18 Aralık 2017 Pazartesi

KUDÜS BAHANE, BOP’UN- BİP’İN LABİRENTLERİNDEKİ TIKANIKLIĞI AŞMAK ŞAHANE



KUDÜS BAHANE, BOP’UN- BİP’İN LABİRENTLERİNDEKİ TIKANIKLIĞI AŞMAK ŞAHANE

Weitling üzerinden gerici sosyalizmin Türkiye şubesi olarak atıp-tutan Fırtına Kuşu maskeli zevat, yine Marx ve Engels düşmanlığı kusmuş ve ama asıl yaptığı semitizm olmuştur; diğer dediklerinin kendisi için de hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur, her fırsatı değerlendirip, Marx ve Engels’e saldırma misyonunu, herhalde Kürtlerin yine yeniden Marx’a dönmesi ihtimalinden korktuğu için üstlenmiş olsa gerek; ama korkmasın, bir kez devrim kapısından dönen hiç kimse tekrar geriye, devrim kapısına dönmez; bunun için, uyduruk devrimler icat edip, kendilerini değil, kandırdıkları Kürt halkını ve devrimcilerini avutmaktadırlar; yani kandırmaktadırlar demek istiyorum; fakat bunu yaparlarken, artık Kürtler, sosyalist olmaktan söz etmiyorum, devrimcisizliğin dibini bulmada rekora koşmaktadırlar.

Farkındadır, değildir, bilinçlicedir, bilinçsizcedir bunu bilemem ama yaptığı, son tahlilde gittikçe keskinleşme eğilimi ve hareketi içinde olan sınıf kavgasının üzerini örtmek, akıllardan uzak tutmaktır. Bu bölgenin, ABD-AB emperyalizminin yenidünya düzeninin kalbinin attığı coğrafyadır; bu anlamda ABD-AB emperyalizminin, içinde İsrail de var elbette, hem çaresi ve hem de çaresizliğidir.

Ama bu geniş coğrafya, yer altı yerüstü zenginlikleri yanında tarihi de zenginliklerle dolu olan ve antiemperyalizm ile antisiyonizm’in son derece derin ve geniş bir kapsama alanı olan bir çileli coğrafyadır ve artık emperyalist oyunlar eskisi gibi sağlam dikişlerle kurulamıyor; velhasıl, yenidünyacı emperyalizm burada yenilgi üstüne yenilgi alıyor; en azından ağız tadıyla bir zafer kazanamıyor!

Işid mi?

O zaten ABD emperyalizminin kendi çocuğudur ve onun üzerinden ABD emperyalizminin de Kürtlerin de bir zaferi yoktur; ABD emperyalizminin çocuğu Işid’i, gene ABD emperyalizminin silahlarıyla püskürtmek bir devrim de değildir; çünkü zafer, hele devrim, bunun önündeki müzmin düşmanlarla dostluk ya da ittifak kurarak olmaz.

Velhasıl bu bölgede kırk yıllık “Büyük Kürdistan” rüyası, artık emperyalizmin telaşını ve çaresizliğini ve elbette korkusunu yansıtan bir kâbusa dönüşmektedir; öyleyse, burada keskinleşen sınıf kavgası, bu coğrafyayı, halklarını, Ermeni soykırımı da neymiş, Pontuslu Rum katliamı da neymiş, dedirtecek denli kan gölüne de çevirebilir, bir ulusal, sınıfsal kurtuluşun şafağına da götürebilir; işte bu “KUDÜS” vaveylası, bunu örtülemek, önünü almak içindir; eski oyunu tekrarlamak içindir; insanların aklını “KUDÜS”e takmak içindir.

Ama aklı olanlara, bir kez daha, pratik olarak, “KUDÜS” ün mudüsün bahane, emperyalizmin ve Siyonizmin çıkarlarının şahane olduğunu ve karşısında, bu coğrafyada yaşayan ve her an sınıfsal bir kine dönüşecek olan oldukça deneyimli bir öfke içindeki mazlum halkların da vazgeçilmez tarihsel ve sınıfsal çıkarları olduğunu göstermektedir; demek ki bu çıkarları için bu coğrafyadaki halklar, pek de edilgin değiller ki, bu coğrafyadaki emperyalist-siyonist oyun, emperyalizmi şöyle adamakıllı mutlu edecek sonuçları doğuramıyor; elbette belli mesafe ve kazanımlar elde ediyor, ama çok pahalı bir fatura ile karşı karşıya bırakacak denli sürekli patinaj yapıyor; bir türlü rüyasını tamamına erdiremiyor.

Bu bölgedeki operasyonun, bir bankanın kasasını soymak için yapılan ya da mesela bir terörist saldırı için yapılan operasyon ile pek bir farkı yoktur; öngörülen zamanda operasyon tamamlanamazsa, bu operasyonu bastırmak için hazırlanan karşı operasyonlar işi bozar, bozuyor; işte bu bölgedeki emperyalist-siyonist operasyonun işi de tıkırında değildir, zaman uzamış ve daralmış, iş önemli oranda bozulmuş, büsbütün bozulma riski kapıdadır!

Demek ki bu yenidünyacı emperyalist iş, tarihin mantığına toslamıştır.

Bu coğrafyada mesele “Büyük Ortadoğu” ise, tarihin mantığı, emperyalist-siyonist yenidünyacıların mantık dışı rüyasının karşısına, “Ortadoğu Halklarının Birliği”ni koyuyor; bu mantık, bakmasını bilen ve gördükleri karşısında gözlerini kapamayan gözlerin önüne koyuyor ki, bu coğrafyadaki halklar tarihsel ve sınıfsal vazgeçilmez çıkarları için bu Amerikan oyununu bozmazlarsa yok olacaklarının farkına daha çok vardıkça, bu halkların önce İsrail’in ve beraberinde Amerikan emperyalizmi yanında bilumum işbirlikçilerinin karşısına dikilme katsayısı, dizginlenemeyecek seviyeye çıkacaktır ve dünya âleme, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların öfkesinin, kardeşliğinin, kurtuluşunun nasıl olacağını pratik olarak göstereceklerdir.


Öyleyse demek ki tarihin mantığı, bu geniş ve ezilen ve sömürülen halkların çilekeş kaderine ev sahipliği yapan coğrafyanın, bir “ Büyük Ortadoğu Emekçi Halklar Birliği Cumhuriyeti” ne gebe olduğunu göstermektedir!


Erken doğum olur, ters doğum olur, sezaryen olur, Kürtaj olur, doğmadan boğulur vb. bu ayrı ama bu coğrafya, bu doğuma gebedir ve bu gebelikten, bu gebeliğe neden olan ne ise bu coğrafyaya onun meyvesi düşecektir!

Öcalan mı?

Geç gelmiş dahi birey edasıyla pazarladığı Marx, Engels, Lenin ve Marxizm-Leninizm düşmanlığı ile can bulan, ezilen ve sömürülen halkların ezeli ve ebedi düşmanlarının hizmetindeki ideologlardan ithal lakırdıları ile artık ahmak kurnazlığının da, ulusal kurtuluş mücadelesinin de dibini bulmuş ve muhiplerine de buldurmuştur; emperyalist ABD’den ve işbirlikçilerinden, hem de pek bir istekli olarak aldığı rolünü oynayıp, sessizliğe gömülen Öcalan, artık Bookchin’ in bile canlandıramayacağı politik mevtadan başka bir şey değildir!

Artık, emperyalistlere ve işbirlikçilerine “ne istediniz de vermedim” yollu hayıflanarak, Marx’ı “aştığı” gibi, bu politik mevta durumunu da aşar mı, yoksa bu halinden memnun yaşadığına mı şükreder bilemeyiz; bunu hep beraber göreceğiz ama cumhuriyet yıkıcılığındaki ve bu yıkıcılığın ezilen ve sömürülen sınıflara, halklara verdiği zarardaki payının son derece fazla olduğunu görebiliyoruz!

Bir de müzakere süreci vardı değil mi? İşte bu ve bugün vardığı nokta, Fırtınakuşu’ gillerin ahmak kurnazlıklarını çok kolay ele vermektedir!

“Dinc, boş boş konuşuyor”muş; çünkü “İsrail devleti, hiç olmazsa Filistin kadınlarının çıplak bedenlerini teşhir etmemişler, Dinc’in TeCe devletinin Kürt gerilla kadınlarının çıplak bedenlerini teşhir etmiş; Kadınlarına, çocuklarına, erkeklerine tecavüz ettirmiş.”
Ne yaman bir kıyas!

Fırtınakuşu, “Dinc’in TC devleti” ile şen şakrak bir müzakere kardeşliği yapanların yere göğe koyamadığı Kürtler olduğunu unutmuş mudur? Bu TC’nin, ne Dinc’in TeCe’si, ne de Kemalist TeCe olduğunu da mı unutmuştur acaba!

Hiç sanmıyorum!

Weitling’çi zat’ı şahaneleri, gerici sosyalizmin cahil muhibbi Fırtınakuşugil, Kürt siyasetinin “Hendek Savaşı” açarak meydan okuduğu TeCe’nin, bu savaşa Kürt illerinde şiddet katsayısı çok yüksek bir şekilde karşılık vermesinden dem vurmuş; sihirli bir “hiç olmazsa” lakırdısıyla, hem dağdan, hatta nerden geldiği de belli olmadan gelip, bağcıyı döve döve kovmaya doymayan İsrail’in Filistinlilere uyguladığı terörü “kabahat” derekesine indiren bir kıyas yaparak, Kürt illerindeki vahşeti gerçekleştirenlerin, sanki hala TeCe’nin yönetiminde imişler gibi, Kemalistler olduğu yanılsamasını sağlamaya çalışarak, KUDÜS etrafında sürdürülen tartışmanın gerçek zemininden kaymasına çabalamıştır; hâlbuki Kürtlerin, Kemalistler iktidarda iken, özellikle de Kenanist (Kenan Evren) darbe ve rejimi sırasında “TeCe” olarak çağırdıkları cumhuriyetten ve onu yöneten Kemalist yüksek kadrolardan bugün eser bile yoktur!

O vahşet, elbette bir vahşettir ve Kürtlerin bir meydan okumasının ifadesi olan “Hendek Savaşı”na yöneltilen, sınıf kini yanında, onu çok çok aşan bir kinle verilen şiddet katsayısı son derece yüksek bir cevaptır ve bu cevabın sahipleriyle, yani Kemalist iktidarı da, Kemalist TeCe’yi de, yani (ne kadar kaldıysa) laik cumhuriyeti de ve Tekellerin, büyük zenginlerin ricalarını emir telakki eden Kemalist yüksek kadrolar yanında, ABD emperyalizmini dost belleme kurnazlığı içindeki Öcalan ve Öcalanist Kürtler’in, Kürt siyasetinin de dahli ile tasfiye eden ve dinci-gerici, Osmanist-islamist temelde konuşlanan rejimin, yani artık başka bir “TeCe” olmuş “yeni” “TeCe” nin yeni yönetici kadrolarıyla, bu cevaptan birkaç adım öncesine kadar müzakerelerin biri bitiyor, öteki başlıyordu.

Bu müzakere masasından, Amerika’ya mı desem, İsrail’e mi desem, yoksa başka bir şeye mi desem, Kürtlere verilecek, tıpkının aynısı olmasa da, eninde sonunda bir “manda” olan Kürt “kurtuluşu” için - ki “Kurtuluş” diye sundukları, dahası “kendi kaderini tayin” olarak dayattıkları “demokratik” soslu aşiret komünü, bu “manda”ya son derece uygundur - Türkiye’nin ezilen ve sömürülen halklarını, sınıflarını büsbütün teslim almayı, büsbütün geleceksiz ve savunmasız bırakmayı sağlayan “demokrasi” dikenleri saçılıyordu!
Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin kaderlerine “demokrasi” dikenleri saçılırken, Kürt ağa ve beylerine, aşiret reislerine ve elbette Türkiye’nin zenginleri ile bin bir bağ içinde olan Kürt burjuvalarına fırsat ve gelecek çiçekleri saçılıyordu; yani demek ki, Kürt emekçi halkının kaderine de “demokrasi” dikenleri saçılıyordu!

Kurtuluş muş!

Kurtuluş bunun neresinde, nerede, gösterebilen var mı?

Ayrıca, bu “Hendek Savaşı”nda Kürt halkının maruz kaldığı vahşetten Kürt siyasetini masum ve masun tutabilir miyiz, bunu da herkes düşünmelidir!

Bu müzakereler sürerken, TeCe’nin yönetiminde, Marx’ın da, Engels’in de olmadığı, hatta onların tilmizleri olan Marxistlerin de olmadığı, hatta ve hatta Kemalistler’in de olmadığı, yukarda kurduğum cümleden de pek açık olarak anlaşılmaktadır!

Ya da başka türlü ifade edeyim, malum, bir Amerikancı Kürt politikasını, hem de “kendi kaderini tayin” diye yutturmaya çalışarak, Kürt halkına da, devrimcilerine de ve elbette Türkiye’nin ezilme sömürülme katsayıları dayanılamayacak boyutlarda olan işçi ve emekçilerine de ve elbette Türkiye’nin devrimcilerine de, sırf, kapkara bir sicille dünyayı onlarca yıldır kan gölüne çeviren, sol/sosyalist/ komünist hareketleri ezen, işçi ve emekçi hareketlerini, bünyesindeki savaşçılarını ve sempatizanlarını bile “soykırım” misli kırımdan geçiren, solun/sosyalist hareketin önünü kesmek için solun/sosyalist hareketin olduğu her tarafa dinci bariyerler koyan emperyalist-siyonist yenidünyacı zebaniler mutlu ve muzaffer olsunlar diye kabul ettirmek için oynanan bir acıklı güldürü tiyatrosu misli kurulan müzakere masasının bir tarafında, ne muzaffer bir ulusal kurtuluş savaşının genel komutanı vardı; ne de diğer tarafında, bu muzaffer ulusala kurtuluş savaşına yenik düşmüş bir genel komutanlık vardı!

Kim vardı?

Bir tarafında, Kürtlerin de senkronize olduğu politikalarla Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin bütün sığınak ve barınaklarını, savunma mekanizmalarını, velhasıl ekonomik ve politik örgütlerini ve örgütlenme imkânlarını elinden almakla kalmayıp; bütün bu savunmasızlık ve örgütsüzlük içinde kırbaçlı köleliğe mahkûm etmekle de kalmayıp, laikliği de, cumhuriyeti de yıkarak, yerine bir şey koyamadıkları ama yönetimini de almış bulundukları “cumhuriyetin” yeni kadroları vardı; öteki tarafında ise, şiir gibi bir “Kürt açılımı” ittifakı içinde, köylü kurnazlığını geçmeyen politikalarla, daha çok da masanın diğer tarafındakinin ve ABD emperyalizminin bu bölgedeki ezilen ve sömürülen halkları ve hatta devletleri topyekün teslim almayı hedefleyen politikaları ile senkronize hareket etmeyi politika bilen, işbirlikçilikte Barzani’yi bile aşmaya çalışan Öcalanist Kürtler, Kürt siyaseti vardı ve müzakere tiyatrosu oynuyorlardı!

Ve malumumuz, masayı, öteki taraf devirdi, beriki taraf ise, “Seni başkan yaptırmayacağız” dediğiyle kaldı ve “aman masayı ayağa kaldıralım, müzakerelere devam edelim”, “ Biz TeCe’yi hükümetsiz de, cumhurbaşkansız da komayız, üzerimize ne düşerse yaparız” yollu ağlamaklı beyanatlar verdikleri gibi, dost’luğundan kimsenin sual sormasını istemedikleri “müttefikleri” ABD’nin bunun için aracı olmasını istediler.

Sonra?

Sonrasını hep beraber izledik, izliyoruz, Kürtler artık ABD –AB emperyalizmin pek yüksek tuttukları paralı askerleridir; tabii oynanan emperyalist oyunlar bir şekilde sona geldiğinde, Kürtlerin statüsü ne olur göreceğiz ve işte en sonu, ABD-AB emperyalizminin, siyonistlerin, bu bölgede “Kudüs İsrail’indir, İsrail’in başkentidir” hamlesinden medet umdukları, yani çaresizliklerinin iyiden iyiye dışa vurduğu bir noktaya gelmiş bulunmaktayız!

Demek ki, sonun başlangıcı ile karşı karşıyayız ve eminim Kürtler de kara kara olmasa da, “ne olacak bizim halimiz” yollu acaba’lı düşünceler içine çoktan girmişlerdir!

Ve öyleyse, Weitling’çi gerici sosyalizmin kuşu olduğunu bildiğimiz, semitizm kuşu olduğunu da bildiğimiz, azılı bir Marx-Engels düşmanı olduğunu da bildiğimiz bu zevat’ın (dikkatle okunsun,”zerzevat” demiyorum, yani hakaret etmiyorum)sahne alıp, gerçeklere karşı yalan yüklü dedikodularla cenk açması şaşırtıcı olmamalıdır.

Fırtına kuşuymuş, hangi fırtınanın kuşu acaba?

Dünyanın bütün ezilen ve sömürülen halklarının, sınıflarının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını topyekün elinden almaya ve topyekün kırbaçlı köleliğe mahkûm etmeye hazırlanan ve epey bir yol kat eden ama bir türlü tamamına erdiremeyen, erdirecek gibi de görünmeyen yenidünyacı emperyalistlerin BOP-BİP fırtınasının kuşu değilse hangi fırtınanın kuşudur?

Daha önce ve birkaç kez hatırlatmıştım; belirleyici olan emek sürecidir; zaten bunun için ABD-AB emperyalizmi, paralı askerlerini Arap çöllerine yığmıştır; çünkü yerel ya da global, emperyalist-siyonist büyük büyük zenginlerin kaygılarını büyüten, bu emek sürecindeki bitmeyen hareketliliktir; bu emek sürecinde, ezilen ve sömürülen işçi ve emekçilerin, vazgeçemeyecekleri tarihsel-sınıfsal çıkarlarına karşı, üzerlerine üzerlerine gelen saldırıların karşısında itiraz etmelerinden, sessiz kalmamalarından ve en sonu başkaldırma ihtimallerinden doğan kaygılar vardır; bu emek sürecinde, artık pek de sessiz olmayan, hatta gizlenme imkânları giderek azalmış olan sınıf mücadelesinin politik bir güç olma ihtimalinden doğan kaygılar vardır.

Demek ki emek süreci, belirleyiciliğini korumaktadır!

Diğer yandan, tarihin motoru, ne din savaşlarıdır, ne ulusal kurtuluş savaşlarıdır, ne de kötü niyetli insanlar, ya da gruplarla, iyi niyetli insanlar ya da grupların savaşıdır; Kudüs’ün, İsrail’in ya da Filistin’in başkenti olması için savaş da değildir!

Tarihin motoru, hala sınıf mücadelesidir; egemen sınıflar bu yüzden, bu mücadelenin bir politik mücadeleye dönüşmemesi için, bir devrimci patlamayla buluşmaması için bu mücadeleyi köreltmenin bütün denenmiş, denenmemiş politikalarını kurmaktadır; bunun için daha önce de denediği, hani Öcalan’ın bir zamanlar dediği gibi, bugünün en ucuz politikası olarak, en ucuz disiplin olarak , ”bin yıllık silah”a, din’e yeniden dönülmüştür; böylece en başta fabrikalardan, hayatın tüm alanından, sınıf bilincini kovup, tarikat bilinci yerleştirmeyi en başat politika yapmışlardır.

Bütün bunlar, yalnızca ve yalnızca tarihin motorunun işlediğini göstermektedir!

Bu gerçekliği, şu Fırtına kuşu’nun, kuş işte, ateş olsa gagasının ucundaki çer-çöp ateşi kadardır ve ancak kendi gagasını yakar, ne Komünizmi İlkel Hıristiyanlığa indirgeyen Weitling’in komünizmi örtebilir, ne de Öcalanist Kürtlerin, Marx ve Engels’i ve dahi Lenin’i “aşma” kuruntuları örtebilir; hatta emperyalist-siyonist büyük zenginlerin, parasal imparatorluklarını korumak ve dünyayı binyıl sürecek bir sınıf barışına, bir Amerikan pax’ına, kıyametten önce barış ve selametin hüküm süreceği kabul edilen binyıllık dönem (milenyum) olarak da kabul edebilirsiniz, mahkûm etmek için tarihi tersine bükerek, ortaçağa yönelmeleri de bu motoru durduramaz, varlığını da gizleyemez!

Ve en sonu, sosyalizm ile işçi sınıfının özdeşliği, yani sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu çıkarsaması daha önce teorik iken, bugün, özellikle Sovyet deneyiminden beri ve daha çok da bu deneyimin yıkılışındaki derslerle birlikte, artık sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu pratik olarak görmüş bulunmaktayız; motoru sınıf mücadelesi olan tarihin akışı, işçi sınıfını bu kendi düzeni ile hem de daha ileri bir seviyeden başlayan bir kavga ile yeniden buluşturacağını da bu pratik, çok daha ikna edici bir biçimde göstermektedir.

İşte tümüyle gerçekliğin ifadesi olan bu somut pratik olgular, Marx’ın düşüncesinin temellerinin sağlam olduğunu göstermektedirler!

Öyleyse, Fırtınakuşu’gillerin 150 yıl önce, Marx ve Engels’in eleştirileriyle kafası gözü yarılan ve sırf bu yüzden Marx ve Engels’e ve tabii, bir de kendisine karşı, Marx ve Engels’i haklı görenlere küserek, pek bir iştahla savunduğu ve yaymaya çalıştığı komünizmini terk ederek Amerika’ya sıradan bir vatandaşı olmak üzere göçen Weitling’in intikam şövalyeliğine soyunmaları şaşırtıcı değildir.

Ancak, bu zevatın, Marx’a ve Engels’e bilimsellik arzeden eleştiriler ortaya koymaları mümkün olmadığı için ve 150 yıl öncesinin küskün dedikoducularının dedikoduları üzerinden ürettikleri yalan ve demagojileri de yeterli gelmediği için, küfürlere başvurmaları, bu sağlamlık karşısında duydukları acının ve öfkenin dışa vurumundan başka bir şey değildir; çünkü efendileri gibi, kendileri de çok iyi biliyorlar ki, bu intikamcı şövalyelikle Marx’ın düşüncesinin sağlamlığından bir kıl bile koparamazlar!

İşte bu yüzden, egemen sınıflar, onca zaman ezilen ve sömürülen halkları, sınıfları zorsuz, zahmetsiz sömürmek için, edilgenleştirmek, boyun eğdirmek, zapt-ı rapta almak üzere kullandıkları, egemen kıldıkları ideoloji ve politikalarını değiştirmişler, yerine kendi tarihlerinin gerisine, ortaçağa dönmeyi esas alan, sömürü mekanizmasının otomatizmi içersinde zaten olabileceği kadar kendine yabancılaşmış insanları ortaçağın insanına dönüştürmeyi esas alan ideoloji ve politikaları koymuşlar ve egemen kılmaya çalışmaktadırlar!

Demek ki eskileri yeterli gelmiyordu; sol/sosyalist hareketin, işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesinin yükselmesini, içlerindeki egemen sınıfın ajanı olan pek çok sahte sol/ sosyalist gömlekli elemanların sinsi faaliyetlerine rağmen durduramıyordu; ama yenisinin de, tüm konuşlanmışlığına karşın, pek dikiş tutmadığını görebiliyoruz!

Çoktandır ilerleyemeyen, çürümüşlüğü toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet eden tekellerin cumhuriyeti,(Ne kadarı kaldıysa) laik Kemalist cumhuriyet yıkılmış, fakat yerine yenisi, dinci-gerici olanı konulamamıştır.

Öyleyse, Marx ve Engels’in, 170 yıl önce Alman Statüko’sunu, yani bugünkü durumun tersi bir durumu ki o gün devrimdi, bugün karşı-devrimdir, anlatırken ifade ettikleri bir durum olan “ancien rejime” durumu ile karşı karşıyayız!

Eski cumhuriyet, eski rejim yıkılmış, yerine henüz yenisi konulamamış yani ne eski rejim, ne de yeni rejim olan bir rejim ile karşı karşıyayız!

Yani, Marx’ın ifadesine benzetmek uygun düşerse, TeCe’nin ancien regimein kabul edilmiş gerçekliğini ve ancien regimein de “yeni” rejimin dile getirilmemiş eksikliğini oluşturduğu bir durum ile karşı karşıyayız.

“Ancien Regime”, devrimin ya da karşı-devrimin yıktığı “eski” veya “sabık” ya da “köhne” rejimdir. İşte bu rejim yıkılmıştır, ancak taraftarları hala vardır ve pek çokturlar.

“Yeni” rejim, eski rejimin taraftarlarını ve taraftar olduklarından şüphe ettiklerini bertaraf ederek, korkudan kurtulmayı ve kendini güven altına almayı esas almıştı ancak ne eski rejimin taraftarlarından, ne de korkularından kurtulamamıştır!

“Yeni” rejim tamamına erememiş ve eski rejim taraftarları daha da çoğalmışlardır.

Başka ifadeyle, pek çoğumuz, hatta ezici çoğunluğumuz diyebiliriz, eski rejimin mensubuyuz, ama “yeni” rejimde mensubu olmadan yaşamak zorunluluğunu “yaşıyoruz”; eski rejimin mensubu olmayıp, ”yeni” rejimin mensubu olmadan yaşamak zorunluluğunu “yaşayanlar” da var elbette; öyleyse “yeni” rejim tamamlanamamış bir rejimdir ve onun mensupları da eski rejimi yaşamanın zorunluğu ile karşıkarşıyadırlar ama tamamlanmış yeni rejimi yaşamayı çok istemektedirler!

İşte Fırtınakuşugiller, BOP-BİP’den bağımsız olmayan bu yeni rejimin kuşları da olmak istedikleri için, bu denli fütursuzca Marx ve Engels düşmanlığı sergilemektedirler!

Egemen sınıfların, adam yerine koymuyor olmalarına rağmen ve o ölçüde korktukları işçi sınıfının bilimi olan Marxizm-Leninizm’in sağlamlığını bozamadıkları için, mevcut ideoloji ve politikalarından vazgeçip, tarihlerinin gerisini, kendi yasallıklarının tersini ifade eden ideoloji ve politikaları sahiplenerek, yeterince yabancılaşmış insanı, bir ortaçağ insanına dönüştürmek üzere bozmaya çalışmaları, bir anomali olarak görünse de, egemen sınıfların çaresizlikleri ve korkuları açısından son derece tutarlı bir iştir!

Fakat çok uzun olmayan bir zaman içinde gerçekleşen tarihsel olayların bile önümüze getirdiği şekilde görüldüğü gibi, bu nafile çabaları ilerletmek için, Fırtına Kuşu misli cehalet katsayısı oldukça yüksek olan ama büyük büyük laflarla süsledikleri ahmak kurnazlıkları paçalarından akan zat-ı muhteremlerin , o..rup o..rup ipe astıkları küfür misli zırvalarından bile medet umulmaktadır.

Bitirirken; bu adında “sosyalizm” olan forumdaki tartışmaların, elbette tek tip bir dille sürmemesinin gerekliliği eşyanın tabiatı gereğidir; böyle bir forumda, yani kendisini “sosyalist” ve “sosyalizm” okulu olarak sunan bir forumda, tartışmaya katılanların, bu forumu, sosyalizme giden yolu kısaltmak için kürsü olarak kullanmaları da, bu kürsüden, sosyalizme giden yolu kısaltmak için farklı yollar, farklı politikalar önermeleri, savunmaları, bu temelde daha farklı yolları savunanları ikna etmeye çalışmaları, son derece normal ve bir o kadar da ilerleticidir!

Ancak burada, öteden beri, en azından tartışmalara katıldığım günden beri fark ettiğim tartışmalar bu temelde yürümemektedir; tam tersine, sosyalizme giden yollar ile sosyalizmden vazgeçirmeye çalışan yolların çatışması biçiminde yürümekte idi ve bu çatışmanın üzeri, çeşitli yöntemlerle, bunun en sıklıkla kullanılan örneğiyle çeşitli noktalardan konulara dâhil olup, tartışıyormuş gibi yapan “birbirini bilen kırk kişi”nin ya da aynı maske altındaki pek çok kişinin, sosyalizme giden yolu netleştireceklerine, üzerindeki engelleri, molozları, vb. temizleyeceklerine, bu forumu “sosyalizm okulu” belleyip de izleyenlere en doğru ve bilimsel yolu göstereceklerine, tam tersine, sosyalizmi ararken yollarını kaybetmelerine neden olacak şekilde yürütülen tartışmalarla örtülebiliyordu; artık yürüyememesinin en önemli sebebi, bu forumu izleyenlerin bu foruma egemen olan “birbirini bilen kırk kişi”lik sosyalizm ve Marxizm düşmanı öbeğinin varlığının ve bu öbeğin, sosyalizmden ve Marxizm’ den uzaklaştırma misyonu ile yüklü olduğunun farkında olma katsayılarının artmış olması ve bu forumun “sosyalizm okulu” olmayı hak etmediğine kanaat getirmiş olmalarıdır!

Kaldı ki, hemen hemen konusu belli olan her tartışma platformunda olduğu gibi, konusu sosyalizm olan bu forumda da, bu forumun sanal sınırlarının dışındaki sınıf mücadelesinin yansımaları olan tartışmalardan ve elbette bu tartışmalara yön veren, biçim veren karşılıklı saflaşmalar yanında, kendi içinde saflaşmalardan bağımsız hareket etmek mümkün değildir.

Öyleyse son tahlilde, bu forumda, sosyalizme giden yoldan uzaklaştırma çabaları, özellikle de sosyalizme giden yolu reddeden bir Kürt ulusal hareketinin model yapılması çabaları, daha önemlisi de, Marx, Engels, Lenin, Marxizm, Marxizm-Leninizm bütünselliğini bozmak yanında, aşarak yerine muhtelif gerici sosyalizmleri koymak ve model yapmak çabaları da önemli oranda boşa çıkmıştır!

Başka ifadeyle, alıcı bulamamıştır; alıcıları, zaten Marxizm-Leninizm düşmanlığını ve Marxizm-Leninizm’den ve dahi sosyalizme giden yoldan vazgeçen bir ulusal kurtuluş hareketini en başından model bellemiş olanlar olmuştur ki bu boşa çıkma tezini boşa çıkaracak bir durum değildir; aksine doğrular mahiyettedir!

Son olarak;

Bu forum bir “sosyalizm okulu” ise, Marx’a ve Engels’e karşı, Lenin’e karşı, velhasıl Marxizm-Leninizm’e karşı açık ve/ya da sinsi saldırıların, “aşma” kuruntularının tamı tamına sosyalizmden uzaklaştırma çabalarının ifadesi olduğunu ve tümüyle egemen sınıfların ideoloji ve politikaları içinde olan, egemen sınıflara hizmet eden bir iş olduğunu, bu forumu “sosyalizm okulu” olarak benimseyenler bilmek ve anlamak zorundadırlar!

Bilimsel sosyalizmin kurucularını, Marx’ı, Engels’i, Lenin’i çıkarın, Marxizm-Leninizm’i çıkarın, geriye, sadece ve sadece gerici sosyalizmler(*) kalır!

Bu kalan sosyalizmlere egemen sınıfların pek bir itirazları olmaz; bunlardan korkuları da olmaz; dahası, bunlar, egemen sınıfların ideoloji ve politikalarından da, sınıfsal, politik, ekonomik, askersel egemenliğinden de bir tel bile koparamaz!

Ek:
(*)Komünist Manifesto’da, gerici sosyalizmleri, Feodal sosyalizm, Hıristiyan sosyalizmi, küçük-burjuva sosyalizmi,"hakiki" sosyalizm, tutucu sosyalizm, ütopik sosyalizm, olarak belirten Marx ve Engels, "Feodal Sosyalizm" başlığında şöyle yazarlar;

“Papaz nasıl ki her zaman toprakbeyi ile el ele olmuşsa, kilise sosyalizmi de feodal sosyalizm ile hep el ele olmuştur.

Feodal sosyalizm, Anti-kapitalist toplumsal bir demagoji yardımıyla işçileri feodal sınıfların yanına çekmeye ve onları feodal sınıfların burjuvaziye kaşı savaşımında kullanmaya çalışan gerici bir eğilimdir.
Hıristiyan zahitliğine sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktur. Hıristiyanlık özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yardımseverliği ve yoksulluğu, evlenmemeyi ve nefse eza etmeyi, manastır yaşamını ve kiliseyi vaaz etmemiş midir?
Hıristiyan sosyalizmi,"Sosyalist" bir üslup arkasında dinsel ideolojiyi gizlemeye çalışan ve feodal sınıflar kadar burjuvazinin de kullandığı gerici eğilimdir. Almanya'da, 19.yüzyılın 40’lı yıllarında Hıristiyan sosyalizminin propagandası, daha çok Prusya hükümetinin feodal ve kilise partisinin ve Katolik kilisesinin temsilcilerinin yapıtı oldu.
Hıristiyan sosyalizmi, rahibin, aristokratın kin dolu kıskançlığını takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir.”

Fikret Uzun
16-12-2017

BİR ZER ZEVAT'TAN BİR ZERZEVAT'A ZER KIYMETİNDE SÖZLER KÜFÜR SAYILIR MI?



BİR ZER ZEVAT'TAN BİR ZERZEVAT'A ZER KIYMETİNDE SÖZLER KÜFÜR SAYILIR MI?
Merhaba Hasan Karataş arkadaş,

Burada önemli olan “hitap” değildir; bu “hitap” larla karanlığın muhipleri olarak, gerçeklere karşı sistemli ve ahmakça bir kurnazlık içinde yürüttükleri saldırıların önündeki engelleri aşmak ve gerçeklerin görünmez kılınmasını sürdürmektir ki bunu, karanlığın muhipliğine mahkûm olmuş bütün Kurşungiller tayfası yapmaktadır.

Ancak görünen o ki, cehalet katsayısının yüksek olması Kurşungil kişiyi hem komik ve hem de çaresiz duruma sokmuştur ki, küfürlerine edebi bir ton verecek diye iyice çuvallamıştır; ama buna razıdır, çünkü gerçeklerin önünde karanlığa kalkan olmaya mahkûmdur; bu uğurda ahmaklığı bile bu zevatlar en yüksek onur bilirler.

Yani, bu, zerzevat(vegetable) hitabı ile küfür etmek isterken, bir gerçeği açık etmiş olan zevat’ın küfürlü kelamları ile muhatap olmayacağız diye, gerçeklere karşı haçlı seferine çıkmış bu zevatı deşifre etmek için gerçeklerin tokadını yüzlerine çarpmaktan vazgeçemeyiz demek istiyorum.

Bununla birlikte, yüce gök Kurşungil kurnazına bile söyletmiştir ki, Ulak’ın ifade ettikleri altın değerindedir; Yine yüce gök söyletiyor ki, Ulak denilen zer(altın) zevat(kişi)’ın bir ar damarı vardır; gerçeklerin de bir ar damarı vardır ve bu karanlığın muhibbi [zer(altın) zevat(kişi)] olmayan Kurşungil’de ise böyle bir damardan eser bile yoktur; yani düşünmeye, düşünmeye, daha doğrusu başkasına ait düşüncelerle hareket ede ede, düşünme yetisi körelmiş olduğu gibi, yalanlarının önüne dikilen gerçekler karşısında utanmadan yalan ve demagojilerine devam ede ede utanç duygusu, dolayısıyla ar damarı körelmiş, halkımızın ifadesiyle ar damarı çatlamış; gerçeklere nasıl saldıracağını şaşırmış vaziyettedir.

Ve evet, Ulak değil ama gerçekler çok şiddetli bir şekilde haykırıyor ve bu haykırışın, gerçekler karşısında ahmak kurnazlığı politika belleyen ÖzgürKurşungil’e “ciyaklama” sesi olarak yansıması son derece anlaşılır bir şeydir.

Yani Ulak’ın yaptığı, eninde sonunda gerçekleri karanlığın muhibbi kurşungillerin suratlarına çarpmaktır; öyleyse Kurşungil beyefendinin duyduğu “ciyaklama” sesi, gerçeklerin suratına çarparken çıkardığı ses olsa gerektir.

Bu ahmak kurnazlara göre ki beş yaşında çocuklar bile bilimdışı olduğunu idrak edebilir, ortadan kaldırılması gereken kötülük, sermaye değil, yani egemen sınıflarla ezilen ve sömürülen sınıflar arasında toplumsal gelişmeden doğan sınıf karşıtlığı değil, sadece ve sadece devlettir.

Bu çokbilmiş cahil kurnazlar, herkesi, sermayeyi devletin yarattığına ve kapitalistlerin sermayeye, devletin lütfu sayesinde sahip olduğuna ki eskimiş bir lakırdıdır, inandırmaya çalışıyorlar. Öyleyse onlara göre, asıl kötülük kaynağı devlet ise, her şeyden önce devletin ortadan kaldırılması gerekir ve ardından sermaye kendi kendine ortadan kalkacaktır.

Buradan hareketle de, çoktan ölmüş Kemal’i bir kez daha öldürünce ve egemenliğini çoktan kaybetmiş olan Kemalizmi bir kez daha ortadan kaldırınca, ortada ne sermaye, ne de sermaye sınıfının kalacağına inanıyor ve inandırmak istiyorlar.

Ancak beş yaşında çocuklar bile farkındadırlar ki ve bu Kurşungil tayfası da kabul etmelidir ki, sermayeyi, tüm üretim araçlarının bir avuç insan tarafından sahiplenilmesini ortadan kaldırsınlar, devlet kendi kendine ortadan kalkacaktır.

Bu arada Kurşungiller tayfası, “devlet istemezük” deyyu hışımlanırken, yerine sınıfsız, sınıf savaşsız, haliyle devletsiz ve demokrasisiz ve dahi ulussuz bir toplumu çağırmıyor, tam tersine sınıfların varlıklarını koruduğu, sınıf savaşının devam ettiği, ama bunları geri plana itecek, yokmuş gibi gösterecek, üzerini örtecek etnik ve/veya dinsel cemaatlerin, tarikatların yöneteceği, ümmilerden oluşan bir ümmet toplumunu çağırıyor.

Bu, Amerikan emperyalizminin heveslendiği bin yıl sürecek bir pax’ın, yani emperyalist “Yenidünya Düzeni”nin gereği, fabrikalardan sınıfı, sınıf bilincini kovup, tarikatları, tarikat bilincini koymaya ve işçi sınıfını, gerçek militan örgütlenmesinden uzaklaştırmaya çalışması ile senkronizedir.

Ve son derece acıklı bir güldürüdür ki, ulus-devlet istemezük diye haykıran bu âdemoğulları, bütün uluslar sonsuza dek varlıklarını koruyarak serpilip gelişsinler, Öcalan sayesinde “demokratik” aşiret komünlerinde dünyaya kazık çaksınlar deyyu kendilerinden geçmektedirler.

Oysa ilk enternasyonal’den bu yana sosyalistlerin önündeki görev, cemaatlerin, tarikatların yerine, işçi sınıfının gerçek militan örgütlenmesinin peşinde koşmak olmuştur.

Velhasıl, Enternasyonal, sosyalist ya da yarı-sosyalist sektlerin(cemaat ya da tarikatların) yerine işçi sınıfının gerçek militan örgütlenmesini koymak için kurulmuştur.

Şimdi bizim “çokbilmiş” köylü kurnazlarımız, karanlığın muhipleri de diyoruz, işçi sınıfının gerçek militan örgütlenmesi yerine, türlü çeşit “sosyalist” tarikatları model yapmayı hüner saymaktadırlar; ikide bir Weitling’i ve onun Hıristiyan sosyalizmini refere etmeleri bundan olsa gerektir.

Şimdi, Öcalan ile birlikte bu karanlığın muhibbi çokbilmiş kurnazları, geç kalmış Weitling’ler sayabiliriz; yani bu zevat’ı karanlıktan kurtarıp, aydınlığın kolları arasına çekmek mümkün değildir demek istiyorum.

Öyleyse sözlerimiz, bu zevat’a değildir, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali, bu karanlığın muhiplerinin gerçeğin üzerini örtmek için sarfettikleri lakırdıları ile akılları geriletilmek istenen, başka ifadeyle “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğması ile esir alınarak karanlığa biat ettirilmek istenen ve son tahlilde gerçeklerin peşinde olan - az da olsalar - insanlaradır.

Yani gerçekten gerçeklerin peşinde koşarken, bu karanlığın muhibbi kurnazların çengeline takılanların zihinlerini açmak, gerçeğin adresini göstermek içindir.

Gerisi gerçekten gerçeklerin peşinde olup da bu çengele takılmış olanların, bu çengelden kurtulmak isteyip – istememeleri ile şekillenecektir; hiçbir etkisi olmazsa, bu sözlerimiz tarihe nottur ve tarih yargısını artık çabuk vermektedir.

Öyleyse Hasan Karataş arkadaş, gerçeklerin peşinde miyiz, karşısında mıyız, net olarak göstermemiz gerekmektedir; bu anlamda, Ulak’ın ifadeleri gerçekleri mi yalan ve demagojileri mi içeriyor, ya da gerçekleri çarpıtıyor mu, yoksa gerçeklerin üzerindeki örtüleri mi kaldırıyor, bunu da ortaya koymak zorundayız.

“Zerzevat” muhabbeti yaparak zevahiri kurtarmaya çalışan bu karanlığın muhibbi zevat’a hak ettiği gerçeklerin şamarını ancak böyle indirebiliriz.

Yönetici ideoloji hala Kemalizm değildir ve Kemalizm’e ne AKP ne de MHP sahip çıkmaktadır; hatta CHP bile sahip çıkmamaktadır; sahip olmaya çalıştıkları ise, Kemalize olmuş kitlelerin oylarıdır; Kemal’den ve Kemalizm’den rol çalmaya çalışmaları bundandır ve Kurşungiller tayfası bunu, bir “Kemalist iş” olarak, Kemalistlerin ve Kemalizmin “yeni” 12 Eylül rejiminin yönetimine ortak olduğu şeklinde göstermeye çalışmaktadırlar.

Kürt siyaseti ise “Kemalizm mi geri geliyor?” şaşkınlığı içinde, olan bitenleri izlemektedir.

Kemalizm artık halka, toplumun önemli bir çoğunluğuna inmiştir, bu çoğunluk artık Kemal’i ve Kemalizmi yüksek tutmaktadır.

Aslında yüksek tuttukları, dinci-gerici, osmanik islamik temelde konuşlanan, laiklik düşmanlığına, cumhuriyet düşmanlığına, emekçi düşmanlığına karşı, laikliği, cumhuriyeti, halkçılığı, devrimciliği, emekçilerin vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını savunan laik, halkçı, devrimci, emekçi bir cumhuriyettir
.

Öyleyse bir tekrar gerekiyor:

Bugünün meselesi, ortada olmayan, egemen hiç olmayan, hatta onun üzerinden, ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların zapt-ı rapta alınmak istendiği ve bu sebeple tasfiye edilmiş olan bir “cepheye” karşı olmakta ya da olmamakta değildir; mesele, egemen olan, iktidar olan ve ezilen, sömürülen halklara, sınıflara karşı eskinin devamı olan ve dozu misliyle artırılmış bir saldırı içinde olması yanında, ortaçağ karanlığında bir düzeni dayatan cepheye karşı sessiz kalmakta ya da kalmamaktadır; birincisine “sessizlik” in kıymet-i harbiyesi yoktur ve sesliliğin kıymet-i harbiyesi ise resmi politikaları güçlendirmededir ama ikincisine, hem de birincisine hücum ediyor diye sessizlik, ihanetin en büyüğü ve affedilmezidir; asıl sessiz kalınmaması gereken ikincisidir; bu en devrimci ve en sonuç getirici iştir.

Neredeyse bütün soykırımların, mezalimlerin, insanlık dışı katliamların suçunu Kemalizme yükleyip, Kemalin ve Kemalistlerin haltlarıyla yatıp kalkarken, bunun ezen ve sömüren sınıflarla ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık taşıyan ilişkiden doğan bir sınıf kavgasının ifadesi olduğunu unutup, bu sınıf kavgasında en sinsi, en barbar, en acımasız, en kanlı ezen ve sömürgen olan emperyalizmin, ABD emperyalizmin yediği haltlarına gözlerini kapatarak, dünyanın bu en kara sicilli canavarını, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına bir gram bile merhem olmayacağı apaçık ortada olan bir Amerikancı “kurtuluş” uğruna dost bellemek, bunun için ezilen ve sömürülenler üzerindeki ezgisi de, sömürüsü de ve artan ölçüde ve de işçi ve emekçileri ortaçağ karanlığındaki bir kırbaçlı köleliğe sürükleyerek devam eden bir rejimin politikalarından medet ummak fiziksel bir ahmaklık değilse, bir ahmak kurnazlık değilse, son derece kötü niyetli bir düşmanlığın ifadesidir; işçi ve emekçilerin azılı ve ezeli düşmanlarının muhibbi olarak çalışmanın ifadesidir!

Bu en sinsi, en barbar, en acımasız, en kanlı canavarın kara sicilini idrak edemiyorsak, Endonezya’daki antikomünist soykırımına bakalım; Amerikanın dahli ve General Suharto’nun emriyle komünistlerin, başta yöneticileri, neredeyse tamamı ve onlara yakınlıklarıyla bilinen yüz binlerce aileyi nasıl katlettiklerine bakalım.

Yetmedi mi? Öyleyse, Amerikan yerli halklarının Antiller’de, Meksika’da, Güney Amerika’da, Brezilya ve Kuzey Amerika’da İspanyollar, Portekizliler ve Anglosaksonlarca katledilmelerine bakalım.

Bu da mı yetmedi? Vietnam kıyımına bakalım.

Latin Amerika’da Kuzey Amerika müdahalelerine bakalım.

Hala mı yetmedi? Cezayir, Fas, Tunus, Kara Afrika’da sömürgecilerin sömürge halklarını kırımdan geçirmelerine bakalım.

Hala yetmedi ise, kara sicili çok kabarık olan emperyalistlerle empati içindeyiz demektir; hal böyle olunca Kemal’in ve Kemalistlerin haltlarına faltaşı gibi gözlerle bakmanın bir emperyalist iş, bir resmi iş olduğunu düşünmemek için hiçbir sebep kalmamaktadır.

Bu tarihsel gerçekleri, emperyalizmin ezilen ve sömürülen, halklara, sınıflara karşı yediği haltları ısrarla ve güncel tutarak “teşhir etmek ve halklara gerçekleri anlatmak “ ve bu haltları yiyen egemen sınıfların, egemen güçleri ile ideolojileri ve politikaları ve elbette ezilen ve sömürülenlere karşı yemeye devam ettikleri haltlarıyla hiçbir güç hesabı yapmadan mücadele etmek katastrof finale kadar en devrimci iştir.

Elbette, Kemalin ve Kemalistlerin ezilen ve sömürülen halklara karşı yedikleri haltları “teşhir etmek ve halka gerçekleri anlatmak“ da devrimci bir iştir!

Ancak bunun ezen ve sömüren sınıflar ile ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki bir uzlaşmaz ilişkiden doğan sınıf kavgasının ifadesi olduğunun üzerini örterek, Kemalin ve Kemalistlerin yedikleri haltlarla yatıp kalkıp, üstelik artık egemen olmayan bir güç olduğu aşikâr olduğu halde, üstelik bu güce hükmeden egemen sınıfın hala egemen olduğu ama ideolojik ve politik güç olarak Kemalizmi ve Kemalistleri değil, dinci akımları ve dinci ideolojiyi kullandığı apaçık olduğu halde, mücadele edilecek yegâne güç olarak Kemalizmi ve Kemalistleri belleyip belletmeye çalışırken, dünyanın en canavar egemen gücü olan Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçilerinin ve elbette egemen sınıfların yani hala işçi ve emekçileri ezen ve sömüren sınıfların hala devam eden haltları ile empati kurmak, en azından görmezden gelmek ve dahi bu haltlarının ifadesi olan politikalarıyla senkronize hareket etmek, karşı-devrimci bir iştir!

Bu karşı-devrimci iş, sınıf mücadelesini gizleyen bir iştir; tarihin, sınıf savaşımlarının tarihi olduğu somut gerçeğinin üzerini örtüp, tarihi, “medeniyetler, dinler, uluslar çatışması” olarak gösterme işidir!

Devlet içindeki bütün savaşımların, yani demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşımın, oy hakkı uğruna vb. savaşımın, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey olmadığı gerçeğini gizlemek içindir!

Yeni sömürgeciliğin en yeni versiyonu olan emperyalist “yenidünya düzeni” nin sahibi büyük emperyalist güçler içinde yer alan burjuvazinin egemen olan bölümünün, egemenliği altındaki küçük halkları daha da küçülterek ilelebet denetimi altında tutabilmek için, ulusal değerlere, özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna inandırmak, dirençlerini kırmak için politik arenaya sürdüğü gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm ideolojisini model yapmak, bunun “en bilimsel enternasyonalizm” olduğuna inandırmak işidir!

Bunların hepsi, emperyalist kapitalist sistemin mutlaklığını, ebediliğini kabul ettirmek ve emperyalistlerin kendi ideologlarının bile artık inanmadıkları“tarihin sonu” ideolojisine bütün dünyanın ezilen ve sömürülen halklarını, sınıflarını inandırarak, sosyalizm peşinde koşmalarını büsbütün önlemek içindir.

Yani geleceğin mutlak sosyalizm olduğu bilimsel gerçeğinin üzerini örtme işidir.

Ancak bütün bunlar eşyanın tabiatına aykırıdır; yani bu çabaların nafile çabalar olduğunu zihinleri biraz zorlanırsa beş yaşında çocuklar bile idrak edebilir; çünkü tarihin de bir mantığı vardır ve bu çabaların nafile olduğunu peşin peşin göstermektedir.

Sınıflar olduğu müddetçe sınıf savaşları da olacaktır ve sınıf savaşları varsa, ezilen ve sömürülen sınıflar arasında var olan uzlaşmaz çelişkilerin keskinleşerek derinleşmesi, elbette geçici olarak engellenecektir ama önlenemeyecektir; öyleyse ezilen ve sömürülen sınıfların ezen ve sömüren sınıflara karşı mücadelesi de hızlanarak ve şiddetlenerek sürecek ve eninde sonunda, böyle giderse çok fazla uzun olmayan bir zamanda, bu mücadele katastrof finale ulaşacaktır.

Bütün bu gerçekler ise Kemalin ve Kemalistlerin yediği haltlar etrafında koparılan politik fırtınalarla örtülemeyecek kadar gerçektir.

Bunu görmek bu kadar mı zor? Bu tespitlerden Kemalizm muhipliği çıkarmak bu kadar mı kolay?

İşte Kurşungil tayfasının telaşı ve kurnazlıklarının ahmaklık katsayısının artması, bu somut gerçeklik karşısındaki acizlik ve çaresizliklerindendir; ne var ki, gerçeklere karşı karanlığın şövalyeliğini yapmaya hüküm giymişlerdir bir kere.

Öyleyse bir kez daha vurguluyoruz; Özgürkurşungiller tayfası için, Kemal ve Kemalizm bahane, dinci-gerici, osmanik-islamik “Yeni” 12 Eylül ideoloji ve politikaları ile senkronize olmak ve “yeni” 12 Rejiminde yer edinmek şahanedir.

Kürt sorunu ve “çözümü” ise bu ahmakça kurnazlık işinin; bu karşı-devrimci işin kılıfıdır.

Fikret Uzun

01-Aralık -2017