DEVLET BİR TARİHSEL KATEGORİDİR VE DEVLETÇİLİK DİYE BİR SİYASİ AKIM
YOKTUR
Borga rumuzlu
beyefendi,
Hangi Cuntanın,
hangi rejimin desteklenmesinden söz ettiğimi soruyorsun ve gene geçmişe yelken
açıyorsun, belli ki geçmişten kurtulmadığın bir yana, geçmişle bugünü kurtarıp,
gelecekten vazgeçmiş olmanızın üzerini örtmeye çalışıyorsun!
Hangi rejimin
desteklenmesinden söz ettiğim aklında kalmadı mı, yoksa ahmaklığa mı yatıyorsun
bilmiyorum ama biraz bilgi ile tekrar etmemde bir sakınca yok; Birinci Savaş’a
girerken, tarihte, Rus-Türk ve Rus-İran savaşlarında Kürtleri araştırmışlar;
hepsinde Kürtler, Rusya’dan yana taraf olmuşlar. Bunu bir yere not etmelisin!
Yatıp kalkıp, tek
derdimiz bu imiş gibi,“Marksın Osmanlıyı desteklemesi hatadır.” diyorsun,
olabilir, hatadır, değildir, ama nedeni bellidir; Marx’ın Rusya’ya karşı olan
her devleti olumlaması ise Borgaca bir üfürmedir, Slavlardan tiksindiğini
söylemen ise üfürüklerine her halde renk katma isteğindir! Bunlar değilse asıl
konudan uzaklaşman en yakın ihtimaldir!
Peki nedir seni bu
kadar rahatsız eden, bu kafana taktıkların bugünün sorunları mı? Yoksa tarihin
akışını ve olumsuz yönde mi değiştirmiştir? Kaldı ki destekledi de ne yaptı
Marx, bir tabur askeri vardı da onları Osmanlı padişahının emrine mi verdi?
Tarihte onca filozof, bilim adamı, teorisyen, politikacı vesaire, bunların
çoğunun son tahlilde söyledikleri kendi zamanlarını bağlarken, yine çoğunun
söyledikleri ise şimdi tümden yanlış görünmektedir; ancak bunların hiç birisi,
bu gün yanlış görünse dahi, o dedikleri ile dünyanın tarumar olmasına,
karanlıkta kalmasına neden olmamıştır; aksine gelişmesinde zamanlarına göre
ilerleme sağlamışlardır! Sana kaldı isek, Kürtlerin ezilmişliğinin sebebi de
budur, Marxın Osmanlıyı desteklemesi!
Peki, olabilir, bu
sende derin iç yaraları oluşturmuştur, Rusya’ya karşı Osmanlıyı desteklemesini
sindiremiyorsundur; iyi de Kürtler de gerici Rus çarını desteklemişler; yoksa
çar, bir aydınlanmacı despot olan Deli Petro olduğu için mi
desteklediler?
Üstelik hem böyle
diyorsun, hem de “Marx Borga’nın değer verdiği önder” öyle mi? Şeytan değil
öyle mi? Bu Marx’a dair lakırdıların, şeytan görmüş birinin hezeyanını
yansıtmıyorsa başka nedir? Bir de anlamaya çalıştığını söylüyorsun ki böyle
sittin sene geçse anlamayacağın belli! Mişmiş de mişmiş! Hep hüsnü kuruntu!
Yani hâlâ dökülüyorsun!
Evet, yukarda
aktardım, Kürtler de hep Rusya’dan yana taraf olmuşlar; yani Rus çarından yana!
Ve onların emrinde savaşmışlar! Kürt’tür ne yapsa yeridir mi diyeceksin!
Dediğim gibi “eşek
meselesi”; bilgisiz bıraktıklarınızın zihnini bulandırmak için Borga’nın
bilmeceleri!
Hollanda diyen
sensin, demedim diyen gene sensin, kim yalan söylüyor biraz düşün; bu kadar da
işkembeden atma! Dediklerini unutup, başka üfürüklerle üstünü örtmeye çalışma!
Mademki işkencecine direndin, o 33 sene önce işkencecisine direnen kimse, o ol!
Senin aklın mı
karışmış, sınıfsal bakışın mı körelmiş, yoksa ikisi de 33 sene öncede mi kalmış
ben bilemem ama anlattıklarından, birbiri ile çelişen lakırdılarından kininin
ve öfkenin adresinin değişik olduğunu görmek zor değil; üretici güçleri mi
değiştirmişlermiş, bir tane sektör göstersem dişini kıracakmışsın vesaire! Yahu
senin kafan nasıl çalışıyor? Ortaçağ bin yıl sürdü, insanlık bin yıl bitkisel
hayat yaşadı ama bu bin yılda bile bir birikim, bir ilerleme olduğunu, o
ortaçağın insanı misli oldun da o nedenle mi göremiyorsun?
Aydınlanma, sanayi
devrimi, ütopyacı sosyalistler, Burjuva devrimleri vb. bunlar hep bu birikimin,
sonucudur; bu birikim ise ilerlemenin bastırılmış, katılaştırılmış halidir! Bu
birikimin patlaması ise ilerlemenin şaha kalkmış halidir! Dünyanın döndüğü
söylenemeyen zamanlardan, dünyayı avucunun içine alan zamanlara bir günde mi
gelindiğini sanıyorsun! Bin yıl uyuyan insanlar, bin yıl yerinde sayan tarih,
bir gün aklına gelip, fışkırma mı yaptı? Bu, tarihsel gelişmenin, ilerlemenin,
birikimin patlamasıdır. Bitkisel hayattaki insan, insan olmak için, zembereğinden
boşalmışçasına fışkırmıştır; hâlâ bu fışkırmanın hızına denk bir fışkırma
olmamıştır!
Eşek meselesi bir
yana seninki ilerlemeye, gelişmeye, bilime düşman olmanın yansıması;
İlericiliğe hınç, gericiliğe methiye! Bu nasıl bir kin, nasıl bir akıl? 33 yıl
önce işkencecine rest çektiğinde de böyle mi idin? Eğer öyle idiyse, boşuna
rest çekmişsin; aynı yerde duruyorsunuz!
Bak kardeşim, seni
anlamaya çalışıyorum, onca zamandır empati kurarak, çözümlemeye çalışıyorum ama
bir milim ilerlemiyorsun, hep aynı nakaratlarla fırdöndü gibi kendi
hezeyanlarının etrafında dönüyorsun; Marx senin için gerçekten değer ise ki
fetişleştir diyen yok ve gerçekten şeytan gibi görmüyorsan ve dahi gerçekten
anlamaya çalışıyorsan, öyle hareket et ve bunu göster; kimse seni, Marx’a değer
vermezsen, hatta şeytan gibi gördüğün için mahkûm etmez; ama yeter ki dobra
dobra ol, şeytan ise şeytan, bilge ise bilge ve sakın peygamber belleme! Hepsi
bu. Yani Marx’a değer veriyormuşsun görüntüsü ile yalan yanlış cümleler kurup,
Marx ve Marxistler üzerine demagoji yapma! Kimse kimseyi zorla Marxist yapmaya
çalışmıyor veya Marxist değil diye kimse mahkûm edilmez! Ama sen, Marks’ı
yerden yere vurmadığın zaman, Marxistlere sataşıyorsun, evire çevire şeytana
döndürüyorsun! Sonra da Marx’ın değer verdiğin biri olduğunu söylüyorsun! Bir
karar vermelisin, kimse senden Marxist olmanı beklemiyor! Ama kavramları ters
yüz etmene de kimsenin izin vermesini bekleme!
Ve çok net görülüyor
ki birbirinize karşılıklı ve mürit misli beğendi yapan yoldaşlarınla birlikte
henüz din sarmalından da kurtulmamışsınız;yanlış isem,ikiyüzlülüğünüz burada da
mevcut demektir! Marks’ı anlamaya çalışsanız, şeytan görmeseniz, bu
konuda da net olursunuz ya da en azından ikiyüzlü olmazsınız! Örnek olsun,
milliyetçilikle, ulusçuluk ile dinsel gericiliğin birlikte geliştiğini
görebilirsiniz! Böylece de, Kürtlere karşı her eleştirel yaklaşımı
Türkçülük olarak görürken, ulusçuluk olarak görürken, kendinizin ulusçuluk
yaptığınızı, ilkel milliyetçiliğin kulvarında dolaştığınızı ve kaçınılmazlıkla
yeni mürteci olduğunuzu görmeniz kolaylaşır!
Öyleyse dine bu
temelde de bakman gerekmez mi? Başka ifadeyle tarihin bu aşamasında dine
sarılmak mı, dinin devlet dini olmasına karşı çıkmak mı temel renk olmalıdır
sorusunu sorman gerekmez mi? Ve işte laikliğe böyle bakman gerekir; Yani
Marx’ın Yahudi dini için söylediği gibi, yurttaş olmasına ve evrensel olarak
insani ilişkiler içinde yaşamasına karşın, Yahudi, Yahudidir! Müslüman da Müslümandır!
Yani işin özü, Yahudi ya da, Müslüman, ya da Hıristiyan, birkaç ya da, birçok
kişi, ya da hatta büyük çoğunluk, dinsel yükümlülüklerini yerine getirmeleri
gerektiğini düşünüyorsa, bu yerine getirme, salt özel bir iş olarak kendilerine
bırakılmalıdır! İşte laiklik budur! Dinin devletten, ya da devletin dinden
kurtulmasıdır! Bu ise dinsizlik ya da dinsel yükümlülüklerini yerine getirmek
isteyenlere yasak koymak, cezalandırmak değildir! Laikliğe karşı çıkmak ise,
din’i devlet yapmak istemektir! Devlet dini, ya da din devleti, kendinden başka
bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırırken, laik devlet bu ayrıcalıkları tanır!
Örnek olsun, Alevi’ye alevi olma ayrıcalığını tanır, vesaire! Devlet dininin
Alevilerin ayrıcalıklarını tanımaması ise toplumu Sünnice sınırlaması demektir!
Demek ki
kendiliğinden ortaya çıkıyor ki bu anlamda toplumun ve elbette bireylerin
özgürleşmesi, devlet dininden özgürleşmesidir! Bu ise dinsel yükümlülüklerin
yerine getirilmesinin salt bir özel iş olması demektir! Devlet dini ise her
zaman başkalarını özgürleştirmek için, önce kendisini özgürleştirmesi
gerektiğini savunur! Bu ise kaçınılmazlıkla başkalarının özgürleşmesinin
ortadan kaldırılması sonucunu doğurur!
Din devleti ise
hatta dini bir araç olarak politikasına içermiş olan bir devlet de, örnek
olsun, Alevi’ye devlet dini tutumuyla davranır, ayrıcalığını tanımaz!
Tanımadığı
ortadadır!
Sen şimdi, biz de
bunu diyoruz zaten diyeceksin ama hiç de bunu demiyorsunuz; siz devleti dinden
kurtarmayı, dini başka bir devlet ama devlet içinde devlet yapmak olarak
görüyorsunuz! İstiyorsunuz demek istiyorum! Ve ezbere konuştuğunuz buradan da
belli oluyor,”devlet”e karşı durmanız en tam ifadesiyle ne anlama geliyor? Bunu
ne biliyorsunuz, ne de açıklıyabiliyorsunuz; sadece dünyanın bütün
melanetlerinin “devlet” ama daha çok “ulus-devlet” olduğunu tekrarlayıp
duruyorsunuz ki tarihselliğinden, toplumsallığından bihabersiniz!
Ama “devlet” sadece
“burjuva-devlet”,”ulus-devlet” değil ki;”feodal Devlet”e ne olacak;”köleci devlet”e
ne diyeceksin ve elbette “aşiret devleti” de, buna dayanan ”komün devleti de
bir olgudur ve sizin ilkel “komün”ünüzün kaynağında bu var! Hatta “devlet”, Antik
Çağ’a kadar uzanıyor!
Diyeceksin ki
“onlar geçmişte kaldı ve asıl anamızı ağlatan “ulus-devlet”tir; peki, o halde
geçmişte kalan Hollanda Kraliyeti veya İngiliz Kraliyeti ile derdin nedir?
Geçmişte kalan ilkel aşiret komününe neden sarılıyorsunuz?
Öyleyse,
“ulus-devlet” olgusu etrafında kopardığınız soyut yaygara, kafa
karışıklığınızın yansıması değilse emperyalizmin post-modern yenidünya
düzeninin rehberi olan globalizmin karasularında felsefe yapıyorsunuz demektir!
Siz ezbere konuşun
ve kimsenin ezberi de bozulmasın; nasılsa bilgisiz bıraktığınız bir çevreniz
var, örnek olsun, senin için de, “ inanıyorum, 33 yıl önce müthiş direndi,
öyleyse doğru söylüyordur” diyorlardır ve öyleyse atış serbest!
Ayrıca devlet dini
ya da din devleti, Dinsizlik değil ya da dinden uzaklaşmak anlamında değil ama
dini bozar; bozuyor da; bozarak toplumu devlet dini anlamında “din” e
çekmektedir ve bu, kaçınılmaz bir sonuçtur! Bu bozumun merkezinde tarikat
düzeni var ve devletin bu dinamikleri desteklemesi, büyütmesi, güçlendirmesi ve
devletin en önemli zor araçlarından biri yapması, din devletinin temel politikasıdır!
Çünkü din en ucuz disiplindir!
Diğer yandan örnek
olsun, İslam, İslamiyet’in son din ve Muhammed’in son peygamber olduğuna
inanmaktadır ve Yazılı olan metinlerinde bu, net olarak vardır; öyleyse İslam,
medeniyetlerin kaynaşması adı altındaki, dinleri kaynaştırma ameliyesine razı
gelmez! Razı geliyorsa, dinin bozulduğunu düşünebiliriz; bozulma varsa müdahale
vardır ve bu müdahale ancak, dinin salt insanın özel bir işi olarak özgür
bırakılması ile engellenebilir!
Öte yandan Yahudi
dini ile Hıristiyan dini arasında belki uzlaşmazlıkların en sert biçimi vardır!
Belki de tarih Yahudiler ile Hıristiyanların bu karşıtlığının tarihidir! Bu ise
özü gereği bir dinsel karşıtlıktır; öyleyse bu uzlaşmaz dinsel karşıtlık nasıl
çözülecektir, kaynaşarak mı? Mümkün olmadığını biliyoruz! Bu, bu karşıtlık
çözülmez demek değildir, ancak bunun için, önce dinin devletten kurtulması ve
dinin etkisinin ortadan kalkması gerekir ki kaldırılmasından söz etmiyorum,
yani kaldırmak için müdahaleden söz etmiyorum! Yani dinin etkisinin kendi
yazgısı içinde ortadan kalkmasından söz ediyorum! Bu ise dinin devlet dini
olarak sürdürülmesi ile mümkün değildir! Demek ki din salt özel bir iş olarak
toplumun kendisine bırakılmalıdır, bu anlamda toplum devlet dininden
özgürleştirilmiş olmalıdır!
Din devleti ise,
müdahalenin ta kendisidir! Demek ki dinin de tıpkı diğer uzlaşmaz karşıtlıklar
gibi, tarihsel olarak, toplumsal ve bilimsel gelişme olarak tarihin ilerlemesi
içinde bir yerde etkisi ortadan kalkacaktır ki bunun, verili zamanımız
açısından baktığımızda, din düşmanlığının konusu olmadığının görülmesi gerekir!
Burada
Engels’in,“özgür toplumda tapınış olamaz!” diyerek, “…öyleyse kiliseye değin
tüm gözbağlık aygıtını ve bunun sonucu belli başlı bütün din öğelerinin ortadan
kaldırılması gerektiğini” vaaz eden Dühring’i eleştirirken yazdıklarını
hatırlamanız yeter! (*)
Bu anlatım ezbere
değil de derinlemesine irdelenip anlamaya çalışılırsa, “devlet” olgusuna,
Engels’in deyişiyle, doğal ölümünü beklemeden,“hemen şimdi” yaklaşımı ile
cepheden savaş açanların, sıra “din”e gelince çok hassas olmalarının, o kadar
öyle ki nerdeyse tam bir dindar olmalarının şaşırtıcı derecede çelişkili
olduklarını anlayabilirler;
Diğer yandan,
Yahudi ve Hıristiyan veya İslam, birbirlerinin dinlerini, insan tininin
gelişiminin farklı aşamaları, tarih tarafından çıkarılıp atılan yılan derileri,
insanları da bunları değiştiren yılanlar olarak görür görmez, artık tinsel
değil, aksine eleştirel, bilimsel ve insani ilişkiler içine girerler.
Bütün bunlar, sizin
“kaos” aşkınızı, “ devletsizlik” yani “yönetimsizlik” aşkınızı, “ilericilik”
düşmanlığınızı veya “gericilik” önünde kalkan olmanızı “Laiklik”e
düşmanlığınızı, “din özgürlüğü” edebiyatınızı,”şeriat” ile uyuşmanızı hepsini
ama hepsini yerli yerine oturtmuyor mu? Bu gün post-modernist ideoloji tam da
bunları emretmektedir! Post-modernizm ise emperyalist kapitalizmin yenidünya
düzeninin ideolojisidir ve şimdi globalizm olarak dünyayı ideolojik ablukaya
almanın adıdır!
Peki, devleti Parça
pinçik edeceksiniz de elinizi tutan mı var? Yoksa Taksim’de ve Türkiye’nin dört
bir yanında siz devleti parça pinçik etmeyesiniz diye mi insanlar TOMA’ ların
önüne yatıyor; onlar “devletçi” siz “devrimci” öyle mi? Herhalde bunun için
Diyarbakır’daki bütün TOMA ‘lar İstanbul’a çekildi, sizin parça pinçik
etmenizden korkmuşlardır, korkularını, “devletçi”lerin üzerine biber gazına
bulanmış su sıkarak gideriyorlardır! Kim bilir belki de “devlet”le filan
ilgileri yoktur, uzayın “devlet” ten kurtarılmış bir diyarından geliyorlardır!
Bence siz yemin
ederken ayağınızı kaldırıyorsunuz ve bu yemin sayılmaz, bunu biliyorsunuz!
Desteklediğiniz
devleti nasıl parça pinçik edeceksiniz bu da ilginç! Parça pinçik ettikten
sonra ne yapacağınız ise tam bir muamma!
Bak ne güzel diyorsun,
“…cuntanın tekerine en büyük taşı bu hareket koydu. Sol tasfiye ile
devrimciliği bu toprağa gömmeye yemin etmiş devlet, PKK nin çıkışıyla hesap
şaşırdı.” İşte bunun için “geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler!”
diyoruz ve bunu boşuna demiyoruz!
Ancak burada bile
“devlet”i soyutlaştırmışsın! Tıpkı trafik canavarı der gibi diyorsun! Devlet
T.C.dir,12 Eylül rejimidir ve şimdi gene 12 Eylül rejimi olmakla birlikte
şeriat hükümleri ile kurulma sancıları çeken bir faşist diktatörlüktür; bu anlamda
12 Eylül rejimi ile onun yönetimi ile devleti ile uzlaşıp, T.C. ile kavga
etmeniz, bu anlamda soyut bir “devlet” olgusu ile kavga etmeniz, geldiğiniz
yerin çok çok uzaklarda kaldığını ve hatta hatırlamak bile istemediğinizi
gösteriyor! Hatırlayıp önümüze koymanız ise 12 Eylül rejimini, (dikkatini
çekerim cunta demiyorum, bütün hızıyla devam eden 12 Eylül rejimi diyorum) şeriata
dayalı faşist diktatörlük olgusunu desteklemenizin üzerini örtmek içindir;
kahramanlık anılarınıza sarılmanız, bu uzlaşmayı kazasız belasız sürdürmek için
ödediğiniz zekât gibidir!
Borga bey Borga
Bey, devrimcilerin çekilen acılara ağlamayı, çekilen acılarla övünmeyi bırakıp,
düşmanı olan sınıfa acı çektirme zamanı olduğunu bilince çıkartmasının
gerekliğine çok önce dikkat çektim; bu, soyut bir “ulus-devlet” olgusu ile
kavga ederek olmaz; onunla egemen sınıflar da kavga halindedir, Amerikan
emperyalizminin kozmopolitizmi tam da budur; post-modernizm bunun adıdır;
globalizm de cilalanmışıdır. Hepiniz aynı kulvardasınız! Sizinki köylü
kurnazlığından başka bir şey değil, sömürü düzeni ile ve sömürücü sınıflarla
kavgadan kaçmanın azapçası olsa gerek! Bunların üzerini örtmek için 33 yıl önce
nemenem devrimci olduğunu anlatman yetmez! Dahası çelişki de yaratıyorsun,
hangisi doğru karar vermelisin, siz işkencede ya da zindanda direndiğiniz için
mi, işkencecinizle uzlaşmadığınız için mi öldürülmediniz, yoksa sizi efsane
olmayasınız ve bugün devletle uzlaşasınız diye mi öldürmediler? Bunun
için bana öfkelenme, bunları sen anlatıyorsun!
Evet tarih ilerler
ve sen ilerleyemezsen tarihin de gerisinde kalırsın, pratiğin de gerisinde
kalırsın; böyle olunca da geçmişte yaşamaktan kurtulamazsın; Hollanda ya da
İngiltere’nin kraliyet ailesinin başka bir kan emicinin kanını emmesi ile ya da
Marx’ın Osmanlıyı, Ruslara karşı desteklemesi ile aklını bozman, 33 yıl önceki
işkencecinle aranızda geçenlere sarılman, Kürtlerin yüksek olduğu zaman ile
övünmen ya da Kürtlerin çektiği acılara ağlamak üzerinden politika yapman bunun
sonucu olsa gerek! Geçmişi unutmamalısın elbette ama geçmişin acılarına
ağlayarak veya bu acılara karşı geçmişte kalmış direnişinizle övünerek ne bu
günü kurtarabilirsiniz ne de geleceği kurtarabilirsiniz!
Diğer yandan,
Kürtlere TDH’ne uygulanan şiddetten kat be kat büyük bir şiddet uygulandığının,
hatta sınıf kini yanında görülmedik düzeyde ırkçı kin uyguladıklarının her
zaman altını çizdim; ancak yalnızca kendinizin acıklı anıları olduğunu
sanmamalısın!
Düşünmen gereken,
Kürtlerin talihinin ve tarihinin gerici eksenlerde onun bunun tetikçisi ya da
destekçisi olarak değişebilir mi? Sorusudur! Diğer yandan Hamidiye alayları da
Kürtlerin alayı değil mi idi? Ayrıca Jön-Türklerin doğudaki birçok
derneklerinin Kürtlerden müteşekkil olduğunu sen bilmiyor olabilirsin ama tarih
biliyor ve kaydettiği sayfalar açıktır! Ama siz bu soruları soramazsınız!
Asıl olan
bunlardır!
İşte şimdi de
Cumhuriyet tarihinin en büyük krizinin yaşandığı bir zamanda, şeriata dayalı
bir devlet kurulurken, halkın bütün serveti peşkeş edilirken, Kürtler şeriat
yanlıları ile birleşmektedir. Sorunlu Cumhuriyet’i diktatörlüğe çevirmek
isteyenlerin amansız destekçisidirler.
Şeriata dayalı
gerici-dinci faşist bir diktatörlük olarak konuşlanması hızla devam eden ve son
güncelliği içinde kanlı yüzünü göstererek halka kan kusturmaya başlayan,12
Eylül rejiminin yeni versiyonundan söz ediyorum; burada senin o dilinden
düşürmediğin “T.C.” yok ve bütün çıplaklığı ile ve fiziksel hışmı ile görülen
bir devlet var ama sen hâlâ kafanı kuma gömüp orada “T.C.” arıyorsun, ”T. C.”
ile kavga ediyorsun ve dahi bu fiziksel hışmın merkezindeki canlı devlet
olgusunu görmeyip, soyut bir “devlet” ile kavga ediyorsun!
Bütün bunlar 12
Eylülün şeriata dayalı faşist diktatörlüğünü desteklediğinizin somut
belgeleridir!
12 Eylül sabahı
imiş, o bahsettiğin sabahın üzerinde çok köprüler inşa edildi, altından çok
sular aktı; o akan sularda 12 Eylül faşist diktatörlüğüne direnen - direnmeyen
pek çok insan, sonrasında yerleştirilen 12 Eylül rejiminin devlet kapısına
aktı.
Egemenlerin
sınırsız korkusu 12 Eylül faşist darbesini yaratmıştı; 12 Eylül faşist darbesi
ise korkuyu kitleselleştirdi; ancak korkusundan 1987 yılına kadar kurtulamadı;
1987 yılı Türkiye burjuvazisinin gelecekle ilgili korkularını geri plana attığı
bir yıl oldu; En çok aydın hareketinden ve devrimci –demokrat örgütlenmelerden
yani Kürtlerin örgütlenmesinden korkuyordu ve akan sular onlara korkularını
yenmede yardım edenleri taşıdı. En büyük yardım, hem aydın hareketinin ve hem
de öğrenci hareketinin bölünmesi yolunda oldu.
12 Eylül rejimi, bu
günleri bile bir “demokrasi” festivali yaşanıyormuş gibi gösterebileceği
reformlarına böyle başladı; reform, geçmişteki korkulardan kaynaklanan ve
geleceği güvence altına almak için, düzenin budanması idi ve budadılar!
Devrimci hareketin yükselişi durdu ve yeni seçim yasası ile ciddi “reformlara”
start verildi. İzleri ve etkileri bugüne kadar devam eden, en çok demokrasiden
söz edenlerin bile bir sopa misli sarıldıkları, oyların üçte biri çerçevesinde
bir oyla hükümet olmanın ve birkaç puanlık oynama ile hükümetin değişmesinin
imkânı yaratıldı.
Toplumsal, sanatsal
ve yayınsal kurumlar devletleştirildi; hem de devlet kurumlarının
özelleştirilme kampanyası ile birlikte. Örnek olsun, ilk kez Tiyatro Yazarları
Derneğine Yıldız Sarayında bir köşk verildi; Kültür ve Turizm Bakanlığı
tarafından Dernekle yapılan bir mutabakat sonucunda Derneğin üyelerine
çalışmalarına devlet katkısı ve Bakanlığın dinlenme tesislerinde, yeme - içme
hepsi parasız, misafir olma olanağı verildi; havuç dağıtma operasyonunun ilki
değildi ama önemli olanlarından biri idi. Tiyatro Yazarları Derneği artık
TC’nin dışişleri bakanlığının bir dairesi olmuştu! Bu çerçevede
gerçekleştirilen etkinliklerle uluslar arası yakınlaşmaya katkı sağlandı.
Aynı şekilde bir
özel kuruluş görüntüsü veren TÜYAP, devlet dairesi haline getirildi; devletten
aldığı ihalelerden elde etti gelirlerin bir kısmını Yazarlar Sendikasına verdi;
böylece, sendikanın TÜYAP’ın taşeronluğunu üstlenmesi zor olmadı; TYS’nin
panelleri için, Devlet Tiyatrolarının Taksim salonu tahsis edildi; arkasından
veya aynı anda büyük tekellerin reklam ya da halkla ilişkiler firmalarıyla
ilişkileri, modeli tamamladı, Osmanlıdaki ulufe kategorisi benzeri, arpalık ya
da maaş sistemi tekelci ekonomik yapıyı, yani 12 Eylül rejimini, demokratik
tonda sunmak üzere hazırlanan illüzyonun ilk adımları oldu!
Böylece tekelci
devlet,12 Eylül rejimi, özel kurumların çoğunu devlet dairesine çevirirken,
Türkiye aydınının önemli bir bölümünü asimile etmiş oluyordu! Resmi sanatçı
üretildi ve best-seller kampanyası eşliğinde bir otorite haline getirildi;
ardından bir otorite taşıyıcısı olan üniversite kariyeri, büyükelçilik, emekli
“paşalık”, öne çıkarıldı; panellerde, televizyonlarda konuşturuldu; önemli
sorunlar çıktığında fikirleri soruldu verdikleri cevaplarla halk yanıltıldı.
Bugün ardıllarını izlediğimiz “kocaman “profesörlerin,”uzman”ların vb.
Tv’lerdeki, panellerdeki lise düzeyinde lakırdıları ile halkın beyni ilk bu
zamanda sulandırılmaya başlandı; hâlâ devam ettirildiğini görüyoruz; estetikle
ilgili sorunların çözümü veya bilgisi konusunda TKP pişmanlarından Latife Tekin
ile Altangil familyasından Ahmet Altan’a teslim edildi; akabinde Latife
Tekin’e, tekellerin cömertliği içinde bir sanat akademisi hediye edildi;
yetmedi, arkasından ihanete ve alçaklığa methiye düzen, tıpkı Orhan Pamuk misli
Nobel ödülü ile otorite haline getirilmiş olan Çekoslovak döküntü Milan
Kundera’yı ithal ettiler; sonrasında Post-modern ideolojinin sadık yayıcıları
olan edebiyat ve düşün cephesindeki İdris Küçükömer muhibleri bu dönemde öne
çıktılar; Belge’sinden, Orhan Pamuk’una kadar hepsinin yolları, büyük
sermayenin büyük desteğinde, bu zamanda döşenmeye başlandı; alçalmanın romanı
dönemine geçiş bu zamanda başladı; ahlak post-modern kalıba sığdırılmaya
çalışılıyordu; sığdırılamadığını artık görüyoruz; gösterenler hiç umulmadık
yerden fışkırdılar; yaşamak bir ahlaktı, şimdi direnmek bir ahlak olmuştur;
anti parantez, şimdi pek bir Kürt sever olan ama Kürtlerin yanından bile
geçmeyen Kürkçü’nün, Belge’nin yanından ayrılmadığını biliyoruz!
Böylece insanlığın
enfeksiyonlara gark edilmesi döneminin kapıları açılmıştı ve şimdi iltihapların
başkaldırı ile akıtılmaya ve başka türlü akıtılmayacağının görülmeye
başladığını görüyoruz!
Ahlak, önceki
ahlakı silmeden yaratılamıyor ve silememişler, şimdi bunu görüyoruz; artık,
zorla yaratılan post-modern ahlakın silinmesi mevsimi gelmiştir, bunu da
görüyoruz; bu anlamda Milan Kundera bir ahlak silicisi ve bir ahlaksızlık
propagandisti oldu; bu, tekellere,12 Eylül rejimine ilaç gibi geldi; en büyük
ahlak silicisi, korkudur,12 Eylül bunu gösterdi ve kendisi de gördü, korkuyu
kitleselleştirerek yaydı! İnsanlık için en büyük korku, ebedi korku, ölüm
korkusudur, dinler de, diktatörler de ölüm korkusunu yüksek tutuyor;12 Eylül
faşist darbesi, reformlara adım atana kadar bu korkuyu kitleselleştirdi ve
ahlaksızlığa ihtiyaçları olduğu için, reformlarla birlikte canlı ve edebi hale
getirmeye çalıştı! O halde ölüm korkusunu yenmek, gelişimi açısından,
insanoğlunun mahkûmiyetlerinden biridir!
Ne güzel sen teslim
olmamışsın ve yaşıyorsun! Korsakoff da olmamışsın ama laf aramızda, saçma sapan
lakırdıların, önü arkası birbirine denk olmayan tespit ve iddiaların
düşündürücü olmaktadır!
Ölüm korkusunun
üstüne açlık korkusu, işsizlik korkusu, hapis korkusu, savaş korkusu geliyor ve
hepsi bir ahlak silicisi işlevi görüyor! Korku ile kurulmuş olan ahlakı
silmek, ölüm korkusunu aşmakla mümkün oluyor ve korkmamanın bir yaklaşım biçimi
olarak fışkırmaya başladığını artık görüyoruz! Korku aşılmaktadır!
Burada karşımıza
felsefe çıkıyor ki insanı anlamak üzere, bilmenin süreci ve bilginin doğrulanma
dinamiği olan felsefe, bilebilecek varlığı araştırmayla başlıyor; bilme yetisi
olan tek varlık insandır; demek ki insanı anlamaksızın, bilme sürecini anlamak
mümkün olmuyor! Dolayısıyla insana güvenmek, ilerlemeye güvenmektir; bu da
insanoğlunun zorunlu geleceğine inanmak demektir; ahlak burada vardır ve
gerekli oluyor! Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya
çıkıyor!
Öyleyse tekelci
düzenin,12 Eylül rejiminin, diğerleri yanında Nietzsche’ye de sarılması tesadüf
değildir; Nietzsche, ilerleme’ye ve dolayısıyla insana güvenmiyor;
tekellerin bireyleri sürüye çevirdiğini sezebiliyor ama tekellere karşı cephe
almak yerine, sıradan insandan tiksinmeye başladığının işaretlerini veriyor!
Bütün bunlar
bilmeceyi netleştiriyor, 12 Eylül rejiminin muhalifleri, Nietzschelerle,
Kunderalarla, festivallerle, havuç ve sopayla,12 Eylül rejiminin yedeğine
sürüklenmiş oluyor! Şaşırtıcı ama kolay bir denklemdir! Ancak senin ve
türlerinin bunu göremediğiniz görülüyor; bunun için sadece işkencecisi ile veya
cellâdı ile uzlaşmayı reddetmiş olmak yetmiyor, bu, köprülerin altından akan
sular ile uçup gidiyor, geriye akıl kalıyor! Örnek olsun, tek bir
itirafçısı olmayan TKP’nin yukardan aşağıya, önemli bir bölümü, başka etmenler
bir yana, 12 Eylül rejiminin yedeğine yerleşmekten, reformlarına omuz
vermekten, bunu “demokrasi” dini ile allayıp pullamaktan kurtulamıyor!
Çekoslavakya’da bir
hiç, Fransa’da ve sonra Türkiye’de peygamber olan Kundera, Varolmanın
Dayanılmaz Hafifliği’nde, şöyle soruyor ; “proletarya diktatörlüğü mü,
demokrasi mi? Tüketim toplumunun reddi mi, üretimi artırma istekleri mi?
Giyotin mi, ölüm cezasına hayır mı?” ve şöyle cevap veriyor, “Fark etmez. Bir
solcuyu solcu yapan, şu ya da bu kuram değil, herhangi bir kuramı Büyük
Yürüyüşü kitsch’e yedirebilme yeteneğidir!”
İlerleme ülküsüne
bağlılık, Kundera’nın edebi diline yapışan bir Kitsch oluyor; dahası, Stalin’in
ülkesini savunurken esir düştüğü ve direnmekten vazgeçmediği için Naziler
tarafından kurşuna dizilen oğlunun cesedini Kitsch ile tartıyor; Kitsch’i dışkı
anlamında kullandığı anlaşılıyor! Kundera’nın başı dik, mücadele eden, direnen
insandan tiksindiği de anlaşılıyor; bu nedenle Kundera ve türleri, sen ve senin
gibi binlerce insanın işkencecilerinin uzlaşma dayatmalarını reddettiği bir
zamanda değil, Eylülist reformların, Eylülizme uygun modellere kapı açmaya ve
devşirmeye başladığı bir zamanda model olarak sunulabiliyor ve ondan kat be kat
yetenekli romancıların bile Kundera’nın ve türlerinin önünde secdeye varmalarının
dinamiği geliştirilebiliyor!
Böylece, köprülerin
altından Post-modern ideolojinin kucağına çok sular akmıştır!
Hiçbir eleştirmen,
Kundera’ya toz kondurmuyor; Murat Belge, Kundera için, “bu çağın önemli bir
yazarı olmaya aday” diye yazıyor! “Çok iyi bilmediğimiz bir dünyanın, (bu gün
artık biliyoruz), özgül yaşantısını, bildiğimiz evrensel yazarların yeteneği
ile bize aktarabildiği için, şimdiden kalıcı olmaya aday bir yazardır” diye
ekliyor! Bugün Kundera hayranlarının hepsinin mürteciliğe geçiş yaptıklarını
biliyoruz! Cumhuriyet karşıtlıkları da aynı yerdedir! ABD emperyalizminin de
öteden beri politikalarında bu olduğunu biliyoruz! Bugün Kemalistler yeniden
egemen olsunlar, Cumhuriyetin en sadık savunucusu olmaktan geri durmayacak
kadar çift inançlıdırlar ve daha önce geri durmadıklarını biliyoruz!
Yani Borga
beyefendi, bu günün taşları, o günlerde, 12 Eylül rejiminin “best-seller”
yaratma reformları ve malum modelleri ile böyle döşeniyor! Tekelci 12 Eylül
rejiminin ahtapot kolları, her yeri sarmaya başlıyor! İnsanlar böyle
böcekleştiriliyorlar! Ve haliyle senin yaşadığın ve benzeri sadece sen ve o
diğer iki kişiden biri olduğunu sandığın ama çok kimsenin işkencesine direnmiş olması,
onunla uzlaşamamış olması, model olmaktan çıkarılıyor, direnmek, uzlaşmamak,
teslim olmamak geçerli bir insanlık işareti olmuyor; böcekleşmiş olmak, insan
için en geçer model oluyor; bu ise Kunderaların, Nietzsche’nin, Altangillerin
ve türleri eliyle post-modern ideolojinin akıl bozucu saldırıları sayesinde
kotarılıyor!
Demek ki 33 yıl
öncesinde yaşayarak değil bu güne gelirken ve bugün post-modern ideolojinin,
emperyalizminin ydd’sinin ideolojisi olan globalizmin ve yine emperyalizmin
gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitzmin ideolojik
hegemonyasının dışında kalarak ve hatta bütün hegemonik saldırıya karşı
durarak, böcek olmamak için direnerek mücadele edilmiş olur; ötekiler soyuttur
ve tahta kılıçlarla yel değirmenlerine karşı durmak gibidir! Yel
değirmenlerinin devlet olmadığını insanoğlu öğreneli çok olmuştur! Sanırım tek
sen ve türlerin kalmış!
Benim yaptığım ise
çürümenin Türkiye toplumunu ve en çok da aydınlarını, solu ve sosyalist
dinamikleri ne denli sarmış olduğunu göstermektir ama sen ve türlerin görmekten
uzak duruyorsunuz ve başka bir zamanın direngenliğini, başka bir zamanın
çürümüşlüğüne dâhil olmanın üzerini örtmek için öne sürüyorsun(uz)! Bu
yetmediği zaman Marx ile ya da Marxistlerle kavga ediyorsun(uz) ve en çok ta soyut
bir “devlet” ile kavgayı öne çıkartıyorsunuz, yanına da tarihte kalmış ilkel
bir aşiret komününün erdemlerini ekliyorsunuz!
Evet, bütün bunlar,
uzlaşmacı aydın modelinin yaratılması ve otorite kullanmadan dayatılmasıdır,
uzlaşma kapısı dışındaki bütün kapılar sopa ve havuç mekanizması ile
kapatılınca, aydınların ve sol/sosyalist dinamiklerin bu kapıdan girmesi pek
zor olmuyor! Evren sopa gösterirken, Eylülist reformcular bol bol havuç
dağıtıyor! Böylece Adnan Menderes’e göre hem daha akıllı ve hem de daha
“demokrat” bir Demirel, uzlaşmacı aydının idolü olabiliyor!
Böylece burjuva
muhalefetin içinde kalmaya kararlı ve burjuva sosyalizmini temsil eden
“sosyalist” kadrolara ulaşmak zor olmuyor; Nabi Yağcı ve bir zamanların moda
deyimi ile şürekâsı, TKP yi topyekûn tasfiye edip, üyelerini likide olmuş
durumu içinde, TBKP misli bir resmi sosyalist partinin içine hapsetmek üzere,
12 Eylül rejiminin reformcu kadrosuna göz kırpmaları ve çarşaf çarşaf,” biz
değiştik artık, duyun sesimizi!” yollu mesajlar göndermeleri bu zamandadır!
“Demokrasi” dinini yaymaya başlaması ve sonunda “yeni mürteci” olması böyle
başlıyor! Ahtapot kol çalışıyor ve Nabi Yağcı’nın rejime rağmen rejimin sadık
hizmetkârı olduğu, çok geçmeden anlaşılıyor! Anlamayanların hâlâ olması, bunu değiştirmiyor!
Bu atmosferde, ilk
seçime gidiliyor ve malum modellerin, pek bir “demokrat” buldukları Turgut
Özal’ın ve daha “solcu” olan partisinin çeşitli departmanlarını mesken
tuttukları Erdal İnönü’nün el ele vererek düzenledikleri yeni seçim sistemi ile
bugün daha da inceltilmiş olarak oynanan oyunlarla Turgut Özal’ın tek partili
hükümranlığı başlamış oluyor;12 Eylül rejimi emin adımlarla ve demokrasisiz
“demokrasi” ile yerleşiyor!
Artık aydınlar ve
sol siyasi otoriteler, geniş bir “demokratik” ortam içinde, Kenan paşa mı
“iyi”, Nurettin paşa mı“kötü”, bunu tartışabilirdi; ancak Haydar Paşa mı “iyi”,
Necdet paşa mı “kötü” anlaşılamadı; örnek olsun, ol zamanda, Mahmut Dikerdem’e
göre Haydar paşa iyidir ve TKP kurmaylarına göre ise Necdet Üruğ iyi paşalar
arasındadır!
Sonuçta Türkiye bir
partisizleşme süreci içine giriyor, ANAP dâhil, sağlı sollu bütün düzen
partileri partisizleşerek, STK misli bir şirket biçimine giriyorlar! Bu
partisizleşme sürecine eski solcular, büyük bir hevesle katılıyor ve TV
kanallarının hepsi eski “solcu”lara sonuna kadar açılıyor! Önlerinde havuç
yığınları iştahlarını kabartıyor, o TV senin, bu TV benim, dolaşıp duruyorlar
ve Eylülist rejimin “demokratik” reformlarını kutsuyorlar! Sonuç kitlelerin
demokrasi illuzyonuna hapsedilmiş olmasıdır!
Örnek olsun Barış
davası sanığı Ali Taygun, aynı zamanda Nabi Yağcı’nın ekibinden TKP üyesidir,
pahalı ve cafcaflı bir dergi çıkararak, iş adamlarına solcuları, solculara iş
adamlarını tanıtma işini üstleniyor; böylece tekelci ahtapot düzenin geniş ve
itibarlı çevresine girmiş oluyor; ama hesapta hâlâ “komünist”tir ve öldüğünde
arkasından çok “komünist”, ağlamayı ihmal etmemiştir!
Reformlar
ilerledikçe 12 Eylül rejimi kabına sığmamaya başlıyor, aslında sığmayan,
tekellerin sömürü çarkıdır ve reformlara “demokrasi” şenliği içinde devam
ediliyor; reformların, düzenin dar gelen uçlarının budanması olduğunu
söylemiştim; budama son hızla sürüyor! 12 Eylül rejimine sürekli olarak “yeni”
“demokrasi” gömlekleri giydiriliyor; rejimin, kendini budayarak ilerlediği reformlar
eşliğinde Avrupa Devleti içinde yer alma hazırlıklarının başlaması da
gecikmiyor; otelcilikten, reklamcılığa birçok hizmet sektörü Avrupa
sermayesinin denetimine girmeye başlıyor ve Avrupa Devleti, Avrupa Devletinin
içinde yer alma hazırlığına giren 12 Eylül rejiminin reformları eşliğinde
Türkiye’nin içine girmeyi tamamlıyor! Bu bir yanı oluyor ve Eylül darbesi
altında ezilen, güçsüzleşen ve kendine güvenini kaybeden Türkiye solu, yabancı
heyetlerle görüşmekten, siyasal davalara yabancı heyetler getirebilmekten ve
mesajlarını almaktan demokrasi ithal edileceği yanılsaması içinde, politik
mücadelelerine yeni bir başarı ölçütü kazandırıyorlar!
Türkiye’nin, Avrupa
tekellerine peşkeş çekilmesine öteden beri karşı çıkan ve Eylül darbesi ile bu
itirazlarının alanı önemli oranda daralmış olan solcuları, içerde bir
“demokrasi” desteği bulamayınca, Avrupa Parlamentolarındaki desteklere bel
bağlamak zorunda kalıyor!
Diğer yandan solun
büyük bir bölümünün sosyalizm yolundan dönerek “barış ve sosyalizm” programlarına
bağlanması, tekellerin Avrupa tekelleri ile entegre olmasını kolaylaştırdı!
Türkiyenin önemli
oranda “tövbe” etme noktasına gelmiş olan ve demokrasi hedefini birinci siyasi
hedef sayan ve bu anlamda kendilerine Avrupa’yı örnek alan “solcu”ları,
sosyalizm türünden bir amaçları kalmadığı için,12 Eylül rejiminin Avrupa
Devleti içinde yer almadaki temel amacının sosyalizmi önlemek olduğu gerçeğinin
üzerini örtmede sınır tanımayarak, Avrupa’nın Türkiye için model kurtuluş yeri
olarak görünmesine itiraz etmiyorlar ve sadık savunucuları oluyorlar!
Böylece 12 Eylül
rejiminin, Türkiye “solu”nu, Avrupa Parlamentolarının “demokrasi”sine mahkûm
etme operasyonu tamamlanıyor! Sosyalizm mücadelesinden çoktan vazgeçerek “barış
ve demokrasi” programlarına bel bağlayan “solcu”lar, demokrasi mücadelesini de
Avrupa Parlamentosuna bırakınca, geriye, TKP nin kurmaylarından olan ve TKP
politik bürosu uzmanlığına, MESS emrinde işçilere çatal kaşık bıçak kullanma
dersi verme uzmanlığını da ekleyen Dicleli’nin deyimiyle, börtü böcekle
uğraşmak ve zenginleşmenin kolay yolları üzerine teoriler üretmek kalıyor!
Örnek olsun, son 10
yıllık süreçte Nabi Yağcı’nın müthiş bir performans ile ve hatta yer yer AKP
iktidarına rağmen, AKP ye danışmanlık yaparak, Avrupa Birliğinin demokrasi
yönündeki erdemlerini saya saya bitirememesi bu sürecin doğal uzantısı oluyor!
Bu akıl bozucu
reform trafiğinin yarattığı atmosfer içindeki 12 Eylül rejiminde, darbe ile
seçimin özdeşleştirilmesi ayırt edici bir renk oluyor; tıpkı ortaçağdaki korsan
ile tüccar birbirinden ayrılamadığı gibi, tekellerin düzeninde seçim ile darbe
özdeşleşiyor! Seçim, darbenin karikatürü haline getiriliyor, kimse gülmüyor,
çünkü farkında olamıyor!
Tekelci aşama, her
alanda olduğu gibi, politikada da yetenekleri gereksiz kılıyor; çünkü bu
aşamada ülkeyi tekeller yönetiyor! Böylece darbenin gerekli olmadığı
zamanda seçim yapmak, seçimin yetmediği zamanlarda darbe yapmak temel politika
oluyor; ikisi için de politik deha olmak gerekmiyor! Tekeller planlıyor,
partisizleştirilmiş partiler ve liderleri uyguluyor! Türkiye bir seçimle
darbeye hazırlanıyor; bir darbe ile seçime giriyor; gerçekte ikisi de darbe
oluyor! Devşirilmiş solcular, darbe zamanlarında seçimleri demokrasi sayıyor,
seçim zamanlarında, darbe gelmesin diye, lütfedilen demokrasiye rıza
gösteriyor; böylece çerçeve tamamlanıyor ve çerçevenin içinde “demokrasi”
mücadelesinin fotoğrafı hep asılı duruyor! Sözde darbeciliğe karşı duranlar, bu
fotoğrafı hiç görmüyor! Örnek olsun, aniden ortaya çıkan Çiller’in bir gecede
parti başkanı, ikinci gecede hükümet başkanı olmasının hızına şaşıp
kalmıyorlar! Keza Ecevit’in başkanlığındaki koalisyon hükümetini yıkmak için,
Ecevit’in hasta olduğu bahanesi yetmeyince, koalisyon ortaklarından biri olan
MHP nin başkanı Devlet Bahçeli’nin, “erken seçim” demesi ve sadece koalisyon
dağılmakla kalmayıp, bilumum ortaklarının siyaseten silinmesi, hiç kimse için
tuhaf gelmiyor! Sandıktan, siyasi yasaklı olan ve yasağı, CHP’nin özel yardımı
ile, özel yasa çıkartılarak kaldırılan RTE’nin başkanı olduğu parti çıkıyor;
RTE’nin siyasi yasağı kalkınca, yine kendisine özel, başka bir vekilin
vekilliği düşürülerek, seçim yapılıyor, vekilliği RTE alıyor; sonuçta AKP,%35
oyla %65 lik bir meclis aritmetiği yakalamış oluyor; bu kimsenin dikkatine konu
olmuyor! Ama “darbelere dur de!” sloganları havada uçuşuyor!
Eylülist
reformların kaldıraçlarından biri de,”festivaller” dinamiğidir; Eylülist devlet
ve devşirme entelijansiya el ele vererek, tekeller düzeninin iltihaplarının
üzerini, konserlerden, gösterilerden, tiyatrolardan oluşan festivallerle
örtmeye çalışıyorlar! Türkiye bir festivaller ülkesi oluyor! Bu festivaller
döneminde, klasik müziğe ve görsel sanatlarda çağdaş gelişmelere arkasını dönen
tekelci devlet,12 Eylül yönetimi, Metris’te, Mamak’ta ve en çok Diyarbakır
zindanlarında işkence seanslarını Atatürkçülük eğitimi içinde sayıyor ve
marşlar eşliğinde ya da marş ezberleterek işkencelerine renk katıyor!
Artık eski
“solcu”lar, barışçıl ve sınıflar üstü muhalefet yolları arıyorlar ve
buluyorlar; böylece 12 Eylül rejimini “demokratik” gösterecek yeni “sol”
kadrolar ortaya çıkıyor; Ezik solcular, sermayeye kapılanıyorlar ve tekelci
düzenin kültür ve sanat kolu haline geliyorlar! Getirisinin büyük olduğu
kesindir! Sol ile ilgilenir görünmek, bir model halinde ve tekellerle uyuşmanın
fitresi olarak gelişiyor, yayılıyor! Aydınlar, aydın olmaktan çıkıyor, solcular
solculakları yanında kişiliklerini de kaybediyorlar! Barış ve demokrasi
şampiyonluğunda sınır tanımamaları bir yana, SHP nin demokrasi şampiyonluğunu
kanıtlamak için akıllarını SHP ile bozuyorlar! Eylülist “demokrasi”nin
erdemlerini anlata anlata bitiremiyorlar!
Velhasıl Eylülist
reformlar, Üniversiteleri lise düzeyine, profesörleri lise öğrencisine,
solcuları olmayan demokrasiyi arayan feylesoflara döndürerek, tekeller düzenini
ve sürüleştirilen bireylerini, en yeteneksizlerin yönetiminde cahiliye devrine
sürüklüyor; eşiğine kadar getirdiği şimdi daha açıklıkla görülüyor!
Ezik “solcu”lar,
devşirilmiş “aydın”lar, sosyalizmden vazgeçmenin tesellisi olarak barış ve
demokrasi programına tapan eski “sosyalist”ler, bu reformlar zinciri arasında o
kadar öyle cahilleşiyorlar ki, önünde hiçbir engel olmayan bir iş için mücadele
etmeyi kutsal bir görev sayıyorlar! Sonunda din haline getirip ona tapıyorlar!
Bütün bunlar,
yollarını gönüllü şaşırmak isteyenlere de, doğru yolu görmek isteyenlere de
önemli açıklıklar sağlıyorlar!
Dar gelen
yanlarını, ya da, uç veren noktalarını budamak için sistemli bir reform
hareketine girişen Eylülist yönetim böylece, devletin yapısındaki nitelik
değişikliğini gerçekleştirmiş oluyor; zenginlerin hükümet etme ilkesi açıklıkla
kabul edildi; TÜSİAD ve Odalar Birliği türünden zengin kulüpleri ve dernekleri,
yönetimin açık parçaları haline getirildi; basın, bir devlet dairesi haline
getirildi: basın içindeki rekabet ve tartışma dinamiği ile, hükümet arasındaki
bağımsızlık ilişkisi kesinlikle koparıldı; yargı, yürütmenin mekanizması haline
getirildi; kanun hükmünde kararnameler ve bütçe dışı fonlarla, TBMM devre dışı
bırakıldı;”temsili demokrasi” ya da, parlamenter demokrasi” şeklen de tarihe
kavuşturuldu; bir dekor haline getirildi; Kürtlük tümüyle coğrafyadan kazınmak
istendi: En kanlı Kemalist dönemde bile cüret edilmeyen bir yol tutularak
Kürtçe yazım yasaklandı ve bu yasak Kürtçe konuşmaya da uzatıldı; ve bu
değişiklikleri kitlelerin kafasına kakmak için, çok ciddi propaganda dönemi
başlatıldı!
Örnek
olsun,”Kürdistan” sözcüğünü kullanmak ,”bölücülük” ve en büyük suç oldu;
Kürtlere dair anlatılan ne varsa suç haline geldi; anlatanlar cezalandırıldı!
Bununla birlikte,
Türkiye solunun önemli bir bölümü ezilmekle ve devşirilmekle birlikte, küçük
bir kitlesi, sembolik de olsa kendi yolunda ve ortakçı düzene doğru büyük bir
inat sergiledi; 1 Mayıs gösterileri bu inada sahne oldu!
Bütün bu
gelişmelere karşın,12 Eylül yönetimi, temel ekonomik sorunların hiç birisini
çözemedi: yüksek fiyat artışları ve yüksek orandaki işsizlik ile dış borçlar,
Türkiyenin yazgısı oldu; tam bu sırada, ABD emperyalizminin büyütmüş olduğu
Irak başkanı Saddam, Washington’dan bağımsız, kendi adına bir yayılmacılığı
denemeye kalktı; Saddam’a karşı tek taraflı emperyalist savaş, Türkiye’nin
yönetenlerini ikiye böldü; Saddamsız Saddam çizgisi sürdürmek isteyenlerle,
geleneksel Misak-ı Milli doktrinine bağlı olanların yolları ayrılmaya başladı!
Bunlar olurken,
Kürtlerin kimlik arayışı ve ulus bilinçlenmesinde son derece hızlı bir doğum
gerçekleşiyordu; 12 Eylül yönetimi, tekelci polis devletini yerleştirme
eylemleri arasında, Kürtlüğe karşı hunhar bir ırkçılık sergiledi; diyalektik
işledi ve Kürtlük daha hızlı bir yükseliş dönemine girdi! Hiçbir baskı, sonuç
doğurmamaya başladı, Kürtlük yükselişini sürdürmeye devam etti!
Kürt devrimciliği,
şovenlikte ve intikamcılıkta sınır tanımayan basının ablukasını kırarak, Türk
şovenizmine büyük bir yenilgi yaşattı; yükselen Kürt mücadelesi, 12 Eylül
yönetiminin, eski kolonizasyon programını sürdürme hevesinde ısrar edenlerin
heveslerini kursaklarına dizdi; bu haliyle Kürt devrimciliği aynı zamanda Türk
devrimciliğinin yerini aldı!
Bunlar
yaşanırken,Türkiye kapitalizminin ve Kemalizm’in kısırlığı net olarak
belirginleşti; böylece Türkiye kapitalizminin yöneten ideolojisi olan Kemalizm,
kendisini yenileyememek yanında, ortadan kalkma ihtimali ile karşı karşıya
kaldı!
1930 yıllarında,
formasyonunu, ezdiği TKP kadrolarıyla gerçekleştiren, Örnek olsun TKP genel
sekreteri V.N. Tör ve Ş.S. Aydemir, Kemalist ideolojiyi kodifiye eden en önemli
kadrolardandır, Türk –Dil Kurumunu, Maliye Bakanlığını, Üniversiteleri aynı tür
devşirmelerle donatan Kemalizm, bu dönemde yenilenmeyi, Maoculuktan devşirme
kadrolarla gerçekleştirme yoluna giriyor ve bunları daha çok Eylülist
reformlarla devletin bir dairesi haline getirilen basında kadrolaştırıyorlar;
en şoven, en intikamcı Türk basınının bütün köşeleri, hemen hemen tüm eski
Maocu kadrolardan oluşturuluyor! Tam bu sırada, emperyalist yayılma
senaryolarının uygulanmasının ortaya çıkaracağı gerginlikleri azaltmak için,
ezilmiş ve devşirilmiş eski Türk aydınları,“sivil toplum” projesiyle ortaya
çıkıyor; buna ezilmiş ve devşirme Kürt aydınları da katılıyordu!
16.yüzyılda, Kürt
aydını İdris-i Bitlisi, Osmanlı yayılmacılığının seçkin önderlerinden olan
Birinci Selim’in elçisi rolünü kabul ederek, Kürt prensliklerini, bir üst
Osmanlı egemenliği altında toplanmaya ikna edebilmesi,12 Eylül yönetimine,
emperyalist senaryolar geliştirirken, model oluyor; Kürt gericiliğinin
kendisinin yönetimini seçebileceğini düşünüyor ve Talabani ile Barzani
Türkiye’ye bu yönde mesajlar veriyor!
Gelinen aşamada,
Türkler de, Kürtler de bölünüyor; bu, ikinci cumhuriyet polemiklerinin
başladığı zamandadır; aynı zamanda 12 Eylül rejiminin yönetenlerinin, Kürt
mücadelesini yenemeyeceklerini anlamaya başladığı bir zamandır; Diğer yandan
Türkiye, büyük bir ahlak bunalımından geçiyor ve Türkler, kendilerine ait
olmayan bir kültürün içine girmeye zorlanıyorlar; Kürtlerin yönetme dönemlerinin
yaklaştığı bir dönemde, Türkiye mevcut yönetenlerle yönetilemeyecek bir döneme
giriyor ancak yönetilenler, henüz bu yönetime razı olmadıklarını gösterecek
durumda değildir!
Bu sırada,“Doğu
Cumhuriyetleri Birliği” ya da “Ortadoğu Cumhuriyetleri Birliği” projeleri
ortaya çıkıyor; teorik çerçevesi belli görünüyor; yeni ve yenilenmiş
cumhuriyetler birliği olmak zorunda olduğu görülüyor; kendisini yöneten
“Kürdistan’ın, geri ve kirli bir çevreye razı olması mümkün görünmüyor ve aynı
şekilde, kendisini yenilemiş bir Türkiye’nin aşiret düzeni içinde bağımlı bir
“Kürdistan”a razı olması mümkün görünmüyor; daha önemlisi, doğrultuyu görmek
kadar, nereye götürmek istenmesi de önemli görünüyor!
Diğer yandan, Kürt
Özgürlük hareketi, Kürt devrimini temsil etmekle birlikte, beslenmesinde,
Türkiye devrimci hareketinin payı vardı; unutmamak gerekir ki TİP, bir komünist
parti olduğu için değil, Kürtçülük yaparak, bölücülük kapılarını açtığı için
kapatıldı; bununla birlikte bir THKP, Mahirler ve arkadaşlarının hareketi vardır;
TİP’ ten ayrılan gençliğin hareketi Denizler ve THKO vardır; köylerde silahlı
mücadeleyi başlatmak için öldüler ve sır vermeyip ser veren bir Kaypakkaya
hareketi var; bunlarla birlikte bir Kıvılcımlı hareketi vardır; Kürt
özgürlükçülerinin bunlardan renk aldıklarından kuşku duymamak gerek!
12 Eylül, Türkiye
solunu kendi tahminlerinin ötesinde kolay ezdi; Kürtlere yaklaşımında ise sınıf
kinine, öncesinde görülmemiş denli büyük bir ırkçı kin ekledi; 12 Eylül
rejiminin, yenmeyi ve kendisine güvenmeyi öğrendiği ve gücünün sınırsız
olduğunu düşündüğü bir zamanda, Kürt devrimciliği buna dur dedi! Kürt halkı,
ezilen halk olmaktan çıktı, yükselen bir halk oldu; eziklikten,
kimliksizlikten, yabancı hastalıklardan, aşağılık duygusundan, aşiret
bağlarından, dar görüşlülükten kurtulmaya başladığının işaretlerini veren Kürt
halkının, ortakçı bir düzene doğru ilerlediğinin işaretlerini de vermesi,
ortakçı bir düzene doğru yürümek inadından vazgeçmeyen, az sayıda da olsa,
Türkiye devrimcilerinin sevincini ve umudunu artırdı!
Bunda rolü büyük
olanları elbette tarih sayfalarına kaydetti ve unutulması da unutturulması da
mümkün değildir!
Kürt halkının bu
yükselişi yanında, Türklük, tepeden tırnağa pisliğe batmış durumda idi; Kürtler
bir kültür devrimi içinden, bir ateşin kızgın çemberinden geçerek
temizlenirken, Türklük, daha fazla pisliğe batmıştır; bu çürümüşlüğe, bu
kokuşmuşluğa “demokrasi” adını, ezik ve devşirilmiş “solcu”lar verdiler; bir
zenginler yönetimini,”demokratik “ gösterdiler; Güneyli Kürtler de, bu zenginler
düzeni ile birlikte olmak istediklerinin sinyallerini veriyorlardı; Kürt
halkının yükselişinden sevinç duyan Türkiye’nin inatçı devrimcileri, bu Güneyli
Kürtlere, Kürt oldukları için, yakınlık duymadılar; Türkiye’yi yönetenlere,
Türkiye solunu ezenlere nasıl baktılarsa, bunlara da öyle baktılar; Türkiye’nin
devrimcileri, sadece Kürt halkının kurtuluşu değil, Türk halkının kurtuluşunun
da kendini dayattığını savundular!
O zaman da “savaş
bitsin, kardeşlik olsun” söyleniyordu; Türkiye’nin devrimcileri, ”yanlış
formül” dedi; bunun kolay formül olduğunu, sonuçsuz formül olduğunu işaret
etti; doğru formülün “savaşa rağmen kardeşlik” olduğunu söyledi; zor ama sonuç
alıcı formül olduğunu işaret ettiler! Çünkü savaş,”isteyince” sona erdirilemez!
Taraflardan birinin kararıyla sona erdirilemez. İki tarafın ortak kararıyla da
sona erdirilemez! Savaş, sadece kapitalistlerin çıkarına yürütülüyor ve sadece
onları zenginleştiriyorsa da, kapitalist haydutların kötü niyetinden
kaynaklanmamıştır; savaş, dünya sermayesinin onlarca yıllık gelişiminin,
milyonlarca bağıntı ve bağlantısının ürünüdür; öyleyse sermayenin egemenliği
devrilmedikçe ve devlet erki işçi sınıfının eline geçmedikçe emperyalist
savaşın dışına kaçılamaz, şiddete dayanmayan demokratik bir barış elde
edilemez! Türkiye’nin devrimcileri bunu dedi ve diyorlar!
Türkiye’nin inatçı
devrimcileri, Kürt devriminin, Türkiye’nin devrimi olduğunu söylediler;
Türklerin ve Kürtlerin birlikte devriminin bölge devrimi olduğunu söylediler;
Kürt coğrafyasını içeren bölge dünyadır, öyleyse Kürt devrimi dünya devrimidir
dediler!
Bu yükselişin
heyecan verici hızı içersinde, bu yükselişe omuz veren Türkiye’nin az sayıdaki
devrimcileri, Kürtlere “Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı” mücadelenin meşru
olduğunu haykırdı; Kürt hareketinin başka yerde değil de, neden Türkiye’nin
Kürt coğrafyasından çıktığı sorusunu yine, Kürtlerden önce Türkiye’nin
devrimcileri ortaya attı; en önemli etmenin, Kürtlüğün Türkiye’nin Kürt
coğrafyasında çok fazla ezilmiş olması olduğunu söylediler; TİP’e, THKO’ya,
THKP’ye, Kaypakkaya’ya işaret ettiler; onların, bu toprakları suladıklarını,
zenginleştirdiklerini, Kürt özgürlük savaşçılarına kendilerinden parçalar
bıraktıklarını söylediler!
Umutsuzluk, korku
demektir; korku ise aklın durmasıdır, durunca geriliyor!
Umudun en sönük
olduğu bir zamanda, Kürt yükselişi bir umut oldu; umut, korkuyu ortadan
kaldırdı; korku geride bırakılınca, aklın önündeki barajlar da yıkıldı; akıl
dinamiği daha hızlı çalıştı; bu dinamik, Türkiye devrimci hareketine çok az
yansıdı; ancak şimdi Türk halkının da korkuyu geride bırakıp, umudu yakalamanın
heyecanını yaşadığını görüyoruz!
Şimdi Kürt halkı
ile Türk halkının birlikte ve umudun ucundan yakalayarak, kurtuluşa koşmasının
nesnel koşulları öne çıkmıştır; bu noktada, İsmail Beşikçi’nin, “Sömürgecilere
ve emperyalistlere karşı mücadele meşrudur” sözünü hatırlama zamanıdır;
Elbette kabul etmek
gerek, Kürt halkının bu yükselişine, tüm çağrılarına, hatta desteklerine
rağmen, Türkiye devrimci hareketi cevap veremedi; ancak bunu iyi anlamak gerek,
cevap vermeyenler, Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bölümünü kapsayan,
ezik ve devşirilmiş “sol”culardır; Türkiye’nin devrimci hareketinin de önünde
engel olmuş olanlardır; bunu bugün çok daha netlikle görüyoruz!
Bu gerçeği
görmezden gelerek, Türkiye devrimci hareketinin Kürt devrimci hareketine cevap
vermediğinden ve vermeyeceğinden hareketle, emperyalistlerin ve 12 Eylül
yönetiminin öngördüğü tuzağa düşmek tarihsel bir yanlıştır!
Şimdi KÖH’ ün, hem
Türkiye devriminin önünde engel olan ve hem de Kürt halkının yükselişine cevap
vermeyen ezik ve devşirilmiş “solcu”larla birlikte ve şeriat yanlıları ile
birleşerek, Şeriata dayalı gerici-dinci faşist bir diktatörlük olarak
konuşlanmasını hızla tamamlamaya çalışan 12 Eylül rejimini desteklediğini
görüyoruz.
Peki, tuzak nedir?
Tuzak, 12 Eylül
rejiminin yönetenlerine, Kürt gericiliğinin kendi yönetimini seçebileceğini
düşündürten ve Barzani’ye yakınlaştıran; Kürt prensliklerini, bir üst Osmanlı
egemenliği altında toplanmaya ikna eden İdris-i Bitlisi’nin modelini çare
görmektir!
Kürt-Türk
gericiliğinin ittifak ekseni burasıdır! Türkiye devrimci hareketinin ve Kürt
halkının yükselişinin önündeki engeldir!
Oysa Kürt halkının
tarihsel ve nesnel vazgeçilmez çıkarları burada değildir; ilerici Türk ve
ilerici Kürtlerin birliği ile gerici Kürt –Türk ittifakına, sömürgeciliğe ve
emperyalizme karşı mücadelededir!
Öyleyse “Gerici
Kürtler” olgusunu anlamazdan gelmek, hatta buna öfkelenmek, Kürt halkının cahil
kalmasının istendiği gerçeğinin ortaya dökülmesinden korkmak demek oluyor; bu
çok açık görülüyor!
(*) Ek-1:
“Her din,
insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların
kafalarındaki düşlemsel yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünya üstü
güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir; ama az
sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli
açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal
güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin
tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar;
Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıttıkları
düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin
simgeleri durumuna gelirler; evrimin daha gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki
tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın
yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir.
Tarihte çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dört başı
bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova’da
bulan tek tanrıcılık, işte böyle doğmuştur!
Bu elverişli,
kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o
güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve
toplumsal güçlere göre dolaysız olarak, yani duygusal biçim olarak varlığını
sürdürebilir.
Oysa bugünkü
burjuva toplumda insanların, gene kendileri tarafından yaratılmış ekonomik
ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim araçları aracıyla sanki
yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini çoğu kez görmüş
bulunuyoruz.
Öyleyse dinsel
yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de
varlığını sürdürür. Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğinin nedensel
bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez.
Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel
kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi
işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir; insan önerir, tanrı düzenler.(Tanrı, yani
kapitalist üretim biçimin yabancı egemenliği )
Yalın bilgi,
burjuva iktisadı bilgisinden daha ileri ve daha derine de gitse, toplumsal
güçleri egemenliği altına almaya yetmez. Bunun için her şeyden önce toplumsal
bir eylem gerekir. Ve bu eylemin yerine getirildiği toplum, tüm üretim
araçlarına el konması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve
bütün üyelerini şimdilik kendileri tarafından üretilmiş ama karşılarına ezici
bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenliği altında
tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı
ama düzenleyici de olduğu zaman-işte ancak o zaman- dinde yansıyan son yabancı
güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın
nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır. Yani böyle bir doğal
ölümle ölmeden ortadan kalkmaz! Yani önüne engeller koyarak, yasaklayarak,
kavga ederek ortadan kalkmayacaktır ve kalkmamıştır!” ( F.Engels,
Anti-Dühring-s.444)
Fikret Uzun
18 Haziran 2013