14 Mayıs 2018 Pazartesi

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR III


BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR III
Seçim Sathı Mailinin Yüklediği Görevlerden “BOYKOT” Sathı Mailine Savrularak Sıyrılmak Mümkün müdür?
Değerli yoldaşım, daha önce de yazmıştım, bu günlere, tıpkı Fransız ihtilalinin ardından egemenliğini pekiştirmeye çalışan burjuvazinin, halk karşısındaki egemenliğini korumak için soyluluğa ve feodal-bürokrasiye bırakması gibi, 12 Eylül ile beraber, Kemalistlerin, sosyalist hareketi peşlerine takarak yok edemeyeceklerini anlayınca, yönetimi gerici, dinci akımların eline teslim etmeleriyle gelinmiştir.
Önemli ve azımsanmayacak adımlar atarak geldikleri eşikte eşelenip durmakta ama bir türlü öteki tarafa geçememektedirler ki ne Türkiye ve halkı, ne bölge ve halkları yanında yönetimleri, ne de emperyalist dünya dünkü gibidir; üstelik emperyalist dünyada işler eskisine göre çok daha karışık ve ters gitmektedir.
İşte hem emperyalist dünyada, hem bölgede ve hem de Türkiye’de, egemenliklerini pekiştirmeye çalışan “büyük zenginler”, Kemalist yüksek kadrolara yaptırdıkları gibi, eşikte takılı kalan rejimi kurtaracağım derken, öyle ya da böyle işçi ve emekçileri, toplumun en geniş kesimini zapt-ı rapt altında tutmak ve sömürü çarkını döndürmek için onca zaman kullandığı cumhuriyetten de olmamak için, dinci akımların da ortak olduğu iktidar bloğunu, bu eşiğin gerisine çekilmesinde, çekilmek işine gelmiyorsa, bu eşiği daha sağlam basarak ilerlemek üzere geri çekecek ve geri çekerken egemen sınıfların sözünden çıkmayacak olan bir siyasi iradeye bırakmasında yarar görmektedirler.

Bu yüzden, daha önce şaibeli bir referandum marifetiyle onaylattırılan ve Türkiye’yi dejure otokratik bir rejime dönüştürmesi planlanan anayasanın geçerli olmasını sağlayacak seçimleri 2019’a bırakmışken, ani bir kararla ve bildirim ile erkene alındığı ilan edilmiştir.

Başka ifadeyle, hem ekonomik, hem politik, hatta hem de ideolojik olarak sıkışmış olan eşikte takılı “yeni” rejimin, kavga katsayısı artma eğilimi gösteren toplumsal güçlerin, otokratik bir anayasaya dönüş planlarını bozabilecek bir doğrudan devrim yoluyla laik bir cumhuriyete dönüş yolunda kavgaya tutuşması ihtimaline karşı, önemli oranda tamamlanmış ama eşiği aşamamış olan karşı-devrimi geriye çekmek, tahkim ederek daha sağlam adımlarla ilerletmek için toplumsal güçler âcil bir seçim sath-ı mailinde karşı karşıya getirilmiştir.

Yani, otokratik bir rejime dönüş ile laik bir cumhuriyet rejimine dönüşün onaylanacağı görüntüsü veren bir erken, baskın ya da Kılçer’lerin deyişi ile korsan seçim sathı mailinde toplumsal güçlerin karşı karşıya getirilmiş olması söz konusudur!

Bu, iktidar bloğu ile muhalefet bloğunun son dakikada onca zaman olduğu gibi, hep birlikte bu toplumsal güçleri ters köşeye yatırma ve eşikte takılı kalan otokratik rejimin eşiği atlamasının kotarılması ihtimalinden bağımsızdır; bu mümkündür ama tersi de yani geri çekilmesi öngörülen eşikten daha fazla geriye düşme ve eşiğe kadar getirilen karşı-devrimin bir doğrudan devrimle püskürtülmesi de mümkündür ve seçim süreci içinde, bu birbirleriyle kavgalı toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımlarına göre şekillenecek bir ihtimaldir.

Dolayısıyla toplumsal güçlerin karşılıklı yer alımı, iktidar bloğunu ve muhalefet bloğunu böyle bir ihtimale sevk eden bir durum yaratırsa, bu, toplumsal güçlerin bir tarafını otokratik anayasa yönünde kemikleştirirken, diğer tarafını laik cumhuriyet yönünde kemikleştirecektir ki, işte o zaman devrim yolu kuvvetli bir ihtimal olarak ortaya çıkabilir ve toplumsal güçlerin diğer tarafı bu yolda konuşlanmaktan başka çare görmeyebilir.

Bunu seçim sürecinde ortaya çıkan gelişmeler, olaylar, baskılar, sahtekârlıklar, uzlaşmalar, yasaklar vb. ve elbette bu sürecin hareketliği içinde eylemli bir bilinç mekanizmasının etkisinde kalan toplumsal güçlerin aydınlanmaları ve çıkarları için bilince uyanmaları belirleyecektir.

Öyleyse, dereyi görmeden paçaları sıvayıp, “BOYKOT”  eylemine atlamak kabul edilir bir tutum olmasa gerektir.

Kaldı ki, Nisan 2017 Refarandumundan bugünkü seçimlerin ne farkı var ki, o gün “boykot” değil, “hayır” mücadelesi kararı alındıysa, bugün neden “boykot” ihtiyacı öne sürülmektedir?

Bizim bilmediğimiz, göremediğimiz, TKH’nin bildiği ve gördüğü, tüm anayasal kanalların dışında dolaysız bir çıkış arayan ve bulan, zengin bir devrimci enerjiyle gericiliğe karşı kesintisiz atağa geçmiş kitlesel hareketlilik mi mevcuttur da “boykot” bir zorunluluk halini almıştır?

Birincisi şartlar değişmedi, dün de seçimler anlamsızdı, bugün de öyle ama dediğim gibi bu bir dayatma olsa da, seçimlerin hiçbir anlamı kalmamış olsa da, kitleler buna rağmen bu seçimleri, hem de oldukça heyecanlı olarak, kabul etmişlerdir; bununla birlikte, kitleler seçimlere karşı yükselen bir coşku taşırken, devrimci bir yükselişe inanmamakta, hatta aklına bile getirmemekte, böyle bir durumu beklememektedirler.

Böyle bir koşul mevcut olmadığı halde, düzenin sıkışmışlığının sonucu olarak, her türlü oyunu ve oyun içinde oyunu barındırdığı aşikâr olan, dolayısıyla seçim vasfını kaybetmiş olan bir seçim dayatmasını,”oyuna gelmeyelim”, bu seçimden “kurtuluş çıkmaz”,“ eşikte eşelenen rejimin onaylanmasıdır” bahanesiyle reddedip “BOYKOT”a savrulmak, olgulara sırtını dönerek, ihtimallere teslim olmak demektir; başka ifadeyle, oyun dışında pirinç ararken, oyunun içindeki bulgurdan olmak demektir.
Öyleyse, gericiliğin, az ya da çok yakın devrimci dönemlerin anısını ve geleneklerini, halkın kafasından silmeyi başarmasına izin vermemek için inadına hatırlamak gerekir ki, “geniş devrimci bir yükseliş dışında bir anlama sahip olmayan boykot, bir taktik çizgi değil, özel koşullar altında uygulanabilir olan bir özel mücadele aracıdır ve Bolşevizmi boykotçulukla karıştırmak, Bolşevizmi aktivizmle ya da boyevcilikle karıştırmak kadar yanlıştır…”
Diğer yandan, meselenin, bugünkü seçimlerin niteliği,”boykot”a kendiliğinden mecbur bırakıp, onu en devrimci iş olarak meşrulaştırıyormuş gibi sunulması son derece sakat bir tutumdur ki, ister istemez, kendisi de bir eğik düzlem olan seçim sathı mailinden, başka bir eğik düzleme ricat etmek istendiğini düşündürtmektedir.
Oysa bir komünist hareketin yüksekteki temsilcisi, boykota ilişkin son kararın, salt bugün dayatılan seçimlerin niteliğine bakarak değil, daha önceki deneyimlerin de göstermiş olduğu gibi, belli bir mücadele yöntemi olan boykotun uygulanmasına olanak tanıyan özel koşulların varlığına bakarak verileceğini pekâlâ bilir.
Öyleyse mecbur bırakıldığımız düşüncemizde haksız sayılmayız.
Çürümüş, kokuşmuş, vahşileşmiş burjuvazinin yobazizm önünde eğilerek, kendi yasallıklarının bile gerisine yönelecek denli ödlekliği, küçük burjuvazinin kararsızlığı, işçilerin liderlikten yoksunluğu, hatta sahtekârların, hainlerin, burjuva ajanlarının liderliğine mahkûm edilmişliği, gericiliğin iktidarı elden kaçırma korkusuyla ve günü kurtarma güdüsüyle izlediği dargörüşlü politikaları, hatta gericiliğin selameti için, bir ülkenin her anlamdaki tüm birikimlerini düzleme politikaları, takiyeci, sahtekâr hatta kör cahil bir tarikat şeyhinin eteklerini öperek kendine yer açmaya çalışan profesörlerin iki yüzlülükleri, sahtekârlıkları, cehalet kokan “analizleri”, en koyu muhafazakâr kesilebilecek kadar sahtekârlığı çapsızlığından daha çaplı olan işçi liderleri,”komünist”, “sosyalist”, “liberal”, “sosyal-demokrat” gömleklerini üzerlerinden çıkarmadan yeni-mürteciliğe savrulan liderler, egemen sınıflar istedi diye emir telakki edip, yönetiminde bulundukları laik (ne kadar kaldıysa) cumhuriyeti, çok gerisinde bir ilkel ortaçağ karanlığı ile değiştirmek isteyenlere teslim edip, üstüne üstlük, bir de emrine giren yüksek Kemalist kadrolar, işçiler, kent ve kır emekçileri, küçük esnaf,  memurlar göz göre göre barınaksız, sığınaksız, mücadele araçlarından yoksun bırakılırken sessiz kalan ve işler terse sarmaya başladığında, bir saylavlılığın koruyucu şemsiyesi altına girmek için koşarak kaçan “sendikacılar”, işçi “liderleri” ve daha nice hainlikler, sinsilikler…
Ve elbette bütün bunlar olup biterken, en geniş kitlelerin bir yok - demokrasiye hapsedilmeleri,  işçi ve emekçiler ve toplumun bir avuç büyük zengin ve onlardan sebeplenen az sayıdaki küçük, orta, biraz daha az büyük burjuva dışındaki ezici çoğunluğunun mahkûm edildiği en baskıcı ve totoliter politikaların ve uygulamalarının, medyanın ve yukarda resmettiğim bilumum sahtekârların yarattığı marifetli “demokrasi” illuzyonuyla üzerinin örtüldüğü ya da hatta bu illuzyonun etkisiyle rahatlıkla uygulanmasının kolaylaştırıldığı bu geleceksiz, barınaksız, sığınaksız ve mücadele araçsız bırakan sinsi baskı mekanizmalarını, totaliterizmi konuşlandıran politikalarının ve topluma bir korku jeneratörü misli dayattıkları, bir cadı, bir öcü avına dönüştürülen, sonrasında fiyasko ile sonuçlanan ”Ergenekon”, ”Balyoz” vb. türü siyasi mahkemelerin daha çok “demokrasi”  sağladığı, ya da sağlamak için olduğu yanılsamasının yerleştirilmesi…
Ve dahi bunlar olup biterken, bu mekanizmanın, bu konuşlanmanın, bu sinsiliklerin, bu işçi ve emekçi düşmanlığının, bu halk düşmanlığının, bu cumhuriyet düşmanlığının baş müsebbibine taban olmaları bir yana, bu mekanizmanın, bu konuşlanmanın bizzat kendisine, bütün bunları şikâyet etmek, bu baş müsebbipden en asgari ekonomik-demokratik istemlerde bulunmak üzere, toplumun ve siyasetin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, tüm köşe taşlarını tutmuş yeni tip Gaponların peşine takılarak, kendilerini bile bıktıran barışçıl yürüyüş- miting- hatta 1 Mayıs eylemlerindeki kısır döngünün içine savrulan işçi ve emekçilerin, toplumun ezici çoğunluğunun, bu kısır döngünün ve yarattığı atmosferin pek bilincine uyanmasalar da, ortada bir tersliğin olduğunun ama tutunacak dallarının kalmamış olduğunun farkına varmalarıyla birlikte en edilgin halet-i ruhiye içine girdikleri bir zamanda, tutundukları ekonomik-politik- örgütsel bütün dallardan umutlarını yitirdikleri bir zamanda, bu müsebbibin,  dallı-budaklı-dev gövdeli yıllanmış ağaçlara olan hıncıyla, öteden beri sistemli ve sinsi bir şekilde dayatılan karanlıkla ve korku üreten cadılarla, öcülerle körelmiş gözlerini, geriletilmiş akıllarını ve kilitlenmiş yüreklerini açarak, onca zaman farkında bile olmadan biriktirdikleri tüm öfkelerini kusmak için, hiçbir yeni Gapon’un peşine takılmadan, hatta onların kendi peşlerine, aralarına katılmalarına bile izin vermeden ayağa kalkmışlar, nerdeyse evlerinin balkonlarından atlayarak, hep birden “yeter gayrı” demek için,1 Mayıs’tan kaçırmak için gittikçe küçültülen ve daha da küçültülerek yok edilmek istenen Taksim meydanına, Gezi Parkı’ndaki ağaçların ve onlara siper olmuş bir avuç gencin yanına koşmaları, milyonlar olarak Taksim’e sığmaya çalışmaları, sığamayınca, tüm Türkiye’yi Taksim’e çevirmeye çalışmaları…
Ve akabinde medyanın gücü ve bilumum sahtekârların, yeni Gaponların ikiyüzlülükleri, sinsilikleri ile yarattıkları “demokrasi” illuzyonu ile zorsuz-zahmetsiz konuşlanan totalitarizmin, “korkanların daha çok korkutmak istedikleri” aksiyomunu doğrularcasına başvurdukları acımasız, vicdansız, kanlı zoru ile karşılaştıklarında, korkmak yerine daha çok öfkelenmiş olmaları, hatta kendilerine kuzusu misli gelen gençlerin anaları bile, korkup çocuklarını eve kilitleyeceklerine, ellerinde sefertaslarıyla yanlarına gitmiş olmaları, çocukları yanında bütün gençlere kalkan olmaları ve daha çok alanları, daha çok caddeleri, sokakları, parkları zaptetmek için akmaları ve o acımasız, vicdansız, kanlı zorun üzerine bir çakıl taşı dahi atmamış, sadece vücutlarını ve kararlı öfkelerini fırlatmış olmaları…
Ve elbette en başında resmettiğim ödlekliklerin, kararsızlıkların, sinsiliklerin, sahtekârlıkların, hainliklerin, yeni-mürteciliklerin, Gaponlukların ne denli her yeri sardığını gösterircesine, bu kendiliğinden fışkıran, alanlara akan, adaletsizliğin, haksızlığın, hukuksuzluğun, zulmün, vicdansızlığın, acımasızlığın, türlü kılıktaki yobazlığın üzerine öfke kusan, elinde bir çakıl taşı dahi taşımadan ilerleyen halk selinin içine bile sirayet ederek, tek başına başedemeyen zorun amacına, bu selin içinden hizmet ederek, bu seli kurutamasa da, yıkıcı etkisini kırması ve sönümlendirmesi…
Tüm bunlar, hiç de yeni olmayan, tarihin pek çok dönemecinde yaşanmış olgularken, bugüne, bu geride bıraktığımız ve bugün yaşadığımız gerçekliklere bıraktıkları dersleri özümsemek, bugün hâlâ geçerli olan ve dahi katastrof finale kadar da sormak ve cevabını bulmak zorunda kalacağımız “ne yapmalı” sorusunun cevabının bu güne taşınan dersler yanında, bugünün yaşanmış gerçek olguları içinden bulunup, çıkarılması gerektiğini hatırlamak bir yana, bu sorunun cevabının muhataplarının, öncelikle, bu tablo karşısında önlerine dikilen “ne yapmalı” sorusunun azametinden ürkerek “BOYKOT” politikasının eğik düzlemine savrulanlar olduğunun da aklımızın bir kenarına kaydedilmesi gerektiğini de unutmamak gerekmektedir.
Dahası ve belki de daha önemlisi, bütün bunlar, sınırlarımızın çevresinde ve dünyamızın bize en uzak yerlerinde yaşananlardan bağımsız olmadığı gibi, belki de daha çok bu yaşananların dayattığı, yani yenidünyacı emperyalizmin dünya çapındaki ve daha çok da özellikle bizim de için de bulunduğumuz Ortadoğu ve Kafkasları içeren bu büyük coğrafyada sahneye koyduğu ekonomik-politik-askersel sinsi-açık oyunların sonucu olduğunu da akılda tutmak gerekmektedir.
Öyleyse, birinci ve en önemli adım, öncelikle bu tablonun içerdiği dersleri, geçmişinden gelen dersler ile birlikte özümseyerek çözümlemek ve tüm azameti ile karşımıza dikilmiş olsa da, hatta beceriksizliğimizi sorgulayan bir sertliği de yüzümüze vurmuş olsa, “ne yapmalı” sorusunun cevabının “BOYKOT” olmadığını, bu sorunun tüm azametine ve tüm umutsuz görünümüne karşın, cevapsız da olmadığını, hatta yer yer yetersiz kalınsa da, hatta son derece vahim sonuçları getirmiş olsa da ama yeterli de olsa, son derece büyük ve dünyayı altüst eden bir sonucu da getirmiş olsa ve bu sonuç uzun bir zamandan sonra belli nedenlerle tersine çevrilmiş de olsa, cevabının dün de, ondan önce de verildiğini ve dahi bu cevabın, öncekilerden bağımsız olmayan ama daha ileri bir seviyeden, tarihin akışının bugünkü tarih sahnesine taşıdığı ekonomik- politik- teorik- örgütsel atmosferin içinden yükseleceğini bilince çıkarmış dolayısıyla inanmış ve kabul etmiş olmaktır.
Yukarda resmettiğim tablolar, Marx’ın deyişiyle, uluslararası plandaki tablolardan bağımsız olmayan bu acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzdaki tablolar zinciri, sınıf mücadelesinin, koskoca siyasal ve hatta orijinal biçimler alarak geliştiğini gösteren tablolar, amacı sınıf mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, her devrimci mücadelenin, devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı devrimin, bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar, yani katastrof finale kadar, bir ham hayal olarak kalacağını göstermek olanağını veren ve dolayısıyla, ister zafer kazandırsın, isterse yenilgi ile sonuçlansın, “ne yapmalı” sorusunun da, cevabının da, katastrof finale kadar nihai bir sonuç getirmeyeceğini ama “komünistlerin”, tarihin akışı içinde yer yer sessiz, yer yer çalkantılı olarak sürüp giden yaşamın dayattığı “ne yapmalı” sorusunu, zafer kazanacağının garantisinden ya da imkânsızlığından bağımsız olarak bu acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzdaki tablolar zincirinin bütünselliğinden bulup çıkardıkları derslerin ve işaretlerin yol göstericiliğinde, sonuçları zafer de getirse, yenilgi de getirse, bu sonuçların her birinden ayrı ayrı dersler çıkartarak, tarihin akışının önlerine çıkardığı yeni bir ne yapmalı sorularına verilecek cevaplara daha bir kolaylaştırıcı ve daha bir sonuç alıcı güç ve imkân biriktirerek, mümkün olan en doğru biçimde ve her zaman katastrof finali ham hayal olmaktan kurtarmaya, olgunlaştırmaya, daha çok yakınlaştırmaya ve elbette sonuçlandırmaya hizmet edecek biçimde cevaplamaya çalışmaktan vazgeçmeyeceklerdir! 
Dün de böyle olmuştur, bugün de böyle olacaktır.
13-Mayıs-2018

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR II


II.BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR
Karşı Devrim de Bir Devrimdir
Karşı devrim, Kemalizme, laisizme ve cumhuriyete hücum ile ve seçimle geldi.
12 Mart’ı mı,12 Eylülü’mü yoksa 28 Şubat’ı mı başlangıç almalıyız ki arada 1993 Çiller seçim darbesi de var, bunu bilmiyorum; belki 12 Mart, belki 12 Eylül, belki 28 Şubat, ama kesinlikle 2002 Kasım değildir; bu tarihe kadar zaten karşı-devrimin yarıdan fazlası, tekellerin mutfağında ve yüksek kemalist kadroların ve şimdilerde “yetmez ama evet”çilikleriyle anılan,12 Eylül ile birlikte TC’nin şefkatli kollarına koşan sahte sol gömlekli azap zebanilerinin, elleriyle pişirilmişti.
Pişirilmiş, böylece de AKP ve Erdoğan’ın kucağına bırakılmıştı.
Hepsi ama hepsi, yönetimindeki TC’nin ileriye gitmesinden, böyle giderse cumhuriyeti bir türlü terbiye edemedikleri komünistlere kaptırmaktan korkan, Kemalist yüksek kadroların, yönetimi dinci akımlara teslim etmesi, cumhuriyetin kurucu partisini deforme etmesi ve giderek tasfiye etmesi, birlikte Kemalizme ihanet etmesi, hücuma geçmesi sonucu gerçekleşmiştir.
Ve büyük bir tahribatla bugünlere gelmiştir.
Karşıdevrim elbirliğiyle bugüne ilerletilirken, “Kemalist vesayet rejimi” ne karşı koca bir toplum vesayet altına alınırken, vasat bir “politikacı” nın “halife” pelerini kuşanmasını sağlayan bir darbenin peşinden en çok,“darbelere karşıyız”, ”darbelere dur de” , “kahrolsun cumhuriyet”, ”kahrolsun laisizm” haykırışlarıyla ve de anti-komünist, dinci örgütlerle ittifak halinde, hatta kol kola, liberaller ve ondan daha az olmamak üzere, komünist parti artıkları ve peşlerinden giden vurgun yemiş solcular, sosyalistler ve de  “demokrasi” yi kendileri için iyi-dua, karşıtları için, hatta ezilen ve sömürülen sınıflar, halklar için bile bet-dua niyetine dilinden düşürmeyen Kürtler gitmiştir ve bu eserlerin önünde devam ettiklerini kanıtlamak için, dağa, taşa cumhuriyetin halifelikten daha kötü, daha adaletsiz, daha anti-demokratik, daha hukuk-dışı vb. masalını yazmışlar ve herkesi, “cumhuriyet” diyerek kirlenmekle korkutmuşlardır!
Şimdi, karşı-devrim, bugünün tarih sahnesinde, Tanzimat öncesi bir ortaçağ karanlığının resmini taşıyan tabloyu örtmek üzere iğreti bir biçimde monte edilmiş, vatan, millet, Sakarya ve bayrak ve cumhuriyet tablosunda görüldüğü gibi, takılıp kaldığı eşikte eşelenip dururken, eşelendikçe de eşiğin üzerindeki tümsekleri yükseltmekte, güçlendirmekte ve kendisi de güçten düşmektedir; düşmüştür.
Artık cumhuriyetten bir şey kalmamış ama yerine başkası da konulamamıştır ki bu, “yeni” rejimin, dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül karşı-devrimi olarak hukuki zemininin kurulamamış olması demektir.
Gücü, kendisinden daha çok, başta Kürt siyaseti olmak üzere, “muhalefet” gömlekli bilumum sacayaklarının açık ve/ya da sinsi desteğinden gelen dinci-gerici, osmanik-islamik rengi ile iki arada bir derede misli sallanan “Yeni” rejimin güçsüzlüğünün katsayısı bu denli yüksektir.
Sacayaklarının henüz, gövdesi üstüne düşmesine neden olacak şekilde desteğini çekmemiş olsa da, kendi ayaklarının birinin çukurda olması sebebiyle, oldukça belirleyici bir şekilde sarsılmasına, dengesini kaybetmesine neden olduğu ve ayaklarını çukurdan kurtarmak diğer ayaklarına sağlam basma ihtiyacına yaslandıklarından, “yeni” rejimin, gövdesi üzerine yumuşak bir düşüşe doğru yuvarlanması kuvvetle muhtemeldir.
Evet, 27 Mayıs ihtilâli, burjuva Cumhuriyet’i sürdürülebilir hale getirmek için gerçekleşmişti; gerçekten de en uç noktasına kadar ilerletti ve oradan itibaren geri çekilerek, önce 12 Mart ve ardından 12 Eylül darbesiyle artık tekelciliğin zirvesine çıkan burjuvazinin kendi yasallıklarını bile reddederek, burjuva rejimini kendi sınırlarının da gerisine çekme ameliyesi, yani burjuva Cumhuriyet’in çökertilmesi ve yerine Tanzimat öncesi bir ortaçağ karanlığının yerleştirilmesi ameliyesi başlamış bu ameliye ile bu ameliyenin nihayete ermesinin garantisi için kurulan Eylülist rejimin çeşitli seçim ve darbe hamleleriyle önemli oranda kotarılarak, Erdoğan ve AKP’nin kucağına bırakılmıştır.
Velhasıl, 27 Mayıs İhtilali, burjuva cumhuriyet’i sürdürülebilir hale getirmek için önce ileriye, demokratik devrimin en son noktasına kadar uzanıyor; akabinde kendisinin vardığı bu noktadan ürküyor ve tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekilmek için, kendi varlığına bile hücum ederek, geriye, ortaçağ karanlığına doğru ilerliyor; 12 Mart ve 12 Eylül bu geriye doğru çekilmenin en önemli başlangıç halkalarıdır ve bu gerilemenin yerleşmesi için bazen bir adım ileri, iki adım geri ihtiyacından doğan taktiğini, bazen de sürekli bir geriye ilerleyiş içinde ki tarihe Çiller darbesi olarak kaydedilen 1993 seçimleri ve 28 Şubat darbesi bu geriye ilerleyişin, yani karşı-devrimin diğer yerleşme, pekişme, konuşlanma halkalarıdır ve en sonu 3 Kasım 2002 seçim darbesine ulaşılmış, buradan itibaren de cumhuriyetle birlikte bütün yapı ve kurumlar çökertilerek son derece orijinal bir eşiğe gelinmiştir.
Karşı-devrim bu eşiğe gelmiştir ama bu eşikten ileriye gidememekte bu eşikte cumhuriyetçilerden daha cumhuriyetçi bir renge bürünerek eşelenmektedir; eşelendikçe eşiğin üzerindeki tümsekler yükselmektedir ve yükselmiştir; öyle ki üzerinde bir Tanzimat öncesi ortaçağ karanlığının diktatörlüğü konuşlandırılarak çökertilen cumhuriyetin rengine bürünmeden o eşiği tutmaları bile mümkün olmamaktadır; sıkıntı, yükselen tümseklerden yükselmektedir ve tümsekler pek öyle kolay düzlenecek gibi görünmemektedir; öyleyse sıkıntı eşiğe dönmüştür.
Kemalistleri ve kemalist yüksek kadroların yönettiği cumhuriyeti çökerten karşı devrim, bu eşikte eşelenirken, toplumun önemli bir bölümü, oranı yüksek bir sol renkle kemalize olmuştur; şimdi kemalizmin ve cumhuriyet düşmanları düşmanlıklarını örtmek için, kemalci ve cumhuriyetçi renge bürünmeye çalışmaktadırlar ve bu halkın kemalize olma ve sol rengini artırma katsayısını daha çok yükseltmektedir.
Tümseklerin, eşiğe yönelik bir hücumla düzlenmesi olasıdır;  bunun yerine, eşikte tıkanıp kalan rejimin geri çekilmesi anlamına gelen, eşiğin geriye çekilmesine yönelinmesi sıkıntının göründüğünden çok daha büyük olduğuna işarettir.
Öyleyse eşiğin geri çekilmesine yönelik hücumda, bitaraf değil, hem taraf olmak yerindedir; bu tümüyle politiktir.
Öyleyse, kahrolsun cumhuriyet düşmanları, yaşasın cumhuriyet!
Peki, sosyalist mi, tekellerin cumhuriyeti mi?
İkisi de değil ve laik, demokratik, devrimci cumhuriyet; Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte kuracakları halkçı-devrimci-emekçi cumhuriyet yerindedir ve sosyalizm düşmanlığı içermemektedir; dışlamamaktadır.
Seçim mi?
12 Eylül faşist darbesi ile birlikte konuşlandırılan Eylülist rejimin ki tekellerin egemenliğinin konuşlandırılmasıdır, yerleşme sancısı çektiği her dönemecinde seçimler bir darbe misli uygulanmış, uygulanamazsa, darbeye ya da en azından darbemsi oyunlara başvurulmuştur.
Dinci-gerici, osmanik-islamik faşist diktatörlüğü konuşlandırılarak, önemli bir eşiğe, ya da kavşağa getirildiği Eylülist rejimin son halkası olan AKP-Erdoğan iktidarında ilerleyen süreçte olduğu gibi bugün de değişen bir şey yoktur.
Çünkü artık seçim ile darbe özdeşleşmiştir.
Bugün seçim karşı-devrimci oyunun son halkası ise, düzlemi hukuki değil, karşı-devrimcidir ve oyuna katılmak, karşı-devrime karşı, devrimci bir zeminde konuşlanmanın, karşı-devrimin hukuki zeminine geçit vermemenin ilk adımıdır; bu, tümüyle politiktir.
Tümsekleri eşikle birlikte düzleyip aşmak için bir seçim oyununa daha başvurması, eşiğe dayanmış karşı-devrimin, ister-istemez geriye çekilerek, karşı-devrimin zemininde yine ister-istemez küçük de olsa kapaklar açması demektir; işte seçimin öncekinden hiçbir farkı yokmuş görünse de, bir değişimle sonuçlanması demek, bu kapakların açılması demektir ve seçime dâhil olmak demek, bu kapaklardan devrimi sokmak ve devrimci bir zemin yakalamak demektir; tersi, karşı devrimin tıkandığı eşiği, üzerindeki tümseklerle birlikte düzlemesi ve karşıya geçmesi demektir; karşıdaki zemin artık hukuki olacaktır ve karşı-devrimin hukuku tamamlanmış olacaktır.
Elbette dünyanın sonu olmayacaktır, devrimci savaş yine devam edecektir ama hukuksuz bir karşı-devrimci zemini alt edemediysek, hukuki bir karşı-devrimi alt edebilmemiz, ham hayal olmasa da, acılarla dolu oldukça uzun bir yol kat etmeyi zorunlu kılacaktır.
Demek ki, oyuna dâhil olup, açılan kapaklardan içeri girerek devrimci bir zeminde konuşlanmak için fırsat yaratmak yerine, sonucu en baştan değişmez bulup, sonucu değiştirme kudreti yaratmayacağı baştan belli olan bir ”Boykot”  iradesi, “sonucun değişmezliği “ konusunda haklı çıkacak ama “BOYKOT”un değiştirme gücü konusunda haksız ve yanlış çıkacaktır.
Marks, Bonaparte’ın 18. Brumaire’inin son cümlesinde şöyle diyordu:
”Durumunun gerektirdiği çelişkilerin baskısı altında, bir yandan Napoleon'un yerini dolduracak kişi olarak, bir hokkabaz gibi, kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak zorunluluğu altında, sürekli şaşkınlık yaratarak, yani her gün minyatür bir hükümet darbesi yapmak zorunluluğu altında, Bonaparte, bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getiriyor, 1848 Devrimi için ihlâl edilmez görünen her şeyi ihlâl ediyor; kimilerini devrime boyun eğmiş, kimilerini de devrim ister duruma getiriyor ve hükümet mekanizmasından hükümet mekanizması halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil hem de gülünç ederek bizzat düzen adına anarşi yaratıyor.
Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte'ın omuzlarından düştüğü gün, Napoléon'un tunçtan heykeli, Vendöme dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir.”
Gerçekten de, Marx, 18. Brumaire’in 2.baskısına önsöz yazarken, Louis Bonaparte'ın 1848 devrimi bastırıldıktan sonra seçimle geldiği devlet başkanlığı koltuğunda, 1851 yılı Aralık ayında bir darbe ile imparatorluğunu ilan ederek giydiği imparatorluk pelerini, omuzlarından düşmüş, tunçtan heykeli, gümbürtüyle devrilmişti.
Türkiye’de de ve öteden beri, darbenin gerekli olmadığı zamanda seçim yapılıyor, seçimin yetmediği dönemde ise darbe geliyor ki ikisinin de darbe olduğu artık kendiliğinden anlaşılıyor.
Türkiye bugün de erken ya da baskın bir seçimle darbeye hazırlanıyor!
Peki, darbe kime vurulacak?
Yani seçim darbesi, mevcut iktidarın boynuzlarını mı kıracak, yoksa boynuzlarını güçlendirip, bir kez daha işçi ve emekçilerin tepesine mi inecek?
Yani kime “iyi yolculuklar” diyeceğiz, cumhuriyete mi, cumhuriyeti tepeleyip, öteki tarafa geçmek için eşikte eşelenen “yeni” rejime mi?
Hep sözümüzdür, hep gerçekleşmiştir, yine gerçekleşecektir.
Fikret Uzun
13-Mayıs-2018

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR I

BOYKOTA KARŞI MEKTUPLAR I.
Sömürü Düzenine Karşı En Devrimci Duruş İktidarı Alma Perpeskif ve Kararlılığıdır.

Değerli arkadaşlar,

Türkiye Komünist Hareketi, diğer parçalardan ayrı olarak, partileşmek üzere, tarihsel TKP’den arta kalanlara ve elbette yüzlerini, yüreklerini ve akıllarını sosyalist iktidar perspektifinden çevirmemiş olanlara bir komünist partisi yaratmak iddiası ile yola çıkmış görünüyorlardı; en azından ben öyle görüyordum; belki de öyle görmek istiyordum. Her neyse, bu nedenle diğer parçalardan ayırdığım bir grup olarak gördüm; hâlâ da diğerlerinden ayrı tutuyorum!

Ancak, çoktandır seçim olma vasfını kaybetmiş ama kitlelerin pek farkında olmadığı, ya da inanmadığı bir olgu olarak karşımıza dikilen, daha doğrusu dayatılan seçim sathı mailinin ortasına bir çatapat misli “boykot” bombasını fırlatmaları beni hem şaşırttı ve hem de üzdü.

Elbette bir harekettir, hem de partileşmek için yürümektedir ve “boykot” derken, bu temelde hesapları olabilir, “boykot” eylemini ve iradesini, geleceğe yatırım olarak ele almış olabilirler, velhasıl “boykot” onlar için, partileşme yolunda bir kilit taşı niteliği taşıyan politika olabilir, başka pek çok şey de olabilir ama ben bunu politikasızlık olarak gördüm ve eleştirmeyi borç bildim.

Biraz da bir süredir ve bugün, “seçimlerin sonu”nun gelmiş olduğu bir siyasi atmosferde nefes almaya ve vermeye mahkûm bırakılmamızın en belirleyici nedenlerinden ve araçlarından biri olan ve içlerinde TKP’nin ünlü likidatörlerinin ve müritlerinin de olduğu pek çok “sol/sosyalist-komünist” gömlekli “yetmez ama evet” mucidi sahtekârların ve elbette bunlarla aralarındaki çizginin silikleşmiş olduğu ahmakların, 12 Eylül darbecilerinin, dolayısıyla 12 Eylül rejiminin yargılanıp, mahkûm edilmesine vesile olacağı, hatta direkt bunun için kotarılmaya çalışıldığı yanılsaması yaratmak için canhıraş bir çaba içine girdikleri 2010 Eylülündeki anayasa değişikliği referandumunda, “Hayır” deme insiyatifleri olmadığı, “evet” derlerse kralın çıplaklığına çok çabuk sürüklenecekleri için, zevahiri kurtarmak üzere çareyi “boykot” da bulan Kürt siyasetinin ve elbette onlardan farklı güdüleri olmayan ama “anarşizm” gömleği giyerek zevahiri kurtarmaya çalışan bilumum iktidar sacayaklarının marifetlerinden ve bu marifetlerin sebep olduğu sonuçlardan hiç ders alınmamış olması ve “seçimlerin sonu” olarak tarif ettiğimiz bir siyasi atmosferde, bazı başka olguları unutursak, ya da farkına varmayıp, üstünden atlarsak ki bu, bir bütün olarak hâlâ sürdürülen ve dinci-gerici temelde konuşlandırılan bir faşist nitelik taşıyan 12 Eylül rejiminin her türlü saldırısı altında belleklerin önemli oranda tahrip olduğu bir gerçeklikle karşı karşıya olmamız nedeniyle son derece normaldir, ama komünistler için  hiçbir zaman normal değildir; yani, bir abartma yapıyor olma riskini göze alarak belirtmeliyim ki, elbette seçimlerin sonu olmasına sonu ama buna kitleler inanmadığı gibi, tam tersine bu seçimlerden çok şey beklemektedirler; o kadar öyle ki, bu beklenti, “bu iktidarı göndermek mümkün değil” inanışını, nerdeyse tuzla buz eden bir etki yaratmış, dolayısıyla bu anlamını yitirmiş seçimin sath ı maili, heyecan ve coşku ile kolay yürünen düz bir seçim mücadelesi alanına dönüşmeye başlamıştır. Üstüne üstlük, bu atmosferden de  anlaşıldığı gibi, doğrudan bir devrimci hareketin emaresi de, coşkusu da yoktur, öyleyse, aktivizm yapmanın da gereği yoktur.

İşte bu yüzden, bu eleştiri kaçınılmazlıkla ödenmesi gereken bir borç oldu!

En iyimser yaklaşımla ve kırıp dökmeden eleştirmek adına, en azından, henüz erkendir yumuşak notunu koyarak en sert olmasa da, vurguları, sosyalist iktidar adına, yerli yerine koymaktan imtina etmeden başlıyorum.

Başlarken, öncelikle TKH’nin MK üyesi Kılçer’in  ilk  vurgusu sayacağımız “Düzene karşı devrimci duruş” vurgusunun “boykot” tan başka bir şey olmadığını ve gerekçelerinin ise  hiç de ikna edici olmadığını vurgulamak istiyorum.

Diğer yandan düzene karşı ki her halukârda son derece vahşi bir sömürü düzenidir; bununla birlikte bu vahşiliğin üzerinin örtülebilmesi için kullanılan en başat araç, Marx’ı haklı çıkaran etkisiyle en ucuz disiplin  olan dindir ve haliyle kitleler, toplumun ezici çoğunluğu, dinci-gerici, osmanik-islamik renkle konuşlanan bir ortaçağ karanlığına sürüklenmiş ve bu sürüklenme süreci elbette pek de istenildiği sonucu –henüz-getirememiş ama bu sonucun eşiğinde eşelenip durulduğu aşikârdır.

Kılçer böyle bir atmosferin taşıdığı önemin pek farkında olduğunu göremiyoruz!

Yani…

Bir sosyalist devrimin ön günlerinde olunan bir durum olmadığı gibi, yıkılmış bir burjuva (demokratik bile değil) cumhuriyetin yerine, çağdışı, daha açığı Tanzimat öncesi bir karanlığın yerleştirilmesi için yürütülen açık-sinsi her çeşit saldırının sürdüğü, bu saldırıya kaynaklık eden büyük projenin önündeki engel olarak, hâlâ sosyalizmden daha çok, bu Kemalist etiketli burjuva cumhuriyetin görüldüğü ve toplumun her katmanından kitlelerin, en başta da işçi ve emekçilerin, bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ziyade, hemen hemen hiç olmamasının ve dahi, bu bilinç ve örgütlülük düzeyini sağlamak için ihtiyaç duyulan hemen hemen hiçbir alanın olmamasının, buna karşın, hem politik-ideolojik olarak ve hem de en şiddetli zorun gücünün kullanılmasının, sistematik bir korkunun yerleştirilmiş olmasının ve daha önemlisi, toplumun önemli bir kitlesinin, şimdiye kadar, CHP’si MHP’si ve HDP’sinin ve dahi görüntüde “komünist”, “sosyalist” görünenlerin, “sol”da görünenlerin, “sendika” lideri,  işçi “lideri” görünenlerin , “aydın” görünenlerin, muhalefet adı altında öyle ya da böyle koltuk değnekliği yaptığı mevcut iktidara  -  şimdi iktidar bloğuna - bilinçli ve daha çok da bilinçsiz bir güvenin söz konusu olduğu ve seçimden azımsanmayacak bir beklenti olduğu bir zamanda ,“düzeniçi”, ”düzene karşı devrimci duruş” ve bu gibi kulaklarda ve yüreklerde hoş tınılar oluşturan kelamlar eşliğinde “BOYKOT”  keşfinin ve icadının, bir ihtiyacın sonucu olarak öne çıkarılması, önünde sonunda politikasızlıktır.

Kılçer, işte bunu göremiyor!

Yukarıda tablosunu çizmeye çalıştığım atmosferde, bu icadın, ya da keşfin anası olan, onu doğurmuş olan bir ihtiyaç yoktur. Aksine, son derece güçsüz bir konumda olan, her geçen gün de bu güçsüzlüğü artan bir iktidarın bu gücünü yeniden toparlamak için giriştiği erken ya da baskın seçim hamlesine az da olsa güç verebilecek olan bir icat ya da keşiftir.

Tamam, doğrudur, seçimlerin sonundayız, her türlü entrika yüklü çabalar ile seçimler anlamını yitirmiştir; ama bunu biz görüyoruz ve öteden beri de dillendiriyoruz ve kimsenin pek fazla ilgisini çekmiyor, hatta anlaşılmıyor bile!

Bir kısmı muhalefet bloğuna ki muhalefetliği koltuk değnekliğinden öte olmamıştır, bilinçli ve daha çok bilinçsiz güvenmekte, diğer kısmı iktidar bloğuna bilinçli ve daha çok bilinçsiz güvenmekte ve haliyle demek ki toplumun çok büyük bir kitlesi, ezici çoğunluğu olguyu henüz görmüyor.

Ve seçimler tüm anlamsızlığına rağmen öyle ya da böyle kaçıncı kezdir yapılıyor ve katılmayan oranı % 10-15’i geçmiyor; ( bu kesimin çoğunun seçime katılmaması ise, seçimleri çare olarak görmediğinden değil) öyleyse ezici çoğunluk, seçimleri çare olarak görüyor ve bu ezici çoğunluğun içindeki ezici bir çoğunluk (aslında nerdeyse tamamı) “düzen içi” “düzen dışı” kelamlarından bir şey anlamıyor; dolayısıyla bugün kurulan seçim sahnesinde oynanan oyundan oldukça fazla heyecanlanıyor, hatta öncekilere göre kat be kat fazla bir heyecan taşıdığı görülüyor ve bu seçimden ait olduğu bloklar açısından olumlu bir sonuç, hatta bir “kurtuluş” bekliyor.

Burada “boykot” üzerine uzun uzun bilindik şeyleri tekrarlamak istemiyorum ama şunu unutmamak gerekir ki, “boykot”, sosyalistlerin her an kullanmak üzere cebinde taşıdığı bir politik araç değildir; her kilitli kapıyı açan bir anahtar hiç değildir. Tam yerinde ve tam zamanında kullanılmazsa onarılması mümkün olmayan sonuçlar doğuracağı gibi, tam zamanında ve tam yerinde dahi kullanılsa en tam ifadesiyle beklenen sonucu da sağlayamayabilir; burada ölçüyü tutturmak kolay olmasa da, iş gene gelip, kitlelerin haletiruhiyesine kalıyor ve “boykot” iradesi ancak öfkeli bir halet-i ruhiye taşıyan, seçimlerden beklentisi kalmamış olan bir kitle ile buluşunca bir güç haline gelebiliyor; kitlelerin isteminden bağımsız olarak, tek başına,  bir güç yaratması mümkün olmuyor.

Diğer yandan, kitleler ayağa kalkmış, itiraz katsayısı oldukça yüksek bir talepler zinciri ile hareket halinde ve buna karşın iktidar bloğu erken seçime giderek, her zaman sahnelediği politik oyunların bir başka versiyonu ile bu kabarmayı söndürmeye, önünü kesmeye çalışıyorsa, işte o zaman “BOYKOT”  kaçınılmaz oluyor.

Peki, bugün bu erken seçime, itiraz katsayısı oldukça yüksek bir hareketlilik altında mı gidiliyor?

Elbette hayır!

Bir süredir olduğu gibi, bugün politika sahnesinde oynanan “seçim” oyunları da egemen sınıfların olduğu kadar iktidarı elinde tutan (aslında pek tutamayan) siyasi bloğun ihtiyaçlarından doğan bir keşfin, icadın ifadesidir.

Buradaki ihtiyacın, malum proje ile öngörülen sonuca mümkün olduğunca planlanan zamanda varılması olduğu açık; peki her şeyin planlandığı gibi ilerlediğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki koca bir hayır!

Bu büyük proje, Üsküdar’ın eşiğinde eşelenip durmakta ve bu eşikteki tümsekler gittikçe çoğalmakta ya da yükselmektedir ve mevcut çabalar ve yöntemler bu tümsekleri düzlemeye yetmiyor!

Öyleyse ya kazmayı veya baltayı ellerine alıp, tümsekleri parçalamaları gerekiyor ki bu kanlı bir faşizm saldırısı anlamına gelir; ya da hep uyguladıkları taktiğe geri çekilmeleri ve belli bir hazırlık döneminden sonra eşikteki tümseklere hücum etmeleri gerekiyor. 

Birincisini isteselerdi, faşist yapılanma zaten her türlü konuşlanmasını gerçekleştirmiş olup, “darbe” faslını da geride bırakmış olup, hatta hâlihazırda olağanüstü hal ilanı ile fiili bir totaliterlik hüküm sürmekte iken ve bunu bir kanun hükmünde kararname ile bir adım daha ileri götürüp, parlamentoyu feshederek, ne yapmak istiyorsa ilan eder ve sert itirazlar yükselirse de faşizmin kanlı yüzünü gösterirlerdi; kim engelleyebilir?

Evet, işte soru budur ve burada hatırlamak gerekir ki, faşizmin hiçbir yerde yönetenler arasında bir konsensüs sağlamadan mümkün olmadığını hatırlamak gerekiyor ki, mevcut atmosferde yönetenlerin arasında böyle bir konsensüs olduğunun işaretlerinden ziyade kendi aralarında bir kapışma, bir çekişme olduğunun işaretleri görülmektedir; peki yönetilenlerin yönetenlerle arası süt liman mı? Elbette koca bir hayır!

Öyleyse maharet, ikinci seçeneğe kilitlenerek, yönetenlerin sıkışıklığı aşmak için bu noktadan açmak istedikleri küçük kapakları parçalayarak daha geniş bir kapı açmanın ve bu kapıdan hücum etmenin teori ve politikasını yaratarak konuşlanmak ve hücum etmektir.

Yani maharet “boykot” değildir!

İşte bu yüzden burada bir ihtiyacın doğurduğu icat, ya da keşif olarak “boykot”a sarılmak yerine, bu oyunu bozmak için, bu oyundan yararlanarak, sonrasındaki atmosfer için konuşlanmak üzere oyuna dâhil olmak ve kendi oyununu kurmak gerekmektedir.

Bu, bu “düzeniçi” oyuna ne eklemlenmektir, ne de biat etmek veya teslim olmaktır! Ne de, Kılçer’in ifadesiyle, “sağcılaşmaya” boyun eğmektir.

Olsa olsa, politikayı sanat düzeyine çıkartarak, az güçle büyük bir ağırlığı kaldıracak manivelayı yaratmak ve sonrasında kurulacak yeni dengelerde daha geniş bir alan kazanmak için hazırlanmaktır.

Öyleyse, bugün siyaset sahnesinde oynanan oyunun düzeniçi olmasının eşyanın tabiatına uygun bir olgu olduğunu ve bu oyunu bozmak için, ne boykot, ne bu oyuna biat ya da teslim olmak ne de kuyruğuna takılmak değil, bu oyuna hodri meydan deyip, sosyalistlerin kendi oyunlarını kurmaları gerektiğini kabul etmek gerekmektedir.

Bu girişten sonra Kılçer’in ifadelerinde gezinerek eleştirimizi sürdürelim.

Kılçer, bir yerde “en büyük boşluğun solda olduğuna” ve beraberinde “sağcılaşmaya boyun eğmenin dayatıldığına” işaret ediyor ve başka bir yerde, soldaki boşluğa ve dayatılan sağcılaşmaya karşı çare olarak  “BOYKOT” u dayatan cümleler kuruyor; böylece de solun sesini değil, “sosyalizmin sesini”, hem de güçlü bir şekilde alanlara taşımaktan söz ediyor.

Bugün dayatılan ortaçağ karanlığına karşı kavga etmenin sol olduğu bir zamanda, Kılçer’in sözünü ettiği solun, Marx, Engels ve Lenin’le ilgili bir sol mu olduğu, düzenin içinde ama solunda olup, düzenin düzenine muhalefet eden ve haliyle laisizm için, cumhuriyet için ortaçağ karanlığıyla kavga eden sol mu olduğu, pek açık olmasa da, beraberindeki “sağcılaşma” vurgusundan, sözü edilenin düzeniçi sol olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Buradan hareketle, Kılçer’in üzerine bastığı olgular üzerinden çıkardığı yaklaşımın hiç te bu olguların taşıdığı gerçekliğe uygun olmadığını görmek gerekiyor.

Çaresizlik ve bilinçsizlik yanında örgütsüzlük ve daha çok da sola ait neredeyse bütün örgütlerin sağın eline geçtiği, en azından sağa hizmet eden ama “sol” etiketli kadroların elinde olduğu bu mevcut atmosferde,  en sosyalist, en devrimci duruş içinde hareket edilse bile ve neticede bu mevcut atmosferi ortadan kaldıracak hamlelerle sağlanacak en devrimci, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal dönüşümlerle sosyalizmin örgütlenme ve propaganda olanakları ve sosyalist alanların genişlemesi elbette artacaktır ama kapitalizmin yok edilmesinin,  burjuvazinin, hatta ve hatta büyük burjuvazinin bile egemenliğinin yıkılmasının mümkün olamayacağı açık değil mi?
Ayrıca, bu mevcut siyasi atmosferi, az ya da çok geniş alanlarda sosyalizmi anlatarak sosyalist bir iktidarın atmosferine döndürmenin mümkün olmayacağı tartışmasız bir açıklık değil mi?
Dahası, bu atmosferi değiştirememenin, sosyalizmi anlatacak alan bile bulamayacak olmak demek olduğu da somut bir açıklık değil mi?
Öyleyse, Kılçer’in yakındığı soldaki boşluğu, sosyalist argümanları elden bırakmadan ama – adı üstünde – düzeniçi sağdan, yani otokratik rejimden yana olan sağdan, uzak olan, sosyalizme yakın olan, en azından dışlamayan düzen içi sol ile yani düzenin otokrasi eğilimli düzensizliklerine karşı olan sol ile doldurup, sağcılaşmış ama düzenin otokrasi eğilimli düzensizliğine karşı olan kitlelere de çekim merkezi yaparak ve dahi sağdaki kitlelelerin de (sosyalist sola yaklaşmaları şart değil- ayrıca, sağda bile olsalar, mevcut atmosfere karşı Laik cumhuriyet ekseninde toplanan “sağ” da sol sayılır) gücünü alarak mevcut atmosferi tersine çevirmek, yani laik, demokratik cumhuriyet eksenine döndürmek, dolayısıyla sosyalizmi kitlelere anlatacak alanları genişletmek yanında, bu genişlik için gerekli olan bilinç ve örgütlülük katsayısını ve bunun yanında, işçi sınıfı partisinin bağımsızlığının güvencesinin katsayısını yükseltmenin imkânlarını da genişletmek için şimdiden hazırlanmak, en akılcı politika değil midir; en azından “boykot” un boy ölçüşemeyeceği bir politik hünerin ifadesi değil midir?
Burada sormak gerekir ki, bu akılcı politika mı, yoksa “boykot” eylemi mi sosyalist devrimi yakınlaştırır, ya da uzaklaştırır, hangisi?
Peki, bütün bu sosyalizan çabalardan sonra, yaratılan güçler dengesiyle değiştirilen atmosferde gerçekleştirilen, devrimci, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal dönüşümler sonucu ortaya çıkabilecek olan politik egemenliğin rengi sosyalist olabilir mi; bu egemenliğin renginin, güçler dengesi her ne şekilde kurulursa kurulsun, önünde sonunda bir burjuva rengi taşıması kaçınılmaz değil midir? 
Kaldı ki bu burjuva renk, bu güçler dengesine işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların katılmış olmasıyla ve dahi sosyalistlerin bu dengede işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların yanında ve burjuva düzeni ortaçağ karanlığına sürükleyenlerin karşısında, sosyalist kimliklerini saklamadan kanıtlamasıyla başka türlü bir burjuva renk olmaz mı? 
Kaldı ki, burjuva toplumu içersinde, hatta şimdilerde bunun çok çok gerisine, bir ortaçağ düzenine sürüklenmiş olunan bir durumda, sosyalist mücadele yürüten bir komünist hareket, Türkiye’yi bir ortaçağ karanlığa sürükleyen iktidar bloğunun katıksız yandaşı olan liberallere ve osmanik-islamik bir rejimin erdemlerini sıralamakla bitiremeyen yobazlara, monarşist burjuvalara karşı kavga veren devrimci ve cumhuriyetçi burjuvalarla, örnek olsun sola eğilmiş kemalistlerle kaynaşmadan, içinde erimeden, yan yana yürümekle kirlenmiş olabilir mi, sosyalist mücadelesi lekelenmiş olabilir mi? 
Buradaki yanyanalığın ekseninin de, harcının da, bir ortaçağ düzenine, bir Tanzimat öncesi karanlığa, bu anlamda bir karşı-devrime, yani “yeni” diye yutturulmaya çalışılan geçmişe karşı, laik,  demokratik, devrimci cumhuriyet kavgası olduğu açık değil mi?
Bu kavgada, sosyalistlerle devrimci burjuvazi ile örnek olsun sola eğilim gösteren Kemalistlerle bir çıkar birliği yok mudur?
Bu ister istemez, pratikte düzen içi bir yanyanalık değil mi?
Burada soru, bu seçimdeki düzeniçiliğin rengini belirleyen, sınıfsal ve siyasal güçlerin karşılıklı yer alımının, burjuva cumhuriyetle sosyalist cumhuriyet karşıtlığı mı yoksa dinci gerici, osmanik-islamik bir ortaçağ düzeni ile laik, devrimci, demokratik, bir burjuva cumhuriyet düzeni karşıtlığı mı olmalıdır?
Birincisinde yanyanalık mümkün değildir; ama ikincisinde yanyanalık mümkün olduğu denli bir devrimci iş, bir sosyalist iştir!
Komünistler elbette burjuva devrim ile sosyalist devrimi karşı karşıya koymakta tereddüt etmezler; ikisi arasında mutlak bir ayrım yaparlar; ama tarihin akışı içersinde, bu iki devrimin tek tek özgün unsurlarının iç içe geçmiş olduklarını yadsımazlar!
Bunlar sosyalist hareket açısından, Leninci temelde örgütlenmeye çalışan bir bağımsız siyasi parti açısından, komünist işin abc’sidir!
Ayrıca bu politik egemenliğin rengi, her ne kadar başka olsa da özünde burjuva renkli olacağının altını çizerek eklemek gerekir ki, bu güçler dengesinde işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların kapladığı yere ve bu burjuva renge rağmen, insiyatif ya da hatta hegemonya, az ya da çok işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların bilinçli unsurlarının politik hünerine bağlıdır.
Bu hünerde en önemli adım, bu egemenliğe ortak olmaktan çok, bu egemenliğe burjuva renginin hâkim olmasına izin vermemek için, bu egemenliğe bel bağlamadan, işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların nabzını tutmak üzere güncel, günün ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte şiarlar bulmak ve bu şiarlara uygun adımlar atmak ve işçi ve emekçi kitleleri, ezilen ve sömürülen halk kitlelerini, politik egemenliğin burjuva renkle donanması için elllerinden ne gelirse yapacakları, daha önce yaptıklarıyla belli olan “sol/sosyalist “ gömlekli sahtekârlardan ayırmak olmalıdır!
Ancak bundan sonra, sosyalist iktidarın en devrimci seçenek olduğunun anlatılabileceği alanlar genişletilebilir, dinleyecek ve anlayacak kitlelerin çapı genişletebilir velhasılıkelam lazım gelen aydınlatma çalışmasının ikna etme kapasitesi yükseltilebilir; çünkü politika sahnesi, bu çalışmaya son derece elverişli bir politik atmosferin etkisi altında olacaktır.
Bu politik yaklaşımda,  düzene karşı devrimci olmayan bir duruş var mı?
Ya da şöyle sorayım, “boykot”  yaklaşımı bu politik yaklaşımdan daha mı devrimci ya da hatta daha mı belirleyici olabilir?
Aksi düşünülüyorsa, bu olguya sırt çevriliyorsa, ne demeye “soldaki boşluk”tan ve “sağcılaşma”dan yakınılmakta düşünmek gerekmektedir!
Kılçer konuşuyor ama konuştukları laftan öte geçmiyor!

Önce “Sosyalist mücadele, günlük bir mücadele değildir ve tek başına seçimlere endeksli olarak inşa edilemez; seçimden seçime bir sosyalist mücadele olabilir mi?”  diye soruyor ve şöyle cevaplıyor:

“Tersine, sosyalist mücadele, örgütlenme ve propaganda çalışmaları, seçimleri de aşan, kapsayan, seçimlerin bu mücadele sürekliliğinde bir uğrak olarak görülmesi gereken bir bütünlüğe, sürekliliğe ve bağlama sahip olmak zorunda. Politik ya da örgütsel zeminde belli bir birikim elde edersiniz, seçimler bunun üzerine oturur.

Yoksa tek başına seçim kampanyalarıyla, belli bir süreye sıkıştırılmış kampanyalarla büyük değişimler beklenmemeli. “

Birincisi, sosyalist iktidar mücadelesinin tek başına seçimlere endeksli olarak ya da seçimden seçime yapılacağını kim söylüyor ki?

İkincisi, belli ki, Kılçer’lerin sosyalist mücadelesi, örgütlenme ve propaganda çalışmaları, politik ve örgütsel zeminde bir birikim yaratamamış; onca zaman, TKP’den HTKP’ye, oradan da TKH’ye politik ve örgütsel zeminde bir birikim yaratamadılarsa, bu onların ayıbı ya da eksikliği de olabilir, en özverili çalışmayı yapmış olsalar da, toplumdaki bilinç katsayısının, egemen sınıfların çeşitli yöntem ve araçlarla son derece sistemli bir şekilde geriletilmesi nedeniyle bu çalışmalara cevap alamamış da olabilirler ama  “birikim” bununla sınırlı değil ki, sınırlarıyla da, on yılları, hatta yüzyılları da aşan yenilgileriyle de, zaferleri ile de önemli dersler sunan bir sosyalist mücadele birikimi söz konusu!

Üçüncüsü, diyelim bugüne kadar biriken bütün birikimler yeterli değil ve Kılçerler de sıfırdan bir örgüt inşa etmek üzere işe TKH ile başladılar ve politik ya da örgütsel zeminde, üzerine bir seçim oturtabilecek, dolayısıyla büyük değişimler bekleyecek, ya da yaratacak bir birikim sağlayamadılar; bu da olabilir ama bu durumda ve bu süreçte önlerine düşen ya da içine düştükleri ve anlamını son derece yitirmiş bir nitelik taşıyan seçim zemininde, sosyalist devrim için, sosyalist iktidar için, sosyalizm için ve haliyle bu hedefin önünde dağ gibi yığılmış tümsekleri yıkmak, parçalamak, kapalı kapıları, kilitleri kırmak için sosyalist mücadeleyi örgütlemeyi hızlandırmak, güçlendirmek için kaldıraç olarak “BOYKOT” eylemini koymak, bunu en sosyalist, yegâne sosyalist mücadele olarak dayatmak politikasızlık değilse nedir?

Dördüncüsü şimdiye kadar, pek çok seçim süreçleri yaşarken, seçimleri üzerine oturtacak politik ve örgütsel zemin mi vardı? Seçimler seçim vasfı mı taşıyordu?

Taşıyorduysa, hani nerede bu politik ve örgütsel zeminde birikip bugüne kalan deneyim ve güç?

Başka türlü de sorabiliriz, Kılçer’ler, bu ifadeleriyle, politik ve örgütsel zeminde bir birikim yaratamadıklarından politikasızlığa savrulmalarının üzerini örtmek için “BOYKOT” u dayattıklarını itiraf etmiş olmuyorlar mı?  

Çok değil, bir yıl önce, 2017 Nisan’ında TKH’nin 1. Olağan Kongresinde seçimlere girme yeterliliğini sağlamak için Türkiye çapında il ve ilçe örgütlerinin kuruluşunu sağlamak için çalışmalarını hızlandırma kararı aldıklarını ilan ettiklerinde seçimler çok mu anlamlıydı; o tarihte de OHAL yok muydu hukuksuzluk ve baskı o zaman da hüküm sürmüyor muydu? Adaletsizlik, hile ve dayatma daha mı azdı? Amerikancılık hiç mi fark edilmiyordu? Ortadoğu politikalarında daha mı az batağa saplanılmıştı?
Öncesi de var. 7 Haziran seçimlerinden sonra gerçekleştirilen 1Kasım seçimleri bugünkü seçimden çok mu farklıydı, seçimlerin niteliği bugünkünden daha mı az anlamsızdı? Kaldı ki,7 Haziran seçimlerinde bile seçimin anlamsız niteliği aşikâr değil miydi?
Kılçer, belli ki sandığa gitmeme kararlarını, yani “boykot” kararlarını gerekçelendirmek üzere sarf ettiği bu laflarla sadece güzel cümle kurmaya önem vermiş ama içini doldurmayı ihmal etmiş!

Kılçer şöyle devam ediyor:

“Önce mücadelenin maddi zemininin sağlanması gerek” diyor ve bunun, ”Türkiye sosyalist hareketinin en temel sorunlarından birisi olduğunu” ekleyerek şöyle devam ediyor:

“Eğer mücadelede maddi, gerçek ve toplumsal bir zemine basmadan ‘propaganda ve söylemle’ çok büyük kitleleri etkileyeceğinizi düşünüyorsanız, bu çok gerçekçi değil.” 

Şu bozuk cümle ile de ilk sorunun cevabını tamamlıyor;

“Mücadelede bazı kaldıraçlar lazım ve bunun da( “bunun için de”  demek istiyor herhalde ) işçi sınıfı içinde belli bir gücün devreye girmesi zorunludur.”

Öncelikle bu ifadelerin de yukarıdaki soruları hak ediyor olduğunu vurgulamam gerekiyor!

Fakat ne güzel, ne acaip değil mi?

“Mücadelenin maddi zemini sağlanamadıysa”, “Kaldıraç yoksa”, “işçi sınıfı içinden, zorunlu olduğu halde, belli bir gücün devreye girmesi mümkün olmuyorsa”, “çok büyük kitleler etkilenemez”, o halde “BOYKOT” şarttır.

Evet, gerçekten çok güzel ve çok acaip bir mantık değil mi?

Belli ki, Kılçer, “sosyalist mücadelenin maddi zemininin sağlanmış olmadığından” yakınıyor. Ve bu yoksa Kılçer’e göre, sosyalist mücadele büyük kitleleri etkilemede yetersiz kalacaktır. Eh şimdiye kadar, kendilerinden öncekilerle birlikte kendileri de çok uğraştılar ama mücadelenin maddi zeminini oluşturamadılar ve şimdi bir de böyle anlamsız bir seçim zemini var, öyleyse sosyalist mücadelenin maddi zeminini sağlamak için uğraşmak nafile çaba, bari “boykot” diyelim, sandığa gitmeyelim, zevahiri kurtaralım, olsun bitsin, kitleler bugün olmazsa yarın bize “aferin” diyecektir.

Belki Kılçer böyle demek istemiyordur ama dediklerini başka türlü anlamak mümkün mü?

Kılçer’in dile getirdiği bu zemini sağlamak için dünyalılardan üstün bazı canlıların uzaydan gelmeleri beklenmiyordu elbette ama “Türkiye’nin Komünist Hareketi” olma iddiası ile yola çıktılarsa, uzaylılardan da, elbette bu iddiayı taşıyan diğer partilerden ya da hareketlerden de bağımsız olarak, bu görevi yerine getirmek için mücadeleye devam etmek, Kılçer’lerin hâlâ iddialarının gereği olarak boyunlarının borcudur.

Buradan hareketle, eğer “boykot”u bu boyun borcunun bir gereği olarak, yani sosyalist mücadeleye maddi bir zemin kazandırmak üzere ele almıyorlarsa, bir politikasızlıkla karşı karşıyayız demektir; “BOYKOT” da ya bunu örtmek için, ya da bu politikasızlığın zorunlu sonucu olarak gündeme getirilmiştir.

Fakat daha vahimi var;  durum bu ise,  yani mücadelenin maddi zemini yoksa bazı kaldıraçların, işçi sınıfı içinden belli bir gücün devreye girmesi mümkün değilse, “BOYKOT”  propagandası ve söylemi hangi zemine basılarak yapılacak ve elbette hangi büyük kitleyi etkileyecek?

Peki,  diyelim ki mücadelede ihtiyaç olan kaldıraç “BOYKOT” tur; bu durumda işçi sınıfı içinde belli bir gücün devreye girmesi nasıl sağlanacak? Yoksa “BOYKOT” propaganda ve söyleminde bir sihir mi vardır?

Kılçer’in devamla kurduğu cümleler de gerçekten fecaat.
“BOYKOT” kararlarını gerekçelendirmek üzere kurguladığı ve pek çok soru doğurmuş olan ifadelerinden sonra, “BOYKOT” kararı almış bir sosyalistin, “Elbette buradan seçimleri topyekûn reddettiğimiz anlamı çıkmasın” ifadesini ekleme gereği duyması pek anlaşılır değildir!
Öyleyse anlaşılır kılalım.
“BOYKOT” eyleminin, sosyalist mücadelede, her koşulda kullanılabilecek bir mücadele aracı olmadığını Kılçer’lerin de biliyor olmaları gerektiğine göre, demek ki, bir başkasını ya da olmuş veya olabilecek tüm seçimleri değil, bugünkü seçimleri topyekun reddetmediklerinden söz etmektedir.

Böyle bir seçimi biz de reddediyoruz, çünkü seçimlerin bir seçim vasfı yok, ama biz seçimi boykot etmiyoruz.

Çünkü bugünün siyasi atmosferi doğrudan devrimci bir mücadele döneminin rengini vermiyor; aksine, toplumun ezici çoğunluğunun son derece olumsuz koşullar içinde yaşadığı, iktidar tarafından, egemen sınıfların, hemen hemen bütün savunma ve mücadele araçları ellerinden alınmış işçi ve emekçilere karşı alenen kollanıp, güçlendirildiğinin vurgulu bir şekilde haykırıldığı ve aynı zamanda da iktidarını güçlendirmek üzere erken-baskın- korsan, herneyse, yeni bir seçimle işçi ve emekçiler yanında, mevcut durumdan son derece hoşnutsuz ve buna önemli oranda da öfkeli oldukları aşikâr olan toplumun azımsanmayacak burjuva, küçük burjuva ve/ya da sınıf dışı kalmış bir kitlesi, aksine, bu seçimler karşısında heyecanını eskiye göre kat be kat artırmış görünmektedir.

Bu durumda “boykot”, zaten altında yönetilmek istemedikleri bu yönetimden kurtulmak isteyen kitleleri, öyle ya da böyle bu seçimin dışında bırakmak için mekanizmalar geliştirmiş olan iktidar bloğunun işini, 2010 “boykot”unda olduğu gibi, bugün bir kez daha ve artık onarılması çok daha zor sonuçlar doğuracak şekilde kolalaştıracaktır.

Ve buna rağmen, TKH’nin bir siyasi kazanımı mümkün olmayacaktır; belki de bu hareket büsbütün marjinal kalmaya mahkûm olacaktır.

Peki, ne demek “reddetmek ama topyekun reddetmemek” ; yüzde 40,ya da yüzde 60’mı, ne kadarını reddediyorlar, ne kadarını reddetmiyorlar; neresini reddediyorlar, neresini reddetmiyorlar?

“BOYKOT” a karar verilmişse seçimler topyekun reddedilmiş demektir; reddedilmeden, bu mümkün olamaz. Kılçer, bu cümle ile bugünkü seçimleri reddediyoruz ama daha öncekileri ve sonrakileri reddetmeye gerek olmayacaktır mı demek istiyor, bu da anlaşılmıyor!

Ayrıca, önceki seçimler geride kaldı ve sonraki seçimler bu günün sorunu değildir!
Olsa bile, böyle giderse, bugünkü niteliğinden hiçbir şey kaybetmiş olmayacaktır!
Öte yandan sorun seçimlerin reddedilmesi değildir; sorun, seçimlerin seçim olma niteliğini kaybetmiş olmasıdır ve bu olgu, anlık bir sürecin ifadesi değildir; artık bu olgu, bu politik atmosfere yapışmış, hatta onu belirleyen anlamsız bir sürecin ifadesidir; yani bu, yani seçimlerle mevcut politik atmosferin değiştirilmesi, iyileştirilmesi, sosyalist mücadele bir yana, sol mücadele için bile alan yaratılması mümkün değil, demektir.
Fakat eldeki tek imkân bu anlamını yitirmiş seçimdir;  çünkü mevcut siyasi atmosferin rengine uygun ne bir doğrudan devrimci mücadele var, ne de kitleler seçim karşısında heyecansız durumdadır; aksine heyecanlı ve oldukça beklentileri yüksek bir siyasi halet-i ruhiye içindedirler.
Seçimlerin anlamını yitirmiş olması da bir olgudur, elbette bu anlamsızlığa karşın, kitlelerin ezici çoğunluğunun bu seçimlerdeki heyecanının ve beklentisin oldukça yüksek olması da bir olgudur ve bu olguyu sosyalistler görmezden gelemez, reddedemezler!
İşte bu yüzden, bu olgudan çıkarılacak sonuç ve yüklenilecek görev, mutlak olarak “boykot” olamaz!
Kılçer devamla kurguladığı cümlesinde de aynı telden çalıyor; sanki sosyalistlerin (tabii sahicisinden söz ediyoruz) böyle bir iddiası ve eğilimi varmış gibi, ” Ancak mücadelenin bütün anlamını seçimlere bindirirseniz burada hata edersiniz” diyor.
Kim bilir, belki de, sözünü ettiği sosyalist kendisidir ve içinde bulunduğu “komünist” partileridir ve bir anlamda özeleştiri yapıyordur!

Öyleyse, Kılçer arkadaşımız, komünistsiz komünist partilerinin de, komünist olmayan partilerdeki komünistlerin de varacakları yerin, eninde sonunda bir likidasyonun eşiği olacağını belli ki daha önce anlamamış ama bundan sonra kesinlikle anlayacak demektir, diyelim ve geçelim.

Yüce gök hayırlara vesile etsin ki, Kılçer arkadaşımız inatçı bir kararlılıkla, “…sosyalist propaganda ve örgütlenme çalışmaları için 24 Haziran seçimlerine katılmak mutlak bir zorunluluk değildir” diyerek ve “Niye olsun ki?” diye de sorarak, 24 Haziran seçimlerine katılmanın zorunlu olmadığı ama  “boykot” un zorunlu olduğu konusunda ikna çalışması yapıyor!

Belli ki, kendi tabanından da sorular ve/veya itirazlar yükselmiştir; yoksa sıradan ve düzeniçi takılan seçmenleri Kılçer’lerin “BOYKOT” u neden ilgilendirsin!

“Kaldı ki, diyor, bugün düzen siyasetinin seçim dayatmasına karşı çıkarak pekâlâ siyaset yapılabilir ve sosyalizm bir seçenek olarak topluma sunulabilir. TKH olarak bunu yapacağız “

 “Ne hoş” ifadeler bunlar; onca zaman, pek çok kere, az ya da çok elverişli sosyalist mücadele alanlarına sahip olunduğu zamanlarda bile, ya da bu günden çok daha geniş alanlara sahip olunduğu zamanlarda bile sosyalizmi bir seçenek olarak sunamamışız, aksine, kitlelerin belleğinde sosyalizm ütopyadan öte bir anlamı bırakılmamacasına geriletilirken, sosyalistlerin marjinal olduğu fikri yerleştirilirken, en önemlisi kitlelerin akılları geriletilirken seyirci kalmışız, ya da bunu engellemeye muktedir olamamışız, şimdi kaldıraçsız, işçi sınıfının içinden belli bir gücün devreye girmesinin mümkün olmadığı sosyalizm mücadelesinin olmayan zeminin de, sosyalizm açısından belleksiz bırakılmış kitlelere, marjinal bir “boykot”  propagandası ile “düzen-dışı” bir siyaset yürütülebilecek, sosyalizmin bir seçenek olduğu fikri aşılanabilecektir!

TKH bunu yapacak ve hepimizi utandıracak!

Yazısının(mülakatının) bir yerinde Kılçer, “Şimdi CHP, İP, SP ve DP arasında bir ittifak gerçekleşmiş bulunuyor. Bu düpedüz bir sağ cephedir. Bir tarafta AKP-MHP diğer tarafta bu” demiş ve ”Buradan kurtuluş çıkmaz” ifadesini ekleyerek şöyle devam etmiş: “Bu seçim, AKP eliyle kurulan gerici, emek düşmanı ve işbirlikçi İkinci Cumhuriyet rejimini onaylama seçimidir.”
Öncelikle ,“buradan kurtuluş” bekleyen komünist (elbette sahicisi)  yoktur; ama komünistler, buradan kurtuluş için imkân çıkarmaya çalışırlar.
Ve elbette, bu seçim, dinci-gerici, osmanik-islamik rejimi onaylamak için kurgulanan bir tiyatro da olabilir; bu mümkündür ama tersi de, yani rejimi, asıl hedefine daha sıkıntısız ulaştırmanın yollarını genişletmek üzere reforme etmek için, bu temelde bir restorasyon için kurgulanan bir oyun olması da mümkündür; başka türlü bir sonuç da örnek olsun, bu tuhaf başkanlık sistemi ne karşı laik, demokratik parlamenter bir cumhuriyete dönülmesi de mümkündür.
Bunu belirleyecek olan seçim sürecindeki, düzeniçi ya da başka türlü olsun, siyasal güçlerin karşılıklı yeralımı ve seçim sonrası ortaya çıkacak siyasi tabloya göre siyasal güçlerin karşılıklı yeralımı ve kitlelerin bu durum karşısında göstereceği tutum olacaktır.
Öyleyse her halükarda, sosyalistlerin, olası gördükleri sonuca da götürebilecek olan bu oyunu bozmak ve başka türlü bir sonuç çıkarmak için mücadele etmeyi sürdürmeleri zorunlu bir sosyalist iştir.
Ama “BOYKOT” zorunlu ve mutlak bir sosyalist iş değildir!
Çünkü mutlaklaştırılmış ihtimaller üzerinden kabul edilen bir seçenektir!
Kılçer, bir de, “sağ”, “sol” cepheleşmesini diline çok doladığı halde, bugünkü atmosferde “sağ” ile “sol”un ne anlama geldiğini, unutmuş görünüyor.
Görünen o ki, bugün, yani her türlü imkân ve gücüne karşın, hâlâ tekellerin cumhuriyeti ile Tanzimat öncesi bir ortaçağ karanlığı arasında kalan ve eşelendikçe üzerindeki tümsekler artan bir eşikten öbür taraf geçemeyen iktidarın, bunu kotarmak için, ezici çoğunluğu ile ve oldukça belirgin olarak karşısına aldığı ve karşısında kaldığı son derece hoşnutsuz, burjuvasından, küçük-burjuvasına, işçi ve emekçisinden, sınıf dışı katmanlara, gencinden yaşlısına, erinden, kadınına, üniversite çevrelerinden, işsiz ve çalışan gençliğe, mütedeyyin dindardan, tarikat üyelerine ve elbette ezilmiş, yoksul, çaresiz Kürt emekçilerine kadar çok geniş yelpaze açan ki, büyük çoğunluğu, çok kısa bir süre önce, bugün dejure hale getirilmeye çalışılan  “yeni” düzenin anayasasına “HAYIR” iradesi göstermiştir, hep birlikte belirleyici bir güç olma potansiyeli olan bir kitleden oy almayı hedeflediği ve bundan medet umduğu koşullarda, Kılçer’in indinde “sağ”, topyekun burjuvazidir, “sol”  ise topyekun “sosyalist sol”dur; ama gerçek bu değildir; gerçek, bugün “sağ”ın Kılçer’in “İkinci Cumhuriyet” dediği, Tanzimat öncesi ortaçağ karanlığının ifadesi olan bir rejimin taraftarları olması olgusu ve “sol”un ise, bu rejime karşı az ya da çok laik, demokratik, hatta devrimci bir burjuva cumhuriyetin taraftarları olması olgusudur.
İşte bu yüzden, bu olguya sırt çevirdiği için, Kılçer arkadaşımız, elbette TKH, gerçek olandan hareket edeceğine, kendince mümkün olandan hareket etmeyi, “BOYKOT” eylemini sosyalist bir iş olarak kabul ettirmek için düstur bellemiş ve belletmeye çalışıyor!
Ayrıca, bu noktaya bir gecede gelinmedi; uzunca bir çatışmalı sürecin ki yer yer şiddetli ve kanlı geçen ve diğer zamanlarda hiç de dingin geçmeyen bir sınıf kavgasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur bu; bu şekilde, yani fotoğrafta görüldüğü şekilde, işler yürümediği için, hatta daha da sarpa sardığı için hâsıl olan bir sonuçtur; bu sonuçla, düzenin oturtulması, varılan ve tıkanıp kalınan eşikten ilerletilmesi hedeflenmektedir.
Düzen ne kadar çaresiz ise, düzenin sahipleri ve temsilcileri, yöneticileri, iktidar vb. ne dersek diyelim, düzenin kendisinden daha çaresizdirler.
Bu belli ve yine belli ki bu eşikten ilerlenemiyor ve erken ya da baskın seçimle aşılmak isteniyorsa, bu eşiğin önünde öyle azımsanacak bir engel değil, çok daha büyük bir engel var demektir.
Öyleyse, bu eşikten ilerlemenin önünün açılması için, bir süredir bir ileri, iki geri atılan adımlar yeterli gelmiyor; öyleyse bu adımların geriye doğru epey bir çekilmesi ihtiyacının söz konusu olduğu da bellidir.
O halde, geldiğimiz bu nokta, olumsuzu da, olumluyu da birlikte içermektedir; olumsuzla olumlu iç içedir ve bu noktadan olumluyu bulup çıkarmak sosyalistlerin asli görevidir.
“BOYKOT” ise olumluyu bulup çıkarmanın manivelası olamaz; ancak bir kolaycılığın, dahası çaresizliğe yenik düşmenin yarattığı bir psikoz içinde politikasızlığa savrulmanın ifadesi olabilir.
Diğer taraftan elbette bu seçim, aynı zamanda kitlelerin nabzını test etmek için elverişli bir araç olacaktır ama bu seçim oyunu iyi değerlendirilemezse ve sonuçta bu seçimden olumlu bir sonuç çıkartılamazsa, geriye kalan olumsuz sonuç, öncekileri aratacak denli daha olumsuz olacaktır.
Bu durumda, ya kitlelerin nabzını söndürerek ilerletecek önlemlerle eşikteki tümsekleri düzlemenin mekanizması güçlendirilecek ya da kitlelerin nabzını fırlatarak ilerletecek önlemlerle şiddet katsayısı son derece yüksek bir faşizm ile eşikteki tümsekler eşikle birlikte düzlenecek.
Çünkü faşizm, zorun şiddetini artırma yoluyla itiraz katsayısı yükselmiş ya da böyle bir ihtimalin kuvvetle muhtemel olduğu öngörülen emekçi kitleleri ve bilumum muhalifleri zaptı rapta almak yanında ve öncesinde, düzen içindeki unsurların ikna edilmesidir ve seçimler buna bir meşruiyet kazandırmış olmaktadır.
Öyleyse, “boykot”, olumsuz bir sonuç çıkması yanında, bu olumsuz sonucun şiddetine şiddet katılmasına su taşınması demek olacaktır ve bu yüzden bu “boykot” kararı, bu “komünist”  hareketin başını, eğer tasa ederlerse, epey bir ağrıtacaktır.
Diğer yandan, yukarıda da vurguladığım gibi, bugün “sağ” cephe, Tanzimat öncesi karanlığını, dolayısıyla ortaçağ rejimini temsil etmekte, “sol” cephe ise aydınlanmayı dolayısıyla laik bir burjuva cumhuriyet rejimini temsil etmektedir ve haliyle sosyalist dünya görüşü “sağ” cepheye uzak “sol” cepheye yakın olmak durumundadır.
Dolayısıyla da, bu seçimlerden, her ne değişiklik olursa olsun, sosyalist bir iktidar beklemek ya da bu temelde bir kurtuluş olmayacağı gibi, sosyalist bir iktidar çıkmayacağından hareketle seçimleri reddedip “boykot”a savrulmak da olmaz, olmamalıdır.
Kılçer, yazısının başka bir yerinde de benzer bir yaklaşım, yani ihtimallere dayalı bir yaklaşım göstermiş.
“AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi, bugün iktidarda olsaydı AKP’den farklı ne yapacaktı?” diye sormuş.
Doğru, AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi, bugün iktidarda olsaydı AKP’den farklı bir şey yapmıyor olabilir di; bu mümkündür; ama farklı bir şey yapıyor olması da mümkündür ve artık daha bir açıklıkla görülüyor ki, zaten bu yüzden, yani AKP’den farklı yapma ihtimalinin katsayısı yüksek olduğu için Erbakan ve partisi tasfiye edilmiş ve Erdoğan ve Akp’ye alan açılmıştır!

Evet, Kılçer kardeşimiz, burada da, olgulara sırtını dönmüş, gerçek olandan hareket edeceğine, mümkün olandan hareket etmeyi düstur edinmiş görünmektedir.

Oysa sosyalistlerin düsturu bu değildir; Lenin’in ifadesiyle, bir Marxist, durum tahlilinde mümkün olandan değil, gerçek olandan hareket etmelidir…

Bir de şu var!

“HÜDA-PAR seçime sokturuluyor ama Komünist, sosyalist, devrimci güçler ise seçim dışı bırakılıyor; bu, ortada bir senaryo olduğunun belirtisi; öyleyse, Komünist, sosyalist, devrimci güçler bu oyunu bozmak için, içine sokulmayan
(herhalde buradaki ifade, içine “sokulmadıkları” şeklinde olacaktı F.U.) senaryoyu reddediyorlar ve boykot ediyorlar!” demiş.

Ne hoş!

Kılçer,”HÜDA-PAR seçime sokturuluyor ama Komünist, sosyalist, devrimci güçler ise seçim dışı bırakılıyor” diye yakınıyor ama bulduğu politik çare, “boykot” oluyor; yani seçim dışı bırakılmaya tepki olarak ve elbette çare olarak kendi kendisini seçim dışı bırakıyor!

Nasıl bir mantık, ya da nasıl bir gerekçelendirme, anlamak zor!

Peki, komünist, sosyalist, devrimci güçler seçim dışı bırakılmasalardı ne olacaktı,

Yani, seçim dışı bırakılmasalardı, TKH “boykot” kararı almayacak mıydı?

Velhasıl, sosyalizmin sesini duyurmak için bahane aramaya, araç icat etmeye gerek yoktur, bu her zaman yapılır ve önündeki tek engel, ortada bu sesi duyuracak hem sahici sosyalistlerin olmaması ve hem de sahici olanların mecallerinin bu sesin gür çıkmasına yetmiyor olmasıdır; ama bu imkân, her zaman var ve zaten hiç dinmiyor.

Ayrıca, sınıf kavgası var ki, buradaki ses çok daha yüksek ve çok daha kararlı bir şekilde, gittikçe birikerek büyüyor ve bugün en sahtekâr sendikacılar, işçi liderleri ve sahici olmayan sosyalistler bile ve dahi düzeniçi muhalefet bile mevcut siyasi atmosfere karşı yükselen öfke paralelinde cümleler kurmaya, bu birikimi örgütlemeye (daha doğrusu kendilerince gütmeye ) çalışıyorlar.

Diğer yandan, konumuz ve meselemiz an itibariyle sosyalizm ise, Kılçer’in yakındığı soldaki boşluğa ne olacak, sağcılaşmaya ne olacak?

Bu çözülmeden meselemizin an itibariyle sosyalizm olabilir mi?

Yani Kılçer, soldaki boşluğu ve boş olan bir sol alanın karşısındaki sağcılaşmayı kafaya takıyorsa, bugünün konusunun ve meselesinin sosyalizm olması tuhaf değil mi?

Soldaki boşluk ve sağcılaşmanın artması sorun ise ki bu eşyanın tabiatına uygundur; yani birinin alanının daralması ya da boşalması, diğerinin alanının genişlemesi ya da dolması demektir, öyleyse meselenin soldaki boşluğun doldurulması, alanının genişletilmesi, dolayısıyla sağcılaşmanın alanının daraltılması ya da boşaltılması olduğu açık değil mi?

Bunun için doğru şiar, söz gelimi,“ yaşasın sosyalizm, haydi sosyalist cumhuriyet için alanlara…” mı olmalıdır?

Ya da “kahrolsun otokrasi, yaşasın sosyalist cumhuriyet” mi olmalıdır?

Yoksa “yaşasın laik, demokratik, halkçı cumhuriyet, kahrolsun dinci-gerici ortaçağ rejimi” mi olmalıdır?

Bugün, ilerleme motorlu tarihsel gelişme çizgisinin önemli oranda tahrip edilmiş olduğu koşullarda, birincisinin, yani milyonlarca işçi ve emekçi üzerinde sosyalist mücadelenin örgütlenmesine çalışılmasının, bu milyonlara sosyalist cumhuriyetin benimsetilmesinin, ya da en azından sosyalist cumhuriyete sempati uyandırılmasının mümkün olabilmesinin, ikincisinin gerçekleştirilmesine, en azından bu yöndeki demokratik dönüşümlerin mümkün olduğunca yüksek oranda gerçekleştirilmesine bağlı olduğu açık değil midir?

Öte yandan, sosyalist olmayan bir düzende “sol”, düzenin temeline değil, düzenin aksak, çarpık “düzen” ine karşı olmaktır; an itibarı ile düzenin, kendi yasallıklarına yönelik, kendi sınırlarının da gerisine yönelik eğilimlere karşı olmaktır; dolayısıyla “düzeniçi”dir; çok çok düzenin yırtıklarını, söküklerini dert edinir, bu yırtık-sökükler ne denli çok olursa olsun, atıp yenisini koymayı düşünmez de, istemez de; örnek olsun, sosyalizmi bile, her tarafı yırtık, sökük bir düzeni atıp, dışında bir düzen inşa etmek üzere değil, yırtıkları, sökükleri tamir edilmiş bir düzenin sınırları içinde kabul eder.

Buradan hareketle bugün “boşluk” düzeniçi “sol”da, Marx, Engels ve Lenin ile ilgili olmayan solda, yani kısaca “sol”da değildir; önemli oranda geriletilmiş olsa da, bugün bu geriletilmiş alanda boşluk yoktur; aksine bu alan önemli oranda ve hızla genişlemeye eğilimli olarak dolmaktadır; bu da, düzenin çok çok gerisinde konuşlanan sağın alanının daraltılması, görece olarak, geçici ve/ya da kalıcı olarak, sağın bir bölümünün düzeniçi sola yaklaşmış olması ya da yaklaşma eğilimi içinde olması demektir!

“Düzen dışı sol” ise yani Marx, Engels ve Lenin ile ilgili olanlar, epeydir ve hali hazırda da iflas etmiş durumdadır, nerdeyse yok hükmündedir; bu anlamda boş olan, boşluk içinde olan “düzen dışı sol”dur!

Yanlış anlaşılmasın, “sol” da elbette boşluk vardı ama bu boşluk, doldurulmuş bir boşluk olarak boşluk idi. Yani bu boşluğu, sahici olmayan sendikacılar, işçi liderleri, sosyalistler, komünistler, devrimciler, hatta devrimci-demokratlar ve elbette yine sahici olmayan aydınlardı.

Ama artık sol boş bıraktığı alana geri dönmüştür ve Marx, Engels ve Lenin ile ilgili sola daha çok yaklaşmıştır.

İşte sahici sosyalistler, komünistler, devrimci-demokratlar, dürüst, namuslu sendikacılar, işçi liderleri, gençliğin, kadınların dürüst, namuslu liderleri boşluğu doldurmada solun yanında olurlarsa, dolayısıyla solun görevlerini üstlenirlerse, hem bu boşluk, sahici olmayanlardan temizlenerek devasa bir politik güç haline getirilebilir ve hem de gecikmiş sorunların, ya da görevlerin çözümlenmesi, sosyalist iktidara giden yoldaki epey bir yükselmiş tümseklerin düzlenmesi o oranda mümkün olabilir.

Aksi ise, hareketin gerisinde kalmak, kuyruğunda kalmak ve dolayısıyla düzen içinden çıkamamak, giderek düzen- içinin yöneldiği düzensizliğe boyun eğmek demektir.

İşte Kılçer’in gerçeklere sırtını dönüp,“BOYKOT” la birlikte “sosyalizmin sesi”nin yükseltileceğinden söz etmesi, bu boşluğu dolduracak teori ve politikalar üretemediği için, aksine bu boşluğu dolduran solun gerisinde kaldığı için, bu boşluğu bir taraftan tasvir edip, diğer taraftan reddederek, politikasızlığa savrulmaktır.

Öyleyse, soldaki boşluktan ve sağcılaşmadan yakınıp, bu boşluğu dolduran sahici unsurlardan temizlemek için, bu boşluğu doldurmaya çalışan solu yalnız bırakmak, bu görevine omuz vermemek, onun yerine, “BOYKOT” la birlikte “sosyalizmin sesini yükseltmeyi” en devrimci, en komünist iş saymak ahmaklık değilse, sağcılaşmanın değirmenine su taşıyan bir mızıkçılıktır!


Öte yandan, biz biliyoruz ki, sol Marxist, sosyalist, komünist soldan öncedir; henüz sosyalizmin teorik temellerinin atılmadığı bir zamanda, yerleşmekte olan burjuva düzeninin “düzeni”ne karşı olmanın ifadesi olarak parlamentonun sol tarafında oturanların adı idi.

Bugün, düzenin “yeni” düzenine karşı olanlar, sol tarafında oturacak bir parlamentoları olmasa da, Türkiye’deki laikliğin, cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünerek bu ortaçağ düzeni ile mücadele edenler, bu ortaçağ düzeninin eşelendiği eşiğin üzerinden atlamasının önüne geçenler soldur.

Velhasıl, Kılçer yanılıyor, solda boşluk yok, sağcılaşmayla birlikte, soldaki boşluk da “sol” görünen sahtekârlık eliyle sağ ile doldurulmuştu; o kadar öyle doldurulmuştu ki artık herkesin diline doladığı “at izinin it izine karışması “durumu kemikleşmiştir.

Hatta at izi de artık it izi olmuştur.

Böyle olmasaydı, diğerleri bir yana, en son, likide edilmiş bir komünist partinin karikatürimsi parçalarından birinin yöneticileri, “sol”daki boşluğu doldurmak için, çoğu yaşamadıklarının farkında olmayan kadavralarla “TİP”i kurmayı “en komünist iş” olarak görmezdi.

İşte bu yüzden, onca zamandır bir taraftan, öteden beri bu sol boşluğu dolduranlar, yani sahici olmayan sendikacılar, işçi liderleri, sosyalistler, komünistler, devrimciler, hatta devrimci-demokratlar ve elbette sahici olmayan aydınlar; öte taraftan sahici sağcılar bile, mevcut atmosfere öyle ya da böyle itiraz biriktiren kitlelerin itirazlarını “sahiplenme” ve mevcut atmosferi “reddeden” söylemler ve irade beyanları yükseltmektedirler; buna mahkûm kalmışlardır demek istiyorum!

Bu mahkûmiyetten kurtulmak isteyenler ise “sol” görünen siyasi partilerden saylav olmanın yoluna koyulmuşlardır!

Demek ki, her halükarda düzen içi işler, eskisinden daha belirgin ve yükselme potansiyeli taşıyan bir kötü durum içindedir ve bu durumda kalmak istememe katsayısı son derece yüksek olan bu kötü atmosferden yayılan işaretler, Gezi olaylarının öncesindeki sessizlik içinde biriken sesin kat be kat fazlasının seslilik içinde biriktiğini göstermektedir.

Ama muhalefete ve dahi aydın, sendikacı, işçi lideri, sosyalist, komünist kılıkta dolaşan bilumun sahtekârlara güvenmedikleri için ve hemen hiçbir politikası, en azından uzun dönemde, kendilerine yararlı olmadığı halde, hoşnutsuz oldukları, hatta öfke içinde oldukları halde, korkudan oy verdikleri iktidar bloğu ile hesaplaşma aracı saydıkları seçimlere önem veren kitlelerin, bu birikimi ortaya dökebilmeleri ve siyasi güce dönüştürebilmeleri için, bu seçimden çıkacak sonucun, beklentilerini en asgari oranda bile olsa karşılaması büyük önem taşımaktadır.

Artık pazarcı esnafı, kahvedeki köylü bile şunu diyebiliyor; “böyle gitmeyeceği belliydi ve muhalefet de artık muhalifliğine döndü inşallah!”

Ama şunu demiyor; “bu seçimlerden bir şey çıkmaz, sonuç değişmez, sandığa gitmeye bile gerek yok”

Sandığa gitmezlerse çıkacak olan sonucun daha vahim olacağını düşünüyorlar!

Yani kitlelerin bu seçimlerden beklentisi yüksek ve üstelik tüm entrikalara, hilelere rağmen iyi bir şey çıkacağına inancı eskiye göre yükselen bir grafik çiziyor; heyecan ise öncekilerden kat be kat çok fazla görünüyor.

Anti parantez, bugüne kadar sahici olmayan muhalefet, yani muhalefet görünümlü düzen-içi partiler ,“sahici” olmak için konuşlandığının açık işaretlerini gösteriyor; yukarda sıraladığım sahici olmayan diğer unsurların da durumu aynı, mevcut atmosferde olası bir dönüşümden sonraki sahtekârlıklarını örtmek üzere, sahici görünmek için konuşlanmaya, ya da konum değiştirmeye çalışıyorlar.

Bu ne demektir? 

Bu mevcut atmosferde kitlelerin daha fazla tutulamayacağının düzen sahiplerince, en azından azımsanmayacak bir bölümünce kabul edilmiş olması ve dolayısıyla kitlelerin mevcut atmosfere itirazlarından yana tavır almalarının ve buna göre konuşlanmalarının sıkışmışlığı aşması açısından düzenin yararına olduğunun kabul edilmiş olması demektir.

Bunda elbette düzen sahiplerinin ve iktidarının ve muhalefetinin ve diğer sacayaklarının yanlış ve yetersiz politikaları yanında, buna her şeye rağmen itiraz eden, bir bakıma sahipsiz olan ve daha çok da sahici olmayan liderlerinin sahtekârlıkları ile şaşırtılarak zapt-ı rapta alınmaya çalışılan kitlelerin ve laik cumhuriyeti her şeye rağmen sahiplenerek savunanların ve dahi bu süreçte kemalistlerden daha kemalize olan kitlelerin durdurulamayan itirazlarının payı yüksektir.

Komünistlerin mi?

Bence pek bir payları yoktur, en azından esamesi okunmaz ki, bunu beş parçaya bölünen ve hâlâ da bu eğilimi gösteren bir komünist parti ve  “boşluk doldurma” yarışı içinde olan “sosyalist-komünist” hareket(ler), daha hazini, eski ve artık kadroları önemli oranda kadavra olmuş bir TİP’i boşluk doldurma yarışını kazanmak güdüsüyle kurmaya çalışan bir “Komünist” parti parçası, apaçık göstermeketdir.

Bu da kitlelerin, en azından yüzünü sosyalizme dönmüş çevrelerin, kendileri için en iyi olmayan, aksine kötü olan örgütü pratikte görmelerine ve en iyisinin ise ancak ve ancak mevcut atmosferin yıkıcı, yokedici etkisi ve gücüne karşın, ayakta kalan sosyalist –komünist kadrolar ve sosyalizmden vazgeçmemiş olan yüzü sosyalizme dönük çevrelerce, bu atmosferin sosyalizmi dışlamayan bir laik, demokratik, devrimci, işçi, emekçi, halkçı cumhuriyet ile değiştirilmesi mücadelesinin canlı pratiğinde ortaya çıkarılacağını daha bir açıklıkla görmesi demektir.

Bunun yanında, Kılçer’ler, ilan ettikleri “boykot” yaklaşımıyla kendi belgelerinde ifade ettikleri gibi, “bu topraklarda, tarihsel birikimi ve gelecek hedefleri üzerinden sosyalizmi var edecek, yeni bir dönemin partisini yaratmaya su taşıyacaklarını öngörmüş olabilirler, bu onların politikası ama  yine kendi belgelerindeki ifadeleriyle, üzerinde hareket ettikleri komünist hareketin tarihsel birikimine uygun olmayan bir yaklaşımla ve  “Yeni” Türkiye’de eskisine göre nerdeyse yok sayacağımız bir alanda, (elbette sosyalizm mücadelesi her halükarda durmayacak) sosyalizmi toplumsal bir seçenek haline getirme mücadelesinde başarılı olmalarının pek mümkün olamayacağı da açıklıkla görülmektedir.
Bu, aynı zamanda, TKH’nin söylemini kullanırsak, sosyalizmi toplumsal bir seçenek haline getirme mücadelesinde geniş bir alan kazanmak demektir.
Bir de şu var; bütün bu sosyalizan çabalardan sonra, yaratılan güçler dengesiyle değiştirilen atmosferde gerçekleştirilen, demokratik, ekonomik, politik, toplumsal dönüşümler sonucu, başka ifadeyle laik cumhuriyet eksenindeki toplumsal dönüşümlerle ortaya çıkabilecek olan politik egemenliğin rengi sosyalist olabilir mi; bu egemenliğin renginin, güçler dengesi her ne şekilde kurulursa kurulsun, önünde sonunda bir burjuva rengi taşıması kaçınılmaz değil mi? 
Öyleyse burada “boykot”çuluk, bu kaçınılmazlığa, sosyalizm adına küsmek demek değil midir?
Komünist hareketin ve Leninci parti anlayışının birikimine sahip çıkmaktan söz etmeyi ve bu açıdan “gelenekçi” olduklarını söylemeyi ihmal etmeyen Kılçer ve hareketi, Lenin’in tıpkısının aynısı olmasa da, bugüne önemli dersler yansıtan şu uyarısını hatırlamak istemiyorlar belli ki;
Oysa bugün de, sosyalizmi yakınlaştırmada, eksiksiz siyasal özgürlükten, demokratik bir cumhuriyetten, proletaryanın ve köylülüğün (ki bu küçük-burjuvazinin demektir) devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir araç yoktur.
Küçük-burjuvazi, “yeni” etiketi ile dayatılan eski düzene karşı, Tanzimat öncesi karanlığa karşı, ortaçağ rejimine karşı, demokratik cumhuriyet için savaşacaktır. İşçi sınıfı ise sosyalizm için savaşacaktır.
Ne küçük-burjuvazinin demokratik cumhuriyet için savaşımı proletaryanın sosyalizm için savaşımıdır; ne de proletaryanın sosyalizm için savaşımı küçük-burjuvazinin demokratik cumhuriyet için savaşımdır.  
Bunu görmemek, kabul etmemek, demokratik cumhuriyet için savaşımla sosyalizm için savaşımı birbirine karıştırmış, dolayısıyla ister istemez sosyalizm için savaşımdan uzaklaşmış olmak demektir.
Örnek olsun, “sosyalist” de geçinen, ya da görünmeye çalışan Kürt siyaseti, Öcalan’ın ağzına bakarak, “demokratik komün”leri sosyalizm olarak kabul etme - ettirme aymazlığı pompalamaktadırlar! 
İşçi ve emekçiler, köylüler, küçük esnaflar, kır emekçileri tüm engelleyici mekanizmalara karşın, her yerde kaynaşma halinde, pek çok yerde grevlerin, fabrika direnişlerinin, hak arama, haksızlıklara karşı durma eylemlerinin içinde; ürettikleri mahsulü derelere fırlatma, yazar kasaları meclisin önünde parçalama, hatta kendini yakma eylemleri içinde.
Öte yandan kent ve kır emekçileri hem örgütsüz ve hem de örgütlerine güvensizlik içinde, işsizlik ise tüm zamanların en yüksek seviyesinde; çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında ezilen toplumdaki bozulma ve çürüme, bununla beraber cehalet had safhada.
Tarımsal nüfus ile kent nüfusu içindeki işçi ve emekçi kitlelerin hemen hemen tamamının herhangi bir etkin inisiyatif göstermelerini engelleyen mekanizmalar gün geçtikçe daha da güçlendiriliyor.
Mevcut durum yeterince bunalım içinde iken, Türkiye’nin yeni ve daha büyük bir bunalıma doğru gittiği apaçık ortada; toplumun hemen hemen her katmanında -  bu katmanlar, sağ’da olsun, sol’da olsun, büyük burjuvazinin, tekellerin dışındaki katmanların ezici çoğunluğunu oluşturuyor -  huzursuzluk artan bir grafik çiziyor;  bunun bizi nereye sürükleyeceğini bilmiyoruz.
Bu durumun yönetim katında oturanlar, bu durumun müsebbibi iken, hem mağduru hem de muzafferi oynayarak, sürüklenilen bunalımın faturasını, huzursuzluk içindeki kitlelere ve daha çok da işçi ve emekçilere ödetmek üzere  “erken” ya da “baskın” bir seçimi dayatmışlar ve “muhalif”  partiler de buna “hodri-meydan” yaklaşımıyla hemen hazır olduklarını göstermişlerdir.
Buna karşın, sosyalizmin hemen utku kazanmasını ummak için sosyalist hareketin çok zayıf olduğu da ortada.
İşte bu atmosferde, bu siyasi atmosferin tepesini tutan siyasi güçler, kendi aralarındaki  (Kılçer’in ifadesiyle “düzen –içi) siyasi kapışmanın, yani “erken-baskın-korsan, her neyse o  seçimin sonunda, öyle ya da böyle barışçıl yoldan püskürtülüp başarı elde edilirse, herkes hangi beklentide olursa olsun, elbette bu basit bir hükümet değişikliği olacak; elbette ki devrim olmayacak ve “yeniden ve mecburen toparlanmış” burjuva cumhuriyetçiler, kemalistler, en azından, düne kadar mevcut siyasi iktidarın koltuk değnekliğini yürüten bir “muhalefet” rolü içinde, bu iktidarın totaliterliğini pekiştirmesine yardım eden, bugün ise otokratik bir rejimi dayatan bu dinci-gerici, osmanik-islamik diktatörlüğe karşı hareket etme eğilimlerini kuvvetli bir biçimde gösteren siyasi güçler ve kadrolar, yani Kılıcıdaroğlu, Akşener, Karamollaoğlu gibi siyasi aktörler ve çevresi iktidara gelecektir; olmazsa eski iktidar, dayattığı rejime, dayattığı seçimle bir meşruiyet kazandırarak, daha da güçlendirip, sertleştirerek halka dayatacak ve yaklaşan bunalımın faturasını emekçi halkın üzerine boşaltacak; emekçi halk bu faturaya itiraz etme iradesi gösterirse, bu kez  faşizmin o sıcak nefesini üfleyecek.
Halkçı bir devrim olması halinde ise ki bu bugünün, yani seçim sürecinin konusu değildir, o zaman, özünde burjuva olan ama küçük-burjuvaziyle ortak bir işçi, emekçi, halkçı cumhuriyet ortaya çıkacaktır.
Peki, bu olasılıklarla yüz yüze gelen komünistler, nasıl bir rol oynamalıdırlar?
Soru budur?
Cevap 1848 yılında Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları Manifesto’da ortaya konmuştur ve bugün de geçerli olmaması için hiçbir engel, hiçbir sebep yoktur; yeter ki günümüz Türkiye’sine sosyalist duyarlık ve yeterlikle uygulayabilelim.
Manifesto’nun diliyle “Komünistler, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının çeşitli aşamalarında, her zaman ve her yerde, bir bütün olarak sosyalist hareketin çıkarlarını temsil ederler, acil hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama mevcut hareket içersinde, bu hareketin geleceğini de, yani sosyalist iktidarı da temsil eder ve gözetirler”
Öyleyse bunu önceki komünistler gibi biz de günümüz Türkiye’sine uygulayalım.
İster Akşenerlerden, Kılıcıdaroğullarından ya da Karamollaoğullarından oluşan bir hükümetin yönettiği burjuva cumhuriyet olsun, isterse İşçi ve emekçilerin ve de yoksul köylülerin dâhil olduğu ve işçi liderlerinin, küçük-burjuva aydınların, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, devrimci-demokratların dahil olduğu devrimci bir hükümetin yönetimindeki cumhuriyet olsun, sosyalistlerin, komünistlerin, sahici bir işçi sınıfı partisi yaratmak, sosyalizmi toplumsal bir seçenek haline getirmek, sosyalizmin sesini duyurmak için yürütecekleri mücadeleye önemli bir alan yaratılmış olmayacak mı?
Öncekine göre daha geniş, öncekinin devam etmesi durumundakine göre ise çok daha geniş bir hareket özgürlüğü (seçim güvenliği, belki seçim barajının kalktığı, basın özgürlüğü, yürüyüş ve toplantı özgürlüğü, sendikal özgürlük, demokratik, mesleki örgüt kurma özgürlüğü, grev yapma özgürlüğü, vb.) vermesini ne engelleyecek?
Engellenmesi durumunda, sosyalistlerin bu engele karşı mücadele etmesini ne engelleyecek?
Kısaca, sosyalistler,  mücadele araçlarından son derece yoksun bırakıldığı, son derece dar bir alana sıkıştırıldığı, seçimlerin bile anlamsızlaştığı bir atmosferde bile , “boykot”  şiarı ve eylemi altında sosyalizmin sesini duyurabilmekten söz ediyorlarsa, böyle bir durumda ellerini kim bağlayacak?
En azından, bu sonuç, eskisine göre işçi sınıfının, emekçilerin, sahici işçi liderlerinin, sendikacıların, sahici sosyalistlerin, sahici aydınların lehine bir politik atmosfer olmaz mı; bu atmosferin, işçi ve emekçileri, sendikaları, sahici gazetecileri, sahiden bağımsız medyayı, sahici aydınları, sosyalistleri, komünistleri ve partilerini daha güçlü yapma ihtimalini peşin peşin reddetmek doğrumudur?
Burada hepimiz şu düsturu yeniden hatırlayalım; Marx’ın ifadesiyle burjuva cumhuriyet, proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımın sonuca bağlanabileceği tek siyasal biçimdir; sosyalistlerin sosyalizmin sesini yeterince ve özgürce duyurabilmeleri için, sosyalist cumhuriyeti kurma mücadelesi verirken barınak ve sığınak sağlayabilmeyi kolaylaştıran tek elverişli alan burjuva cumhuriyettir.
Ama bütün bu seçenekler, kolay ve basit süreçlerin ifadesi değildir; burada komünistler, azami hünerle donanmalı, politikada ustalaşmış olmalıdırlar.
Peki, öyleyse oynanan seçim oyununda bir kenarda durursak, bu oyundaki partiler karşısında yalnızca olumsuz eleştiriyle sınırlı kalırsak doğru bir iş mi yapmış oluruz yoksa hatanın en büyüğünü mü yapmış oluruz?
Kılçer’in (TKH’nin )görüşlerini cümle cümle, bir bir masaya yatırıp, eleştirmeyi görmüyorum; bu yüzden buraya kadar belli başlı noktalarda yaptığım otopsinin yeterli olduğuna inanıyorum.
Öyleyse bitiriyorum. 
Fikret Uzun
06-05-2018