21 Ekim 2013 Pazartesi

27 MAYISLA KAVGA ETMEK Mİ ZOR ŞERİATA DAYALI FAŞİST DİKTATÖRLÜĞE KARŞI GÜÇLERİ BİRLEŞTİRMEK Mİ KOLAY



27 MAYISLA KAVGA ETMEK Mİ ZOR ŞERİATA DAYALI FAŞİST DİKTATÖRLÜĞE KARŞI GÜÇLERİ BİRLEŞTİRMEK Mİ KOLAY

"Burjuvazi, kitlesel olarak, dar, egoist çıkarları yerine getirilir getirilmez; tutarlı demokrasiden 'ricat'eder etmez (ve  şimdi ricat etmeye başladı bile), karşı devrime, otokrasiye yönelecek ve devrime ve halka karşı çıkacaktır."(Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği-Lenin)
Atılımcılar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı, hem Demokratikleşme Paketi ve hem de 27 Mayıs üzerinden yermişler! Dillerine sağlık.
Ancak, yererken, aynı zamanda övmek, herhalde bu olsa gerek!
Oysa kendi sordukları soru çok net ve çok öğreticidir; "Başbakan Erdoğan, 'demokratikleşme' paketini  açıklarken, neden 12 Mart  veya 12 Eylül karanlığından değil de, 27 Mayıs karanlığından kurtarmaktan söz etti?"
Ancak cevabı boş bırakılmıştır, en azından yarım bırakılmıştır. Oysa ne güzel ve yerinde bir sorudur ve ne güzel ve zihin açıcı cevaplara kapı açmaktadır!
Atılımcılar,"Erdoğan, Taksim Gezi başkaldırısı günlerinden bugüne bir 27 Mayıs sendromu yaşıyor." diye yazmışlar; çok doğru ve bu tespit de yerindedir; önceki soruyu tamamlarken, cevaba da temel teşkil ediyor!
Atılımcılar, cevap niyetine, Erdoğan'ın "Paketini açıklamaya 27 Mayıs’la başlaması"nın, "şaşırtıcı olmadığını da yazmışlar ve  "Diğer yandan Erdoğan ve muhafazakâr sağ açısından, “darbe” denildiğinde akla 27 Mayıs’ın ve 28 Şubat’ın gelmesinin de garip ve şaşırtıcı olmadığını." yazarak nedeninin, "...bu ikisinin, Türk egemen sınıflarının iki bloğunun şiddetli iç mücadelesi" olduğunu ve  bu iki  "bloğun, İhtilaf darbeleri " olduğunu yazmışlar. Yani Laik burjuva sınıf bloğu'nun, anti-laik siyasal İslamcı burjuva sınıf blok'una karşı gerçekleştirdikleri "darbe"ler olarak niteledikleri için,"Erdoğan ve muhafazakâr sağ açısından şaşırtıcı olmuyor" muş.
Türkiye'de hiç bir zaman, 27 Mayısla bile, muhafazakâr kesime, hatta dinci akımlara dokunulmuyor, aksine korunuyor, kollanıyor ve büyütülerek geliştiriliyor ve hatta dinci akımların temsilcileri her zaman devletin kilit kurumlarını ve çok zaman iktidar konumlarını tutuyorlar; 27 Mayısın hemen arkasından Hükümete gelen Demirel Nur tarikatındandır;12 Eylülün  başbakanı Özal Nakşi'dir; TC'nin savcılarınca arama emri çıkartılan Fethullah Gülen'i köşkte sakladığını basın yazdı; Demirel'i hamili kart yakınımdır misli kart yazarak Gülen'in Türki devletlerde iş yapmasında kolaylık ricacı olan Demirel’dir; Fethullah Gülen ile yaptığı felsefi sohbetlere büyük değer veren Ecevit’tir; bugünkü hükümet başkanının Fethullah Gülen ile basın yoluyla kavgalarını okuyor, öğreniyoruz; çok zaman,"yapmayın, etmeyin iki dost camia kavga eder mi?" yollu yatıştırıldığını da basından okuyoruz; dahası Başbakan'ın terörist ilan edilen tarikat şeyhi Hikmetyar ile çekilmiş fotoğraflarını da basında görebiliyoruz; Gn. Kurm. Bşk.larından hem Hilmi Özkök'ün ve hem de Kenan Evren'in, imam çocuğu olduklarını öne çıkardıklarını da basından takip ettik!
Atılımcılar bu olgulardan da haberdar değilmişler gibi görünüyorlar; sonra da denge kurmak için olsa gerek ki dengenin, yanlışlarının üzerini kapatmak için olduğu apaçık görülüyor, bunu devam eden ifadeleri ile de gösteriyorlar;
"Erdoğan'ın ve başını çektiği politik İslamcı hareket'in, 12 Mart’tan hiçbir zarar görmediklerini;12 Eylül’de ise devasa ölçekte devlet desteğiyle teşvik edilmiş olduklarını" yazıyorlar!
Daha inandırıcı olmak için olsa gerek,"Dolayısıyla, onlar açısından bütün kötülüklerin anası 27 Mayıs darbesidir. 12 Mart ve 12 Eylül’ü, onun açtığı yolun doğal ve kaçınılmaz sonuçları sayarlar. 1960′larda ve 70′lerde tırmanışa geçen sınıf mücadelesini hiçe sayar ve bu iki darbeyi ordunun iktidar hırsı ve ‘asker-sivil çatışması’ yüzeyselliği ile açıklamaya çalışırlar." diye de ekliyorlar!
Ondan sonra da, 27 Mayıs ile ilgili soldaki kafa karışıklıklarını ve 27 Mayıs'ın bütün günahların anası olduğu yollu değil ama "yoktur 12 Eylül'den bir farkı" yollu yerden yere vuruyorlar; oysa bu fark ve bugün çok daha yakıcı olarak, daha önemlidir!
Sol 27 Mayısı onaylıyorsa, tarihsel olarak ve yani geleceğe göre değil, geçmişe göre onaylıyor; bu gün ve geleceğe açılan kapısı, tam da geçmişin aynası olduğu için, yani 12 Eylül rejimi ile  topluma tam da 27 Mayıs öncesi dayatıldığı ve açılan kapıdan ise, toplumun tarih öncesine sürüklenmesi nedeniyle sol, 27 Mayısı 12 Eylül faşist diktatörlüğüne karşı onaylıyor! Hepsi budur!
28 Şubat ise, en azından bana göre, göründüğü gibi değildir; bir cumhuriyeti koruma refleksi barındırmış olabilir ancak bu refleksi sonuca götürecek bir cumhuriyet gücünün kalmadığı bir durumda ortaya konan cılız tepkidir; ama asıl yanı var ki o da, bu işin, bir emperyalist olmasa bile, bir Siyonist tertibe bağlı olarak üst düzeyde gerçekleştirilen manipülasyon ile henüz doğmamış bir lidere ve partiye yol açmak için ordunun ve mevcut durumdaki çelişkilerin imkanlarını kullanarak gerçekleştirilen bir harekettir. Yolu tıkayanın ise, şaşırtıcı gelebilir ama merhum Erbakan olduğu artık daha net bir gerçekliktir! Tertibin en başındaki aktörün zamanın Genelkurmay Başkanı Karadayı olduğunu açıklıkla olmasa da, Çevik Bir'in feryatlarından anlamak zor değildir; ihtiyar komutan Karadayı her halde ihtiyarlığından ötürü Çevik Bir'in yanına konmamış olamaz! İkisinin de 28 Şubat'ın mutfağının baş aşçıları olduğunu medya sayesinde hepimiz biliyoruz ki burada bilinmeyen tam da 28 Şubat'a bir gün kala Karadayı'nın İsrail'de ne işi olduğudur?
Demek ki görünen ile özün aynı olmadığı aksiyomu bir kez daha doğrulanıyor ve anlaşılıyor ki Atılımcılar yanlışın veya yarım doğrularının bilincindedirler; ve daha açık ifadeyle, bilinçli olarak 27 Mayıs'a ve 28 Şubat'a dair öne çıkardıkları yarım doğrularla, bir taraftan Erdoğan ve taraftarlarını  "yererken", diğer taraftan, kendi ifadeleri ile 27 Mayıs'ı ,"bütün günahların anası" olmasa da, günahsız hiçbir yanını bırakmadan ve adeta "halk adına" mahkum ederek, 27 Mayıs gerçeğinin üzerinden atlamaları, bir taraftan ilgili yerlere resmi politikanın yanında olduklarının müjdesini verirlerken; diğer taraftan, bunu örtmek ve kendi tabanlarına da tabi oldukları Resmi politikayı yerdiklerini ama 27 Mayıs'ı da mahkum etmek gerektiğini kabul ettirmek içindir.
Doğru! Bulunduğumuz noktada,"Darbe” denildiğinde akla 27 Mayıs’ın ve 28 Şubat’ın gelmesi ne gariptir, ne de şaşırtıcı."Ancak, "...bu iki 'darbe' ,Türk egemen sınıflarının iki bloğunun", yani "burjuvazinin 'Batıcı-laik-milliyetçi kanadının, Doğucu-İslamcı-mukaddesatçı kanadına karşı şiddetli iç mücadelesinin eseridir; ihtilaf  darbeleridir" ifadesi çok yanlıştır  ve Türkiye'nin gerçeği ile yakından uzaktan ilgisi olmadığı gibi, sınıfsal-bilimsel bakışla da ilgisi yoktur. Yani sınıfların yapısı ve karşılıklı yer alımı çerçevesinden bakıldığında da ucube bir nitelendirmedir!
Atılımcılar, dengeyi kurmak ve yererken övdüklerini örtülemek için, yani farkında oldukları yanlışlarını dengelemek veya nötrleştirmek için,12 Mart ve 12 Eylül ile 27 Mayıs ve 28 Şubat arasındaki farkın, 12 Mart ile 12 Eylül'ün, egemenlerin her iki kanadının işçi sınıfı ve ezilenlere karşı ellerini birleştirdikleri “ittifak” darbeleri olması ile açıklamışlar. Birinde iki kanadın çarpışması sonucu 27 Mayıs çıkmış ve 28 Şubat da bu türden bir çarpışma imiş; ama 12 Mart ve 12 Eylül ise egemen sınıfın iki kanadının el ele işçi sınıfına ve ezilenlere (burada kastedilen Kürtlerdir) karşı yapılan darbeler imiş.
Bu ise bir yarım doğrudur ama doğru bir tercümesi yapılarak, bir dereceye kadar kabul edilebilir bir ifadedir, ancak, bununla egemen sınıfın yani tekellerin, büyük zenginlerin, oligarkların vb. gibilerin iki "hanedanı"nın yani partisinin, yani  Laikliğin "savunucusu" "ordunun partisi" ile Laisizmin düşmanı siyasal İslam tabanlı Amerikancı Partisi'nin, birbirlerine rağmen, birlikte sosyalist hareketi ve işçi sınıfı hareketini tamamen düzlemek için  27 Mayıs'tan geriye ne kaldıysa topyekun kazıma girişimlerinin kastedildiğini varsayarsak bir nebze doğru kabul edebiliriz; ama gerçekte tam bir yarım doğrudur; dolayısıyla en kötü ve en sinsi yalandır!
Gerçek ise bambaşkadır ve 27 Mayıs düşmanlığı da, 28  Şubata kin de, dün onları yaratan aynı devletin eliyle yürütülen ve tüm topluma yayılmaya çalışılan bir düşmanlıktır! Darbelere ve darbeci zihniyete karşı olmak ekseninde toplum, devlet ve hükümet ile yönetiştirilerek demokrasinin geleceği yanılsamasının pişirilmesinin içindedir!
Bir an için ortada nesnel olarak böyle bir olgu yokmuş ama teorik olarak böyle bir düşmanlık söz konusu imiş gibi kabul edelim ve neden Türkiye Cumhuriyeti kendi çocuklarına düşman olsun ki sorusunu soralım!
Cevabı çok basittir; cevap, genel olarak tarihte ve özel olarak 27 Mayıs'ta gizlidir; Fransız devriminden sonra muzaffer burjuvazinin kendi çocuklarını ve kendisinin yarattığı kurum ve olguları tepeleyerek, kendi var olma koşullarının veya tarihsel alanının da gerisine çekilmesi ne ise 27 Mayıs ve 28 Şubat'a karşı gelişen düşmanlığın özü de aynıdır ve bunun içindedir! İyi incelenirse bulup çıkarmak zor değildir!
Hâlâ nasıl yani, deniliyorsa bunu açıklamak için buradayım ve bunun için önce 27 Mayıs'ın gerçek sınıfsal içeriğine bakarak başlamak gerekiyor!
Doğru bakarsak, yani sınıfsal bakarsak, 27 Mayıs'ın salt bir ordu hareketi olmadığını görmek zor olmaz! Öteden beri süren bir restorasyon sürecine tepkiyle Mustafa Kemalin eksik kalan yanlarını tamamlamak için yola çıkan ordu içindeki genç subayların hareketi olduğunu görmek son derece kolaydır; dahası, 27 Mayıs'ın demokratik sürecin en üst seviyesi olduğunu da görürüz ki burası son derece önemlidir; buradan itibaren burjuvazinin gerilemesi ve kaçınılmaz olarak başlıyor ki bunu yaşayarak gördük; olayların akışı, bu somut gerçeği net olarak önümüze serdi.
Atılımcılar, doğru gözlükle bakmadıkları için mi yoksa doğru açıdan bakmamaya mahkum oldukları için midir bilemiyoruz ama hem görmüyor ve hem de 27 Mayıs'ın hayaletini tekmeleyerek canlanmaya çalışan ölüyü bir taraftan diriltmek için, diğer taraftan daha çok öldürmek için tekmeleyip durduklarını görebiliyoruz. Ne yapacaklarını bilmez haldedirler!
Diğer yandan Atılımcılar şunu da görmüyorlar ki 27 Mayıs öncesinde örgütlü solculuk yoktu; bireysel solcular ve sol'u arayanlar vardı; 27 Mayıstan sonra solun kitleselleşmesinde bu örgütsüz solcuların büyük payı vardır. Paylarına düşenin büyüğü, bir taraftan daha fazla sola yönelirlerken, diğer taraftan devlete demokratik bir durum kazandırmalarıdır ( bunun önemi komünistler için, yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımına en elverişli alan anlamında, yani devletin hapishanelerine ve polisine, mülkiyetine ve fuhuşuna karşı daha geniş bir mücadele alanı ve daha özgür bir mücadele ereği anlamındadır -yoksa bu,burjuvaziyi ehilleştirmek anlamında da değildir, burjuva devlet aşkından da değildir)!
12 Eylül ile birlikte bu tipolojiler ve model solculuk, Eylülist rejimin restorasyonlar zinciri içinde devşirilerek, devlet kapısına bağlanmıştır!
27 Mayısçılar, Kemalist devrimin eksiklerini tamamlamak ve var olan Kemalist devrimden sapmaları gidermek için yola çıkmışlardı. Ancak TSK`nin, 27 Mayısçılara desteği kısa sürmüştür. 27 Mayısın, burjuva sınırda olduğu bir sır değildir ama burjuva demokrasisini ifade ettiği de açıktır; öyleyse hem burjuva demokrasisine vurgu yapmak, hem de 27 Mayısı iki egemen sınıfın çatışmasının sonucu olarak niteleyip, burjuva sınırda  olduğunu vurgulamak çelişkiden de ötedir.
Demek ki, Atılımcılar tarafından bilerek ya da bilmeden, 27 Mayısın sonucu olan 1961 anayasası ile geniş bir toplumsal katılıma alan açılarak, burjuva devletin gücünün kullanımı ve hızının dengelenmesinin sağlandığı, çift meclisli yapısı ile özerk kurumları ve örgütlenme hakkıyla devlet gücünün kullanımına, devlet aygıtının işleyişinin hızını azaltacak bir toplumsal katılımın sağlandığı görülemiyor.
Görülemeyince, ya da bu gerçeği eğip bükünce, iyiden iyiye yerleşen 12 Eylül rejiminin yerleştirmeye çalıştığı egemen bakışına tabi olmak kaçınılmaz oluyor.
Oysa apaçık ortada, 27 Mayıs, bir türlü sonuca ulaştırılamayan Kemalist restorasyonun, burjuva demokratik tarzda sonuçlandırılması çabasıdır ve tümüyle burjuva düzenin yerleşmesine yöneliktir. Bunu temsil eden ideoloji Kemalist ideoloji olduğu için, Kemalizm`in damgasını taşıyor ve ABD`yi işe karıştırmamakla birlikte, ABD`yi telaşlandırmadığı görülmektedir.
Bunlar sır değil ama Atılımcılar, malumun üzerinde dolaşarak egemen sınıfların,12 Eylül rejiminin egemen bakışı ile ve topluma yaymaya çalıştığı kini ile hareket etmeyi marifet sayıyorlar!
Diğer yandan, 27 Mayıs İhtilalı, Bayar-Menderes sultasına yönelik olarak gerçekleştirdiği bir ihtilaldır; bu doğrudur. Bunu CHP'nin kestanelerini ateşten almak olarak nitelemek mümkündür ama CHP'nin, Menderes'e karşı gerçekleştirdiği veya Atılımcıların ifadesiyle egemen sınıfların bir bloğunun, bir başka bir bloğuna karşı gerçekleştirdiği bir darbe değildir! Üstüne üstlük, CHP bu ihtilalı desteklememiş ve gerçekleştikten sonra da, bir an önce seçime gidilmesi yönünde tavır göstermiştir.
Ayrıca hatırlanmalıdır ki, 1950 yıllarına kadar Demokrat Parti'nin "muvazaa partisi", anlaşmalı parti olduğu suçlamaları, CHP'nin, başında İsmet İnönü vardır, rejime güvensizliği, güvenilir bir muhalefete kanalize etme çabalarının yansımaları üzerinden yükseliyordu; CHP, bütün muhalefet odaklarının üzerine şiddetle giderek, yalnızca, Bayar-Menderes yönetimindeki burjuva muhalefete kapıları açık tutuyordu. Aynı zamanda, Türkiye'yi, Amerikan ittifaklarına çekerek Menderes'ten önce uygulamaya koyduğunu da biliyoruz. Demek ki bir devamlılık var ki bu kaçınılmazdır ama ne yazık ki bunu görmek, sınıfsal bakışla mümkün oluyor; bilerek ve isteyerek gözlerimizi ve aklımızı kapatırsak da görememek kaçınılmaz olmaktadır!
Bunların toplamı, İsmet İnönü dönemi ile Bayar -Menderes döneminin bütün olarak bir restorasyon döneminin ifadesi olduğunu gösteren olgulardır!
Öyleyse radikal unsurların, buna tepkilerini büyütmeleri şaşırtıcı değildir, hatta kaçınılmaz oluyor ve öyleyse bunun üzerine gelen 27 Mayıs İhtilalı, 1940 yıllarından itibaren büyüyen toplumsal muhalefetin bir patlaması değilse nedir?
Diğer yandan bunun, Gezi Parkı Eylemcilerinin nezdinde patlayan halk hareketinden farkı nedir? Bu patlamayı doğuran tepki birikimini de AKP'nin, dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidarının hüküm sürdüğü dönemle sınırlayabilir miyiz? Öncesi yok mudur ve bu direnişin fizibilitesini çıkarmak için, egemen sınıfların çatışma halindeki iki bloğunu mu masaya yatıracağız? Diğer yandan, 27 Mayıs ile 28 Şubat'a düşmanlık üzerinden, AKP döneminden öncesinin de toplumun hafızasından silinmek istendiği açık değil midir?
Lenin,"Jakobenizm İşçi Sınıfını Korkutabilir mi?" başlıklı yazısında,1917 yılının ortalarında," Burjuva tarihçiler, Jakobenizmi bir alçalma "tenezzül" olarak görüyorlar. Proletarya tarihçileri Jakobeninizmi, ezilen bir sınıfın kurtuluş mücadelesinin en tepe noktalarından birisi sayıyorlar.
Jakobenizm, Fransa'ya, demokratik devrimin ve cumhuriyete karşı bir monarklar koalisyonuna direnmenin en güzel yöntemlerini sağladı." diye yazarken Jakobenizmi övmek ve Fransız burjuvazisine methiye düzmek amacı gütmüyordu ama sınıfsal bakışı ile Jakoben diktatörlüğünün gerçek sınıfsal içeriğini ortaya koyuyor ve bundan Rusya'daki proleter devrim için gerekli dersleri çıkarıyor ve proletaryaya gösteriyordu!
Buradan hareketle, sık sık hatırlattığım "devletin devamlılığı" ilkesini hatırlatarak, demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve devlet mekanizmasının işleyişinde yavaşlığı ifade ettiğini; demokrasiye katılımın, devletin çelişkileri bastırma işlevini ortadan kaldırmadığını; ama hızını azalttığını da vurgulamak istiyorum.
İşte 27 Mayısla gelen 1961 Anayasa'sının, çift bölmeli parlamentosu, özerk kurumları ve örgütlenme haklarıyla devlet gücünün işleyişinin yönünü ve niteliğini değiştirmemekle birlikte hızını azaltması hem bir sonuçtur ve burjuva demokrasisini ifade etmektedir ve hem de bu sonuçta burjuva demokrasisinin varabileceği en son nokta olduğu gerçeği yer almaktadır; ne kadar kısa sürmüş olursa olsun, asıl önemli yanı burasıdır.
Ayrıca, hem iki büyük partinin parlamentoda çoğunluk sağlayacak tabanlarını yitirmelerinin, ya da bulamamalarının nedeni bu devlet gücünün yavaş işlemesi idi ve hem de bu, devlet gücünün işleyişindeki hızın azalması sonucuna ayrıca katkıda bulunuyordu.
Şimdi, öncesinde topluma oynanan bir illüzyonist seremonik tiyatro ile ve jet hızıyla paket paket geçirilen anti-demokratik yasaların yarattığı tahribatlara ve toplumdaki gerilemeye bakılarak, devlet gücündeki işleyişinin yavaşlığının ne anlama geldiğini ve önemini herhalde Atılımcılar da anlayacaklardır!
Diğer yandan, 27 Mayıs, elbette Türkiye'de birçok alanda keskin dönüşlere etki etmiyor, solcu güçleri harekete geçirme iradesi kesinlikle yok, ancak bu, 27 Mayıs'ın, Türkiye'nin yaşamına zaman içinde ayrı bir damga vuracak olan sol güçleri zembereğinden boşandırdığı gerçeğini görmezden gelmemizi gerektirmemektedir ki bu nokta diğerlerinden de önemli ve belirleyicidir!
27 Mayıs basit bir askeri darbe olmaktan uzak, bir burjuva hareketidir. Bir "yukardan devrim" diyebiliriz ve "aşağıdan devrim"le tamamlanamamıştır. Yukarda hatırlattım, tekrarı gerekirse, 27 Mayıs, birçok alanda keskin dönüşlere etki etmiyor, solcu güçleri harekete geçirme iradesi ve isteği ise kesinlikle yok, ancak Türkiye'nin yaşamına zaman içinde ayrı bir damga vuracak olan sol güçleri zembereğinden boşandırmıştır. Ancak bu zembereğinden boşanan sol güçlerin, bu yukardan devrime aşağıdan bir devrimle etki ederek tamamlaması mümkün olmuyor. Dolayısıyla kaçınılmaz süreç daha erken işlemeye başlıyor!
Yani, burjuvazi, 27 Mayıs'ın  yarattığı demokratik duruma hücumun hazırlıklarına erken başlıyor ve 27 Mayıs ile yavaşlatılan devlet işleyişindeki hızı artırmak için önlemler almaya başlıyor; sonuçta 12 Mart ve 12 Eylül doğuyor.
27 Mayıs'ın Ortaya çıkışında Türkiye'deki kapitalizmin artan çelişkileri önemli rol oynuyor. 27 Mayıs'la başlayan dönemde yeni kurumsal yapı ve yeni toplumsal hedefler içinde, Türkiye'ye sanayi kapitalizmi rengini ve damgasını vuruyor.
Bu dönemdeki özgürlük rejimi, toplu sözleşme ve grev düzeni, öğrenci ve aydınların haklarını arayan, yüksek ücret peşinde koşan işçilerin etrafında kenetlenmesi Türkiye kapitalizminin büyük bir aşama kaydetmesi için gerekli oluyor.
27 Mayıs, Türkiye kapitalizminin pazar ve bunun realizasyonu sorununa yurt içinde çözüm arayan bir dönemin başlangıcı oldu. 27 Mayıs, bir Merkantilist politikaya ve yüksek işçi ücretlerine dayanmak zorundaydı ve bunu sağladı.
Bunlar şaşırtıcı olmamalı ancak şaşırtan bir durum var; yukarda da aktardım, 27 Mayıs'a duyulan kin ve yöneltilen hücum yeni değil ve sadece AKP'ye münhasır değil; üstelik önce demokratik güçlerden geliyor; oysa burjuvazinin, kendi çocuğu olan 27 Mayıs'a kin duymaması gerekiyor. Ancak bu tesadüf değil, nedensiz de değil; çünkü 27 Mayıs, kuruluşuna katkıda bulunduğu 1961 anayasası ve türev kurumlarıyla değil, daha çok, yarattığı hayal kırıklığıyla ve tarihsel olarak boşanmasını sağladığı solcu güçlerle gerçekleşiyor. 27 Mayıs'a rengini ve anlamını veren, önlemek istediği, gelişmesini durdurmak için seferber olduğu solcu güçlerdir.
27 Mayıs ihtilalin hemen sonrasında başlayan ve gittikçe güçlenen  ve Türkiye düzenini sarsan kitlesel eylemler, hem bir kendine güvenin ve hem de bir hayal kırıklığının patlamasını da anlatıyor.
Bu patlamanın ağırlık noktası, sosyalist devrim için yola çıkan, ancak sosyalist devrim hedefini yasaklayarak, demokratik devrim hedefine kilitlenen  bir mücadele dinamiğinin kitleselleşmesidir. İktidardaki Adalet partisi ile muhalefetteki CHP, bu kitleselleşen demokratik devrim savaşçılarının karşısında demokratik süreçten dönüş yolları aramaya başlıyor. Dönüş yolu arayan aslında egemen sınıflardır!
Herkesin kendine göre yorumlayıp dillendirdiği demokrasinin bir devlet durumu ve bir savaş, bir çekişme durumu olma olgusu bu zamanda kendini gösteriyor. Kısa da sürmüş olsa, bu zamanda bir yenişememe durumu olduğunu hepimiz gördük. Bu noktada devlet, demokrasinin işaret ettiği çelişkileri yok edemediği gibi, durdurmakta veya kendine uygun çelişkilere bağlamakta da güçsüz kalıyor.
Buradan itibaren 27 Mayıs'ın yarattığı bu duruma hücum başlıyor ve amaç devlet işleyişindeki hızı artırmak oluyor; bunun için,12 Mart ve 12 Eylül beklenmeye başlıyor! Bu yenişememe durumu karşısında çare budur! Çare egemen sınıfın çaresizliğine çaredir! Ezilen ve sömürülen sınıflar için çaresizliğin artmasıdır!
Çok açık ve net olarak görülüyor, 27 Mayıs,Türkiye kapitalizminin pazar ve sorununa yurt içinde bir çözüm aramak ve Türkiye kapitalizmine daha büyük bir aşama kazandırmak anlamında bir çare olmakla birlikte,ezilen ve sömürülen sınıflar için de bir çare olma özelliği taşırken;12 Mart ve 12 Eylül, ezilen ve sömürülen sınıfların çaresini geri almak ve egemen sınıfların çaresini sonsuzluğa erdirmek için çare oluyor.
Ne yazık ki bunu Atılımcılar göremiyor; görse bile ağırlığını ve önemini kavrayamıyor!
Mart ve Eylül darbeleri, devlet işleyişindeki hızı artırmak amacıyla gerçekleştiriliyor! Ancak sadece bu değil,12 Mart ve 12 Eylül, hızı artırmaya yönelik olarak Anayasa değişikliği ve benzeri değişiklikler yanında ve bunlardan önce, sosyalistlerden demokrat yaratmayı başat görev saydı ve yaptı. Hemen hemen bütün değişikliklerin kotarılmasında, bu demokratların sol gömlekleri ile sinsice görev almaları,12 Eylül rejiminin yerleşmesinde önemli bir yer tutmaktadır.
12 Eylül öncesinin sol/sosyalist artıkları 12 Eylül ile birlikte öldüler ve reankarne olarak, bir demokrat suretinde yeniden ve 12 Eylül rejiminin kapısının önünde doğdular.
Uzun zamandır ve hâlâ, emperyalist laboratuarlarda üretilen akıl bozucu argümanları önlerine koyup, ellerini dayayarak kendilerini geri itmeyi ve böylece sosyalist gömleklerini üzerlerinde bırakıp, sosyalistliklerini üzerlerinden fırlatıp atmayı ve böylece demokrat olmayı politika saydılar ve buradan "sosyalizm" çıkacağını ama daha çok "demokrasi" çıkacağını vaaz ederek, hem devrimcilikten geriye doğru kaydılar, hem bunu gizlediler ve hem de 12 Eylül rejiminin hedef tahtasına koyduğu ne varsa bunlara ok atmayı model yapmaya çalıştılar; böylece de toplumsal-sınıfsal çelişkileri, bu okların ucuna hapsederek 12 Eylül rejiminin hedeflerine yönelttiler!
İşte 27 Mayıs düşmanlığı bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisidir!
Ve hâlâ bu demokratlığı ile övünen sahte sol gömlekli kadavralar, Türkiye'yi "demokrasi" adına demokrasiden daha fazla uzaklaştırmak için; en tam ifadesiyle şeriata dayalı  faşist 12 Eylül diktatörlüğünün konuşlandırılmasının tamamlanmasına kadar uzaklaştırmak için, 27 Mayıs'ı, hedefe yerleştiriyorlar ve hâlâ devam ettiği apaçık görülen Eylülist yönetim ile eş zamanlı ve belki de ondan daha fazla duydukları bir kin ile bol bol ok atıyorlar.
Bu, onların alınlarına sahipleri tarafından yazılan mahkûmiyetleridir ama nafile çaba içinde oldukları artık daha fazla görülüyor! Belirleyici olan 27 Mayıs değildir; 27 Mayıs, burjuva cumhuriyetin yaşamının içinde sadece bir andır ve hep olduğu gibi 27 Mayıs da kaçınılmaz kaderine evrilmiştir ve gördüğümüz gibi artık 27 Mayıs çok geride kalmıştır. Hücumları onun hayaletinedir; demek ki hayaletlerin de öfkesi ve kini olduğunu düşünüyorlar!
Sosyalizm çağında kapitalizmin içinde yaşayan birey için sevilebilecek tek iş kapitalizmle mücadeledir; burada yönteminin yanlış veya doğru olması önemli değildir; önemli olan kapitalizmle mücadele eden bir bireyin, mücadele yöntem ve yolunun yanlışlığını anladığı zamanda, bu yanlış yol ve yöntemden kesinkes ayrılmalıdır; ancak bu zamanda bile kapitalizmle mücadele işinin geçmişini tümden reddetmemesi gerekmektedir! geçmiş mücadelesinin yanlışlığını gördüğünden hareketle geçmiş mücadelesinden tiksindiğini söyleyerek, doğru yol ve yöntemlerden kaçmak ve hatta buna karşı düşmanın dilini kullanmak, kapitalizmle mücadeleden vazgeçildiğinin, dahası kapitalizmde hâlâ iş var olduğuna inancın ilan edilmesi demektir!
İşte Eylülist yönetimin yarattığı "demokrat" solcu tipolojisi budur ve en maharetli oldukları alan burasıdır ki tuttukları ve hatta dayattıkları yol da, yöntem de kendilerine ait olduğu halde, kapitalizme karşı geçmiş mücadelelerindeki tuttukları bu yol ve yöntemin yanlışlığına duydukları kin ve tiksinti üzerinden, kapitalizmle mücadeleyi tümüyle reddetmek ve kitlesel olarak reddettirmek için 27 Mayıs'ı hedef tahtasına oturtarak kapitalizmde hâlâ iş var olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar.
Ancak bir sorunları var ve bu sorunu, yani kapitalizmin çoktan öldüğünü ve reankarne olarak modern bir feodalizm kalıbında dünyaya yeniden doğma savaşı verdiğini örtmeye çalışmaları maharetlerinin en son noktasıdır; 27 Mayıs'ın hayaletini bile hedef tahtasına oturtmaları bundandır.
Ancak Menderes "demokrat"lığı ile yeni mürteciliğe evrilen bu insan müsveddeleri için, bundan başka nokta yoktur ve artık (geç de olsa) dökülme mevsimine girmişlerdir.
Yıllardır üstüne basa basa hatırlatıyorum, en kötü yalan, yarım doğrulardan oluşan ifadelerdir; çok sinsidir ve yukarda vurguladığım gibi överken yermektir; tersi de doğrudur, yererken övmek de aynıdır! Başka ifadeyle yarım doğrularla gerçeğin etrafında dolanarak, gerçeği büsbütün karartmaktır ve gerçeğin karşısında olanların elini kuvvetlendirmektir.
Yani apaçık ortada değil mi? Atılımcılar, sözde Recep Tayyip Erdoğan'ı ve 27 Mayıs üzerinden yermektedir ama 27 Mayıs'a dair, yarım hatta buçuk konuşarak, son tahlilde RTE ile aynı yerde buluşmaktadır; bu, resmi politikayı dolayısıyla 27 Mayıs'a saldırıyı ama daha önemlisi,27 Mayıs'a saldırı üzerinden "demokratikleşme paketi"nin anti-demokratik içeriğini ve bu içeriğin örtülmesini övmek, en azından "ehven'i şer" veya "bizim meselemiz değil" misli göstermek değilse nedir?
Evet,"Erdoğan ve öncesi de var ama daha çok 12 Eylül ile birlikte devlet eliyle büyütülüp, güçlendirilmesi hızlandırılan dinci akımlar, 12 Mart’tan hiçbir zarar görmemiştir. 12 Eylül’de ise devasa ölçekte devlet desteğiyle teşvik edilmişlerdir." şeklindeki  ifadeleri de doğrudur ve “dolayısıyla onların açısından bütün kötülüklerin anasının 27 Mayıs "darbesi" olması gayet anlaşılır bir şeydir ve 12 Mart ile 12 Eylül'ü, 27 Mayıs "darbesi"nin açtığı yolun kaçınılmaz sonuçları sayarlar ve 1960-1970 lerde tırmanışa geçen sınıf mücadelesini hiçe sayarlar ve de bu iki darbeyi,12 Mart-Eylül darbelerini, ordunun iktidar hırsı ve "asker-sivil çatışması "yüzeyselliği ile açıklamaya çalışırlar." tespitleri de doğrudur; ancak bu malumun tekrarı olan, yani  sahiplerinin hiç bir itiraz göstermeyecekleri politikalarını tekrar etmek olan  ifadeleri ile "yetmez ama evet" çilerin kurnazlıklarını tekrar ettiklerini gizleyememektedirler!
Birincisi, bu ifadeler ile fincancı katırları da ürkütülmez, bu ifadelerle atılan taşlar kurbağaları bile ürkütmez ama resmi politikaya göz kırptıklarının işaretini saklayan ifadeler olduğunu söylemek haksızlık olmaz. Tıpkı "Zemstvolar" üzerinden otokrasiye göz kırparak,"bizden korkmayın, sizin lehinize çalışıyoruz", hatta "bizi destekleyin" yollu mesaj gönderen Struve gibi konuşmaktadırlar!
Dahası, bu fincancı katırlarını bile ürkütmeyen ama resmi politikayı tanıtan ifadeleri ile daha sonra sınıfsal olmaktan son derece uzak bir kinle ortaya koydukları malumun tekrarı olan ifadelerin birleşmesi ile yüzlerini kendilerine dönmüş (ne kadarlarsa) olan kitlesinin algısını değiştirmekte, daha doğrusu yönlendirmekte ve resmi politikaya yaklaştırmaktadırlar.
Velhasıl bu "Atılım"cıların hakkını vermek gerek; "soldaki kafa karışıklığı" üzerinden kendi kafa karışıklıklarını örterlerken, yüzlerini kendilerine dönmüş olanların kafalarını özenle ve sinsice karıştırmaya çalışmaktadırlar!
27 Mayısın demokratik bir devrim olmadığını, gerici ve Amerikancı bir darbe olduğunu kanıtlamak için,"dost"luğundan sual edilmesine öfkelendikleri ABD emperyalizminin tutumu yanında, 27 Mayısçıların, ABD emperyalizminin has çocukları olan NATO ve CENTO'ya bağlılıklarını gösteren bildirilerini  kanıt olarak göstermeye çalışmaktadırlar.
Atılımcılar,böylece ve akılları sıra, "yetmez ama evet" lerini aşan 27 Mayısın günah kutusunu açmış oluyorlar ve içindekileri bir bir sıralıyorlar.Bazılarının "yüzeysel" olarak yükledikleri "günahları"n kapsamını böylece hem genişletiyorlar ve hem de "yüzeysel" kalmaktan kurtarıyorlar!
Ancak böylece, överken-yermek veya yererken-övmek kurnazlıkları çok daha net olarak kendini göstermiş oluyor; ama 27 Mayısın gerçek içeriğine dair tek bir satır söylememiş oluyorlar!
Velhasıl Atılımcılarda ne ölçü var, ne de Türkiye'nin gerçeklerine dair bir sınıfsal-bilimsel düşünceye sahipler!
Atılımcılar, Türkiye'de ki demokratikleşme mücadelesinin ortasından itibaren hazırlıklarına başlayan 27 Mayısın, bir halk muhalefeti olmadığını ama demokratik mücadele döneminin tam ortasına düştüğünü, yani halk muhalefetinin içine düştüğünü göremiyorlar. 27 Mayıstan önce  9 subay hareketi ve 27 Mayıstan sonra 21-22 Şubat ve 21 Mayıs denemeleri olduğundan bihaber görünüyorlar; dahası,1950 ortası ile 1960 arasındaki demokratik mücadelenin öneminin, CHP'nin tutumuna karşı değil ama CHP' den ayrı gelişmesinde olduğunu göremiyorlar.
Oysa bütün bunlar bir kümedir ve halkın hareketliliğinin silahlı kuvvetleri etkilemesini anlatıyor.
Dolayısıyla 27 Mayısı, tarihselliğini ve sınıfsallığını dikkate almadan, topyekun karşı tarafa koyan Atılımcılar, tümüyle bilimsel-sınıfsal bakışı çöpe atıp, hem sosyalizm mücadelesini ve hem de ekonomik -demokratik mücadeleleri aralarında Çin Seddi olan tekil olgular olarak ele alarak, Türkiye'yi tekil olguların mozaiği olarak göstermek için gerçeklerin etrafında döndürdükleri yarım doğrularla, sinsi yalanlar ve yanlışlar üretiyorlar!
Oysa devletin, yani Türkiye "Cumhuriyeti"nin, tekil olguların mozaiği olmadığı açıktır; devlet bu tekil olguların toplamının ifadesidir; öyleyse mücadele de toplam olmalıdır. Bu da, devletin bir tarafın lehine, çelişkileri bastırmak için var olduğunu unutmamak demektir. Çelişkiler ne denli büyükse devlet de o derece güçlenmek zorunluluğu duymaktadır. Dolayısıyla devletin gücünü, çelişkileri bastırma işlevi belirliyor. Çelişkileri bastıramazsa devletin gücünün zayıfladığı açıktır. Bununla birlikte, devlet antagonist çelişkilerin ürünüyse, gerçekte devletin en güçlü olduğu ölçüde güçsüz olduğunu da kabul etmek zor olmamalıdır.
Öyleyse bugünkü rejimin gücü aslında güçsüzlüğünün ifadesidir ve 27 Mayıs ile 28 Şubat'a düşmanlık üzerinden politika üretmesi, bu güçsüzlüğünün yansımasıdır. Gücünü artırmak istiyor ve artıramazsa, güçsüzlüğünü örtmek istemektedir!
İşte 12 Eylül ile birlikte reankarne olarak veya metamorfe olarak "demokrat" bir suretle dünyaya yeniden gelmiş sahte sol gömlekli aktörlerin veya grupların, devam eden 12 Eylül rejiminin hedef tahtası olan 27 Mayıs'ı topa tutmalarının kıymet-i harbiyesi buradadır; hem "solcu"luklarını kanıtlamaya çalışmakta ve hem de rejimin güçsüzlüğünü örterek, rejime, onun yanında olduklarının ve yeni 12 Eylül rejiminde yeni görevlere hazır olduklarının mesajını vermektedirler.
27 Mayıs'ta, Bütün hazırlıklarını toplumun "başıbozuk" devrimcilerinden ayrı tutmaya çalışarak ama tarihin ve birikimin bir cilvesidir, ayrı tutamayarak sürdüren genç subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs İhtilalı, halkın gerçekleştirdiği bir devrim olmamakla birlikte, son tahlilde bir burjuva - demokratik halk hareketidir; 27 Mayısçı subayların halktan ayrı olmayan bir Kemalist çizgileri olduğu açıktır; ancak bundan ayrı bir kanalda ve belki paralel olarak, halkın içinden devrimci bir hareketin kabardığı ve sonuca birlikte gidildiği de olayların akışından belli oluyor.
Ne yazık ki Atılımcılar, Mısırda Mursi'yi deviren kalabalıkları görmezden gelip, bunu demokrasiye darbe olarak gören Mursi yanlısı kalabalıkları  görmeyi tercih ettikleri ve sosyalistlik saydıkları gibi, 27 Mayısta iğne atılsa yere düşmeyecek denli Kızılay Meydanı'nı dolduran büyük kalabalıkları ve tıpkı "Gezi Eylemcileri" nin sesine ve direnişine sessiz kalmayan halkın, polisin ölçüsüz ve kin dolu saldırısına karşın, inatla ve kararlılıkla haykırdığı gibi, Kızılay Meydanı'nı inletircesine "Sen oyna diktatör, sen oyna!" diye haykırdıklarını hatırlamak istemediği için ve bunun doğal uzantısı olarak, şimdi "gezi parkı eylemleri" çerçevesindeki halk hareketinin kuyruğuna takılmanın ikircimliği içinde, 27 Mayıs'a dair gerçeklerin üzerinden atlarlarken, sanki yiğidi öldürüp hakkını veriyormuş misli, 27 Mayıs'a dair yarım doğrularla gerçeklerin üzerini karartmaya ve bunu sosyalistlik olarak göstermeye çalışıyorlar!
Peki demokrasi nedir ki? Başka ifadeyle, eninde sonunda toplumsal çelişkilerin harekete geçebileceğini anlatan bir devlet durumu değilse demokrasi nedir ki? Atılımcılar bu soruyu hiç sormuş mudurlar?
Öte yandan burjuva devrimi nedir ki? Her burjuva devrimi, tarihsel anlamda ne kadar ilerici renk taşırsa taşısın, hep burjuva devletin gücünü artırmak yönünde işlemiyor mu?
Buradan hareketle 1908 ve 1920 devrimleri ve elbette 27 Mayıs ihtilali, Türkiye'de devletin gücünü artıran, modern devletin doğuşunun önemli aşamalarını göstermiyorsa, başka nedir?
Diğer yandan, bütün bunlar sınıfların varlığını yalnızca ekonomik sonuçlar olarak düşünmemek gerektiğini; aynı zamanda kavgacılığının da önemli olduğunu düşünmek gerektiğini; başka ifadeyle kavga etmesinin sınıfların varlığını haber veren ve gösteren özellikler olduğunu düşünmek gerektiğini göstermiyor mu?
Ancak içlerinde volkanların patladığı aşikâr olan işçi sınıfı ve emekçilerdeki, yoksul halktaki bu sessizliği de düşünmek gerekmiyor mu?
Bu sessizliğin nedeni,12 Eylül rejiminin hedef tahtasına oturttuğu kendine ait çelişkilere ki bunlar 27 Mayıs misli tarihsel olgulardır ve devletin toplamından bağımsız, tekil olgular olarak ele alamayacağımız ağırlıktadırlar, ok atarak asıl çelişkilerin üzerini örtmek olmasın?
Ayrıca, Atılımcılar, tıpkı birçok lider ve bir çok hükümet-muhalefet eskiten ve artık sonuncusuna dayanan bir devamlılık içinde olan 12 Eylül rejimi gibi bir devamlılık içindeki İsmet Paşa ve Bayar Menderes döneminin, 1920 Devrimini izleyen restorasyon döneminin bir başka halkası olduğundan da ve hatta belki Menderes dönemini sağda ve solda önemseyen değerlendirmelerden de bihaber görünüyorlar! 
Dolayısıyla, "komünizmle mücadele dernekleri" bir yana, hapishaneleri TKP militanları ile dolu olan, sendikaların seslerini duyuramadığı, grevin yasak olduğu, neredeyse kütüphanelerde kitap okuyan öğrencilerin bile gözaltına alındığı bir tarih kesitinin ifadesi olan Demokrat Parti dönemini, tek parti diktatörlüğüne karşı "demokrasi" saymalarının da kuvvetle muhtemel olduğunu düşünmemiz haksızlık olmaz!
Bununla birlikte 27 Mayıs'a giden yolun uzun olduğunu ve başında 1940 yıllarının ortasında, ordu içinde CHP lideri İsmet İnönü'yü devirmek isteyen bir gizli örgüt olduğundan; bu örgütün ilerleyen zamanda 1954 yılında Bayar Menderes iktidarını devirmek isteyen gizli örgüt içinde kaybolduğundan da bihaber görünüyorlar!
Burada, "çokbilmiş" Atılımcılara hediye ama gerçeklerin peşinden koşanların kulaklarına küpe niyetine, 27 Mayıs'a 27 Mayıs'ı 12 Eylül'den ayıran önemli farklara dair bazı somut, nesnel ve tamı tamına gerçek olguları hatırlatarak çok mu abartmış olurum bilmiyorum ama hatırlatmayı borç biliyorum;
1- 27 Mayıs, muhalefet edenlere karşı değil, hükümet edenlere karşıdır!  Egemen, yani yönetici sınıfların iki ayrı bloğundan birinin ötekine karşı gerçekleştirdiği bir darbe değildir.12 Eylül ise tamı tamına muhalefet edenlere karşıdır! Buna karşın 12 Eylülcülerin, iktidar partisi ile muhalefet partisine halkın muhalefetine karşı yeterli önlemleri almadıkları için kızdığını ve cezalandırdığını biliyoruz!
2-27 Mayıs, Genel Kurmay Başkanı'nı tutukladı, yargıladı ve mahkûm etti! Hatta Hükümet Başkanını idam etti. Ama halktan kimseyi ne idam etti, ne de zindana attı. Ne sendikalar dokundu, ne üniversiteler ve aydınlara, aksine üniversiter yapının daha çok özerkleşmesini sağladı. İktidar partisi ve başkanı dışında kimseye dokunmadı. Demokratik kitle örgütlerine hiç dokunmadı.12 Eylül ise Genel Kurmay Başkanı tarafından gerçekleştirildi ve Genel Kurmay Başkanı'nı Devlet Başkanı yaptı! Onlarca ve bazıları çocuk yaştadır, yaşı büyütülen de vardır, genci idam etti; aydınları, tarihinde görülmedik şiddetle tasfiye etti; Türk-İş'e dokunmadan, DİSK'e geri dönüşsüz dokundu; nerdeyse bütün sendikacıları ve bütün legal parti yöneticilerini tutukladı; hatta Barış Derneği yöneticilerini bile tutukladı; bütün partiler yanında, bütün demokratik kitle örgütlerini yasakladı; kapılarına kilit vurdu, yöneticilerini zindana attı; yani demokrasiye dair ne kaldı ise hepsinin kapılarına kilit vurdu, olmadı, kendine bağladıkları hariç, hepsini dümdüz etti.
İlk iş olarak bir, İmam hatipleri yaygınlaştırdı, önünü açtı ve İslam Konferansına temsilci gönderdi, sonradan topa tutacağı yüksek komutanlar eliyle Türk-İslam Sentezini hem sivillere ve hem askerlere yönelik olarak yerleştirme politikası izledi; iki, 27 Mayıs'ı her anlamda yasakladı, hafızalardan bile silmeye çalıştı; velhasıl Türkiye'yi 27 Mayıs'ın gerisine çekmeye çalıştığının işaretlerini verdi; ancak bunun için sürdürdüğü restorasyonu için gerekli yasal düzenlemeleri en tam ifadesiyle kotaramadı; bu, 12 Eylül rejiminin en son yönetimine kaldı ve en yüksek hızda restorasyona devam edildi.
3-27 Mayıs, siyasi tutukluları serbest bıraktı. 27 Mayıs sabahı, daha önceki dönemde özgürlük mücadelesi verdikleri için hapse atılmış olanları serbest bıraktı.12 Eylül ise zindanları kitlesel olarak doldurdu ve zindana attıklarından asamadıklarını, büyük bir ikiyüzlülükle, çoktan hücuma geçtiği Kemalizm ile son bir kez daha terbiye etmeye çalıştı; yetmedi sol/sosyalist hareketi topyekun ortadan kaldırmak üzere, Kemalizm’in kökünü kurutmayı politika saydı ve kendine bağladığı "demokrat" solcularla bütün günahları Kemalizm’e yükleyerek, bütün azameti ile keskinliğini göstermek için can atan emek-sermaye çelişkisini ve bu çelişkiye tabi olan diğer çelişkileri, Kemalizm’le bağlı "demokrasi-darbe" çelişkisine bağladı veya bu çelişkinin peşine taktı.
4-27 Mayıs, Türkiye'de demokratik devrimin son aşamasıdır! 12 Eylül ise Türkiye'de devlet biçimini, 27 Mayıs'ın gerisine çekme girişimi ve Kemalizm’in defacto sonu oldu!
12 Mart mı? Burjuva demokratik devrimlerin, tarihsel anlamda ne kadar ilerici renk taşısa da, eninde sonunda burjuva devletin gücünü artırma yönünde işlediği aksiyomunu kanıtladı; devlet gücünün zayıflamasına karşı harekete geçildiğini açıkça gösterdi! Ancak sol bekleyişlerin çok yüksek olduğu bir zamana denk geldiği için, ikircimli yapısı ile rengini geç gösteren 12 Mart'tan kitlesel bir darbe alınmadan çıkıldı! Ancak 12 Mart,1961 Anayasasını "lüks" ilan ederek yapılması gereken işleri 12 Eylüle bırakıp, sahneden çekildi.
12 Eylül, daha 12 Eylül'e gelmeden çok önce yorgun düşen solun üzerine geldi ve kendi başarısı değil, solun başarısızlığı,12 Eylül'ü hiçbir dirençle karşılaşmadan ve buna rağmen sınıf kini yanında ırkçı kinini şiddetine katarak kanlı bir şekilde ilerletti ve demokratik kurumlarına geri dönmüş gibi örtük faşist karakteriyle yerleşmesini kolaylaştırdı!
Böylece daha önce  Sovyetler Birliğine dayanarak geri kayan, sosyalizm adına Sovyetler Birliğine düşmanlığı politika sayan "sosyalist"lerin yerini, 27 Mayıs'a dayanarak devrimcilikten geri kayan ama sosyalistlerin en iyi demokrat olmalarını istemeyi ihmal etmeyen sahtekârlar aldı!
Bu net gerçekleri kırpa kırpa, küsuratlarını ortaya sürerek 27 Mayıs İhtilalının gerçek sınıfsal içeriğinin üzerinden atlayanlar, 27 Mayıs'ın gerçek niteliğine işaret edenleri, hem de ölçüsüzce ve hatta kabahatini açık eden "merd-i kıpti" misli, 27 Mayısın demokratik kazanımlarının ifadesi olan burjuva demokrasisini öne çıkarmalarını, kapitalizmi savunmakla eş değer gösteren suçlamalarının kolaylaştığını sanmaktadırlar.
Oysa sosyalist olmak bir yana, aklı olan pekâlâ görür ki bugün 27 Mayıs'a dair net gerçeklere sahip çıkmak, tekelci düzene, dolayısıyla 12 Eylül rejimine karşı sosyalist iktidar mücadelesi yürüyüşünün içindedir; en azından, günde 24 saat dillendirilerek uzaklaşılan demokrasi mücadelesinin içindedir.Bu anlamda, bu suçlamalar, yatıp kalkıp burjuva demokrasisi önünde secdeye varanların ağzında komik bir lakırdıdan öteye geçmiyor! Demokrasi lafızlarının ikiyüzlülüklerinin örtüsü olduğunu da göstermiş oluyor.
Hem burjuva demokrasisini savunup, hem de sosyalistleri her türlü toplumsal dinamikten uzaklaştırmaya çalışmak, bunun için türlü şeytanlıklara girmek burjuva bakışının ürünüdür. Burjuva bakışının ürünü eğer emekçi sınıfların içinde dolaştırılmaya çalışılıyorsa bunun adı oportünizmdir. Bunun uzantıları sosyal şovenizm olarak ulusal sorun konusunda da kendisini göstermektedir. Bir taraftan emperyalizmin gerici milliyetçi karakterinin bir başka yansıması olan kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi pompalamak, bunun için Marksist görünmek; diğer taraftan ulusal kültüre, ulus devlete aşırı vurgu yapmak, olmadı,"komün" ile örtmek, bunun yaparken de Leninist oluvermek; gerçekte ise UKKTH'nı savunmayı, emperyalistlere, tekellere onların hükümetine ve Kürtlerin işbirlikçilerine, ağalarına, beylerine gerici şeyhlerine bırakmak, işte bu da tam bir Ali Cengiz oyunudur
Diğer yandan sosyalizm çağında,demokratik devrimlerin, 27 Mayıs'ın dersleriyle bu gün daha net görülüyor ve anlaşılıyor ki, en büyük düşmanlığı, sola karşı oluyor. Demokratik devrim, zaman içinde ne kadar geç gelirse, başka ifadeyle sosyalist hareket ne kadar gelişmişse, düşmanlık o ölçüde şiddetli oluyor. Bu ise dış politikada kendini ABD emperyalizmine bağlılık olarak gösteriyor.
Bunu 27 Mayıs 1960 sabahı yönetimi alan gizli örgütçü subaylar, radyodan NATO'ya ve CENTO'ya bağlılıklarını ilan ederek ve bununla yetinmeyip Amerikan elçiliğinin kapısının altından aynı bildiriyi atmayı ihmal etmeyerek gösteriyorlar!
Bunun içerdeki sonuçları da var; Menderese eleştirisi ile öne çıkan Cemal Gürsel, Milli Birlik Komitesinin başında iken, komünizmle mücadele için kurulan derneğe fahri başkan olmaktan geri durmuyor; ancak gördüğü yoğun tepki nedeniyle çekiliyor.
27 Mayıs İhtilalını gerçekleştiren gizli örgütçü subaylar, programlarını 1960 yılında gerçekleştiremiyorlar; daha sonraki yıllarda TİP-YÖN hareketi -MDD' cilerden oluşan üçleme, bu programı, kitlesel atılımlarıyla gerçekleştirme sürecini başlatıyor.
Türkiye'de sosyalizm düşüncesi,1960 ihtilalinden sonra, ekonomik yaşamın akılcı organizasyonuyla hızlı bir modernizasyonu gerçekleştirmenin hem ideolojisi ve hem de eylem yöntemi olarak ortaya çıkıyor; özellikle üniversite profesörleri, yazarlar, gazeteciler ve eski marxistler, sosyalizmin sözcüsü oluyorlar. Profesörler, öğrencileri ile beraber Marxizmi öğreniyorlar. Ekonominin artırılması, ekonomik ve siyasal yaşama artan katılım, çalışmaya saygı, sosyal-adalet, bunların hepsi sosyalizmin başlıca hedeflerini oluşturdular. Ancak Türkiye'de demokratik durumun tadının alınmaya başlandığı bu dönemin karşısına 12 Mart önlemi konuluyor.
27 Mayıs'ın örgütleyicileri, 27 Mayıs ihtilaline sürüklenmenin, dolayısıyla Türkiye'nin bir ihtilale sürüklenmesinin nedenlerini şöyle açıklıyorlar;
"Memleketin bir ihtilale sürüklenmesinin nedenlerini araştırmak için, Atatürk'ün ölümünden sonraki dönemden başlamak gerekir. Çünkü 27 Mayıs,1938'den 1960'a kadar geçen yirmi iki senelik tarihi gelişmemizin bir sonucudur."(Orhan Erkanlı- MBK üyesi-sorunlar, sorumlular)
Doğrudur, Mustafa Kemal'in ölümünden sonra ki Restorasyon süreci'nin yarattığı umutsuzluğun ve bu umutsuzluğun yarattığı tepkinin, 27 Mayıs'a büyük etkisi var. Böyle bakılınca, 27 Mayıs salt bir askeri hareket olmaktan çıkıyor; çıkartmak gerekiyor.
İhtilal yolu, günlük yaşamdaki dengesizlikten geçiyor. Elini taşın altına koymaktan kaçınan ve kolaycılığı seçen kariyeristleri ayırırsak, bu her zaman oluyor, ihtilal yoluna girmek için, günlük ve somut yaşamda, çözümü gereken doyumsuzlukların bulunması zorunlu oluyor; ihtilalci bilinci, günlük ve somut düzensizliklerin giderilmesinin, yönetimin ancak kapsamlı bir eylemle toptan ele geçirilmesiyle mümkün olduğunun kavranmasıyla geliyor.
1960 yıllarının önde gelen öğrenci aktivistlerinden Teknik Üniversite Öğrenci Birliği'nin başkanı olan Harun Karadeniz'in deneyimleri burada önem kazanıyor, "Olaylı Yıllar ve Gençlik" kitabında şöyle anlatıyor; "Cemiyet çalışmalarımız önce tamamen öğrenci sorunlarıyla başladı ve sonra yurt ve dünya sorunlarıyla bütünleşti. Her bilinç düzeyi bir eylemi ve her eylem bir bilinci getiriyordu. İşte 1960-1970 dönemini böyle yaşadık"
Ordu ile toplumu, ayıranlar çoktur, ama ayıramıyoruz; toplum ısındıkça orduyu etkilememesi mümkün olmuyor. Mümkün saymak ise bilime sığmıyor.
Türkiye’de bu, uzun süredir ve hâlâ devam eden bir olguyu hatırlamamızı gerektiriyor; Türkiye'deki ilericilik-gericilik kavgasını, bilimsel bakışı yerleştirmek isteyenlerle, Türkiye'yi tekil olguların mozaiği olarak görmek isteyenler arasındaki kavga geliştiriyor.
Tarih bilmemek de önemli yer tutuyor ve tarih bilmeyenler, toplumsal dinamiklerdeki gelişme ve oluşumları bir yana bırakarak, Türkiye'nin içine girdiği restorasyon sürecini, bir yandan ABD emperyalizmi ile yakınlaşmayı, diğer yandan rejimi muhafazakar Kemalistler olarak nitelendirilebilecek Demokrat Partiye devredebilmek için her türlü önlemlerin alınmasını, Demokrat Parti muhalefeti dışındaki bütün muhalefete  kapıların sımsıkı kapatılmasını, yalnızca, Mustafa Kemal'in vakitsiz ölümüne bağlıyor;
Bu da sığlığı artırıyor. O kadar öyle ki, en başta sosyalist sol olmak üzere sol, Menderes yönetimini, bir karşı devrimin ifadesi olarak alma eğilimi ile en azından çıkışında, tek parti diktatörlüğüne karşı demokratik bir çıkış olarak ele alma ve hatta ittifak arayışına girme eğilimini birlikte yaşıyor.
Devam eden yıllarda ve hâlâ bu eğilim ve anlayışların simetrilerinden hatta taklitlerinden kurtulunamıyor.
Bu gün hâlâ asıl sorunun ve tehlikenin üzerini örtmek için bu simetrik eğilimler, 27 Mayıs ihtilalinin gerçek içeriğinden uzaklaşmak üzerinden sürdürülüyor ve yayılıyor.
Oysa politika ile ilgilenmek ve toplumun ekonomik ve siyasi gidişatına müdahale için  hazırlanmak, Türk ordusunun geleneğinde var; toplumdaki tartışma ve çatışmaların derinleştiği zamanlarda, ordu bu tartışmaların etkisiyle politize oluyor.
27 Mayıs'a giden yoldaki gizli örgütçüler ve 27 Mayıs'ı gerçekleştirenler, hep dayanak arıyor; dayanakları CHP ve hiyerarşik komuta düzeyidir. İhtilal yolunun riskli bir yol olduğunu ve yüreklilik gerektirdiğini, çünkü sonunda kaybetmek olduğunu biliyorlar ve bilincindeler; dayanak arayışlarının nedeni budur ve riski dağıtmış olacaklarını düşünüyorlar.
Ancak CHP yönetimi, İnönü, ihtilale dayanak olmayı istemiyor ve reddediyor.
27 Mayıs İhtilalcilerinin muhtelif zamanlarda ve toplantılarda almış oldukları ama hiç yazılmamış olan prensip kararları, 27 Mayısçıların fikirlerini vermede bir kaynak oluyor, bazıları şöyle;
İhtilal kansız olacak, suçlular özel bir mahkemede yargılanacak.
Dinin politikaya alet edilmesi, din istismarı derhal önlenecek, uluslararası bir İslam konferansı toplanarak dinde reform imkânları araştırılacak.
Planlama teşkilatı kurulacak. En kısa zamanda, sosyal, ekonomik ve kültürel konuları kapsayan "milli kalkınma planı" hazırlanacak ve uygulama bu plan dahilinde yürütülecek.
Atatürk devrimleri müsamahasız uygulanacak. Kemalizm ilmi bir doktrin haline getirilecek.
Silahlı kuvvetler, üniversite, basın, devlet teşkilatı gibi temel müesseselerden başlanmak üzere, kamu hizmeti gören bütün kuruluşlar, reorganizasyona tabi tutulacak.
Hazırlanacak milli kalkınma planı ile koordineli bir şekilde, sosyal ve ekonomik konularda gerekli görülen reformlar yapılacak.
Manevi boşluğumuzu dolduracak, bölge, din, ırk, mezhep ayrılıklarından doğan parçalanmaları önleyecek, milli birliği kültür ve ülkü alanında sağlayacak önlemler alınacak.
Sosyal adalet ve sosyal güvenlik temin edilecek. İşsizlik, ihtiyarlık ve sağlık sigorta sistemi bütün vatandaşları içine alacak biçimde tesis edilecek.
Dış politikada, mevcut anlaşmalara sadık kalınacak ve daha bağımsız bir politika izlenecek.
Özel teşebbüs ve devletin faaliyet sahalarını ayıran, devletçiliğe öncelik veren bir ekonomik sistem uygulanacak.
Ağalığa son verilecek, gerekirse doğu ile batı arasında insan mübadelesi yapılacak.
Zamanı gelince serbest seçimler yapılacak, iktidar, kazanan partiye devredilecek.
Engels, " 'Terör saltanatı' döneminde, Paris'in 'malı mülkü olmayan' kitleleri, bir ara yönetimi aldılar ve böylece burjuvaların kendilerine rağmen, burjuva ihtilalini zafere ulaştırdılar." derken, burjuva ihtilalinin özünün, barajın tümüne sığmayacak bir kitlenin, açılan küçük bir kapaktan girmek istemekle başlayıp, girerek, barajı dağıtması olduğunu anlatıyordu.
1789 Fransız İhtilalinde, iktidarın asillerden burjuvaziye devredilmesini, Jakoben diktatörlüğü gerçekleştirdi. Bu, tarihin kaydettiği en gelişmiş burjuva ihtilalinde, Jakobenizm, burjuva iktidarın ilk ve plebyen tarzda gerçekleşmesinin yöntemi oldu. Her yerde burjuvazi, Jakobenizm korkusunu yaymayı, iktidarını güvence altına almanın en güvenilir yolu saydı.
Türkiye'de egemen sınıflar, Türkiye kapitalizminin iç sorunlarını çözmede ve kapitalizmin aşama kaydetmesinde burjuva demokratik iktidarın yerleşmesinde yol ve yöntem olan 27 Mayıs'a hücumla 27 Mayıs korkusunu yaymayı iktidarını güvence altına almanın en güvenilir yolu ve yöntemi saydı
Demokratik devrim, Jakobenizmi iterek, kendisini geri çekti ve hâlâ çekiyor.
Burjuva -demokratik devrimlerin, yönetenler arasında bir başkaldırı ve çekişme ile başlaması, bunu bir patlamanın izlemesi, Engels'in sözleriyle, hasat için olgunlaşmış burjuvazi için, kazanımlarını elde etmek için bile, tamı tamına 1783 tarihinde ve 1848 yılında olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülmesi zorunluluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.
İşte böylece, ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine, zorunlu olarak, burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor. 
Burjuva demokratik devrim, hem ileriye doğru ve hem de geriye doğru kendisini aşıyor. Burjuva alanı zapt edebilmek için önce ileriye uzanıyor; arkasından, tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekiliyor.
27 Mayıs nezdinde gerçekleştirilen Kemalist renkteki burjuva ihtilali, demokrasinin en yüksek noktasını ifade ediyor; ancak bu noktadan itibaren burjuvazi kendini hızla kendi tarihinin bile gerisine çekmeye başlıyor!
Bugün bu geri çekilmenin en son eşiğinde yaşıyoruz ve sağlam gözlerle ve aklımızı da katarak bakarsak, tarihsel olarak burjuva toprakların çok çok gerisinde, bir cahiliye düzeninde olduğumuzu görebiliriz!
Fransız Devrimi, Robespierre'den sonra, İhtilali ciddiye alarak "Eşitler Cumhuriyeti" kurmak isteyen Babaeuf'ü de giyotine göndermekten geri durmuyor. Burjuva - demokrat Batı Avrupa,  19.yüzyılın ilk yarısında, korkuyu sosyalistlerden değil, demokratlardan duyuyor. Ancak ikinci yarıdan sonra sosyalistler korkutan oluyorlar.
Demokratik devrimlerin doğduğu ve gerçekleştiği ülkelerde gerilemesi, bir kaçınılmazlık varsa ki olduğunu biliyoruz, dünya ölçüsünde gerilemesi demektir.
Karl Marx, 1848 İhtilalinden beş yıl önce, kendi ülkesi hakkında  şöyle yazıyor, "Diğer ülkelerin ihtilallerine ortak olmamakla birlikte, çağdaş ulusların restorasyonlarını paylaştık."
İşçi sınıfının, burjuvaziden bağımsız siyasal eylemlere hazır olduğunu göstermesinden sonra, kapitalizm dünya ölçüsünde daha açık bir biçimde restorasyon ihraç etmeye başlıyor.
Kapitalist devrimlerini daha geç,19.yüzyılda gerçekleştiren Almanya ve Japonya, Birinci Savaş'tan sonraki bunalımlı yıllarda uzun faşist deneyimler geçiriyor; Aynı biçimde sanayileşme sürecini 19. yüzyılın son yıllarında hızlandıran Rusya'da 1905 Devrimi denemesinin ardından "Stolipin Reformları" adı altında büyük bir gericilik yaşıyor. 1789 ve 1848 Fransız devrimleri, taklitçilerini Avrupa içinde bulmuşlardı.1905  yılındaki Birinci Rus Devrimi ise Avrupa'da hiç yankı uyandırmadı, fakat taklitçilerini Asya'da buldu. Devrimden sonraki bir kaç yıl içinde peş peşe İran'da, Türkiye'de ve Çin'de devrimler meydana geldi.
Diğer büyük Avrupa -Asya ülkelerinin faşist yazgılarından uzak kalmaları, Birinci büyük savaşın üçüncü yılında Rusya'da bir sosyalist ihtilal gerçekleştiği içindir.
Marx,1848 devrimlerini incelediği çalışmasında,"Prusya'da Mart 1848 İhtilalinin amacı, istek olarak meşruti monarşiyi ve gerçekte burjuvazinin yönetimini kurmak idi. Bir Avrupa ihtilali olmaktan çok uzak, yalnızca, bir geri ülkede bir Avrupa ihtilalinin güdük yansısı oldu."diye yazıyordu.
Bu, evrensel düzeyde ve teorik olarak, demokratik devrimi geriletici dinamiklerin hareket halinde olduğunu göstermektedir.
Gerçekten de Fransız Devrimi, kendi türünün, en yoğun, en gelişmiş ve en şiddetli uygulaması olmuştur; Fransız Devrimini izleyen devrimler, hep geride kaldı ve bazı çizgileri eksik gelişti.
Yirminci yüzyıl Türkiye'sindeki toplumsal hareketlilik içinde,1908 tarihli Meşrutiyet Devrimi ile 1960 tarihindeki 27 Mayıs Devrimi birer genç subay hareketi idiler. Her ikisi de, komuta kademesinin dışında ve onu geçerek gerçekleşti.
Her şey açık ancak bu açıklığı kapatmak için misyon yüklenenler ve bunu sol gömleklerini çıkarmadan sürdürmeye çalışanlar hâlâ çoktur ve şimdi yeni rejime adapte olmak isteyen bu sahte sol gömlekli yeni mürteci aktörler ve dinamikler, yeni rejim tarafından dışarı atılacaklara salvo atışı ile yeni rejimdeki yerlerine hazırlanmaktadırlar; Atılımcıların bu hazırlığın içinde olup olmadıklarını bilmiyoruz, ancak Atılımcıların 27 Mayıs üzerinden ortaya saçtıkları akıl karıştıran ifadelerinden pek de doğru bir güzergahta yol aldıklarını göremiyoruz!
27 Mayıs'ı tarihselliğinden ve sınıfsallığından ayırırsak, üstüne üstlük, devletin devamlılığından bağımsız, tekil bir olgu olarak ele alırsak, mücadele toplam değil, tekil olur ve dolayısıyla tarihsel -nesnel olmaz ama beyhude olur; dolayısıyla toplamdan ayırdığımız 27 Mayıs'a salvo ateşi yaparken, toplamı oluşturan diğer olgular atı alarak Üsküdar'ı geçerler ve arkasından baka kalırken, 27 Mayıs olgusunun altında kaldığımızı fark etmeyiz bile!
Öyleyse yol yakınken, Atılımcı baylar, şapkalarını önlerine alarak asıl maharetin nerede olduğuna karar vermeliler; ama önce 12 Eylül rejimi'nin hedef tahtasına koyduğu 27 Mayıs ve türleri olan çelişkilerine ok atmanın veya kuyruğuna takılmanın maharet olmadığını görmeleri gerekir; bunu görmezlerse asıl maharetin ne olduğunu görmeleri mümkün değildir!
Bu kadar ve bir kaç soru ile bitiriyorum, 27 Mayıs'a düşmanlık üzerinden solculuklarını ve sosyalistlerini tescillemek isteyen ama faşizme karşı demokrasi için ortalığı ayağa kaldırırken sosyalizmden epey bir uzaklaşanlar, hiç düşünmüşler midir ki, şu soru akıllarına gelsin?
Soruyu soracağım ama insafsız olduğum düşünülmesin diye bir kaç ipucu vermek istiyorum.
İpuçlarıma demokrasinin devletin ortaya çıkışıyla yaşıt olduğunu ve tamı tamına devletin hallerinden biri olduğunu hatırlatarak başlıyorum; ilaveten, demokrasinin, çelişkileri ortadan kaldırma sürecini ve bu sürecin kurumları yanında, çelişkilerin sürekliliğini anlattığını da ekleyebiliyorum; buna ilave edeceğim diğer olgu ise, çelişkinin yalnızca yönetenler ile yönetilenler arasında sürmediği, aynı zamanda, aynı yoğunlukta olmasa da, yönetenler arasında da çelişkilerin var olduğudur.
Bu olgu ise bize, faşizmin tanımında kolaylık sağlıyor. Şöyle; faşizmin, yönetenler arasındaki çelişkilerin etkisizleştirildiği bir devlet durumu olduğunu; buradan hareketle yönetenler arasındaki çelişkinin etkinliğinin, devletin, yönetilenlerden kaynaklanan çelişkileri ortadan kaldırma hızını kestiğini gösteriyor.
Demek ki faşizm ile demokrasinin, aynı devletin iki ayrı hali ve hareketliliği olduğu anlaşılıyor; yani söz uygunsa, biri hızlı hareket etmeyi diğeri yavaş  hareket etmeyi ifade eden bu iki devlet hali, birbirleri ile kardeştirler ve burjuvazinin çocukları oluyorlar!
Bu da bonus olsun; bir de komünistlerin, burjuva rejimin "onaylanması”nı, tarihsel açıdan, yani geleceğe oranla değil, geçmişe oranla göz önünde tuttuklarını hatırlayalım! Hadi biraz daha açalım, açalım ki beklediğimiz cevap da en tam ifadesiyle doyurucu ve netleştirici olsun!
Yani komünistler, burjuva demokratik rejimi, burjuva feodal mutlakıyet rejimine oranla onayladığını söylemekten hiçbir zaman korkmamıştır ve hiçbir zaman korkmayacaktır.
Ama komünistler, burjuva cumhuriyeti, yalnızca sınıf egemenliğinin son biçimi olarak, yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımına en elverişli alan olarak "onaylarlar"; onu, hapishaneleri ve polisi, mülkiyeti ve fuhuşu nedeniyle değil ama bu sevimli kurumlara karşı geniş ve özgür bir savaşım ereğiyle "onaylarlar."
Öyleyse sorumuz geliyor;
Burjuvazinin çocuklarından kötü olanı olan Faşizme karşı, burjuvazinin iyi olanı olan diğer çocuğu demokrasiyi koyarak iyi bir şey yapıyorsak; bu günkü faşizmin şeriata dayalı ve feodal renkler veren devlet durumunun karşısına, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımında en elverişli alan olan burjuva-demokratik cumhuriyetini koymakla neden iyi bir şey yapmış olmuyoruz? Yoksa iyi bir şey yapıyoruz da bu burjuva cumhuriyet bize az çektirmediği için, biriktirdiğimiz kin nedeniyle bu iyi bir şeyi içimize mi sindiremiyoruz? 
Ve son soru; önceki soruların cevabında takılmadı isek, tarihinin gerisinde kalan 27 Mayıs'la kavga etmek mi sınıfsal ve akılcıdır, yoksa tarihsel olan, yani yaşadığımız gerçeğin ta kendisi olan, yani nesnel bir gerçeklik olan şeriata dayalı faşist 12 Eylül diktatörlüğüne karşı en tam ifadesiyle mücadele perspektifi mi sınıfsal ve akılcıdır?
Ve her halde Atılmcılar bile, bunca netleştirici ifadeden sonra, 27 Mayıs ile kavga etmenin, şeriata dayalı faşist 12 Eylül diktatörlüğüne karşı en tam ifadesiyle mücadele etme perspektifine sığmayacağını anlıyor olmalılar!

Fikret Uzun

17 Ekim 2013