14 Şubat 2010 Pazar

ANTİ- FİKRET BAŞKAYALAR

Engels'in, 100 yıldan fazla bir zaman önce yazmaya başladığı ve iki yıl süren "Anti-Dühring" çalışması, durup dururken aklına gelmiş bir çalışma değildi. Dühring hem sosyalizmin yandaşı, hem de aynı zamanda düzelticisi olarak ortaya çıkıp, birdenbire bulunduğu yüzyıla meydan okuduğu zaman, Alman sosyalistleri, o zamanki sosyal demokratlar teorik olarak oldukça zayıf ve çoğunluğu, üniversitede bir privat -dozent olan ve de Marks'a soldan saldırarak, her konudaki söz ebeliğini devrimci ve köktenci bir kalıpla sunmayı başararak ismini öne çıkartan, bu özelliği ile de, örgütlenen bir işçi sınıfını yanıltabilecek bir adam olan Dühring'in teorilerine tutku ile bağlı idi. Hatta başlangıçta Liebnecht bile Dühring'ten etkilenmiş ve ona karşı ikircimli kalmış ama sonra bizzat kendisi, Dühring'in en aklı başında insanların bile aklını karıştırdığına dikkat çekerek, Engels'ten onun hesabını görmesini önemle ve birçok kez istemiştir.

Bu durum, yani Dühring'in hesabını görmek için adım atmak, Engels için ısırılması gereken bir ekşi elma gibiydi idi ama işte sonunda Dühring'in hesabını görmek ama daha çok, Marksizm'in derin verilerini iyice özümsemiş olmayan yöneticileri dahil, Alman sosyalistlerine Marksist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini, Marksizm'in temel ilkelerinin açık ve eksiksiz bir açıklamasını yapmak için Anti-Dühring'i yazmaya koyuldu. ve Marksizm'in özünün ilk sistematik açıklamasını gerçekleştirerek, diyalektik materyalizmin gerçeğin bilgisi olduğunu bütün açıklığı ile göstermiş oldu. Yani bilginin her ilerlemesinin, teorinin yeniden ayarlanmasını, materyalizmin yeni bir biçimini içerdiğini gösterdi. Dolayısıyla Marksizm'in, özünde, bilim tarafından elde edilen sonuçların bir özümleme ve bileşim yöntemi olduğu için, niteliği gereği açık, bilginin her yeni adımı ile kendi yasası gereği zenginleşmek ve dönüşmek zorunda olduğunu gösterdi.
Yani kısaca Engels Anti-Dühring'i yazarak, materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptadı. Bu anlamda Engels'i takip eden Lenin'in, Engels'ten otuz yıl sonra, Materyalizm ve Ampiriokritisizm çalışmasıyla materyalizmin kendi çağının bilimsel bulgularından çıkan biçimini belirlemeye girişmesi gibi, bugün de Engels tarafından belirlenen yöntem çerçevesinde aynı eleştirel çözümlemeye ve bileşim çalışmasına girişmek, son derece önemli ve zorunludur.
İşte bu temelde bir önceki eleştirimin devamı olarak ele alacağım bu eleştirim, biraz sert görünebilir ama eleştirilen kişi saygın ve sol yelpazede ismi tanınan ve bir sürü kitabı, araştırması olan bir yazar ve de Özgür Üniversite'nin başkanlığını yapan bir aydın olunca, asıl sorunların üzerinden atlayarak, tümüyle tekellerin, yani sermayenin yani egemen sınıfın ABD ve AB emperyalizminin güdümünde olan bir rejimin ve yönetiminin manipülasyonlarının, ideolojik saldırı mekanizmalarının ve hegemonyasının içinde olarak ve öznel olarak asıl çelişkinin yani sınıf çelişkisinin (ki bu çelişkinin hâlâ geçerli olduğunu sayın Başkaya da kabul ediyor.) üstünü örtmek için yaratılan çelişkileri, asıl çelişki imiş ve tekellere karşı işçi sınıfının mücadelesinde başatmış gibi göstermeye çalışması nedeniyle bu eleştirileri hak ediyor diye düşünüyorum. Eleştirilerimde haksız olup olmadığımı tarih en yakın zamanda gösterecektir.

Öncelikle sayın Fikret Başkaya'nın, Kemalist otokrasinin gününü doldurmasından, çürümüş ve kokuşmaya dönüşmüş olmasından söz etmesindeki kodlar üzerinde duralım.
Zaten, çok çok önce yani 12 Eylül darbesi ile beraber, yönetimi gerici akımlara devrederek kendine ihanet eden Kemalizm'in gününü doldurmuş olması söz konusu iken ve Fikret Başkaya gibi bir araştırmacı aydının bunu görememesi mümkün değilken, bütün çelişkiyi bu noktaya toplamaya çalışması, üzerinde durulmayı ve eleştirel bir yaklaşımla, hangi amaca hizmet ettiğinin şifrelerini çözmeyi gerektiriyor.
Evet hal böyle iken, Kemalist otokrasiden söz etmek, sosyalistleri, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri, bu, gününü çoktan doldurmuş, bu anlamda, hayali düşmana karşı yöneltmeye ama asıl yönelinecek hedefin 12 Eylül rejimi, tekellerin düzeni olduğunun üzerini örtmeye çalışmak demektir.
Bunu yaparken argüman olarak doğru olguları kullanması ise sonucu değiştirmemektedir. Daha açık ifadeyle bu, doğrular üzerinden yanlış sonuçlar çıkarmaya yönlendirmek demektir.
İkinci nokta, Başkaya'nın, Kemalist rejimi anlatırken, yine doğru noktalardan çıkış yapmasına rağmen, var olan rejimin, bir Kemalist rejim olduğu ve TC'nin yönetiminde Kemalistlerin olduğu ve de çürümeye, kokuşmaya dönüşen rejimin bu rejim olduğu çıkarsamasını yapması için okuyucuyu şartlandırırken, bütün nesnel gerçekleri atlaması bir yana, bu rejimin yönetiminde tekellerin olduğunu, onların yürütücüsü olan ve daha düne kadar gerici/dinci faaliyetlerin odağı olarak tescillenmiş olan bir anti-Kemalist, anti-laik ama daha çok ve asıl olarak, anti-komünist bir siyasi partinin varlığını teğet geçmesidir.
Başkaya'nın sözünü ettiği ve yazısını bunun üzerine kurduğu,"Kemalist otokrasi" diye bir olgunun, 12 Eylül darbesinin ertesi günü bile var olduğundan söz edemeyiz. Olsa olsa, başta da belirttiğim gibi, Kemalizm'e ihanet eden Kemalistlerin, yönetimi gerici/dinci akımlara teslim süreci olgusundan söz edibiliriz. Şimdi ise, Kemalist TC'den geriye kalanın; sadece, kendisine ihanet edenlerin geç de olsa farkına varan Kemalistlerle birkaç Kemalist dinamik ve TSK'nın aşağıdan yukarıya önemli bir bölümünü kapsayan Kemalist geleneğin TSK içindeki dinamiklerinden başka bir şey olmadığını netlikle söyleyebiliriz. Böyle olduğu halde, eğer Başkaya'nın sözünü ettiği kokuşmanın kıymeti harbiyesi ve ilerlemenin, demokrasinin önündeki, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin ekonomik demokratik haklarının önündeki, gençlerin sorunlarının, işsizlerin, emeklilerin, kadınların velhasıl toplumun bütün ezilen sınıf ve katmanlarının sorunlarının çözümünün önündeki engel, bu kalanlarla bağlı ise; 12 Eylül rejiminin ifadesi bu dinamikler ise ve dahi, onlardan kurtulmanın ifadesi, 12 Eylül rejiminden kurtulmak ise, Başkaya'nın koca bir yanılgı ve illuzyon içinde olduğunun, değilse, bilinçli bir çarpıtmanın görev alanına girdiğinin resmidir.
Başkaya, yazısında, "devlet varsa hukuku da mutlaka vardır " diyerek, 12 Eylül anayasasında ,"TC'nin demokratik-laik-sosyal hukuk devleti " olduğunun yazılı olduğunu belirtiyor. Bu ifade ettikleri, bilinen doğrular ile bilinen olguların tekrarından ibarettir. Ama amaç,12 Eylül darbesini gerçekleştirenlerle ve onun anayasası yani hukuku ile şu andaki 12 Eylül rejimini yani tekellerin düzenini, sağ salim varması gereken noktaya vardırmaya çalışan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin devamlılığının bir sonucu olan yürütmeyi, birbirinden ayrı, birbirine karşıt olgular ya da güçler olarak göstermeyi kolaylaştırmak için Kemalist TC edebiyatı yapmak olunca, ortaya böyle karmaşık, içi boş ama tumturaklı ifadeler çıkmaktadır. En azından ben böyle görüyorum.
Kemalizm adına ve laik, demokratik, sosyal hukuk devletini korumak için geldiğini söyleyen darbenin liderleri, elbette tekelci düzeni yerleştirmek için, Kemalist TC'nin demokratik nesi varsa, burjuva -hukuksal hangi dayanağı varsa yıkmak ve elbette, sosyalist hareketi yok etmek için geldiklerini söylemeyeceklerdi; bu anlamda, bir sonraki hamlede değiştirmek üzere, bu görüntüyü kurtaracak hukuksal dayanakları yerinde bırakacaklardı. Ve bıraktılar. Şimdi ise, daha doğrusu epeydir, 12 Eylül anayasası tekellere dar gelmekte, o nedenle de, tekellerin düzenini 12 Eylül rejimini genişletmeyi, hukuk alanında da yapıp, bir anlamda, TC yönetimini, devraldıkları Kemalistleri de ortadan kaldırıp, kendi politik, ideolojik karakterine uygun bir TC yönetimini, (hemen hemen de facto hüküm süren) hukuksal dayanakları ile topluma dayatmanın gediğini açmaya çalışmaktadır.
Pratikte defacto hüküm süren otokratik yönetimin, açığa çıkardığı, keskinleştirdiği çelişkilerin, bu yönetimin hukuksal dayanaklarını oluşturarak ortadan kaldırılması ya da bastırılması demek olan bu, tekellerin düzeninin,12 Eylül rejiminin baskı aracı olan devletin hukukunu da yeniden örgütlemek anlamı taşımaktadır. Yani minare - kılıf meselesi gibi.
İşte Başkaya'nın atladığı, ya da atlanılması için tumturaklı laflarla örtmeye çalıştığı nokta budur. Şu anda dar gelen 12 Eylül anayasasında yer alan ve 27 Mayıs anayasasından aktarılmak zorunda kalınan hukuksal anayasal dayanakların, 12 Eylül rejiminin ama daha çok ABD-AB emperyalizmininin YDD yöneliminin gereği ortadan kaldırılıp, yerine ABD-AB emperyalizminin tekellerin istediği çökmüş, parçalanmış, hatta emperyalizme tam bir teslimiyet içine sokulmuş bir TC anayasası yani yeni Türk-İslam tabanlı faşist Osmanlı cumhuriyetinin hukukunun yerleştirilmek istendiğinin üstünden atlayan Başkaya, üstüne üstlük, bunun Kemalist otokrasiye karşı demokratik, ileri ve devrimci bir hareket olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Evet sorun ideolojik mistifikasyon yaratmakla, yalan söylemekle kafaları bulandırmakla ilgilidir. Başkaya tümüyle haklı ama adresi şaşırmış ya da şaşırtma telaşı içinde bu eylemi bizzat kendisi yapıyor. Dahası, gerçekte kimin mistifikasyon içinde olduğunun üstünü örtmek için, tümüyle mevcut rejimin ve onun yürütmesinde olan bir siyasi gücün eylemlerini hayali bir Kemalist otokrasiye mal ederken, kafa bulandıran mistifikasyon cephesinin önünde tekellerin ideolojik ve psikolojik saldırısının emrinde hareket ettiğini gizleyemiyor.
Başkaya devamla şöyle diyor; "yapılan şey, adaletsizliği gizleme amaçlı bir manipulasyondur." Bu da doğrudur. Fakat ardından gelen cümlede "cunta anayasasındaki TC niteliğine" dair söylelenlere dikkat çekmesi, bu doğruluktaki sonucu yanlışa yönlendiriyor.
Tüm adaletsizliklerin şu anda hüküm süren rejimin niteliğinden ve onun yürütücüsü eliyle yükseldiğinin ve yürütücüsünün Kemalist otokrasi ile uzaktan yakından ilgili olmadığının ve dahi rejimin karakteri gereği, bu otokratik yapının bizzat tekellerin düzeninin yürütücüsü olan bu siyasi gücün marifetiyle gerçekleştirildiğinin ve sağlamlaştırıldığının üstünü örtmeye çalıştığı bu anlamda manipülatif davrandığı görülüyor.
Ve yine devam eden başka bir cümlesinde; " ....TC nin böyle bir şey olduğunu" vurgulaması, çoktan çözülmüş ve yakında tarihe gömüleceği beklenen Kemalist TCnin, şu anda var olan ve gizlenilmek için türlü manipulasyonlara gereksinim duyulan adaletsizliğin anası olduğunu çıkarsaması için okuyucuyu şartlandırırken, mevcut yönetimin ve rejimin, bu adaletsizliklerin hem anası hem de babası olduğunu gizlemiş oluyor. Kitleleri ve elbette daha çok seslendiği sol grup ve kişileri ve de özellikle gençleri sorunun asıl kaynağından dolayısıyla sınıfsal zeminden uzaklaştırmış oluyor.
Basit bir örnek gerekirse; Hrant Dink cinayetindeki işleyiş bir yana işleyen hukuksuzluğun ve bu anlamda karartmanın içinde olanların kılına bile dokunulmazken, bu hukuksuzluğu ve sözü edilen adaletsizlikleri soyut bir otokrasiye mal ederek, üstünden atlamak, pek o kadar, aydın geçinen ve ismi önde giden birinin, hele ki bu kişi, Özgür Üniversite gibi, iddialı bir kürsüden gençlere Marsist kimlikle seslenen, ders veren bir kişi ise, dalgınlığına gelerek ifade ettikleri olmasa gerek diye düşünüyorum. Yani ortada bilinçli bir çaba var. Bu çabanın yararının ise tekellere olduğu apaçık görülmektedir. Öyleyse Fikret Başkaya dün Marksizm içinde bir üstat bugün tekellerin ideolojik silahıdır diyebiliriz. Değilse, kendisinin bunu açıklıkla göstermesi boynunun borcudur. Sessizlikle geçiştirip, eleştirileri ve mahkumiyetleri savuşturması sorunu çözmeyecektir. Bu düşüncemi değiştirmeyeceği gibi, bu düşüncenin yükselmesinin önünü de kesemeyecektir.
Bitmiyor, şöyle devam ediyor Başkaya ; " her şey kutsal devlet için, kutsal devletin ihtiyacı kadar...onun dışındaki her şey, her hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebi, devlet düşmanlarının, bölücülerin, devletimizi yıkmak, vatanımızı bölüp parçalamak isteyenlerin marifetidir ve (bu) 'devletin ülkesi ve milleti için en büyük tehlikedir." evet böyle diyor, daha doğrusu kutsal devletin korunması ya da daha çok kutsanması için böyle denildiğini söyleyerek, anlı şanlı profesörlerin bu minvalde konuşmasını, Kemalist otokrasinin ödüllendirme sistemine ( bunun halk dilindeki ifadesi, sopa ile korkutup, havuç dağıtmak şeklindedir.) bağlıyor.
Başkaya'nın asıl demek istediği ve örttüğü şudur; hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebinin muhatabı, ve bu olguların yok edilmesinin nedeni, mevcut düzenin mevcut yönetimi değil, yönetimi çoktan dinci akımlara teslim etmiş ve böylece Kemalizm'e ihanet etmiş olan ve de günü çoktan dolmuş olan Kemalist otokrasidir. Hatta bu olgularla yüklü talepleri dillendirenlerin ve hatta bu kazanımlar için mücadele edenlerin içinde mevcut yönetim de vardır. Mevcut yönetim bu anlamda, demokrasiyi, özgürlükleri, ekonomik ve demokratik hakları, sosyal adaleti ve eşitliği engelleyen değil, onun için yönetimi devraldığı, Kemalist otokrasi ile mücadele edendir. Oysa mevcut yönetimin, Kemalist yönetimden devraldığı devlet yönetimi, özü itibarı ve sınıfsal karakteri itibarı ile anti-komünist olduğu yanında ve o kadar, bir devamlılığın içindedir. Asıl nokta burasıdır ve Başkaya bu noktayı da gözlerden uzak tutmaya çalışmaktadır ama diğer yandan hâlâ sınıf mücadelesinin belirleyiciliğine vurgu yapabilmektedir. Bu iki yüzlü politikanın dile yansıyan ince hünerinden başka bir marifet değildir.
Evet Başkaya'nın, günlerdir süren ve etrafı kitlesel bir canlılıkla yeterince bir türlü örülemeyen ama bu haliyle bile sınırları tekelci düzenin kalbine doğru zorlayan Tekel işçilerinin direnişini ve bu olgunun etrafında yer alan ekonomik demokratik örgütlerin dost olanının yanında, dost görünenin, açıktan düşman olamayanının dahi kayıtsız kalamadığını görmezden gelerek; mevcut yönetimin manevralarını ve işçi düşmanı, anti demokratik ve elbette sınıfsal yaklaşımı içersinde işçilere demediğini bırakmadığını; bu direnişin uzlaşma ile sonuçlanması için hop oturup, hop kalkan sendikacıların içyüzünü ve dahi polise taş attığı için çocuk yaşta olmalarına rağmen onlarca yıl ceza alanları (üstelik demokratik açılım şarkıları eşliğinde) görmezden gelerek, kız arkadaşının boğazını testere ile ve ailesinin de işe karışması ile kesen sapık ruhlu bir cani ama reşit olmayan bir genç için neredeyse tüm Türkiye'yi ağlatacak durumlar yaratılmasının tekeller düzeninin karakteri gereği olduğunun üstünü örterek; daha birçok hukuk dışı, anti demokratik, sosyal eşitsizliğin mesafesini artıran, uygulamaları ve bunların nedeni olan tekellerin düzenini ve de mevcut yönetimini görmezden gelerek; tüm bunları, hali hazırda olmayan, başka bir ifadeyle dinci akımların legal, illegal ama bizzat tekellerle bağlı, onların yönetimsel ve manipulatif marifetleri içersinde ve burjuva düzenin tekeller düzeni şeklindeki devamlılığı içinde eriyen, yok olan Kemalist otokrasiye mal etmesi ; böylece, bu yönde bir aymazlığın yayılmasına aracılık etmesi ve şu anda lise düzeyine düşürülen üniversitelere lise öğretmeni kapasitesinden de düşük bir kapasite ile donanımlı (donanımsızlık içinde demek istiyorum) kişilerin, en üst düzeyde ve seçilenler bir kenara atılarak yetkili kılınması şeklinde ödüllendirilmesini örtülemesi, tekellerin ideolojik hegemonyasına tabi olmayan hiçbir aydının duyarsız, tepkisiz kalamayacağı bir durumdur.
Bu durumun iki uç yönelimi vardır; ya önceden çizilmiş ve seçilmişlikle, görevlendirilmişlikle bağlıdır; ya da belli bir noktadan sonra tekellere yaranmak için işçi sınıfına, emekçi kitlelere ve elbette seslendiği Marksist kitleye ihanete doğru yelken açmaktır.
Başkaya'nın ifadelerindeki kodları deşifre etmeye devam ediyoruz; profesörlerin, Kemalist otokratik TC tarafından ödüllendirilmesine atıfta bulunan Başkaya, ifadelerini süsleyerek, kavramların içindeki anlamları öznelleştirip, başka noktalara çekmesi yi iyi beceriyor. Şöyle diyor; " devletin milleti olmaz, milletin devleti olur." evet "devletin milleti" deyimi pek anlamlı değildir ve devleti açıklamıyor ama "milletin devleti" ifadesi ise tam bir garabettir ki, bu garabetin, Marksist olduğunu ve konuşmalarını bu temelde yaptığını iddia eden birinin ağzından dökülmesi garabetliğini artırmıyor ama ortada bilinçli bir manipulasyon ve okuyucunun aklını karıştırma çabası olduğunu açıkça gösteriyor.
18.yüzyıldan beri, burjuva sözcüleri, bilim adamları ve politikacıları tarafından devlet sorunu hep arap saçına döndürülmüş, anlamsızlaştırılmıştır.devletin ortak çıkarlarını korumak isteyen insanların özgür kararalarıyla kurulmuş bir siyasi yapı olduğunu ve töresel, ahlaksal fikirleri maddileştirdiğini ya da kapitalist toplum içindeki özgür gelişimde oluşmuş kurumsallaşmış, genel irade sayılabileceğini ileri sürmekten kaçınmamışlardır.tüm bunlar, devletin sınıfsal karakterinin gizlenmesi,bir sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için kullanılan etkin bir egemenlik aracı olduğunun saklanması içindir. Devlet baştan beri var olmadığı gibi, ebediyen de var olmayacaktır. Ve devlet toplumun kendi içinde uzalaşmaz, karşıt sınıflara bölündüğü bir ekonomik gelişim basamağında ortaya çıkmış, bu bölünmüşlük, uzlaşmak karşıtlık ortadan kalkınca o da ortadan kalkacaktır. Bunu ortadan kaldıracak olan, bu karşıtlığı sonlandırmak üzere devlet aygıtını son kez bu temelde işleten proletarya olacak ama devlet, proletaryanın ilgası ile değil sönümlenerek ortadan kalkacaktır. İşte bilinçli proletaryanın sosyalizmi kurarken ve komünizme geçiş için sınıf mücadelesine devamla kendini geliştirirken, anarşistlerden ayrıldığı önemli noktalardan biri de budur.
Devlet, en öz ifadesi ile bir sınıfın baskı aracından başka birşey değildir. Bu gerçekliği ve bu devletten söz ederken, anlamlandırmanın gerekliliğini Özgür Üniversite'de Marksizm'i öğreten Başkaya bilmiyor mu? Elbette biliyor ama amaç, hayali "Kemalist otokrasi"nin devletine karşı,"milletin devleti" yapacağı, niteliğini yukarda gösterdiğim, tekellerin devletini, en demokratik devlet olarak, tekellerin baskı aracı olma ve diktatoryal niteliğinden ayırarak göstermeye çaslışmak olunca, böyle süslü deyimler, Başkaya'nın kavramlar dizinine yerleşiyor.
Başkaya, devam eden ifadelerinde, hayali Kemalist otokrasiyi anlatırken, aslında mevcut rejimin, mevcut yönetiminin yaptıklarını, yani farklı düşüneni hain, muhalifi düşma ilan etmesini, cezalandırmasını, açlığa mahkum etmesini, hapse atmasını, katletmesini, ideolojik linçe maruz bırakmasını ve taammüden öldürmesini anlatıyor. Anlattığı, tekeller düzeninin, 12 Eylül rejiminin işçi ve emekçilere karşı yaptıklarının hikayesidir. Cezaevlerindeki çocuk mahkumlar, tutuklu ve hükümlü gazeteciler, cezaevlerinde ölüme terkedilen mahkumlar, özel yetkili savcılar ve mahkemeler, bir mega kentin ortasında işçilere su sıkılması, biber gazı püskürtülmesi, uzatmayalım, günlerdir aç bilaç, karakışta çadırlara hapsedilen ama direnişleriyle tarih yazan tekel işçileri, bu hikayede hikayeye ayna tutan olgulardır.
Ve ardından, Başkaya sanki kendisi "şeyleri adıyla çağırıyormuş" gibi, "ne zamana kadar şeyleri adıyla çağırmamakta ısrar edeceğiz" diyor.
Evet, Kemalist otokrasi gününü doldurdu ama bu gün değil, 12 Eylül darbesiyle beraber yönetimi, gerici/dinci akımlara devrettiğinde gününü doldurmuştu. Günü çoktan dolmuş bir olgu üzerine, bugün itibarıyla söz söyleyerek, ondan tümüyle kurtulmak gerektiğini öne çıkartmak, bu olgunun hukuksal yapısını da kotarmak gerektiğine, acildir uyarısı ile dikkat çekmek demektir.
Soru şudur, bütün bu öne çıkarılanlar ve dikkat çekilenler, kimin adına yapılmaktadır. Sosyalistler adına yapıldığı iddia ediliyorsa, buna kimse inanmaz. Öyleyse, geriye düzen içinde düzenin yerleşmesi ile ilgili yöntemler temelinde karşı karşıya gelen güçlerden biri adına yapıdığını kabul etmeliyiz. Bu durumda ortaya çıkan şudur, hayali bir Kemalist otokrasiye karşı, bunun kalıntılarından ve tekellerin düzeninin yeni biçimiyle yerleştirilmesine engel teşkil eden dinamiklerden ve anayasal/hukuksal noktalarından mevcut rejimin, mevcut yönetimi adına konuşulmaktadır.
Evet, tekelci düzen, kapitalizm,12 Eylül rejimi gerçekten çürümüşlüğün, kokşmuşluğun diğer adıdır. Ama bu, Kemalist otokrasi değildir.
Yolun sonunun göründüğü de doğrudur, ama bu görünen son kapitalizmin sonudur.Sınıf mücadelesi ve çelişkisi hâlâ devam ediyor demek zorunda kalan Fikret Başkaya'nın da bunu pekala bildiğine inanıyorum. Ama, buna rağmen, çoktan kendine ihanet ederek, yönetimi, sırf sosyalist hareketi tümüyle yok etmek için, gerici/dinci akımlara Kemalist otokrasinin sonunun geldiğini öne çıkartmak, bununla birlikte yerine gelecek olandan hiç söz etmeden, sanki demokratik bir yönetim gelecekmiş izlenimine sürüklemek Başkaya'nın sınıfsal dinamiklerden bihaber olduğnu ya da bihaber olduğumuzu düşündüğünü göstermektedir. Daha önce de dile getirmiştim, TC'nin çözülmesi, kapitalizmin çözülmesi değildir. Başkaya diline doladığı ve mevcut rejimi kutsamak için kullandığı Kemalist otokrasi olgusu da kapitalizmi ifade etmekte olup, bunun sonlanması demek, kapitalizmin sonlanması demek olmayacaktır. Olsa olsa, kapitalizmin başka bir evresi, tekelci kapitalizmin, emperyalist kapitalizmin bu günkü yönelimine denk düşen bir biçimi yani yine kapitalizm olacaktır. Buna ilaveten, emperyalizmin YDD'si gereği, kapitalizmin sonlanmasından kurtulmak yani sosyalizmden kurtulmak için, tarihin gerisine yani modern ortaçağa yönelme eğiliminindeki karakterine de uygun bir biçimden söz etmek yerinde olacaktır.
Demek ki Başkaya sınıfsal dinamiklerden bihaber ya da bihaber olduğumuzu düşünerek Dühringvari bir biçimde, işkembeden atmakta bir sakınca görmemektedir. Bunun öztürkçesi, sınıf mücadelesine ve çelişkisine hâlâ vurgu yapan bir aydının, bu gerçeklikten uzak söylemler içine girmesi ve bu söylemlerini bilimsel göstermeye çalışmak için argüman olarak, çoktan gününü doldurmuş Kemalist otokrasi olgusunu kullanması, bilinçli bir çaba ile sapla samanı karıştırmaya çalışması demektir.
Başkaya'nın kafa karıştırma çabası her noktada devam ediyor. Asıl çelişkinin ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki çelişki olduğunu söyledikten sonra, şöyle diyor; "toplum, sınıflara bölündüğü dönemden beri, ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi devam ediyor, bu mücadele insanlık var oldukça da devam edecek....ta ki o kadim çelişki ortadan kalkana kadar...insanlık söz konusu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden asla vazgeçmeyecek, aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı...”
Bu Dühringvari ifadenin neresini ele alsak, Marksizm adına Marksizm'in evirilip çevirildiğini görüyoruz. Engels, tuğla gibi bir yapıt haline getirdiği ve Marksizm'in özünü sistematize eden Dühring eleştirisinde, sosyalist (komünist) partilerin tüm eylemini, siyasal savaşımları aşan bir felsefeye bağlarken, proletarya tarafından bilinçli bir biçimde yürütülen sınıf mücadelesinin yalnızca zorunlu bir tarihsel hareket içinde yer almakla kalmadığını ama insanın kurtuluşu gibi bir erek de taşıdığını açık bir biçimde hatırlatıyordu. Şimdi bu hatırlatmaya daha fazla ihtiyaç olduğu görülmektedir. Söz açılmışken, Engels'in Anti-Dühring'i yazarak materyalizme yaptığı katkıyı, bu anlamda, materyalizmin, kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptadığını hatırlamak yerinde olacaktır. Ve aynı anlamda Lenin'in Materyalizm ve Ampiriokritisizm'i yazarak yaptığı katkıyı hatırlamak yerindedir. Ama yeni ve çok fazla Dühring'in hortladığı günümüzde, hatırlamak yetmiyor. Şimdi aynı eleştirel çözümleme çalışmalarına girişecek ve materyalizmin bu günkü bilime uygun düşecek biçimini saptayacak aydın olmak, felsefi yaklaşmak gerekmektedir. Bunu hepimiz, başkasından beklemeyecek denli önemsemeliyiz. Zaman aynı zamandır; tıpkı Dühringin ortaya çıktığı ve Alman sosyalist partisindeki kahramanca savaşım yürüten kadroların eylemilerinin niteliğinin salt politik olduğu, hiç birinin sosyalizmin insanlık tarihinde ne anlama geldiği üzerinde açık bir fikre sahip olmadığı denli, hatta Dühring'in hemen hemen aklı başında kadroların hepsini ( bir dönem Liebnecht'i dahi etkilemiştir) etkilediği denli aynı zamandır.
Liebnecht,1876 Mayısında Engels'e yazdığı mektubunda, "ilişikte, Dühring salgınının genellikle aklı başında olan kişilere de bulaştığını gösterecek bir el yazmasını gönderiyorum, onun (Dühring'in) hesabını mutlaka görmelisin,” diyordu.
Evet, bu hatırlatmalardan sonra, Başkaya'nın Dühringvari söylemine dönersek, bu söylemleriyle etksi alanındakilerin farkında olmadan reformizme yöneleceklerini, sıradan okuyucunun ise, insanlık bitince sınıf mücadelesinin biteceğini anlayacaklarını görebiliriz.
Ezenle ezilen ve sömürenle sömürülen arasındaki çelişki dolayısıyla mücadele insanlık var oldukça sürecekmiş. Bu tam da Dühringvari bir laf salatası değilse nedir. O halde Başkaya'nın Özgür Üniversite'de ders verdiği gençler bundan ne anlayacak? Bu çelişkininin insanlık yok olunca biteceğini mi anlayacak. Oysa Özgür Üniversite'deki öğrenciler de, Başkaya'nın etkisinde olsa bile sınıf mücadelesinin nemenem bir şey olduğunu asgari düzeyde bilen okuyucusu da, sınıf mücadelesinin bitmesinin, sınıfların ortadan kaldırılması ile beraber gerçekleşeceğini bilir.
Üretim araçlarının özel mülkiyet biçimi biterek, toplumun denetimine geçmesiyle, meta üretimi biter, ürünün üretici üzerindeki egemenliği sona erer. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerini bilinçli, planlı örgüte bırakır. Böylece ilk kez olarak insan, belli bir anlamda hayvanlar dünyasından kesinlikle ayrılır, insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, artık, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve bu nitelikleri ile ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği altına girer. İnsanlar işte ancak bu andan itibaren kendi tarihlerini, tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete geçirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. Bu insanlığın zorunluluk dünyasından, özgürlük dünyasına sıçrayışıdır.
Yani sınıf mücadelesini bitiren de, kendisi ile beraber sınıfları ve hatta son tahlilde bunu gerçekleştirmek için ele geçirdiği baskı aracını yani devleti ortadan kaldıracak olan da işçi sınıfıdır. Başka bir ifade ile insanlık ancak bundan sonra yükseleecek ve devletin kendiliğinden uykuya dalmasının, şeylerin idaresinin ve üretimişlerinin yönetiminin gelişen ve geliştirci öznesi durumuna gelir. Yani insanlık var oldukça sınıf mücadelesi yoktur. Aksine, sınıf mücadelesi bitince insanlık yükselir. Uzlaşmaz sınıfların olduğu bir sosyo ekonomik yapıda, insanlık denilen olgu sömüreni de sömürüleni de kapsar ve bu uzlaşmaz sınıflar, hem bir arada hem de, birbiri ile kavga ederek insanlığın içinde yer alır. Ama görünen o ki, Başkaya bu gerçeklikten uzak ya da, bizim uzak olduğumuzu düşünerek hiç çekinmeden sınıf çelişkisinin insanlık var oldukça çözülemeyeceğini,ve insanlığın da bu çelişkiyi ancak aşabileceğini ballandıra ballandıra anlatıyor.oysa sınıf mücadelesi işçi sınıfının mücadelesidir ve ancak kendisini de insan olark yükseltecek olan işçi sınıfı tarafından bitirilecektir. İnsanlığa kalan sınıf çelişkisini çözmek, bu anlamda sınıf mücadelesini bitirmek olmayacaktır.
Diğer yandan Başkaya'nın, asıl çelişkinin yani temel çelişkinin emek-sermaye çelişkisi olduğu aşikar iken, buna ezenle ezilen arasındaki çelişkiyi de eklemesi, temel çelişki sıfatı yüklemesi, bununla birlikte insanlığın bu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden vazgeçmeyeceğinden söz etmesi ve kendi ifadesiyle o kadim çelişkinin ortadan kalkmasını insanlığın var olduğu sürece yayıp, beklemeye alması, diyalektikten de uzak olduğunu ya da uzaklaştırmak çabasında olduğunu göstermektedir. Burada da hatırlatmak gerekir ki, çelişkinin aşılması çelişkiyi ortadan kaldırmanın ifadesi değildir, olsa olsa burjuva düşünce ile proleter düşünceyi kardeşleştirmek, emek sermaye çelişkisinin yarattığı sınıf kavgasından uzaklaştırmak çabasının ifadesidir. Sınıf çelişkisini çözmeden insanlığa geçip, önüne bu çelişkiyi aşma görevi koymak Başkaya'nın Dühring'in izinden gidecek denli sapla samanı karıştırdığının ya da biz karıştıralım diye Dühringvari konuştuğunun göstergesidir.
Yani sınıf mücadelesi sürecek ve çelişki insanlık var oldukça devam edecek, kadim çelişki kendiliğinden ortadan kalkarsa ne âlâ, bunun dışında, insanlık bu çelişkiyi aşacak ama hiçbir zaman çözemeyecek. Dolayısıyla sosyalizm de çok uzak bir geleceğin ütopyası olarak kalacak. Yani insanlığın sürekli ütopyasındaki geleceği olarak kalacak. O zamana kadar, bırakalım sosyalizmi bir kenara da, demokrasicilik oynayıp dar alanda politika yapalım. İşte Başkaya'nın devrimi yeniden düşünme başlığı ile açtığı, acemi Dühringliğe soyunarak devam ettiği yol, reformizmin yoludur.
Bir de, Başkaya aydınlanma devrimininin gerçekleşmediğinden söz etmiş ve asker/ sivil bürokrasiye, bu anlamda Kemalist otokrasiye manevra alanı sağlanmasını buna bağlamış. Kulağa hoş geliyor ama içi boş bir söylemden öteye gidemiyor. Kendisini gerici akımlara teslim eden Kemalist yönetimin ifade ettiği rejim, asker/ sivil bürokrasiyi anlatmıyor, tam aksine son derece bilinçli ve o derece de yetenekli bir şekilde kapitalizmin yerleştirilmesini anlatıyor.12 Eylül rejiminin, yani tekellerin düzeninin yerleştirilmesi çabalarını da bunun içinde saymak yerindedir. Buradan hareketle bir kez daha görülmelidir ki, devamlılık kapitalizmdedir, Kemalizm'de değil. Dolayısıyla, Kemalist otokrasiyi tarihe göndermek, kapitalist gelişmenin başka bir evresine hoş geldin demek olup, kapitalizmin yıkılmasını başka bahara ertelemenin dinamiğini yaratmaya çalışmak demektir.
Başka ifadeyle sosyalizmin zihinlerden uzaklaştırıldığı, ulaşılamayacak bir ütopyaya dönüştürüldüğü koşulları yaratmak ve bu koşullarda antiemperyalist mücadelenin temel görevinin sosyalist iktidar mücadelesi olduğunun üzerinden atlatmayı kolaylaştırmak, böylece antiempeyalist mücadeleden bu anlamda yurtsevrlikten sözeden ayrımsız herkesin, burjuva bakışını taşıdığı, daha ağırı, burjuva milliyetçisi olduğu demagojisini yaymayı kolaylaştırmak demektir. Bu da antiemperyalist dinamikleri sosyalist iktidar mücadelesine bağlamanın önünü kapatma çabası demektir. Ama öte yandan işçi sınıfını ve emekçileri kapitalizmin insafa geleceğine inandırarak, burjuva demokratik programların peşine takmak ve sosyalizmden uzaklaştırmak demektir.
Bu denkelmin çözülmemek üzere uluslar arası tekeller tarafından kurulduğunu ve çözmekten öte, redderek yerine sosyalist iktidar mücadelesini koymak gerektiğini görmek ise ,bu ideolojik şaşırtmaca altında bir ideolojik netlik yanında, politik hüner gerektiriyor.
Bu hünere başlamanın en önemli adımlarından biri de, tekellerin ideolojik silahı olmayı kendi kişisel hazinesi sayan yeni Dühringlerin hesabını görmek üzere atılan adımdır.
Komünistler, emek-sermaye çelişkisinin eninde sonunda kendiliğinden sosyalizmin geleceğini beklemediği gibi, politik müdahale olmadan emek-sermaye çelişkisinin sınıf mücadelesinin patlama getirecek noktasına yani politik iktidarın alınmasını getirecek olan dinamiğe ulaşmasınının mümkün olmadığını, bu anlamda ve bu yönelimde, politik müdahalenin bütün nesnel ve öznel karşıt güçleri, sınıf mücadelesi eksenine toplayabilecek bir politik hüner içermesi gerektiğini de bilmelidirler.
Sosyalizme kapı açacak bir müdahale olmaksızın, emek-sermaye çelişkisininin belirleyiciliğinden söz etmekle ve elbette sınıf mücadelesi ekseninden dem vurmakla, devrim kapısına ilerletecek bir dinamik ortaya çıkmaz. Hele ki, bugün yaşanan tekellerin ideolojik hegemonyası koşullarında, öncelikle tekellerin ideolojik kuşatması yarılmadan, bu kuşatmanın akıllardaki tahribatı sarılmadan, geriletilmiş, tutsak edilmiş akıllar özgürleştirilemez dolayısıyla rahatça oynanan illuzyonist oyunlar bozulamaz. İşte bu nedenle gerçek anlamda, sınıf mücadelesini yürütebilecek, kitleselleştirebilecek bir akıl, hüner, inanç ve bilinç kümesi taşıyan ideolojik öncülerin, politik hüner gösterebilecek kadroların netleşerek, tekellerin ideolojik kuşatmasının etkilerinden arınmış olması ve nesnel durumun salt emek-sermaye çelişkisine sığmadığını, onun belirleyiciliğinin üzerinden atlamadan görüp, sol Marksist bir müdahalede yerini alması gerekmektedir.
Türkiye'de ordu deyince, Kemalist elitler, cumhuriyet deyince asker-sivil bürokrasi akla getirilir ki, bu da Kemalist elit anlamındadır ama bu akla getirilenlerin ikisi de eksik, hatta yanlıştır. Türkiye'de daha cumhuriyetin kuruluş aşamasında kapitalist yolun kaderini çizen kadrolar, ittihat terakki eğitimlidir. Ne yaptıklarını bilerek, Türkiye'deki rejimi kapitalist yola sokmuşlardır. Hikayesi uzundur, o nedenle TC'nin asker-sivil bürokrasiden ve elbette Kemalist elitlerden ibaret olmadığını vurgulamakla yetiniyorum.
Ordu deyince, Kemalist elitleri öne çıkarmak ve orduyu bütünselliğinden ayırarak, bir avuç elitin oluşturduğu mekanizma olarak ele almak, hem eksik, hem de eksik olduğu derece de yanlıştır. Ordunun yüksek komutanlık kademesi kelimenin tam anlamıyla bir seçkinler ordusudur. Ama ordunun ana harcı olarak Kemalizm yanında vatan dolayısıyla vatan borcu dürtüsünü de atlamamak gerekir. Malum bedava askerlik yapıp, mehmetçik olmak için can atmak bizim ülkemize has bir özelliktir. Harbiyeye kaydolurken taşınan dürtünün de farklı olmadığı, Kemalizm yanında vatan dürtüsü ile yüklü olunduğu da unutulmamalıdır. Vatan dürtüsü ve Kemalist bakış ağırlıklı olarak ordunun tabanını kaplamaktadır. Bu öyle bir şeydir ki, Harbiyeden başlayarak, genelkurmayın basamaklarına, hatta ondan sonra bile devam eden bir eğitimin de ana temasıdır.
Öte yandan, geçici askerlik görevini yerine getirecek erinden, erbaşına, yedek subayına kadar çok geniş bir yelpazede askere giderken davul zurna ile uğurlanmakta, askerlik yapmayan yarım insan sayılmaktadır. Hatta bu gün vatan mefhumunun da, toprak olarak dahi kalmadığı koşullarda bile davullar susmamakta, vatan sağolsun nakaratları dinmemektedir. Ancak buna rağmen, 12 Eylül paşaları, emir komuta zincirinden aldıkları cesaret ve motivasyon ile Kemalizm diye diye darbe yapmış ve Kemalizm diye diye Kemalizm'i geriletmiş,12 Eylül rejimini yani tekelci düzeni yerleştirmiştir.
Genelkurmayı Kemalist elit saymak zordur. Artık Türkiye'de belirleyici bir Kemalizmin kaldığını söylemek de zordur. O nedenle orduyu ve TC'yi irdelerken daha bir çok olguyu önümüze koymak zorundayız. En önemlisi, mehmetçik oğlunu kaybeden anaların “vatan sağolsun” feryadındaki orduyu bağrına basma dinamiğinde olmamalıyız ama orduyu ve TC'yi soyut bir mekanizma olarak değil, düzenle bağını, işçi sınıfı ve emekçilerin, işsizlerin, yoksulların vb.nin düzenle bağının yer aldığı temel dinamikten yani sınıfsal yapısından ayırmadan ele almalıyız. Bununla birlikte Kemalist otokrasiye ya da orduya karşı, tüm nesnelliğin üzerinden atlayarak ve bütün demogojileri zorlayarak burjuva demokrasisinden dem vuranların, bunun aynı zamanda Türkiye'de ulusal burjuvazi aramak ya da zorla yaratmak demek olduğunun farkına bile varmadıklarını ya da farkında olunmayacağını zannettiklerini görmek zorundayız. Yani bir taraftan ulusal burjuvazi ararken, diğer taraftan ulusalcılığa haçlı seferi düzenlemeleri iki yüzlülüklernden ziyade, Türkiye'deki nesnelliğin üzerini örtmek içindir. Yani Türkiye'deki nesnel olarak var olan ve burjuva milliyetçiliğinden ayrı ama yine de aynı sınırlar içinden yükselen yurtseverlik dinamiğini, tekelci düzene öznel olarak karşıtlık temelinde sosyalist iktidar yürüyüşünün dinamiklerinden ayırmak içindir. Dahası kapitalizme, tekelci düzene ve bu anlamda 12 Eylül rejimine nesnel olarak karşı olan dinamikleri sosyalist iktidar yürüyüşünden ayırıp, tekelci düzenin yerleşmesinin öznel gücü haline getirmek içindir. Onlar da biliyorlar ki, TC'yi çözmek, çözülmüş Kemalizmi ortadan kaldırmak demek olabilir ama devamlılık arz eden TC kapitalizminin 12 Eylül rejimi olarak, tekelci düzen olarak devam etmesini engellemez, Bu devamlılığı bozmaz. Yani TC'nin çözülmesi kapitalizmin çözülmesi değil, aksine kapitalizmin tekelci düzen olarak daha sağlam basmasının koşullarının kolaylaştırılmasıdır. TC'nin çözülmesi, Türkiye topraklarının birkaç parçaya bölünmesi ile emperyalistlerin, özellikle ABD-AB emperyalizminin paylaşımına sunulması demektir. Dolayısıyla, TC'nin bu anlamdaki çözülme dinamiğine karşı çıkmak da, kapitalizme sahip çıkmak demek değildir.
Bitirirken bir özetin özeti yapmak gerekirse, Başkaya'nın ve onun gibi sürüsüne bereket eskinin eksikli aydınlarının, ölü aydınlar da diyebiliyoruz, Dühring'in, ütopyacıların ütopyacı olmalarının kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacaklarını ve yeni toplumun ögelerini kafalarından kurgulamak zorunda olduklarını anlamadığı gibi ve üstüne üstlük, kapitalizmin geliştiği bir dönemde varolan ekonomik gereçlerden yararlanmak yerine, beyninden çeşit çeşit ütopyalar imal ettiği gibi, 21nci yüzyılın tekeller dünyasında düpedüz toplumsal simyacılık yaptıklarını görmek gerektiğini vurgulamak ve bu anlamda, tıpkı Engels'in 100 yıldan uzun bir zaman önce Dühring'i paçavraya çeviririken, Marksizm'in günümüzdeki bilime uygun düşen biçimini saptamamızın hem önemli hem de zorunlu olduğuna dikkat çekmek yerindedir diye düşünüyorum. Böylece 21nci yüzyıl Marksizm'i çok daha sistematik olarak yükselecek ve günümüzün bütün ölü aydınlarını, o anlamda Dühring kadar bile cesur olamayıp, Marksizm'i eleştimeye cesaret gösteremeyip, bütün çarpıtmalarını Marksizm adına yapan korkak ve Dühring'ten de sığ Dühringleri tarihin çöplüğüne gömülecektir. Ancak ondan sonradır ki, bu ölü aydınların sosyalist hareket üzerindeki vesayeti ortadan kalkacak, yeni, özgürlüğün en tam ifadesiyle bu topraklarda yükselecektir.
Bu ifade ettiklerim, Başkaya üzerinden bütün Dühringlerin görevle yaptıkları zırvalara karşı eleştirel bir çözümleme denemesidir. Eksiğim olduğunu peşinen kabul ederken, bunu tamamlayacak Marksist damarların bu topraklarda var olduğuna inancımla tamamlanmasını, yanlışım ve dahi haksız ifadelerim varsa, açıklıkla gösterilmesini beklediğimi belirterek bitiriyorum.
Fikret Uzun

Hiç yorum yok: