini oluşturan Feuerbach felsefesinin de temelini oluşturduğunu herkes bilir. Herkes derken, ilgilenenleri kast ettiğimi herhalde anlıyorsunuzdur.
Yabancılaşmayı, toplumun temel kötülüğü, insanın insanlıktan uzaklaşmasının ayırt edici özelliği olarak ve kaldırılmasını da insanın yeniden insanlaşmasının zorunlu koşulu olarak düşünen Feuerbach, yabancılaşmayı Marks gibi, yabancılaşmış emek biçimi altında, ("eylemci" arkadaşlarının soyut takıldığı "emek"ten söz ediyor) proletaryanın sınıf çıkarları açısından değil ama toplumsal bakımdan ayrımlaşmamış bir insanlık düzeyinde tasarlıyordu.

Marks, Feuerbach’ın, yabancılaşmanın insanlıktan uzaklaşmış toplumun ayırt edici niteliğini oluşturduğu ve kaldırılmasının da insanın yeniden insanlaşmasının zorunlu koşulu olduğu görüşünü benimserken; Feuerbach'ın yabancılaşma sorunu konusunda verdiği idealist çözümü yadsıdığından, toplumun dönüşümünün yabancılaşmış emeğin kaldırılmasını gerektirdiğini ve bu kaldırmanın proletaryanın devrimci eyleminin yapıtından başka bir şey olmayacağını düşünerek Hegel ile birlikte Feuerbach'ı da aşıyordu.

Yukarıdaki derste buna kısaca değinmiştim, şimdi tamamlıyorum, bilgilerini tamamlaman için önemli bir katkı olduğunu düşünüyorum.

Bir iletinde, Kapital’e söz söylemenin haddine düşmediğini belirtmiştin, Kapital’i benimseyip, proletaryanın devrimci eylemini es geçen, Avrupa Marksistlerinin izini taşıdığın belli oluyordu, bak şimdi bilgilerini biraz daha artırmak istiyorum ama bunun da seni bilinçlendireceğini sanmıyorum ve aklıma geliyor dilime geliyor söylüyorum, hani bilginin toplamı bilinç idi diyorum.

Marks, zenginlik üreticisi emeğin her şey, oysa emekçinin hiçbir şey olduğu özel mülkiyet sisteminin savunusu, tüm pisliğini gösteriyor diyor. Tıpkı şimdi benim sana deyiverdiğim gibi, el yazması bir şekilde not ediyor.

Ve devam ediyor, şeyler dünyasına karşı insanın bağımsızlığını savunma görünüşü altında, emeğin zenginlik yaratıcı tek öğe olduğu olumlaması ile ekonomi politik, gerçekte insanın yadsınmasıdır (yukarıdaki tümce ile birlikte, bu noktada, soyut eylemcilerin, "emeğe” vurgusu aklıma geliyor, ah diyerek, ulaşamadıkları için ne kadar kısıtlı bilgileri var ki, onlara bilgi gerekiyor diye iç çekiyorum ve bilgiyi veriyorum biriktirmelerini öneriyorum ve bunları kendimin uydurmadığını da vurguluyorum ) ve dünyayı kendi yapıtı durumuna getiren insanın gerçek etkinlik yasalarını değil ama onu insanlıktan uzaklaştıran bir sistemin yasalarını dile getirir diyor. Ve şöyle tamamlıyor; dini içselleştirerek Luther'in, onu pekiştirmiş bulunması gibi, ekonomi politik de emeği, yabancılaşmış biçimi altında, tek zenginlik kaynağı olarak görerek özel mülkiyeti pekiştirmiştir.

Dahası var, başlangıçta insanlık maskesini yüzüne takan ekonomi politik, özel mülkiyet rejiminin, insanlık-dışı sonuçlarını gitgide daha açık biçimde doğrulayarak, tüm kinizmi içinde ortaya çıkmıştır.

Ve şöyle devam ediyor, bilgidir ve altın değerindedir, paylaşmayı görev biliyoruz,"toplumsal ilişkilerin, emek ürünlerini görünüşte insandan bağımsız nesneler durumuna dönüştüren şeyleşme sürecini, ekonomi politiğin doğal ve zorunlu bir görüngü olarak kabul etmesi sonucu burjuva iktisatçılar, onları üreten insanın dışında göz önüne alınan metaların fetiş niteliğini bulup gösterememişlerdir." Aslında demek istediğimi, Marks’ın dilinden aktardığıma inanıyorum ama tamamlayıcı bilgi olarak, Marks’ın, ekonomi politik için, üretimin amacının, kullanım-değerlerinin yaratılması değil, değişim-değerlerinin yaratılması olduğunu ifade ettiğini hatırlatmak istiyorum. Buna karşın Marks, insanın gerçek doğasına uygun düşen etkinlik biçimi ve onun kapitalist toplumdaki etkinliği arasındaki bir karşılaştırma yardımı ile şeyleşmiş toplumsal ilişkilerin insan dışılığını vurgulamış olduğunu da belirtmek istiyorum.

İşte bilgi budur, H.İ.Ö. Biriktirin bakalım, toplamı sana ve soyut emeğin eylemine kilitlenmiş arkadaşlarına bilinci verebilecek mi?

Hani, bir iletinde, işsizi hiç hesaba katmadığımı söylüyordun ya, onu asıl hesaba katmayanın, ekonomi politik olduğunu, yeri gelmişken hatırlatayım. Marks, işsiz işçi olarak nitelediği, işsiz için, ekonomi politiğin onu hiç tanımadığını ve onunla uğraşma işini polise, mahkemelere ve dine bıraktığını söylüyor. Nasıl bu gün yaşadıklarımızla bir korelâsyon içinde değil mi sence de.

Bu kadar yeter diyorum ve seni ve arkadaşlarını bilgilendirmek için bilgi denizindeki turumu sürdürüyorum;

Berkeley'i hatırlıyor musun! Hatırlamanı öneririm. Ondan sonraki, nesnel idealistler bile Berkeley'den hiç ayrılmamış, onun dediklerinin üstüne bir harf bile koymamışlardır. Berkeley’e göre," varlık, algılanmış olmak, ya da algılamaktır" böyle diyor Berkeley ve bu da, bir öznel idealistin dilinden dökülen bir bilgidir.
Yani Berkeley, duyumların, bizim zihnimizdeki, bizim sahip olduğumuz fikirlerden başka bir şey olmadığını; öyleyse, duyularımızla algıladığımız nesnelerin, fikirlerden başka bir şey olmadığını ve bizim zihnimizin dışında var olamayacağını " kabul etmemizi istiyor.

Hadi buyurun, kabul edin bakalım bu engin bilgileri, topladığınız bilgilerin içine bunları da katın ki, bilincinizdeki sıçrama tavan yapsın.

Ve şimdi devreye Lenin’i sokuyorum , diyor ki, " 'en modern' idealist filozoflar, materyalistlere karşı, piskopos Berkeley'de bulunamayacak hiçbir kanıt ortaya koyamamışlardır." Ama sizler Lenin’den gelen bilgilere itibar etmezsiniz, bilgi birikiminizi dolayısıyla bilincinizi bozar sizlere göre, ama Lenin’in aktardıkları da bilgi değil midir, üstelik bilincin kalbine hitap edecek denli yalın bilgiler değil midir? Peki, bunu da geçiyoruz.

Ancak, kapitalizmin kara günlerini aktarırken değinmiştim, hatırlatmak için, özellikle Paris Komününden sonra, hani burjuvazinin ihanetinin tavan yaptığı ve son derece insanca istekleri karşısında dişlerini gösteren burjuvaziye karşı işçiler ayaklandıklarında, üzerlerine, gene burjuvazinin "ATEEEŞ" diye emrederek, işçiler içinden devşirdiği askerlerinin sıktığı kurşunlarla işçilerin öldürüldüğünün ertesinde, okullarda idealizmi salgın haline getirmiş olmasını vurgulamak istiyorum ve işte bilgi budur diyorum, o zaman da demiştim, böylesine kapkara günlere sahip burjuvazinin, tekellerin, emperyalizmin doğrudan ya da dolaylı hiçbir demokrasi ile empati kurmayacağını, aksine denetimine alamazsa, azgın boğalar misli saldırmaya devam edeceğini, dolayısıyla iktidarı eline geçiren proletaryanın elinden iktidarı geri almak için, eskisinden bin kat fazla kin ve intikam duygusuyla ve de biriktirdiği bütün sinsiliklerle saldıracağını hatırlatmak istiyorum.

Diğer yandan, o sizlerin bütün melanetlerini üzerine yığdığınız Stalin'in bile bilinç ile bilgi arasında bir uçurum olmadığını, aralarında kopmaz bir diyalektik bağ bulduğunu ve Marksist bilgi teorisini özümsemiş olduğunu gösterdiğini ama sizlerin hem uçurumdan söz ederken, hem de bilincin bilginin toplamı olduğunu söylemenizin işkembei kübradan atıyor olmanızın, bilinci boş verelim, bilginin kırıntısını bile taşımadığınızı belirtmek istiyorum.

Evet,"varlık bir nesnel gerçektir ve bilinç onun öznel yansısıdır." böyle diyor Stalin. Bu kadar, bu bilgiyi almış olsaydınız bile, işkembeden atmıyor olacaktınız.

Lenin de bir şeyler söylemiş, üstelik söylemek için bir gün oturup saatlerce düşünmemiş, sadece Ampiriokritisizmin işkembeden attığı bilgilerin yanlışlığını fark ettiği için ki, bu elbette diyalektik materyalizmin bakışını taşımış olduğundandır, gerekli olduğuna inandığı eleştirileri ortaya koymak için söylemiştir.

"Madde, insana duyumları tarafından verilen ve duyumlarımızdan bağımsız olarak var olan, duyumlarımız tarafından kopya edilen, resmedilen ve yansıtılan gerçekliği gösteren felsefi bir kategoridir" demiştir. Yani maddenin, zihnimizden bağımsız olarak var olan bir nesnel gerçeklik olduğuna vurgu yapmıştır aynı zamanda. Yani Berkeley’in saçtığı bilgisizliğe karşı onu bir güzel bilgi ile sıvamıştır. Ne ki, hâlâ Berkeley’in sınırlarında seyreden bilgisizlik tohumlarının saçılmaya devam ediyor olması, gerçekten artık herkesin hem fikir olduğu, ortaçağa dönmüş olduğumuzun resmi olsa gerek diye düşündürüyor.

Bu bilgiler lazım değil mi, sizler biliyor musunuz, ya da sizdekiler yeterli mi sizce? Duyamadım, neyse ben bilgi vermeye devam ediyorum.
Evet, bilincin, varlığın, doğal ya da toplumsal gerçeğin bir yansısı olduğunu nereden öğreniyoruz, Diyalektik ve tarihsel materyalizmden, o nereden almış, işte tam da bu gerçekliğin yansısından almış ve biz de bu bilgi ile bilince giden kapıları açmaya çalışıyoruz.

Ne demek! Çok basit, bilinç maddeden bağımsız olarak ve onun dışında var olamaz. Düşünce hareket halindeki maddeden ayrılamaz. "duyularla algılanabilir maddi dünya, bizim de bir parçası olduğumuz bu maddi dünya tek gerçekliktir." diyor Feuerbach da.

Öte yandan, bilincin, varlığın bir biçimi olduğu düşüncesi, niteliği bakımından bilinci de madde yapmaz. Bilinç ile varlık, düşünce ve madde, genel bir deyişle, doğa ve toplum adı verilen aynı olgunun farklı iki biçimidir. Dolayısıyla birbirlerini yadsımazlar; bir ve aynı olgu da değildirler. İşte bilgi bu, bizi bilincin ne olduğu konusunda bilinçlendirecek bilgiler bunlar.

Bilinç nedir? Nereden kaynaklanmaktadır? Hangi özgül özelliklere sahiptir? Bunlar hep yanıtlanması en zor olan bilimsel sorular olagelmiştir. Yanıtlamalarının ise tam anlamıyla ve yeterince anlaşıldığını sanmıyorum. Ama siz bir kalemde çözüp," NE YAPMALI" yı da bir güzel, yabancı dilden hatim ederek, Lenin’in aslında işçilere ulaşamadıkları bilgileri vermek için aydınları gönderdiğini söyleyiveriyorsunuz. Üstelik de tıpkı emeğe verdiğiniz vurguyu emekçiye ve işçiye vermediğinizi gizleyemediğiniz gibi, bilince dair çok kıt bilgiler taşıdığınızı yani bu konuda da cahil olduğunuzu göstermiş oluyorsunuz. Diğer yandan Lenin’in, bilgi derken bile bilgiden çok ajitasyon ve propagandadan, siyasal bilinçten söz ettiğini görmezden geldiğinizi ise hatırlatmakla yetiniyorum.

Ne diyelim, bu da bir bilgi diyerek gülüp geçelim değil mi? Ben de öyle yapmaya çalışıyorum ama yine de dayanamıyorum, benim gülüp geçtiklerimi ciddiye alacakların olabileceğini düşünerek, sizin gülüp geçme ile karşılık vereceğiniz bilgileri size de vermeye çalışıyorum. Ciddiye alacaklar için bunu borç biliyorum.

Ve ekliyorum, Lenin’in, en geniş siyasal ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da, her yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal-demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördüklerini belirterek; bu sonuca, sadece işçi sınıfının en ivedi gereksinmesinden, siyasal bilgi ve siyasal eğitim gereksinmesinden hareket ederek vardığını vurguladığını hatırlatıyorum. Ancak, ekleyerek, sorunu bu biçimde koymanın, çok dar olarak koymak olduğunu ve o günün Rus sosyal -demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde tutmamış olacağını belirtiyor. Bu kadarı aslında yeterince açık, yani arif olan anlar ama o da eksik buluyor ki, devam ediyor ve biz de devam ediyoruz. Evet, Lenin, işçi sınıfının siyasal bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğunun herkesçe bilindiğine vurgu yaparak, çözülmesi gereken sorunun, bunun nasıl yapılacağı ve yapılması için neyin gerekli olduğu sorunu olduğunu söyledikten sonra da, iktisadi mücadelenin, işçileri, sadece hükümetin işçi sınıfına karşı tutumunu kavramaya yönelteceğini işaret ediyor. Onun için diyor, iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak için ne kadar çaba harcarsak harcayalım, iktisadi mücadelenin sınırları içinde kaldığımız sürece, işçilerin siyasal bilincini (sosyal-demokrat siyasal bilinç düzeyine kadar) hiç bir zaman geliştiremeyiz. Çünkü bu çerçeve çok dardır. Siyasal sınıf bilinci işçilere ancak dışarıdan verilebilir yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir, diyor ve ekliyor, bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi vermek için, ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları,"işçilerin arasına gidilmelidir" yanıtı olamaz diyor. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal demokratlar, nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadır. Onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar. Evet, Lenin’in dediği budur ve devamı da oldukça açıklayıcıdır.
Görüldüğü gibi, "Lenin, işçi sınıfına bilinç dışardan verilir dememiş, "BİLGİ DIŞARIDAN VERİLİR" demiştir. Maalesef tahrifatçı ya da bilgi ile bilinç arasındaki uçurumun ayırdında olmayan çeviriciler tarafından yanlış çeviri yapılmıştır. Zira bilinç öğrenilenlerin toplamıyla oluşur. Bilgiye ulaşma imkanı kısıtlı olan işçi sınıfına da, bilgi aydınlar tarafından iletilir. İşçi sınıfı da, öğrendiklerinin ışığında bilincini geliştirir, zenginleştirir." diyen ve kendilerini emeğin soyutluğundaki, soyut eylemin içine hapseden "eylem" ve "emek"severlere ve elbette doğrudan demokrasi aşkı ile yanıp tutuşan sana duyurulur ve gösterilir ki, bir tercüme hatası yok ve Lenin’in hem bilince hem de bilgiye vurgusu olduğu görülüyor. Demek ki, her halükarda işçi sınıfına bilincin dışarıdan verilmesi formülünden ayrılmamış oluyoruz. Ama çok bilgiç "emek" severliklerini ve bu soyutlama içindeki "eylem" severliklerini vitrin yaparak daha çok proleter oldukları izlenimi vermek isteyen ve proleterlerin daha çok ekonomizm içine çekilmesi gerektiğinin işaretlerini vermeye çalışanlar, bunu hâlâ anlamayacaklardır ki, ben yoruldum, buradan itibaren, Ne Yapmalı' nın Muzaffer Erdost tarafından yapılan Türkçe çevirisine başvurmalarını, bu işlerin "emek" severlikle," eylem severlikle, yani emeği de, eylemi de fetişleştirerek olmayacağını öğütlüyorum. Ve burada, İnsanın zihinsel faaliyetinin tümünün bilinç olmadığını, Zihin kavramının, bilinç kavramından çok daha geniş kapsamlı olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Hayvanların zihinleri vardır ama bilinçten yoksundurlar. Bir çocuğun zihinsel yaşamı doğar doğmaz başlar ama henüz bilinci yoktur. Bu gün, emperyalist kapitalizmin, tekellerin, Berkeley’leri aratmayan dinci akım şeflerinin insan aklına yaptığı hücumlar, tekelci düzenin insanını, bir hayvan kadar olmasa da, bir çocuğun doğumundaki zihinsel seviyeye kadar bilinçten yoksun bırakmıştır. Sürüleşmek tabiri buradan geliyor olsa gerek. Dolayısıyla tekellerin düzeninin, insansız bir düzen olduğunu, dolayısıyla bu düzende bilinç vermenin formülleri konusunda da Lenin’i ve Marks’ı aşmak için çaba sarf etmek gerektiğini ama onları aşabilmek için, önce anlamak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Tekelci düzende, anlamanın da, anlatmanın da önemli oranda tahrip edildiğinin o nedenle işçilere, sendikaları da, sendikal mücadeleyi yadsımadan, kendi gizil güçlerine dönmelerinin, işçilere dışarıdan bilinç vermeye önem verenlere ise, artık salt öyle kitabi bilgilerle işçilere bilinç verebileceklerine inanmamalarını ve daha çok gerçek anlamda eylem ifade eden bilinçleri taşımalarını salık veriyorum.
Bu tür bilinçlerin, bu gün, Yunanistan ve İngiltere dâhil, Ortadaoğunun ve Kuzey Afrika’nın, Kafkasların topraklarında boylu boyunca uzanan hareketliliğin içinden kendini gösterdiğini ama tekellerin diktatoryasını demokrasi diye yutmamızı sağlayan medyanın buralara bakan gözlere mil çektiğini, işçi sınıfına ve emekçi halka doğru bilgileri ve siyasal bilgileri vermek için gerçekten çırpınan varsa, böylesi eylemli bilincin karartılmasına izin vermemeleri gerektiğini önemle vurguluyorum.

Bilinç deyince akla öncelikle yanlış bilginin ve bilincin ustaları olan idealistlerin gelmesinin gayet doğal olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz görüyoruz ki hemen yanı başında bu idealist düşünceler karşı bilgi teorisi ve bilince yaklaşımları ile önce kaba maddeci, sonra Diyalektik ve tarihsel maddeci anlayışın hızla yükseldiğini ve idealizmin karanlığını tuz buz ettiğini görüyoruz. Tabii bunu derken, başlangıçta idealistlerin de dünyayı yorumlamak üzere çaba sarf ettiklerini yadsımıyoruz ama işin içine burjuvazinin karışması ile bu düşüncenin modernleştirilmiş şekli ile bu günkü laboratuar ideolojilerine kadar uzanan gericiliğin, dinciliğin gericileşen burjuvazinin, bu gün emperyalizmin, ideolojisi olarak idealist felsefenin envai çeşidini gördüğümüzü söylemekten de geri durmuyoruz. Emperyalizmin, Piskopos Berkeley’lere bu gün eskisinden daha çok ihtiyaç duyduğunu ise özellikle belirtiyoruz ve dahi insanların aklına hücum eden versiyonlarına bir bir işaret etmekten geri durmuyoruz.

Ve bir hatırlatma daha yaparak, dinsel -idealist anlayışlara göre bilincin, maddi olmayan bir cevherin-genel olarak maddeden, özel olarak da insan beyninden sözde tamamen bağımsız, ölümsüz, ebedi bir "ruh" un-bir dışa vurma biçimi olduğunu ve kendi başına buyruk bir yaşam sürdürdüğünü hatırlamanızı istiyoruz.

Maddeciliğin ise, böylesi idealist anlayışların tersine, bilincin insan beyninin bir işlevi olduğunu ve bilincin özünün gerçeğin yansısında yattığını ileri sürdüğünü belirtmekle yetiniyoruz. İkisi de bilgidir ve birisi Berkeley misli düşünenlerin dilinden, diğeri Materyalist düşünceden dökülen bilgidir ki, hangisi size uyar ona siz karar vereceksiniz.

Bilincin maddi dayanağı, ya da taşıyıcısı ise beyindir. Beyin ve beyni dünyaya bağlayan mekanizmalar olmadıkça, zihinsel yaşam diye bir şeyin olamayacağı açıktır. Bunu da ekliyoruz. Ve demek ki, düzgün çalışan bir beyne sahip olmak, özel bir önem taşımaktadır. Vee, İnsan beyninin, gerçeğin zihinsel düzeyde yansıtılmasının en yüksek biçimi olarak bilinen bilincin organı olduğunu ekliyoruz Bilincin fizyolojik mekanizmaları da var olduğunu ve özellikle Sovyet bilim adamlarının çalışmalarının önemli olduğunu da biliyoruz ama konumuz değil, daha doğrusu konumuzu dağıtarak, çok bilgiç yazarımızın ve pek "eylem" ve "emek"sever "proleterlerimizin" kafasını karıştırmak istemiyoruz.

Bilincin, yalnızca bilgi edinme süreci ve onun sonucu (bilgi) demek olmadığını; Bilincin, aynı zamanda bilgisi edinilen nesnenin duygusal düzeydeki deneyimi, nesnelerin, niteliklerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin belli bir değerlendirmesi olduğunu; Duyguların da bilincimizle bağlı olduğunu; Enerjimizi kullanmamıza ya da kullanmamamıza yardım eden duygusal faaliyetlerimiz olmasa, dünyayla herhangi bir şekilde ilişki kurmamızın olanaksız hale geleceğini ve Lenin’in, "Açıkça bellidir ki, insan duyguları olmasaydı, insanlar gerçeği asla aramamış ya da arayamamış olacaklardı." ifadesini hatırlatarak bitiriyorum.

Soyadını yanlış yazdığım için özürlerimin ve bunun sehven olduğunun kabulünü dilerken, (bu eksikliğin,"r" ve "t" harflerinin yan yana olmasından kaynaklanmış olacağını düşünüyorum, ama yine de eksikliğimi yok saydırmayacağını kabul ediyorum.

Tartışmanın verimsiz olmasının ise, seçtiğin konunun çoktan mahkûm edilmiş ve örneklerinin çoktan iflas etmiş olmasından kaynaklandığını eninde sonunda görmenin ya da hiçbir zaman görmemeye mahkûm olmuşçasına, görmemekte direnmenin, sadece ve sadece baktığın yerden kaynaklandığını bir kez daha ve ayrıca hatırlatarak, sonuç alamayacağın ve zaten böyle bir beklenti içinde olmadığın bu tartışmayı terk etmekle en doğrusunu yaptığını belirtiyorum ve sana da, pek kolay geleceğini sanmasam da, kolay gelsin diyorum.

Fikret Uzun
29-Eylül-2011

Hiç yorum yok: