16 Kasım 2014 Pazar

MUSTAFA ASIM HAYRULLAHOĞLU



Merhaba,
Deniz Yoldaş'ın mezarının başında yapmaya çalıştığım ama nedense bir rahatsızlık fırtınası estirilerek yarıda kesmek zorunda kaldığım 2008 kasımındaki konuşmamı Mustafa Asım Hayrullahoğlu'nu anmanın ne anlama geldiğini hatırlatmak üzere paylaşmanın yararlı olacağı düşüncesiyle aktarmak istiyorum.

Değerli arkadaşlar,
İşkencede çözülme, bir yanıyla işkenceciyle işbirliğidir.
Bizim, yani TKP üyelerinin, önce çözülme olarak lanse edilmeye çalışılan durumumuz ise, yukardan aşağıya işkenceciyle, polisle yapılması istenen bir uzlaşma yönlendirmesine dayanmaktadır."polisin bildiğini kabul et derine inmesinler". Hangi derine?

Konuyu bu şekilde ele almak da, "muhbirlik başka, çözülme başka" demek de işkencede çözülmeye, bir yanıyla, haklılık kazandırmak demektir. Öte yandan bu yaklaşım, daha o tarihte kontrollü bir çözülmenin söz konusu olduğunu kuvvetlendirmektedir.

Ama başka bir yanıyla, çözülme ile muhbirliği birbirine yakınlaştırıp, kitleselleştirip, kimin muhbir, kimin çözülmüş olduğunun üstünü örtme çabasıdır.

Örneğin, polise elinde çantasıyla gidip çayını kahvesini içerken polis şefine bir sabah muhabbeti misali ne var ne yok anlatarak komünistleri ele veren V.Nedim Tör’ün yaptığı muhbirliktir. Çözülme değildir. Çözülen bir yoldaşın neden olduğu bir durum da değildir. Ama henüz bu olgu resmi olarak da, tarihsel mantık çerçevesinde de netlikle bütünsel olarak kabul edilebilinir açıklığına kavuşturulmamıştır. ( * )
Bir de buna zemin hazırlayan, çözülme ile muhbirlik dinamiğininin içinden çıkılamaz biçimde iç içe girmesini tetikleyen ve en önemlisi de bu dinamiğin netlikle ortaya konulabilmesinin önünde engeller yaratan bir başlangıç dinamiği vardır. Sorular bu bütünsellik içersinde sorulmalıdır.
Şimdi bu olguyu irdelemek için, yaşadığım topraklara, İzmit’ dönmeme izin verin; TKP operasyonları başladığında, Nafiz Bostancıya yakın bir polisin bildirdiğine göre,(bu Bülent Karataş’ın söyledikleridir,)İzmit’te komünistlere saldırılacaktır. Bu enformasyon değerlendirilmiş ve sadece Nafiz Bostancı bu saldırıdan uzak tutulmuştur ve o da gittiği yere yerleşmiş, orayı mekân tutmuş ve kendine başka bir dünya yaratmıştır. Kalanların hepsi, aydan Bulutgil dâhil, topyekûn bu muhbirin bilgisini verdiği saldırıdan kurtulamamıştır. Peki, burada, bu enformasyon olgusundaki önemi, nafiz bostancıyı kurtarmasında mı arayacağız, yoksa bir anlamda, hiçbir işe yaramadığında mı?
Yani, polisin muhbirliğini beklemeye gerek var mıydı, Aydan Bulutgil ve Birol Başören dururken, nafizin kaçmasına gerek var mıydı.
Olası bir direnişte kitleleri yönlendirmeye görevli, öncü pozisyonundaki kişiler, nasıl olur da enformasyonu değerlendirmeyip, topyekûn yakalandıkları yetmiyormuş gibi, bir de,”polisin bildiğini kabul etmeyi” bir uyanıklık sayarlar.
Hadi polis her şeyi biliyorsa ve kabul etmek bir taktikse, bu da partinin politikası haline geldi ise, her şeyi haykıran radyo bunu da haykırıp, zaten bilinen bir durumdan yararlanarak komünist olmayı kabul edip, komünistlerin öcü olmadığını, neleri savunduğunu, TKP nin işçi ve emekçi kitleler için, halkımız için ne demek olduğunu savunmamız neden örgütlenmemiştir. Dahası neden engellenmiştir?

Partinin böyle bir politikası yoktur ve uzatmayayım, bunlar sorulardır, sorulmalıdır. ve yukarıdaki neden sorusunun cevabı şudur; yani nedeni şudur, parti, desantralize durumdadır, ve radyodan “ partiyi hak eden savunur” derken; sıradan üyelerin çözülmesine gönderme yapılmamaktadır. Gönderme üst düzeyde bir çözülme, polisle, işkenceciyle uzlaşma ve bunu örtmek için de "bildiklerini kabul edin, derine inmesinler"yönlendirmesi içinde olanlaradır.
Bu çok ciddi suçlama, yani muhbirlik suçlaması partinin radyosu kanalıyla dosta düşmana duyurularak, bir tek ulvi oğuz için yapıldı. Şimdi bunların hepsini yani hem,”polisin bildiğini kabul edelim” yönermesini, hem de ulvi oğuzu parti ismini de vererek polis ajanı olarak ilan etmeyi ve de saldırı enformasyonuna rağmen bütün işlerini son noktaya bırakan ve adeta polise "gel beni de al" dercesine ortada dolaşanların yakalanması olgusunu da üst üste koyduğumuz da ortaya ne çıkıyor bellidir.
Bu özünde bir komplo teorisidir ama üzerinde düşünülmesi, burada, bu mezarın başında bulunuyor olmamızın yükledikleri nedeniyle böyle mezarların bir daha olmaması için gerekmektedir.

Teorimizi biraz daha kuvvetlendirelim. Partinin desantralize edildiği,”nerede bir yoldaş varsa parti oradadır” önermesi ile bildirilirken, bizimkiler ellerini kollarını sallayarak belgelerle dolaşmaya devam etmişlerdir. Sonuçta da yakalanmışlar ve “polisin bildiğini söyledikleri bilgileri daha derine inmemeleri” için kabul etmişlerdir.

Peki, Hayrullahoğlu’nun bu yönermeden haberi yok muydu? Hayrullahoğlu direnmiş ve İstanbul örgütünden bir kişiyi bile polise vermemiştir. O uyanık değil miydi, ona soru soran polisin elinde derine inmeyi engelleyen kabul edilmesi gereken bilgiler yok muydu. Ve sonuçta deniz yoldaş işkencede öldürülmüştür. Ve ortada bir çözülme yok, uzlaşma yok, işbirliği yok. Üzerinde düşünülmelidir. Bunu düşüneceğimizi, mezarı başında andıklarımız için elimizi kaldırıp içtiğimiz andın bir kenarına koymalıyız. Ancak böyle denizler bir daha ölmez.
Buradan Lenin’in ağabeyini hatırlatmak istiyorum. Biliyorsunuz çara suikastte tutuklanmış ve onca ortaçağ işkencesine rağmen işkencede konuşmamıştır. Ama mahkemede bütün suçu üzerine almış ve diğer arkadaşlarını idamdan kurtarmıştır. Ve o bir anarşisttir.
Evet, bu tarihi bir derstir ama bu ders bizler içindir. Tabii bizden öncekilerin böyle derslerle ilgilenmedikleri de ayrı bir derstir.

Şimdi, asıl olan hangisidir? Yani yukarda söylediğim mi, yoksa parti akademilerinde de eğitim almış olan, polisin bildiğini kabul edip, derine inmesini engelleme uyanıklığını, üst düzey olmasının engin deneyimine bağlayarak kabul etmesi ve sonra da, cezasını tamamlayıp, elini kolunu sallayarak, hatta "düzenle hesaplaşmasını" Ergenekon için imza kampanyasına bağlaması mı? Hangisi?

Değerli arkadaşlar, bir örnek de, Çağatay Güneldir. Erdal Talu’nun kayın biraderi, Şeyda Talu’nun da ağabeyidir. O da bulunduğu yeri terk etmesi söylendiği halde belgelerle yakalanan bir parti sorumlusudur.
Çağatay Günel’in işkencecisi ile işbirliğine girip, girmediğini ben nereden bileceğim. Ama ifadelerinde ayışığının renk tonunu bile resmeden ve sıradan bir üye olmayan bu kişinin, polis karşısındaki tutumu ve daha bunun gibi üst düzeyde birçok kişinin işkencedeki tutumu ne parti tarafından ne de parti tabanı tarafından enine boyuna ele alınmamıştır.

Aksine, çözülmeye insani bir boyut vererek, bu olgunun üstünü insaniyetlikle örtmüşlerdir. Muhbirlik olgusu ise, KGB ye bağlanılan bir enformasyonla ulvi oğuza hapsedilmiş, böylece kimin muhbir, kimin çözülmüş olduğu karambole getirilmiştir.

İnsana "siz kimi kandırıyorsunuz" dedirten bu çabalar, “kimin vazgeçtiği, kimin vazgeçenlere meyil ettiği artık belli iken, bu tür muhbirlik, çözülme, komünist partisi, Lenin, vesaire... Hanginizin umurunda. İşinize gücünüze bakın. Leninizmi de, komünistliği de ilgilenenlere bırakın. Size ne, o yoldaş çözülmüş, öbürü muhbirlik yapmış. Bunların hepsinin hesabı güçlü bir işçi sınıfı hareketi yükseldiğinde işçi sınıfı tarafından sorulacaktır” da dedirtiyor.

“size ne, yüzlerce kişi yakalandıysa, içinden kaç kişi yıllarca hapis yatmış, kaç kişi çıktıktan sonra kansere yakalanıp ölmüş. Kaç kişinin okulu kalmış, avukat olamamış, doktor olamamış, mühendis olamamış. Kaç kişinin ailesi, o hapisteyken dağılmış, çocuğu ateşler içinde kıvranırken karısı çaresiz kalmış, hanginizin umurunda, bırakın onu bize, yüreği kan ağlayanlara, yoldaşlarını kimsesizler mezarlığında bırakan sizlere inat, onu yalnız bırakmayanlara” da dedirtiyor.

Değerli arkadaşlar, bugüne kadar bunlar yalnız kalmış komünistlerce, kendi yüreklerine akıtılarak söylenmiştir. Artık yalnız olmadığını, başkalarının da olduğunu gören, yalnızken yüreğine akıttıklarını şimdi hep birlikte düşmana da, onunla işbirliği yapmış hainlere de haykıracak olan yüreklerin sesi gürleşmeye, hedefini netleştirmeye başlamıştır.

Burada da Lenini hatırlatmak istiyorum, Leninin ağabeyi çarın mahkemeleri tarafından idam edilmişti. Mutlaka Lenin de, bizim burada, Hayrullahoğlu’nun kimsesiz mezarı başında, onun kimsesiz olmadığını gösterircesine, bu katledilişin hesabını soracağımıza and içmemiz gibi, o da abisi için and içmiştir ve o kadar, öyle yürekten içmiştir ki bu andı; bilerek, inanarak bu andın peşinden gidip, 70 yıl boyunca düşmana korkular yaşatan ekim devrimiyle taçlandırmıştır.
İşte budur arkadaşlar, and budur. Bu kindir, bu andımızdır bizi diri tutan, bizi mücadeleyi tamamlamaya götürecek olan bu sınıf kinidir. Bu kinin üzerinde yükselttiğimiz politik, ideolojik bilincimizdir.

Evet, şu bir gerçek,12 Eylülden beri sürüleştik ama sürü olmayanlar da var bu topraklarda. Bu sürüleştirme operasyonuna kimlerin su taşıdığını görebilecek kadar aklıselim insanlar da var. Artıyor. Artacak.

Değerli arkadaşlar, ben hep söylerim,” herkes dün nerede ise bugün de oradadır.” Derim. Herkesin bugünkü bulunduğu yere bakın daha önceki yerini görürsünüz. İşaret etmek istediğim şudur; deniz yoldaşı buraya gömenler de, burada kimsesiz bırakanlar da, dün bulundukları yeri biran bile unutmayan, devrim kapısından kaçmakla kalmayıp, bunu politika haline getirerek burjuvaziden emeğinin karşılığı olarak aldığı gölgeliklere kurulan, bu azap zebanileridir. Onları iyi tanımalısınız.
Onları unutmamalıyız. Unutmazken, Lenin’i, onun anarşist ama yiğit abisini hatırlamalıyız. Hâlâ devrim için yanan bir yürek taşıyorsak, devrimden kaçanları unutmamalıyız. Onlara bu fırsatı bir daha vermemeyi hep hatırlamalıyız. Bu da andımızın hafızası olmalı. Andımızın içini doldurmalı.
Yoksa burada, böylesi mezarların başında ne dersek diyelim, yaptıklarımız da, dediklerimiz de ayin dinamiğinden öteye gitmez. Öyleyse bizim buraya gelmemize gerek yoktur, Deniz yoldaşlar yüreğimizde yaşıyor zaten. Ama biz düşmana inat, onun yalnız olmadığını, onun bu yiğitliği üzerinden, düşmanı affetmediğimizi göstermek, bir daha asla demenin dinamiğini andımıza yerleştirmek için buradayız.
Bu topraklara yiğitlik gerektiğini, bugün asıl yiğitliğin akıl olduğunu, aklımız olduğunu, aklımızın tutsaklığını kırmak olduğunu haykırmak, haykırmaktan önce hatırlamak için buradayız.

Bu mezar bir ölünün değil, her zaman kalbimizde yaşayan, bu topraklarda yaşayan tüm aklıselim, yiğitliğini aklından ve inancından alan yüreklerin, bitmeyen, bitmeyecek deryasının varlığını, canlılığını taşıyan bir yerdir.
Dün içtiğimiz andı, bugün yeniden sulamak için bulunduğumuz yer değil, gerçekten andımızı içtiğimize emin olduğumuzu göstermek için toplandığımız yerdir.

İçtiğimiz andı yerine getireceğimiz yöne doğru, atacağımız adımlarımızın, sağlam basması gerektiğini hatırladığımız, hatırlattığımız yerdir.

Burada yatan ve bize bu topraklardaki tüm karanlıklara rağmen, oynanan tüm oyunlara rağmen, bu mezarda yatıyor olmasına rağmen, ışık saçan, deniz yoldaşın; sosyalist iktidar yürüyüşünde öldüğünü, bu uğurda savaşan ve geride bıraktığı, kurtardığı sosyalist iktidar yürüyüşünü tamamlayacağına inandığı yoldaşları için feda ettiğini unutmamak üzere bulunduğumuz yerdir.

Burası, böyle yerler, bir daha olmadan, çoğalmadan, sosyalist iktidarın giriş kapısını açmanın dinamizmine and içmek, yüreklerimize de, aklımıza da kazımak için bulunduğumuz yerdir.

Sen rahat uyu deniz yoldaş, seni ele verenleri de, bilerek mi, bilmeyerek mi verdiğini de, geride bıraktığın yoldaşların ortaya çıkarmanın tarihsel sorumluluğundan kaçmayacak, seni öldürerek bu yürüyüşün biteceğini düşünenlere ve bunu hemen kabul edip kaçanlara bu yürüyüşün bitmediğini göstereceğiz. Gösteriyoruz.

bu bizim, içini daha da doldurmaya çalışacağımız andımız olsun.

Yaşasın sosyalist iktidar yürüyüşünü yüreğinde, bilincinde taşıyanlar.

Yaşasın bu yürüyüşe yürekleriyle akıllarını birleştirerek katılanlar.

Yaşasın sosyalizme giden yolda yanlış yere sapmayanlar,

Yaşasın proletarya diktatörlüğü.

Yaşasın Kürt Türk tüm halkların kardeşliği.

Kahrolsun her boydan, her soydan içimizden dışımızdan işbirlikçiler.

Sen rahat uyu deniz yoldaş, bunun hesabını soracak, biraz hafıza sorunu yaşasa da, işçi sınıfı da, onun gerçek öncüleri de hala var bu topraklarda. Artıyor, artacak ve kanın yerde kalmayacak.

Fikret Uzun

16 KASIM 2008
(* )V.N.TÖR,1927 yılında TKP genel sekreteridir. TUSTAV yayınlarından Büyük Kırılma adıyla yayınlanan kitapta, belgelerin çevirisini yapan Sinan Dervişoğlu,'nun ilk BÜYÜK KIRILMA noktası olarak nitelediği 1927 Tevkifatı, o zamanın polis komiserini ziyaret ederek, bir kahve içimi boyunca TKP nin Genel Sekreteri olduğunu itirafla, elindeki belgeleri teslim etmesi ile başlamıştır. Ancak, Sinan Dervişoğlu'bu çevri çalışmasına yazdığı önsözde bundan söz etmemekte ve kırılma noktası nitelemesi ile bırakmayı yeğlemektedir. Ancak, bununla da kalmayıp, bu kırılmanın nedenini İÇ PARTİ-DIŞ PARTİ çatışmasına bağlamaktadır. Ama bu V.N.Tör'ün hem dönek, hem de hain olduğu gerçeğini değiştirmek mümkün olmamaktadır

9 Kasım 2014 Pazar

MARXTA KALMAK MI ZOR MARXI AŞARAK MARXİZMDEN KAÇMAK MI KOLAY



MARXTA KALMAK MI ZOR MARXI AŞARAK MARXİZMDEN KAÇMAK MI KOLAY

“Erkin Özalp, eskinin SIP TKP lisi imiş, şimdi nerede bilinmiyor” muş! Güzel, önce yafta, ardından “ne dese yalandır” algısını yerleştirmek kolay olsa gerek! Boynuna SİP-TKP yaftası asılmış olan Erkin Özalp'in, ne kadar “yalancı”, ne kadar “demagog” olduğu peşin peşin bellidir zaten! Bakın ne yorum yapmış;
“Abdullah Öcalan, Karl Marx ve Vladimir İlyiç Lenin'le "hesaplaşma"nın ötesine geçerek, hakaret yağdırma noktasına varmış. Son avukat görüşmesinde, "İngiltere K. Marks'a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu" demiş ve Alman sosyalistleri ile komünistlerinin Marx'ı "bu yüzden" pek sevmediklerini iddia etmiş! Öcalan'ın son avukat görüşmesinden: “
“Bu yazılanlar Erkin Özalp’in kendi yorumu.” imiş! Demek ki, bunları Öcalan dememiş!
Hıım! Seni gidi SİP-TKP'li seniii! Sen ne dersen yalan dersin, hadi oradan, yorumlarını kendine sakla, Öcalan hiç öyle şeyler söyler mi? Söylemez değil mi?
Ah Erkin ah , niye Öcalan'a “demediği” sözler atfediyorsun, hiç utanman, sıkılman yok mudur?
Peki öyleyse söylemiş mi söylememiş mi, Öcalan’ın avukatları ile görüşmesindeki söylemlerinde ne dediğine bakarak görelim!
Daha önce de bakmıştık ve gördüklerimizin kıymeti harbiyesini ya da kıymeti harbiyesizliğini de ifade etmiştik; ama madem konu tekrar açılmış, bir kez daha hatırlamaktan zarar gelmez, aksine belleksizler diyarında belleksiz bırakılanları kandırmanın bile o kadar kolay olmadığını bu vesileyle bir kez daha görmüş oluruz.
Öcalan şöyle buyurmuştu; “Ben savunmalarımda devletin çözüm olmadığını tarihsel toplumsal temelde anlattım, açımladım. K. Marks, Lenin, Mao bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks'a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya'ya karşı kullanma amacındaydı. K.Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri Marks'ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine Almanya'da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin, 'sosyalist devlet' üzerine kafa yoruyordu. Proudhon, Kropotkin ve Bakunin bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin'e karşı çıkarak 'sen diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun' diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona 'bunamış' diyordu. Ama sonuçta Sovyetler birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var; demokratik devlet, hukuk devleti olursa. “
Bu sözler, avukat görüşmesinden ve muhtemelen Özgür Gündem online tarafından yayınlanmıştır ve Erkin Özalp'in yorumu ile çelişik bir durumu da yoktur ve hatta neredeyse birebir aynıdır!
Ayrıca Turgut_Fatsa'nın dile getirdikleri ile de çelişkili değil; yani her ikisi de, Öcalan'ın ne dediğini aktarmış ve zaten Öcalan'ın istediği de bu ki, bunu avukat görüşmesinde söylüyor ve Özgür Gündem de sayfalarına taşıyor, cümle Kürt alemine duyuruyor!
Neden? Çünkü sıra, bir zaman önce ABD emperyalizminin Talabani ile gönderdiği ve Öcalan'ın “tasfiye amaçlı olduğunu” belirterek elinin tersiyle ittiği “Marxizm-Leninizmden vazgeç, bir de silahı bırak gel masada politika konuşalım” yollu isteği kabul ettiğini ve buna uyduğunu göstermeye gelmiştir!
Ama en passant belirtmek gerekirse dikkatlerden kaçmıyor ki, şimdi de yeniden Sovyet sosyalizmine ve Ekim devrimine vurgu ön plana geçmiştir; yakında Kemalizme de vurgu yapılırsa kimse şaşırmamalıdır!
Çünkü, hem Öcalan'ın ve haliyle hem de KÖH'ün, en başta ABD emperyalizminin politikaları ile ve yanında dinci-gerici-faşist 12 eylül rejiminin politikaları ile senkronize politikalar izlemesi kaçınılmaz bir yazgıdır; çünkü Öcalan baştan ve KÖH ardından ama çoktandır, 12 Eylül dinci-gerici-faşist rejiminin, yani Tanzimat öncesinin karanlığına girmiştir!
Öyleyse bir zorunluluk var; egemen sınıflara ait resmi politika ne ise bu politikaların takipçisi ve savunucusu olduğunu göstermeye mahkûmdurlar!
Öyleyse şaşılacak bir durum yok, Öcalan'ın, Marxizm-Leninizm ile hesaplaşmayı, inkâra yönelik bir çizgide “aşarak” gerçekleştirmeye ve bunu model yapmaya çalışması, ABD emperyalizminin ve dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminin ideoloji ve politikaları ile senkronize olmaya çalışmasının, daha gerçeği, bu yönde çaba sarf ettiğini majestelerine göstermesinin bir gereği ve sonucudur!
Demek ki, ne SİP-TKP fanisi bir “yalancı yorumcu” sayılan Özalp'in, ne de, SF'nin “Kürt düşmanı” veya daha ılımlısı “KÖH düşmanı” olarak gösterilen Turgut_Fatsa'nın söyledikleri uydurma veya beyinlerinden bile değil, başka yerlerinden ürettikleri öznel kurgular değildir!
Bu üretim ve kurgular olsa olsa Öcalan'ın beyninin ürünüdür ve hiçbir maddi temeli yoktur!
Ve eğer egemen sınıfların resmi ideoloji ve politikalarının yörüngesine girmemişse, hiçbir akıl taşıyan fani, böylesine maddi dayanaktan yoksun lakırdıları, geç gelmiş dahi birey edası ile kurgulayarak ortaya saçmaz!
O halde konumuza dönebiliriz ve burada asıl konu, elbette Öcalan'ın Marx veya Lenin için öyle veya şöyle demiş olması değildir; bunu ne için ve neden daha önce değil de, örnek olsun, 2009 yılında ve “Yol Haritası” nı Batı Avrupa'da konuşlanmış “ kapitalist modernite ” ye takdim etmesinden hemen önce söylemiş olduğudur!
Diğer yandan, Öcalan'ın başka söyledikleri de vardır ve onlar da az akıl bozucu değildir!
6 Ekim 2009 tarihinde yaptığı avukat görüşmelerinde Öcalan, bakın neler söylüyor ve böylece, bir taraftan Marx'ı küçültürken, bazılarını model yapmayı ihmal etmiyor ve böylece de, Kürt siyasetinin içinde olanların kimleri okumaları gerektiğine nasıl açıklık getiriyor:
Marx'ı daha iyi çözümlemeye çalıştığını söyleyen Öcalan, şunun farkına varmış; “Marks aslında kapitalizmle birlikte yaşamanın teorisini yapmış, kapitalizmle birlikte yaşamanın büyük üstadı” imiş! “Marks her ne kadar kapitalizmi eleştirir gözükse de kapitalizmle birlikte yaşamayı esas alır”mış ama Öcalan'ın kendisinin kapitalizm çözümlemesi, Marks’tan ziyade Nietzsche’ye daha yakınmış; Bu anlamda kendisini Nietzsche’ye daha yakın görüyormuş.” “Hegel’i de, Max Weber’i de incelemiş ve 'felsefesi', Hegel’e yakın görünse bile aslında, Max Weber’in düşüncelerini kendi düşüncelerime daha yakın buluyor”muş.
“Gramsci’nin sivil toplum örgüt anlayışını kendi anlayışına yakın buluyor”muş; ve ayrıca bir de ”Frankfurt Okulu var” mış ve belli ki, kendisini bu okulun üyesi bellemiş!
Öcalan'a göre, “Bölgede siyaset yapanların, bunları okumaları gerekir”miş ve “bunlar okunmadan bölgede siyaset yapılamaz”mış! Öcalan'ın Marx'ı küçülterek, yerine koymak için yücelttiklerinden, “okunmadan siyaset yapılamayacak olan” Max Weber'i biraz tanıyalım isterseniz;
Hançerlioğlu, Weber için “Şişirilmiş, çağdışı, kof ünlülerin en büyüğü olduğunu” kaydetmiş!
Max Weber, İrrasyonalizmin temsilcilerindendir; ona göre usçuluğun sonu zorunlu olarak irrasyonalizme varmaktadır; şöyle ki, ilkel toplumlara göre, ölümün bir anlamı vardı ve öldükten sonra cennete ya da cehenneme gitme hakkını kazandırdığından yaşamın da bir anlamı vardı. Us, bunun saçmalığını ortaya koyarak, ölümü olduğu kadar yaşamı da anlamsız kılmıştır; demek ki usun vardığı sonuç anlamsızlık ve saçmalıktır. Gerçeğe de us ile varıldığına göre, gerçeğin anlamsızlık ve saçmalık olduğu kolaylıkla anlaşılır; Max Weber, tarihsel sürecin yasallığını yadsır; tarihsel süreçte nesnel etmenlerin etkisini görmezden gelerek, öznel etmenlerin rolünü abartır “ideal tip”adını verdiği bir kavram ileri sürerek, toplumu bu kavramla açıklamaya çalışır; toplum bilimi, “bireylerin davranışlarının bilimi” olarak tanımlayan Weber, toplumun nesnel yasalarını görmezden gelerek, onu öznel olarak araştırmaya kalkar; Weber'e göre, kapitalizm, ekonomik koşulların gelişmesi sonucu değil, Hıristiyan dininin doğmaları sonucu oluşmuştur. Bol para harcamayı, pahalı giysiler giyinmeyi hoş görmeyen Hıristiyanlık, zorunlu olarak para birikimine yol açmıştır. Weber’e göre gelişen kapitalizm değil, kapitalist ruhudur ve elbette bir Hıristiyan ruhtur! Nietzsche'ye gelince, ilgili tartışmanın sürdüğü sayfada daha önce tanıtmıştım ama tekrarda zarar yoktur!
“İnsanlık, bugün inanıldığı gibi, daha iyiye ya da daha güçlüye ya da daha yükseğe doğru bir ilerleme göstermemektedir. İlerleme, modern bir düşüncedir yalnızca, yani yanlış bir düşünce.” Diyen Nişe’nin ilerlemeye ve dolayısıyla insana inanmadığını ve tekellerin egemenlik kurmaya başladığı bir zaman tekellerin bireyleri sürüye çevirdiğini sezebilmiş olduğunu biliyoruz ki bu tarif ortaçağ insanına uymaktadır; ancak bu sezgisi ve hastalıklı yapısıyla Nietzsche’nin, tekellere cephe almak yerine, sürüye dönüştürülen kitlelere cephe aldığını ve sıradan insandan tiksindiğini de biliyoruz.
Nietzsche, sıradan insanı hep zayıf, kolay kandırılabilir sürü olarak görüyor ve üstün insan veya insanüstü insan arıyor.

Öyleyse Öcalan’ın Nietzsche hayranı olması tesadüf değildir, kendisinin de, yıllar önce ifade ettiklerinden, “en zor sevebilen bir insan olduğu”nu ve “etrafındaki onca insana sevgiden çok öfke duyduğunu” ve kendisine yöneltilen “Nietzsche’nin üstün insan teorisi”ne yakın olduğu eleştirilerini reddetmediğini ve ”düşkün insanı, çirkin insanı kabul edemem” dediğini biliyoruz!
Dolayısıyla geldiği noktaya hayretler içinde bakmıyoruz!
Bir ansiklopedinin anlatımına göre, “Alman düşünürü olan Nişe’nin, deliliği oranında ünlü, gericiliği oranında kendini aydın geçinenlere yutturmuş, bilimdışılığı oranında bilimci görünmüş, metafizik düşçülüğü oranında metafiziğe karşı sayılmış, ahmaklıkla niteledikleri tarafından alkışlanarak bir ölçüde haklı olduğunu tanıtlamış, 19. yüzyıl sonlarındaki burjuva düşüncesinin çöküntüsünü gereği gibi temsil etmiş örnek tiplerden biri…” olduğunu öğreniyoruz ki oldukça öğreticidir!
Aynı yerdeki anlatımdan, Nietzsche’nin usa karşı iradeyi çıkaran öğretisinin, halk yığınlarından tiksinmenin ideolojisini sergilediğini de öğreniyoruz. Aynı yerde, Ahmaklar sürüsü olarak nitelediği halkı yönetmek için, anti-demokratik ilkeler ileri sürerek faşizm ve Nazizm gibi ünlü canavarlıkların temelini attığı da anlatılmaktadır ki bu da az öğretici değildir!
Gerçekten de Nietzsche, sürüye dönüştürülmüş kitleler için ilaç gibidir ve bu nedenle olsa gerek, bir yerinde, “erdemlerin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayın… Ben ne değilsem erdemim odur… En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır… Erdem dedikleri, gerçekte korkaklıktır… Parçalayın insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayın…” diye yazdığı “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabı pek bir sevilmiş ve model alınmıştır!
Öcalan'ın aşağıdaki sözleri de az ilginç değildir ve neden kendisini Weber'e ve Nietzsche'ye yakın bulduğunu açıklamaktadır; tarihsel süreçlerdeki nesnelliği yadsıdığı apaçık ortadadır ve dahi, neye karşı, neyi hedeflediğini, bu haliyle de hangi egemen gücün politikaları ile uyumlu olduğunu açıkça göstermektedir; tabii gözleri yumuk yumuk bakmaya mahkûm olanların bunları görmesi mümkün değildir; sadece “egemenliğin zulüm, iktidarın vahşet olduğunu” ve “ulus-devlet'in bir anlayışın ürünü” olduğunu, tarihsel koşulların nesnelliğinde ortaya çıkan bir tarihsel kategori olmadığını görsünler yeter!
“Benim felsefem egemenlik anlayışına karşıdır. Egemenlik zulümdür, iktidar vahşettir. Ben, egemenlikten nefret ediyorum. Bu anlayış, etnik milliyetçiliği körüklemek demektir. Ben, iktidara karşıyım. Benim anlayışım demokratik toplumun inşa edilmesi, demokratik mekanizmanın toplumda kurulmasıdır. Bunlar, egemenlik, ulus-devlet anlayışı, İngilizlerin planıdır. Dünyaya bunu onlar pazarlıyor. Adeta bunu bir pislik gibi toplumun üzerine saçıyorlar. Onlar bu işlerin nasıl yapılacağını çok iyi biliyorlar, bu konuda yeterince uzmandırlar.

İngiliz ulus-devlet siyaseti tüm imparatorlukları yıktı
, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Fransız imparatorluğu, İspanya İmparatorluğu en son Osmanlı İmparatorluğunu dağıttı. Bunlar, çıkarları için daha da bunu yapmaya devam edecekler. Ortadoğu’ya, her yere bu anlayışı bunlar saçıyorlar.”

Öcalan, 2009 Eylülünde avukatlara görüşlerini aktarırken, “Yeni ve farklı bir sürecin başladığını; bu sürecin, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti kurması kadar önemlidir olduğunu; bu süreçte demokratik bir toplum inşa edileceğini;Türkiye toplumunun demokrasiyi, demokrasi kültürünü öğreneceğini; bunun Cumhuriyetin kurulması kadar derin sonuçları olacağını; Cumhuriyetin kazanımlarını göz ardı etmediğini ama Cumhuriyetin şimdi demokratikleşeceğini, Cumhuriyetin tüm olumlu yanlarının, kazanımlarının yeni döneme taşırılacağını; 1920’lerde yapılması gerekenin şimdi yapılacağın, şimdi tamamlanacağını; o zaman Cumhuriyet'in kurulduğunu, şimdi ise demokratikleştirileceğini; herkesin, özellikle de DTP nin, bu dönemi derinlemesine anlaması gerektiğini...” anlatıyor ki, yeterince öğreticidir; hele ki, bu tarihten, yani 2014 yılından bakıldığında öğreticiliği kat be kat artmaktadır
Öcalan'ın aktardığı diğer görüşlerinin başlıkları şöyle:
Federal devlet istemiyorum / Devlet olmasın” da demiyorum / Demokratikleşmesi gereken, devlet değil, sivil toplum /Kürtler kendi dini örgütlenmelerine ve “öz savunma” güçlerine sahip olsun /Devrimler dönemi kapandı, herkes değişmeli / Devletten hiçbir şey beklemeye gerek yok /
Öcalan ayrıca, şunları da söylüyor:
“Şimdi bugün bana, Amerika’nın Barzani’ye verdiği gibi bir federasyon deseler ben bunu kabul etmem. Benim çözümüm bunu aşıyor. Klasik şablonlarla, kalıplarla değil yeni bir yaklaşımla. Avrupa modeli benimkine biraz yakindir ama Avrupa’dan da daha gelişkindir, Avrupa modeli tam demokratik değil. Bu tür süreçler zorlu süreçlerdir. Her iki taraftan da savrulmalar olur, olabilir. Bizim yöntemimiz zor. Sabır, emek ve çaba gerektirir ama doğru olan da budur. Ben Fethullah Hoca’yı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistan’da okulları cemaatleri var, örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir.”
Daha ne söyleyebiliriz ki, her şey ortada değil mi?
Kürtler geldiler geldiler, bir karanlığın içine girdiler!
Hepsi budur ve gelirken de, karanlığın içine girerken de başrolde, şimdi geç gelmiş dahi filozof olarak öne çıkan Öcalan vardı; ama görünen o ki, Kürtler ya bu karanlıktan çıkamayacaklar; ya da çıkacaklar ama artık yanlarında ve başlarında Öcalan olmayacak!
Hepimiz biliyoruz ve görüyoruz ki, hatta bu nedenle kimimiz azarlıyor, kimimiz aşağılıyor, kimimiz ise “sizden adam olmaz, bizden adam olur” diyoruz; hatta “siz insan mısınız” yollu konuşarak tiksintimizi dile getirdiğimiz, kendine ve düzene yabancılaştırılmış olan işçileri bir kalemde silip, yerine “adam” olarak Kürtleri yani “KÖH” olmuş bir ulusal kurtuluş hareketini refere ediyoruz veya merkeze koyuyoruz ama hiç birimiz, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçilerinin yöneldikleri ortaçağ renkleri veren yeni dünya düzeninin selameti gereği işçilerin ve emekçilerin belleklerini kazıdıklarını görmüyor, bunun için bir şey yapmak için adım atmayı bırakalım, adım atmayı düşünmüyoruz bile!
İşte bu, tam da Öcalan'ın model olarak işaret ettiği bir Nişeist yaklaşımdır; bu yaklaşım, tekellerin insanı böceğe çevirdiğini görüyor ve tekellere cephe alacağına, hiç olmazsa bir lanet okuyacağına, o tekelci düzenin insanına lanetler yağdırıyor, iğrenç mahluklar olduğunu, böcek haline geldiğini tiksine tiksine anlatıyor!
Peki Öcalan ve “KÖH” nezdindeki Kürtlerin “adamlığı” nemenem bir şeydir kimse düşünüyor ve hiç olmazsa kendisine soruyor mu?
Hiç sanmıyorum ve buradaki yabancılaşma işte tam da bu “adam” olma noktasında kendini göstere göstere ilerlemektedir; Kürtler, artık en ucuz en kırılgan ve o denli de öfkeli bir yabancılaşmış insan-meta olarak ABD emperyalizminin “adamı” olmaya, ABD emperyalizmi ile bir vasalite içine sokulmaya hazırlanılmaktadır!
Şimdi artık Kürtler, pek bir “sosyalist”tirler ama Marxist-Leninist sosyalist değil, “Marxı'da Lenin'i de aşmış” olan ve hatta işi Marxizm-Leninizmin kurucularını ve Marxist-Leninist teoriyi ıskartaya çıkarıp, yerine Garaudyleri, hatta İbn-i Haldunları, Kropotkinleri, Nişeleri,Hegelleri ve Avrupa Marxizmini model sayan Öcalanist “sosyalist” olmuşlardır ki bu, tamı tamına Marx öncesi gerici,feodal sosyalizme, hem de bir fikir kırıntısına bile sahip olmadan savrulmuş ve bu savruldukları yerden şefkatli ellerini uzatarak kaldıran veya kaldıracağını vaad eden ABD emperyalizminin “adamı” olmaya ve bunun en “sosyalist” tutum olduğuna kendilerini alıştırmaya çalışmakta olduklarına delalettir!
Çünkü ABD emperyalizminin ve elbette onunla birlikte AB emperyalizminin de, daha doğrusu kısaca küresel emperyalizmin yeni dünya düzeninde, yani sermayenin yeni dünya imparatorluğunda, ne Marxizm-Leninizm'in kurucularına ve ne de Marxizm-Leninizm'e yer vardır!
Ama Ekim devriminden sonra Kolçak’ın ve İngiliz burjuvazisinin net olarak ajanı haline gelmiş olan Çaykovski liderliğindeki ilk devrimci grubun bir üyesi olarak anarşizmin teorisyeni olan ve birinci savaşta Almanya’ya karşı anavatan savunucusu ve sonunda Kerenski hükümetinin sadık bir hizmetkârı olan Kropotkinler de,tekelci düzenleri kutsayan Nietzscheler de ve elbette artık tekeller için tam bir sacayağı haline gelmiş olan Avrupa Marxizmi de, biçilmiş kaftandır;çünkü  “sosyalizm” kurulacaksa onu da ABD emperyalizmi kuracaktır ve öyleyse bu modeller sine qua non'dur.
Görülen o ki, Kürtler ve kuyrukçuları şimdiden bu “sosyalizm”in önünde secdeye varmışlardır!
Ancak, hesap edilmeyen bir şey vardır ki, bütün bunlar, nesnel tarihsel koşulların dayatması değil, ABD emperyalizminin, kendi kıçını kurtarmak için öznel niyetleri ile birlikte, öznel olarak kurgulayarak özel olarak ve daha çok Kürt halkına olmak üzere bu bölgenin halklarına ve genel olarak dünyanın bütün ezilen ve sömürülen halklarına dayattıklarıdır ve tarihin mantığına uymamaktadır!
Ve bu mantığa göre öyle görülüyor ki, bu dayatılanlar Kürtleri de, Türkleri de, tam ortadan ve tek coğrafyada olmasa da, mutlaka bir yanı dinci-gerici, diğer yanı ilerici-devrimci olmak üzere ikiye bölecek ve bununla da kalmayıp, ilerici-gerici karşıtlığında saf tutmalarına neden olacaktır!
Öyleyse nafile çabadır ve öyleyse kızılca kıyamet kapıdadır; ve öyleyse ABD emperyalizmini olduğu kadar, Kürtleri de bir hayal kırıklığı beklemekte amma ve lakin bunu da elbette hesap eden Amerikan emperyalizmi, her zaman yaptığı bir ileri iki geri veya tersi tangolarına çoktan başlamış ve bu tangolarının sonucunu mantıki ucuna götürmek için, artık Kürtleri en ucuz meta olarak “adamı” yapmaya ve onları bu bölgedeki politikalarının karşısına çıkacak olanlara karşı savaştırmaya hazırlanmaktadır!
Demek ki, Marxizme birazcık bulaşarak Marxist olunmadığı gibi, Marxizmden birazcık bile uzaklaşılsa, Marxizmde kalmak da mümkün olmamaktadır!
Ama bu güne kadar hangi Marxizm düşmanı veya Marxizmden vazgeçenler delikanlılık yapıp düşmanlıklarını ve vazgeçtiklerini ilan etmişler ki, zaten en başından eksikli bir marxizm ile yol alan Kürtler ilan etsinler!
Kürt halkını ise hiç saymıyorum , çünkü onları çok uzun zamandır devrimcisizleştirmek ve hatta gericileştirmek için, şimdi Marxizmden vaz geçtiklerini ilan ettikleri halde daha fazla marxist imişler gibi sağa sola laf yetiştiren Kürt aktivistleri ve elbette “KÖH” ve haliyle de Öcalan, yapacaklarını çoktan yapmışlardır!
Şimdi artık ABD emperyalizminin hayalleri ile Kürtlerin hayalleri çakışmıştır amma ve lakin daha önce egemen sınıflar için “nöbete” uygun görülen Kürtler, şimdi egemenliğini pekiştirip, kalıcılaştırmak ve bu bölgede uzun bir süre daha düdüğünü öttürmek isteyen ABD emperyalizmi için “savaşmaya” uygun görülmüşlerdir!
Dediklerim, ne yalandır, ne uydurmadır, ne de hakarettir; tamı tamına nesnel tarihsel koşullar ile öznel niyetlerin karşı karşıya geldiği bir noktadan yükselen çelişkilerin yansıttığı gerçeklerdir!
Aksini iddia edenler, bu iddialarını ortaya koymak ve bu dediklerimin yanılgı olduğunu ikna etmek için acele etmelidirler; çünkü artık tarih hızlı akmakta ve çok yakın bir zamanda ortaya çıkan pratik, bu gerçekliği herkesin burnunu gıdıklama mesafesine taşıyacaktır!
Öyleyse şu somut gerçeklik de unutulmamalıdır ki, canlı yaşamın üzerinde burnumuzu gıdıklama mesafesinde duran gerçekliklerle yüz yüze kaldığımızda yolumuzu şaşırmayalım:
İnsanlığa ama daha çok ve yine insanlık için, işçi sınıfına, ezilen, sömürülen bütün emekçilere ve insanoğlunun, onlara yaşamın yeşil ağacı üzerindeki gerçeklikleri göstermeyi düstur edinmiş, bilim ile bilinç ile donanmayı ilke edinmiş kararlı, inatçı ve umutlu unsurlarına, sadece ve sadece Marxizm-Leninizm yeter de artar; artanı da bu sayede fışkıran insanlığın daha da büyümesi ve elindeki bilimi daha da geliştirmesi için yeter!
Bu forumda biri, Öcalan'ın hayaletinden korktuğum kuruntusuna kapılarak, “bırak egemenler korksun Öcalan’ın hayaletinden sana ne oluyor?” demişti; aynı onun dediği gibi ama bir kuruntunun yansıması olarak değil, gerçeğin ta kendisi olarak, Kürtlere ve en başta Öcalan'a tavsiyem, Marxizm-Leninizmin kurucularının hayaletinden ve elbette hâlâ yaşayan Marxist-Leninist teoriden korkmamaları olacaktır ; korkanlar zaten korkuyorlar ve bunların egemen sınıflar olduğunu hepimiz biliyoruz ve korkmakta da haklılar ve farkındalar; çünkü Marxizm-Leninizmin temellerinin sağlam olduğu apaçık ortadadır!
En başta, henüz hiçbir pratiği olmayan bir zamanda tümüyle teorik olarak ortaya konulan sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu önermesinin doğruluğu, pratik olarak, müzmin anti-sovyetik humma sahiplerinin pek hoşuna gitmeyecek olsa da, yetmiş yıl yaşayan reel sosyalizm deneyimiyle ve daha çok yıkılışındaki dersler ile kanıtlanmıştır!
Sosyalizm, işçi sınıfının düzenidir ve bu gerçeklikten bir milim sapınca Amerikan emperyalizminin korkularını büyüten Marxizm-Leninizmden de uzaklaşılmış olunuyor ve işte bu, Amerikan emperyalizminin korkularını teskin eden bir “Marxizm-Leninizm”dir!
İkincisi ki bu önerme, sosyalizm düşmanları yanında, Kürtlerin de hiç hoşuna gitmemektedir, tarihin lokomotifi, hâlâ sınıf mücadelesi olmaya devam etmektedir; sınıf mücadelesini köreltme politikasının, hâlâ gelişmiş ya da gelişmemiş bütün ülkelerin politikalarının odağını oluşturması, lokomotifin hâlâ sınıf mücadelesi olduğunu apaçık göstermektedir!
Üçüncüsü ise, emek süreçlerinin belirleyiciliğidir ki, Türkiye'de de, dünyada da, bütün kaygılar, korkular, kaynaklarını hâlâ emek süreçlerinde bulmaktadırlar; öyle olmasa, bu kadar paralı Amerikan askerinin bu bölgeye üşüşmesi mümkün olabilir mi idi!
O halde, gerçekten, adı ister “komün” olsun, isterse her ne sıfatla ifade edilirse edilsin “sosyalizm” olsun, gerçekten bir eşitlikçi, bir ortakçı düzen veya toplum kurmak isteniyorsa, bu temellerden ve elbette bu temeller üzerinde dimdik duran Marxizm-Leninizmden korkmak ve uzaklaşmak yersizdir ve bu temelden ve bu temellere sahip Marxist-Leninist teoriden korkarak uzaklaşmak, ancak ve ancak egemen sınıfları, ABD emperyalizmini sevindirir ve korkularını teskin etmelerinde yardımcı olur!
Bundan ala turnusol yoktur ama daha bu turnusollere varmadan, ABD emperyalizminin ve dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminin ideoloji ve politikaları ile senkronize olan Kürt siyasetinin yarattığı turnusoller, Kürtlerin gelip gelip bir karanlığın içine girdiklerini görmemize yetmiştir; bu son turnusol ise gördüklerimizi teyit etmekte ama diğer yandan, bu politikaların, yani ABD emperyalizminin politikaları ile senkronize olan politikaların çıkmaz sokak olduğunun görülmesine de vesile olmaktadır!
Doğru politika, Kürtler'in, Marxizm-Leninizm düşmanları ile değil, Marxizm-Leninizm kaçkınları ile değil, geçmişin devrimci hareketinden arta kalan döküntülerle, sahte sol gömlekli azap zebanileriyle değil ve dahi ABD emperyalizmi ile hiç değil, tam tersine, Marxist-Leninist teori içinde olan ve egemen sınıfların ideolojik-politik hegemonyasına karşı bu teorinin yol göstericiliğinde mücadele eden ve Marxizm-Leninizmin hâlâ dimdik ayakta duran temellerine inanıp, bunlara sımsıkı sarılan Türkiye'nin devrimci sosyalistleri ile birlikte olmayı; ABD emperyalizmine ve Türkiye'nin emekçilerini daha fazla köleleştirmek üzere dayattığı politikalarına ve bu politikalar ile işçi ve emekçilerin bütün kalelerini, savunma mekanizmalarını, yani ekonomik ve politik örgütlenmelerini dağıtan, haklarını düzleyen, dahası belleklerini kazıyan, fabrikalardan sınıf bilincini kovup tarikat bilincini yerleştiren, Türkiye'nin işçi sınıfına düşman olduğu kadar Kürt yoksul halkına, emekçilerine de düşman olan dinci-gerici 12 Eylül rejimine ve politikalarına nesnel ve öznel olarak karşı olan bütün sınıfsal güçlerle ittifak kurmasını gerektirmektedir!
İşte Öcalan'ın “aşıyoruz” teraneleri ile Marxizm-Leninizme karşı hem dayanaksız ve hem de son derece kaba vurgularla bir karalama, bir gözden düşürme kampanyası sürdürmesi ve yayması bu anlamda önem taşımaktadır!
Kürtlerin, nesnel tarihsel koşulların dayatması yönünde değil, egemen sınıfların öznel niyetlerinin gereği, öznel dayatmaları yönünde politikalar üretmesinin ve ilerlemesi ancak bu şekilde kolaylaştırılabilir; ancak bu şekilde, Kürtlerin bir tanzimat öncesi karanlığın içine, hem de devrimden vazgeçilmişken, devrim ve sosyalizm adına, Kürtlerin kurtuluşu adına sürüklenmesi kolaylaştırılabilir!
Kısaca, Marxizm-Leninizmden uzaklaşmak, kopmak ve ona düşman olmak, tümüyle ve son derece sınıfsal olarak ve belki de son çare olarak, Amerikan emperyalizminin isteği ve dayatmasıdır!
İşte bu dayatmalara boyun eğdiği içindir ki Kürt siyasalı, yalpalamakta ve yalpalarken, envai çeşit turnusolleri önümüze getirmektedir; çünkü, ortada tarihin mantığı ile uyuşmayan öznel bir çaba, bir dayatma var ve bu, bu karakteri nedeniyle sık sık duvara tosladıkça emperyalistler, bir adım ileri, iki adım geri vals yapmak zorunda kalırken, Kürt siyasalı da buna uymak zorunda kalıyor, bu nedenle de çuvallamaktan kurtulamıyor!
Ancak, bir kere girilmiş olan bu yoldan geri dönmek o kadar kolay olmuyor ve ilerlediklerini zannettikleri için bu yılan kavisli Amerikan ipi ile örülmüş köprüden dönmek, gerilemek olarak kabul ediliyor!
İşte bu nedenle, hem bir taraftan Marxizm-Leninizm'e cenk açılıyor ve hem de Marxizm-Leninizmden çok daha ileri bir teoriye sahip olunduğu vaaz edilip duruluyor!
Öyleyse hepsinin ilacı, Marxizm-Leninizme dönmek ve yere düşen ve de yabancıların hatta düşmanlarının ele geçirmek istediği sosyalizm bayrağını yerden kaldırıp, bu coğrafyanın en yüksek yerine dikmek olacaktır!
Bu bayrağın kaldırılıp, en yükseğe dikilmesinin Kürtlerin elinden veya Kürt ilerici-devrimci emekçileri ile Türk-ilerici-devrimci emekçilerinin birlikteliğinin elinden olması bir şey değiştirmez; önemli olan karanlığın içinden çıkılmasıdır; ikisi de tarihin mantığına uygundur; tarihin mantığı, Kürt halkının ulusal kurtuluşunun da, Türkiye’nin işçilerinin ve emekçilerinin sınıfsal kurtuluşunun da, tepeden yasalar yoluyla, dolayısıyla egemen sınıfların düzenlerinin yerleşmesine, pekiştirilmesine yarayan düzen içi reformlarla değil ve hele ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü politikalarına sarılarak hiç değil, yalnızca ve yalnızca Kürt emekçileri ile Türk emekçilerinin birlikte kuracakları halkçı temelde bir sosyalist cumhuriyeti işaret etmektedir!
Fikret Uzun
05-Kasım-2014

FAŞİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ BÜYÜK KAPİTALİST DİKTATÖRLÜĞÜN AYNI ALETİNİN İKİ YÖNÜDÜRLER



FAŞİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ BÜYÜK KAPİTALİST DİKTATÖRLÜĞÜN AYNI ALETİNİN İKİ YÖNÜDÜRLER
Sosyal-faşizm konusunda Hasan Karataş “Sosyal Faşist 20 yy komünistlerinin kendi aralarındaki derin çelişkiler neticesinde ve yol ayrımına geldikleri zamanda kullandıkları tanımlamadır. O tanımlama kullanıldıktan sonra tartışmalar kesilir ve orada kesin biçimde yol ayrımı vardır.” derken çok haklıdır!
Komünist Enternasyonalin 5. Kongresinde, sosyal-demokrasinin sosyal-faşizme geliştiği görüldü ve şu tespit yapıldı: Burjuva toplumunun ilerleyen çöküşü ile birlikte tüm burjuva partiler, özellikle sosyal-demokrasi az ya da çok faşist karaktere büründüler. Faşizm ve sosyal- demokrasi, büyük kapitalist diktatörlüğün aynı aletinin iki yönüdürler, bu yüzden sosyal-demokrasi, faşizme karşı mücadelesinde proletaryanın hiçbir zaman müttefiki olamaz!

Bu dönemi anlatan Bela Kun'a göre:

Faşizm, şu veya bu biçimde emperyalistlerin savaş hazırlığı için arka cepheyi sağlama alma yöntemidir!

Faşizm bugün legal mücadele aracı ve bir dizi ülkede esas mücadele aracı olmuştur; sosyal-demokrasi de gelişmesinin yeni bir aşamasına ulaşmıştır. Sosyal-reformizm, siyasal olarak demokrasi ile özdeşti. Ama artık her durumda, burjuvazinin proleter devrime karşı varlık savaşında sosyal-demokrasinin, demokratik yöntemlerin savunucusu olduğu söylenemez. Bütün büyük partilerin gelişimi sosyal - reformizmin, gittikçe daha hızlı biçimde sosyal- faşizme geliştiğini göstermektedir. Tam da bu yüzden bugün faşizm, özellikle de sosyal-faşizm, uluslararası devrimci işçi hareketinin bir sorunu haline gelmiştir. O bugün, savaş sonrası ilk dönemde devrimci durumun ortaya çıktığı zamanda, sözüm ona ”saf demokrasi” nin (yani burjuva demokrasisinin, ”saf”, ”sınıfsız” demokrasi diye çarpıtılması) oynadığı rolün hemen hemen aynısını oynamaktadır.

Bugün, daha önce ikibuçukuncu enternasyonalcilerin yaptıklarını, KE içindeki sağ ve uzlaşmacılar, tüm oportünist unsurlar, veya KE dışında sosyal-reformizme, oradan da sosyal -faşizme yönelenler yapmaktadır!

Uzlaşıcılar, sosyal-demokrasinin sosyal-faşizme gelişme gerçeğini görmüyorlar; onlar, faşizmin kapitalist diktatörlüğün sağlamlaştırılmasında, sömürünün korunmasında burjuvazinin esas, legal mücadele aracı haline geldiğini görmek istemiyorlar!
Onlar, “saf” demokrasi olarak ortaya çıkan burjuva demokrasisinin, Engels'in öngördüğü ve Lenin'in de belirttiği gibi, karşı-devrimci rolünü unutuyorlar!
Evet, Bela Kun bunları söylerken çok doğru söylüyordu ve gerçekten de, devrim anında saf demokrasinin, tüm burjuvazinin, hatta feodallerin bile son kurtuluş umudu olarak ortaya çıktığına dikkat çeken Engels, 11 Aralık 1884'te Bebel'e yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“...Devrimci durumda, 1848-1849 da Frankfurt'ta toplanan Ulusal Asamble'de daha önceden gözlemlendiği gibi, aşırı burjuva taraf biçiminde, tüm burjuva ve hatta feodal ekonomi için son kurtuluş umudu olarak, demokrasinin geçici bir önem kazanmasını engellemez; böyle bir anda tüm gerici kitle onun arkasında toplanır ve ona güç verir; öteden beri gerici olagelenler, sanki demokratmış gibi davranırlar. 1848 Mar-Eylül arasında, tüm feodal-bürokratik yığın, devrimci kitleleri bastırmak ve bu bir kez başarıldıktan sonra, onların gerisine de tekmeyi vurmak üzere, liberalleri desteklediler.
Bunalım günü ve onun ertesinde bizim tek hasmımız, saf demokrasinin gerisinde yığılacak olan gericiliğin bütünüdür ve bu, sanırım gözden uzak tutulmamalıdır...”
Lenin ise, “şu anki kriz gününde tek düşmanın saf demokrasi etrafında gruplaşan bütün gericilik olduğunu “söylüyordu.
Bela Kun şöyle devam ediyor ve aktarıyorum:
Brandlercilerin ve uzlaşmacıların, sosyal-demokrasinin sosyal-faşizme gelişimini reddetmeleri, faşizm ile demokrasiyi ilkesel iki ayrı sistem olarak karşı karşıya koymaları, burjuva demokrasisini, sınıfsız bir demokrasi olarak görmekten başka bir şey değildir.
Burjuvazinin güçlenen konumu, bir dizi “demokratik hakların” geri alınması, burjuvazinin sadece sosyal-demokratları değil, faşistleri de finanse etmesi anlamına gelmektedir. Duruma göre burjuvazi, bir sosyal-demokratları, bir faşistleri ön plana sürmektedir. Ve mümkün olduğu yerde burjuvazi faşist diktatörlükler kurup, demokratik hakları bir kenara atmaktadır. Burjuvazi, istikrar durumuna göre, sosyalist devrime karşı, bir sosyal-demokrasiyi, bir faşistleri kullanmaktadır!
Gelişim, faşist metodlar ile demokratik metodların sürekli daha fazla kaynaşması ile karakterizedir. Parlamentarizmin mutlak olarak faşizmin karşısına konulması yanlıştır. Mussolini, İtlaya'da uzun süre parlamento ile liberal hatta katolik partinin yardımı ile hükümet etti!
Faşizm ile demokrasinin birbirini dışladığı ve ilkesel iki ayrı sistem oldukları şeklindeki yaklaşım, sadece teorik değil, tarihsel olarak da yanlıştır. Sosyal demokrasinin, sosyal-faşizme geliştiği tespitine karşı çıkanların bütün mantık sistemi, faşizm gelmeden önce parlamentonun ve burjuva demokrasisinin yıkılması gerektiği, bir darbenin olması gerektiği iddiası üzerinde yükselmektedir; bununla onlar, parlamenter demokrasinin karşıtına dönüşme olasılığını yok saymaktadırlar! İtalya'da faşizmin darbesi, hiçbir şekilde iktidarın sınıfsal içeriğinde bir değişiklik anlamına gelmiyordu; sınıf içeriğine göre parlamenter demokrasinin iktidarı da faşizmin iktidarı da burjuvazinin iktidarıdır!
Sosyal-demokrasinin sosyal-faşizme gelişiminin, demokrasi ile faşizmin uzlaşmaz zıtlıklar olduğundan ötürü mümkün olmadığını savunan iddia, sosyal-demokrasinin, ilk planda sol sosyal - demokrasinin ideolojik cephaneliğinden çıkmaktadır.
Bu soyut anti-marxist, sosyal-demokrat iddia, demokratik, reformist” sosyalizm”in gerçek gelişimine karşı tamamen yanlış yaklaşmaktadır; sosyal-demokarsi, hemen hemen bütün ülkelerde az veya çok hızlı bir tempoyla sosyal-faşizme gelişmektedir!
Kapitalizmin barışçı gelişim zamanında "işçi sınıfı çıkarları uğruna mücadele için en iyi zemin" olan burjuva demokrasisi,"kriz ve sonraki günlerde" tüm gericiliğin ve sosyal-demokrasinin de yoğunlaşma noktasıdır.
Devrimci bir durum ortaya çıktığında, karşı-devrimci şiddet, devrimci proletaryaya karşı "demokrasi" bayrağı altında saldırmıştır; "demokratikleşme ve asker ya da polisin şiddet kullanımı, aynı anda ve "demokrasi" bayrağı altında uygulanmıştır!
Görülen o ki, Bela Kun Mussolini faşizmini incelerken ortaya koydukları ile neredeyse birebir bugün ve öteden beri 12 Eylül faşist rejiminin bütünsel haleti ruhiyesini anlatmaktadır!
Bu anlatımla ki, öteden beri dediklerimiz bu çerçevededir, bugün sosyal-faşizm kategorisine kimlerin girdiği ve kimlerin “saf” demokrasi ,”sınıfsız” demokrasi lafızları ardına dizilerek 12 Eylül faşizminin kuyruğuna takıldığı, kimlerin faşizmi sadece askersel devirmelerde aradığı ve kimlerin en faşizan yöntem ve saldırıların sürdüğü zamanlarda bile demokrasi şampiyonluğu yaptığı, hatta “bu kış demokrasi gelecek” nutukları attığı ve hâlâ kimlerin, bir dinci-gerici faşist diktaörlük altında “ileri demokrasi” nin gerçekleşeceğine iman ettiği, kimlerin bu dinci-gerici - faşist diktatörlük koşullarında ve hâlâ, devrimler döneminin kapandığını, demokratik toplumun inşa edileceğini, demokratik mekanizmanın toplumda kurulacağını, bunun için Kürtlere bu dinci-gerici-faşist diktatörlük rejiminin tepeden, yasalar yoluyla verdiği “özerklik” in yeteceğini vaaz ettiği görülmektedir.
Dahası, bir taraftan demokrasiye ve demokratikliğe aşırı vurgu yaparken, daha açık ifadeyle demokrasi dinine tapınırken, öte yandan devleti ve iktidarı hem de her koşulda ve tarihsel zamanda, en melanet şey olarak, mesela deccal olarak görenler ve gösterenlerin kimler olduğu da apaçık görülmektedir!
Tabii kimlerin hangi gerçekleri gördüğü, hangi gerçeklerden kaçtığı ve üzerini örttüğü de apaçık görülmektedir!
Buradan hareketle, Hasan Karataş adlı forum üyesinin bu çerçevede ifade ettiklerini kimsenin yaban atmaması gerektiğini vurgulayarak bitiriyorum ki her halde en kısa mektuplarımdan birini daha görüşlerinize sunmuş oluyorum; yani,”uzundur” gerekçesiyle okumaktan ve olumlu ya da olumsuz tepki göstermekten kaçınmak biraz zor olacaktır!
Sınıf savaşımı kızıştığında, büyük olaylar yeni toplumsal katmanları öne çıkardığında, yeni ve kalıcı sorular ortaya koyduklarında, bu insanlar arasında yeniden gruplaşmalar, dönüşümler başlaması kaçınılmazdır!
İşte bu günler, o günlerden birisidir ve hayatın her alanında tarihin hızlı ve şiddetli aktığı görülmekte, hissedilmektedir; bundan ne Türkiye'nin devrimci sosyalist hareketi, ne de Kürt ulusal kurtuluş hareketi kendini ayıramaz; şimdi, tarihin bu hızının ve şiddetinin gerisinde kalanlarla önüne geçenler ve bununla birlikte bu hızın ve şiddetin içinde kendini kaybederek karşı tarafa açık bir şekilde geçenler öne çıkacaktır; sınıf mücadelesinin şiddeti bu çerçevede kendisini gösterecek ve böylece karşılıklı sınıfsal dengeler yeniden ve kendiliğinden kurulacaktır; devrimcilerin görevi, bu hız ve şiddet yanında, sınıfsal dengeleri de doğru okumak ve buna göre güçleri tasnif edip, saflaştırmak ve bu güçlerin karşıtını en doğru ve en keskin hatları ile tarif etmektir!
Böylece, ak ile kara, oportünist veya sosyal-şovenist ile devrimci sosyalist, anti-faşist ile sosyal-faşist, ilerici ile gerici, halkçı ile popülist, akıl taşıyan ile akıldan kaçan vb. hepsi ama hepsi, açık, net, fiziksel olarak, kanlı canlı bir insan suretinde yani boylu boyunca kendini gösterecektir.
Böylece, devrimci sosyalistler öteden beri bunu görüyor ve gösteriyorken, kimlerin ve neden buna gözlerini kapadığını, neden “mış” gibi yaptığını, Türkiye toplumu topyekün ve her anlamda “sız”laştırılırken bunu kimlerin ve neden görmezden geldiğini de görmüş olacağız!
Sosyalist Foruma gelince, Babil'i o çok sevdiği allahı konuşturuyor herhalde, çünkü burada, adı “sosyalizm okulu “olan bu forumda, sosyalizme ve Marxizm-Leninizme düşman olmak, en azından aşmak yoluyla kopmak ve karşı tarafına geçmek model yapılmak istenmektedir; bu doğru ve bunun şampiyonları ise çok net olarak herkes tarafından görülmektedir ve bugün önümüze düşen bütün turnusoller, buna rağmen, bu forumun “sosyalizm” ekseninden kolay kolay kayamayacağını göstermekte ve bu da, şampiyonlarımızın çaresizliklerini artırmaktadır!
O kadar öyle ki, artık forumun benzerleri üretilmekte ve burada, neyin şampiyonluğunu yaptıklarını deşifre edenlere ağız tadıyla ve dolusu edemedikleri küfür ve hakaretleri ve burada açık açık zikredemedikleri fikirlerini bu benzerlerinde şimdiden ortaya koymaktadırlar!
Ama hepsi nafile çabadır ve son tahlilde, gerçeklerden kaçanlar, üzerini örtenler değil, gerçeklere sahip çıkanlar suyun üzerinde kalacaktır; diğerleri usturuplu atarsan su üstünde kayan ama kayması bitince su üzerinde duramayan çakıl taşları misli dibe çökeceklerdir ve katastrof final her zaman suyun üzerinde kalanların eseri olacaktır!
Dibe çökenler ise her zaman, yeterince yaklaşmasın diye katastrof'un önüne çıkan, çelme takan, muğlaklaştıran ve bunları yaparak finalin hiç gelmeyeceğini sanan zavallılardır!
Fikret Uzun
05-Kasım-2014