29 Nisan 2017 Cumartesi

Ortadoğuda Kürtlere emperyalizmin oynattığı acıklı şov



 “Amerikan Füzelerini Konuşalım” Tiradından Fışkıran Sorular: Bizim Kürtler Slavofil mi Zapadnik mi Kürdist mi Yoksa Nihilist mi ya da Yoksa Otaçağa Yönelişin Modern bir Resmi mi? Ve Bu Resmin Prototipi Pek “Slavsever” BORGA mı?
Bir süre önce, bu forumda, yani adında ”sosyalist” yazan, içinde ise sosyalist düşüncenin üzerine cirit atma yarışı yapan “birbirini bilen kırk kişi”nin, yani karanlığın ideolojik tetikçilerinin “tartışma tiyatrosu” oynadığı “Sosyalist Forum”da, bazılarınca“SSCB’nin yerine konulduğu”na hükmedilen Rusya’nın yerinde deyişiyle, Trump açısından Amerikanın bir iç politika oyunu olduğunun çok net olarak görüldüğü, Suriye’nin, ABD yetiştirmesi dinci çeteleri bertaraf etmek üzere konuşlandırdığı askeri üslerin üzerine fırlattığı ABD damgalı füzeler etrafında, gerçeklerle ilgiyi,alakayı kesmenin sinsi bir vaveylası koparılmıştı!
Ben bu sinsi ve acz içindeki “tartışma” tiyatrosuna “ABD FÜZELERİNİ kONUŞALIM” tiradı adını verdim, tarihe böyle not düştüm demek istiyorum!
Esad’ın kimyasal bomba fırlattığına inanmanın ve inandırmaya çalışmanın, açık olmayan, yani sinsi bir ahmaklık gösterisi olduğunun görülmüş olması ve ortada bir savaş olmadığının, acz içinde bir emperyalist savaş show’u olduğunun akıl taşıyanlarca ve kendi akıllarıyla fikir yürütenlerce görülmüş, anlaşılmış olması bir yana;16 Nisan'dan sonra Ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların üzerine çöreklenmenin ifadesi olacak olan bir otokratik “Başkanlık sistemi”ne kesin gözüyle bakıp dört gözle yolunu bekleyen aklıevvellerin, bu ihtimali önlemenin ifadesi olan “HAYIR”ı nafile çaba gördükleri için, “bunu konuşmayalım, ABD FÜZELERİNİ kONUŞALIM” tiradına dört elle sarılıp üfürdükleri üfürükleri iplere dizerek, aklıevvelleri sıra, zevahiri kurtaracaklarını sandıklarını ki, asıl nafile çabanın bu olduğunu; ama gerçeklere beddua ederek gerçekleşeceğine inandıkları bu nafile çabanın gerçek olması durumunda, Kürt halkına ve Türkiye’nin Kürt-Türk bütün işçi ve emekçilerine uzun yıllar taşıyacakları ateşten bir gömlek giydirileceği gerçeği ile ilgilerinin, alakalarının hiç olmadığını da gördük ve anladık!
Şimdi, bu gerçekle ilgi ve alakaları olmayan aklıevveller, bu gerçeğin korkusunu iliklerine kadar yaşadıkları için ilgileri ve alakaları eksik olmayanların, bu gerçeği, yani “HAYIR”ın nafile çaba olmadığını görmezden gelmediklerini ve içine “HAYIR” atılan sandıklardan bir tavşan misli “EVET” çıkmasına talim ettiklerini ama “HAYIR”ı kovamadıklarını gördükleri için sevinçlerinin buruk kaldığını da görebiliyoruz!
Tıpkı, Slavofil (belki de panslavist demeliyiz) BORGA'nın yâd ettiği Slavseverlerin ve panslavistlerin ütopyalarında olduğu gibi, masanın devrilmesinden önceki müzakere sürecine dönmenin ütopyası ile gözleri kör olmuş gibiydi.
Panslavizm mi? Felsefe olmaktan çıkıp politika olmaya dönüşen Slavseverliğin bir halidir; tıpkı panislamizm, pantürkizm gibi!
O kadar kör olmuşlardı ki, müzakere masasındayken görmedikleri faşizmi, masa devrildikten sonra, hem de feryat figan görmekle birlikte, yine de bu aynı faşizmden “kurtuluş” için şifa geleceğine inanarak, her taraflarından ikircim ve buna bağlı köylü kurnazlıkları akan tutumlarından vazgeçmemişler, vazgeçmeye niyetleri olmadığını göstermişlerdi!
Bu körlüğe katkı, “Bir meselenin esasını gizleme derdi olmayan, onun içindeki yan sonuçlardan herhangi birini öne çıkarmaya kalkmaz” diyen ve asıl meselenin esasını gizlemek için meseleyi “Slavsevmezliğe” indirmeye çalışan “Slavsever” BORGA’dan gelmişti!
Bu tür katkıları, üfürüklerin filozofu BORGA bey hiçbir zaman esirgememiştir!
Yani göz göre göre, hatta dillerinden düşürmeye düşürmeye, burunlarının ucundaki gerçeklerle taban tabana zıt ve çok uzak geçmişte kalan, başka ifadeyle geçmişe yerleştirilmiş bir toplumsal idealin düşünü kurmakla kalmayıp, üstelik gerçek imiş gibi bütün gerçekleri karartmaya çalışarak, dünya âleme dayatmışlardı ve görünen o ki, dayatmaktan vazgeçmeyeceklerdir!
Yani, tıpkı Slavseverler gibi, geleceğin bir toplumunun özenle düşünülüp kurulmuş bir modeli anlamında bir ütopyayı değil; geçmişin çoktan yitip gitmiş bir ideal toplumuna duyulan derin özlemi ya da düşü üzerinden, tekelci sermayenin gerici milliyetçiliğinin öteki yüzü olan Kozmopolitizmi ve ulusal-nihilizmi dayatmakta kararlı görünüyorlar; yani hâlâ özünü sınıfsal ilişkiler belirleyen Proletarya enternasyonalizminin yerine, özünü ulus-üstü, sınıf üstü ilişkilerin belirlediği kozmopolitizmi ve ulusal nihilizmi koymakta kararlı görünüyorlar; gericilikleri ve dincilikleri cabasıdır!
Yani, büyük emperyalist güçler arasında yer alan burjuvazinin egemen olan bölümünün, egemenliği altındaki ya da egemenlik altına almak istediği küçük ve daha da küçültmek istediği halkları denetimi altında tutmasını kolaylaştırmak için, tüm emekçileri ”ulusal değerlere, ulusal özgürlüğe ve bağımsızlığa bel bağlamanın anlamsız olduğuna”, “direnmesinin beyhude olduğuna” inandırmaya çalışmak ve böylece Kürt-Türk bütün halkları, emperyalizmin gerçekte yabancı halkları egemenlik altında tutabilmek için kullandığı kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm silahının karşısında savunmasız bırakmak için “demokratik” sosuna batırılmış, yer yer “sosyalizan” renkle parlatılmış bir geri ve gerici aşiret komünü üzerinden, dünya âleme, Kürt renginde bir sınıf ve ulus üstü ideolojiyi dayatmışlar ve hâlâ bu dayatmanın ısrarcı muhipleri olacakları anlaşılmaktadır!
Kendilerinin pek sevdiği böyle bir Kürtseverliği dayatanların, bu dayatmayı kabul etmeyenleri “Kürt düşmanı” ya da “Kürt-sevmez” ilan edenlerin Slavofil halet-i ruhiyeleri elbette anlaşılır bir şeydir; fakat bu halet-i ruhiye, akıl taşıyanların ,”Kürt düşmanı” ilan edilme korkusu ile kabul edebilecekleri bir şey değildir!
Velhasıl, bu dünya âlemi, bin yıl sürecek ve Ortaçağ renkleri ile donatılmış bir PAX’ın içinde, huzurla ve sulh içinde gütmeyi, iliklerine kadar sömürmeyi, palazlanıp da palazlanmayı kafalarına koymuş olup, Kürtleri de bunun bahanesi ve maşası yapıp, hızlı adımlarla oyun kurup oyun bozarak, kısa kalan adımlarını geri çekip, daha uzun atmanın planlarını yaparak ama en çok da bir “Kürtseverlik” türküsü tutturarak, Kürt renkli bir atlama tahtasıyla içinde bizim de yaşadığımız bu geniş coğrafyanın halklarını dönüştürmeye, devletlerini parçalayarak kendine vilayet yapmaya çalışan dünyanın en kara sicilli emperyalist bezirgânının şefkatli kollarında, geçmişte kalmış bir “kabile partizanlığı” ile Kürt parçalarının hem sahte “kahraman”ı ve hem de emperyalizme dost bir despotu olmakta yarış etmekte ve Kürt halkına onursuz bir barışı, onursuz bir köleliği, onursuz bir reddi, yani Amerikan damgalı bir ulusal nihilizmi ve kozmopolitizmi dayatmakta, bunun için bütün gerçeklere ve daha çok da bu gerçeklere sahip çıkanlara, yine Amerikan damgalı bir dünya devleti ya da hükümeti adına, kısaca “yenidünya düzeni” adına savaşmakta kararlı oldukları, bu dünya âlem tarafından daha bir açıklıkla görülmüştür!
İşte Berkeley'in komiği BORGA beyefendinin kutudan çıkarıp gerçeklerin üzerine fırlattığı Slavofilizmin kıymet-i harbiyesi buradadır; Yani Kürtlerin Amerikan emperyalizminin politikalarıyla senkronize olan politikalarını ve tutumlarını eleştiren herkesi “Kürt düşmanı” göstermek, en azından meseleyi Kürtsever olmakla - olmamak eksenine sürükleyerek gerçekleri örtmek içindir!
Slavofilizm mi?
Etimolojik anlamı,”Slavları sevmek”tir.
Bu yüzden Kürtler, Batının her şeyinden, en çok da olmayan “demokrasi”sinden medet umma konusunda yarış ederlerken, “Slavları sevmemek” olarak nitelendirdikleri ve daha traji komiği Kürtlere en küçük bir eleştiri ile bile karşı çıkanları içine doldurdukları Batıcılık(zapadniçhestvo) ve “Kürtleri sevmemek” yaftası üzerinden romantik eleştiriler yönelterek dayattıkları Slavseverlerden daha dar görüşlü olan bir kabile partizanlığını kabul ettirmek için “Kürtleri sevmeyen ölsün” yaklaşımını gütmüşler ve hâlâ da bu yaklaşımı bırakmamaktadırlar!
Yani, sadece bu değil elbette ama çok zaman bütün meseleyi “Kürtleri sevmek” ya da “sevmemek” meselesine indirgemiş ve indirgemeye devam etmektedirler!
Tıpkı Slavseverler gibi, özgürlüğün, politikadan özgür olma, yani inancın ve geleneğin yazılı olmayan yasalarına göre yaşama ve devletin “çiğneyemeyeceği” bir ahlak alanında, kişinin yeteneklerini tam olarak geliştirme hakkı olduğu yaklaşımını referans almakta ve halkın siyasal olaylara etkin olarak katılmasını gerektiren siyasi özgürlük’ü reddetmekte, hatta bununla cenk etmekte, en azından cenk edenlerin ellerini kuvvetlendirmektedirler!
Her türlü siyasal ve hukuksal ilişkiyi özünde kötü saymak ama bu ilişkilerin de paçasını bırakmamakla birlikte, salt güvene, görüş birliğine dayanan eskide kalmış bir köy komününde somutlaşan komünal ilkeleri referans almaktadırlar; yani fetişleştirilmiş bir kabile partizanlığı yapmaktadırlar; başka ifadeyle yitip gitmiş bir ideale yani geçmişin ideal toplumuna duyulan ülküleştirilmiş bir özlemin partizanlığını yapmaktadırlar.
Bir nevi, yitip gitmiş bir ideal toplum düşü üzerinden, mağduriyet şemsiyesi yaratmaya çalışmaktadırlar!
Bu yüzden, sürekli “kandırıldıkları” ama bol bol “söz”ler aldıkları müzakere masasının devrilmesiyle birlikte, hayal kırıklıkları bir yana, “sözlerin tutulmadığı” yollu feryat figan ağıt yakmaktan helak olmuşlardır; ama ne masanın öteki tarafından, velhasılı kelam, ne konuşlanmasının zirvesine yaklaşan dinci-gerici 12 Eylül faşist diktatörlüğünden; ne de bugüne kadar ezilen ve sömürülenlere yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatı olan onca zaman ezilen ve sömürülenlerin kana susamış nesnel bir düşmanı olan ABD-AB emperyalizminin “dost” belledikleri ellerinden kurtuluş emellerine şifa bulacaklarını sanmaktan vazgeçmemişler ve vazgeçmemektedirler!
Bu yüzden, dinci-gerici 12 Eylül faşizmine ve elbette ABD-AB emperyalizminin, kestaneleri ateşten aldırma çerçevesinde sürdürdüğü oyunlarına dur diyebilmenin kapısını açmanın bir anahtarı olacak olan “HAYIR”ı konuşmak yerine, oldum olası halk düşmanı olan Amerikan emperyalizminin “dost” elleriyle, oldum olası kapkara olan ”Kürtsever” ya da “halksever” vicdanıyla ve oldum olası sadece kendi çıkarına kullandığı “köylü kurnazlığı”yla ve yine kendi çıkarına yarattığı dinci- gerici çeteleriyle oynaşmak, sıkışmışlığını aşmak ve içerde yükselen fırtınayı dizginlemek için çaresizce fırlattığı füzeleri konuşmak ve lafı “bu füzelerin Amerikan damgalı Kürt ‘kurtuluşu’na şifa olacağına” getirmek için laf üstünde laf bırakmayan bir tiyatro sergilenmiştir!
Bu tiyatroyu başlatan ve asıl gerçeği “Füzelerin reklamına” indirgeyen Karataş adlı üyenin ortaya serdiği “doğrular” ise, hem tam değildir ve hem de, gerçeklere sahip çıkarak gerçeklerin önündeki engelleri engellemenin ifadesi değildir; yani gerçeklerle taban tabana zıt “doğruları”ın, yani sinsi yalanların ipliğini pazara çıkarmak için güç toplamanın ve “doğru” yanılsamasıyla dayatılan yalanlara karşı savaş vermenin ifadesi olmamıştır!
Tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam eden totolojilerle, herkesçe malum olan ya da iliklerine kadar hissedilen nesnel gerçekliğe sahip çıkıp, ona karşı engel teşkil eden gerçek dışı oyunların karşısında durma katsayısını yükseltmeye değil, tam tersine bu nesnel durumun korkutucu, tehdit edici karakterine biat etme ve/ya da karşısında sessiz kalma katsayısını yükseltmeye hizmet edilmiştir!
Böylece, bu nesnel durumun somutluğunu tahlil edip, yani soyutlayıp, bu nesnel durumun somutluğunda boylu boyunca uzanan ve bulunup çıkarılmayı bekleyen tehlikelerle fırsatların uzlaşmaz karşıtlık içindeki diyalektik bütünlüğünü ortaya çıkararak gözler önüne serip, bu uzlaşmaz karşıtlığın bu aynı nesnel durum içindeki güçler dengesinin eğilimine bağlı olan ve tehlikelerle yan yana olan fırsatları öne çıkarmak ve gücünü kuvvetini, gerçekleşebilme katsayısını artırma olanak ve formüllerini açığa çıkararak, güçler dengesindeki eğilimin fırsatlar lehine güçlenmesini sağlamanın asıl mesele olduğu gerçeğinin ıskalanmasına hizmet edilmiştir!
Yani, anlatılmasının gerekli olduğu yadsınmayan Ortadoğu ve Kafkaslarda Amerikan damgalı bir düzenin kurulmasındaki sıkışıklıkları aşmaya yönelik olarak fırlatılan Amerikan damgalı füzelerin, belki de ondan daha gerekli olan ama ondan kesinlikle ayrı olmayan bir “HAYIR” eğilim ve iradesinin üzerini örtmenin ve Amerikan emperyalizminden ayrı olmayan bir dinci-gerici 12 Eylül faşist rejiminin taşıdığı gerçekliği ters yüz etmenin aracı yapılmasına sessiz ve seyirci kalınmasına hizmet edilmiştir!
Diğer yandan, somut tahlilinin yapılmasındaki güçlükleri önemli oranda ortadan kaldırılmış bir nesnel durumun taşıdığı bütün gerçekliklerin, diğer yanıltıcı torbalar yanında, “slavsever” ya da “zapadnik” , “Kürtsever” ya da “Kürt-sevmez” çuvallara doldurularak, gerçekliğinden uzaklaştırılmasına da izin verilmiştir!
Ve böylece, somut durumun taşıdığı gerçekliğin ve bu gerçekliğin belirleyeceği fırsatların üstünün örtülemeyeceğini bizzat bu gerçekler gösterdiği halde, en sonunda, “onca fırsat ziyan edildi, varsın ‘HAYIR’ fırsatı da ziyan olsun; bu irade kazansa ne olur, kazanmasa ne olur; egemenler bir kere diktatörünü tayin etmiş; bunu değiştirmeye kimse muktedir olamaz; öyleyse en akılcı tutum, ‘HAYIR’ eğilim ve iradesinden uzak durmak, tartışmasına bile girmemek; hatta ‘HAYIR’ iradesinin kazanacağına bile inanmamak ve ‘EVET’eğiliminin güçlenip kazanmasına göz yummaktır; öyleyse daha da iyisi, ya egemenlerin oyununa dâhil olmak, ya da bu olmazsa, hiçbir şey yapmayarak, egemen sınıfların oyunları önünde eğilerek sessiz kalıp teslim olmaktır” noktasına gelinmiştir!
Ancak bu, tarihe, gerçekler karşısında azc içinde olup da mangalda kül bırakmayanların halet-i ruhiyesini gösteren bir tuhaf ve tuhaf olduğu ölçüde bilinçli bir anomali olarak kaydedilmiştir!
Oysa başarmak, kazanmak, zafere ulaşmak için ilk şart, bilimsel bir iyimserlikle buna inanmak, bu inançla gerçeklere sıkı sıkı sarılmak ve bu gerçeklerin içindeki fırsatları bulup çıkarmak, tehlikeleri savuşturmanın ve fırsatları egemen kılmanın formülünü ortaya koymaktır!
Bu nokta ise, sözün bittiği yer değildir; bu noktaya kadar onca gerçeklikle bağlı sözlere rağmen kitlelere bilincin verilememesinin müsebbibi olan, bitmiş tükenmiş sözlerin ipliğini pazara çıkarmak ve sözle verilememiş bilincin eylemli bilinç olarak kitlelerin zihnine girmesi için, sözün bittiğinin sanıldığı bu noktada, sözlere içerilmiş politikanın, ideolojinin, teorinin şiddet katsayısını yükseltme noktasıdır!
Ancak böyle, tam da tarihin böyle dönemeçlerinde, teslim olmak yerine direnmek ve bu direncini yönetecek örgütü ile buluşmak ya da örgütünü bulup çıkarmak eğilimi göstermesinin işaretlerini veren kitlelerin boyun eğmeye, teslimiyete, çaresizliğe ve örgütsüzlüğe itilmesine engel olunabilir ve kitlelerin, kendi kaderini tayin etme hak ve iradesinin yalnızca kendilerinin, kendi güçlerinin eseri olacağı gerçeği ile yüzleşmesi ve bu gerçeğe sıkı sıkıya sarılıp, kurtuluşuna ciddi kapılar açması sağlanabilir!
Reformizm mi, devrim mi, karşı-devrime hizmet mi?
Devrim” sözcüğü ile “Rojava” (Batı)sözcüğünü bir araya getirerek Rojava’da bir “Kürt devrimi” olduğu yanılsamasını pompalamak ise, “son derece ahmakça bir sahtekârlıktır” demeye dilim varmadığı için, kandırmacadır diyorum ki, bir devrimin, halka dayanarak değil de, o devrime cepheden ve müzmin bir düşmanlıkla engel koyması, saldırması, boğmaya çalışması tabiatının gereği olan bir emperyalizmin gücüne ve “dost” luğuna dayanarak mümkün kılınabileciğine kimseyi inandıramaz!
Devrimci”liği bir “politik akım” sanan bazı “çokbilmiş” cahillerin “devrim” deyince anladığının "Köhnemiş üretim tarzından yeni bir üretim tarzına geçiş" olduğu yollu vaazlarına ise, ancak “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” şeklindeki yönetim doğmasına esir edilen ya da gönüllü biat eden faniler inanırlar.
Çünkü bu vaazda ikna edici bir doğruluk yoktur; zaten devamındaki vaaz bunu kendi çelişik kurgusu ve vurgusu ile apaçık göstermektedir:
(Vurguya dikkat edelim; büyük harfle başlayan )”Devrimcilere göre, Kapitalist üretim tarzına alternatif üretim tarzı ve kapitalizmin çöküşü ile iş bu üretim tarzına, yani Komünal üretim tarzına geçilir”miş.
Dahası da var, Öyle ise "Köhneye karşı verilen mücadele devrim değil mi?” imiş!
İkisinde de bir devrim görülmediğini, kurgulanan ve vurgulayan demagojik cümlelerin bizzat kendileri gösteriyor.
Sözü edilen “komünal üretim tarzı”nın geçmişte kalmış bir idealin ütopyası olması bir yana, ortada çökmüş ve yıkılmış bir kapitalizm de yoktur; çökmüş bir kapitalizm üzerine inşa edilen komün de yoktur; başka ifadeyle ortada geleceğin bir toplumunun özenle düşünülüp kurulmuş modeli anlamında bir ütopya da yoktur; hatta kapitalizme alternatif olabilecek bir ortakçı düzenin düşü bile yoktur; ama gidecek başka yeri kalmadığı için, geldiği en son noktada, önünde tüm korkutuculuğuyla duran sosyalizmi, bu geldiği noktadaki güçsüzlüğüyle aşamayacağı, bertaraf edemeyeceği için, çareyi bir ortaçağ düzenine tornistan yaparak sosyalizmi ve korkusunu uzaklaştırmakta bulan emperyalist kapitalizmden bağımsız olmayan bir tekelci kapitalist düzen ile korelâsyon kurup, politikalarıyla senkronize hareket ederek cehaletle donatılmış, etnik ve/ya da tarikat türünden bir Tanzimat öncesi karanlık düzenin kurulmasına ki bu bir karşı-devrimdir, hizmet aşkı vardır!
Diğer yandan ortada,“köhnemiş, can çekişen bir sömürü düzenine karşı, onu yıkıp, yerine yenisini, ortakçı bir düzeni koymak üzere verilen Kürt renkli bir mücadele” hiç ama hiç yoktur; daha doğrusu Kürtler, bu hep var olan mücadelenin içinde yokturlar; öyleyse kendiliğinden ve hem de iki kere anlaşılır ki, ortada ne bir devrim, ne de bir sürekli devrim vardır; olsa olsa, verilen mücadelenin niteliğine bağlı olarak, reformist bir “mücadele” vardır ki, reformist bir “mücadele” devrim olmadığı gibi, bundan devrimin çıkmayacağı da apaçık bir gerçekliktir; reformizm ise devrimci mücadelenin önündeki en sinsi engeldir!
Ayrıca, Kürt sorununun, devrim yolunu tıkayacak bir reformist yoldan çözülmesi, egemen sınıfların, başka ifadeyle ezen ulusun egemenlerinin tam da istediği bir yoldur ki onca yıl bunun kavgasını verdiği için Kürt renkli bir devrim yolunu tıkamak için en çok şiddet içeren politikaları izlemiş ve dayatmış ve sonunda Kürt siyaseti de ulusak kurtuluş hareketi de bu reformist yola girmiştir; oysa bunun için onca kanın dökülmesine hiç gerek olmadığı kendiliğinden anlaşılır bir açıklıktır!
Dökülüyorsa ortada bu reformist yolu her iki tarafın işçi ve emekçilerine, ezilen halklarına devrim gibi, devrimci bir mücadele gibi göstermek için sürdürülen bir kanlı savaş show’u var demektir!
ABD emperyalizminin Afganistan’da sosyalizmin önüne bir tampon misli diktiği yetiştirmesi Taliban misli, Kürt kurtuluşunun devrimci yolunun önüne, “ılımlı islam” politikasına uygun olarak diktiği; başka ifadeyle ABD emperyalizminin 40-50 yıldır hazırlandığı “BÜYÜK KÜRDİSTAN” kuruculuğunu garanti etmek için yarattığı ve büyüttüğü bir gerici-dinci çete olan IŞİD ve türleri ya da parçaları ile sürdürülen savaş ise, hiç de Rojava’da bir devrim olduğunun işareti de, kanıtı da değildir; aksine olmadığının kanıtıdır!
Çünkü Kürtler bu gerici-dinci çetelerle savaşırken, bunu bir laik refleksle, gericiliğe, dinciliğe, emperyalist bir damga taşıyan “ılımlı” kod adlı bir siyasi islamın “ılımlı” olamayacak denli dinci ve gerici refleksine karşı savaşmıyorlar ( savaşıyor olsaydılar, Türkiye’de devam eden dinci-gerici, osmanik islamik konuşlanmayla senkronize hareket etmez, buna karşı net bir karşı duruş sergilerlerdi); ABD emperyalizminin verdiği sözlere güvenerek, ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesinden fışkıran fırsatlardan daha fazla yararlanmak isteyen ve haliyle ABD emperyalizminin gücünden istim alan dinci-gerici çetelere karşı ve ABD emperyalizminin bu bölgedeki karakol hakkını garantiye almak ve de ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesini sağlama almak için ve buradan fışkıran fırsatları, ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesi ile senkronize bir biçimde kullanmak için savaşıyorlar!
Bu fotoğrafta bir devrim görünüyor mu? Kesinlikle görünmüyor!
Öyleyse ortada bir devrim olmadığı gibi, Kürt renkli bir devrimci mücadelenin de olmadığı, aksine vıcık vıcık bulaşıklık akan bir reformist köylü kurnazlığının olduğu apaçık ortadadır!
Masada müzakere yoluyla, daha çok köhnemiş düzeni tahkim etmek üzere yapılan ve “demokratik” ön eki konulması ihmal edilmeyen “reform”larla ve restorasyonlarla devrim yapmış olmak hiçbir zaman söz konusu değildir!
Böyle bir hüsnü kuruntu, beş yaşında çocuklar için bile alay konusudur!
Hele Altan Tan gibi tescilli ve resmi mürteciler üzerinden dinci-gericiliğe prim vererek, devrim yapmayı bırakalım, devrim ve devrimcilikten konuşmak bile söz konusu değildir!
Köhnemiş düzenlerin ağa babaları olan emperyalistlerin dört koldan saldırısına maruz kalan Afganistan’da olduğu gibi, dinci-gerici çeteler oluşturulup silahlandırılarak iç savaşa sürüklenen bağımsız bir devletin meşru sınırları içinde yaşayan çeşitli halklardan işçi ve emekçileri ezmeyi ve sömürmeyi garantilemek ve emekçileri ile birlikte bu devletin seçilmiş siyasi kadrolarını da bir ortaçağ karanlığı içinde zaptı rapta almak için, hiçbir insani yanı olmaması bir yana, burjuva açıdan da hiçbir meşruiyeti, hiçbir hakkı ve hukuku olmadan saldıran bir emperyalistin “gücü”ne ve “dost”luğuna, ”müttefik”liğine dayanarak, “burası benim” deyip bu emperyalistin bayrağının yanına bayrak dikmek, sonrasında ise aynı emperyalistin yetiştirmesi olan dinci-gerici çetelerin saldırısına maruz kalınca, insanlık adına gene aynı emperyalistten ve müttefiklerinden, işbirlikçilerinden yardım dilenmek, bu aynı emperyalistin silah ve mühimmatı ve askerleri ile bu gerici-dinci çetelere karşı savaşarak “kahramanlık” kazanmak devrimcilik de değildir, devrim de değildir!
Kaldı ki, zaten bu bölgede bir “büyük Kürdistan” kurmak üzere ABD emperyalizminin kırk-elli yıldır, oyun kurup oyun bozduğu sır değildir; bir emperyalist devlet buraya, adı “Kürdistan” olsun, ya da başka bir şey olsun, bir büyük devlet kurmak için giriyorsa, buradan devrimi de, devrimciliği de kovmadan, dahası sömürüsünü ve ezgisini yerleştireceğine ya da kabul ettireceğine inanmadan bu işe soyunmaz, soyunamaz; kovamadığı devrimcilerle de, sömüremeyeceği halkla da hiçbir zaman müttefik olmaz; olsa olsa “devrimci” kılıktaki ve kendisi adına emekçi halkı kandıran azap zebanileriyle ittifaklar kurar; kuracağı emperyal devlet için emperyalistlerin hizmetinde çalışmakta, politikalarına teşne olmakta beis görmeyen sahtekâr “devrim” tüccarlarıyla karşılıklı çıkara dayalı onursuz ittifaklar kurar!
Kürtlerin tarihinde bu örnekler çoktur ve sonu hep hüsranla bitmiştir; şimdi de öyle olacağını bu örnekler bağıra bağıra anlatmaktadır; ama Kürt halkının, kürt siyasetinin ve hareketinin tepesine çöreklenmiş, bürokratlığı dış görünüşlerine bile vurmuş ikiyüzlü kadrolar, bu gerçeklikten ölümüne korkmaktadırlar ve korktukça da ABD emperyalizminin şefkatli kollarına koşmaktadırlar!
Azap zebanileri” mi?
Osmanlı ordusunda, kazanma şansı az, ancak ganimeti büyük savaş oyunlarına hazır olan ve ilk engelle karşılaştıklarında kavgayı bırakıp gerisin geri kaçan fakat karşılarında palalarıyla bekleyen yeniçerileri bulan Azaplar, günümüzün büyük ganimetler için mücadeleye giren ve en önde yer alan ama ilk mukavemette geri kaçan ve bu kez mücadeleye devam etmek isteyen arkadaşlarına saldırarak daha önce ganimet için saldırdığı tarafın karasularına sığınan “devrimci” kılıktaki sahtekârlara benzemektedirler ya da tersidir!
Kürt siyasetinin ve hareketinin içine, hatta tepesine bile çöreklenmiş böyle pek çok devrim kaçkını azap zebanisi vardır!
Devrim mücadelesinden dönen, sığındığı tarafta albenisini kuvvetlendirmek için sahte “sol/sosyalist/devrimci” gömleklerini bırakmayan bu azap zebanilerinin, mücadeleye devam edenlerden nefret etmeleri kaçınılmazdır!
Bu yüzden, zaman zaman bu devrim kaçkını, kendi mücadele arkadaşlarının zebanisi sahtekârları kestirmeden tarif etmek için “azap zebanileri” nitelemesini kullanmışımdır!
İşte bu yüzden, mücadeleye devam etmek isteyen devrimciler, bu sahte “devrimci” gömleği ile dolaşan azap zebanileri ile hesaplaşıp, defterlerini dürmeden devrimci bir mücadele kazanılamaz; kazanılsa bile, bu kazanım elde tutulamaz!
Çünkü bu sahte “devrimci” gömlekleriyle sol/sosyalist, devrimci alanlarda dolaşarak, sığındıkları öteki tarafın, yani köhnemiş bütün düzenlerin ağababası egemen sınıfların, onların en kanlı, en sömürgen, en sahtekâr, en gözü dönmüş, en korkak ve bu korku ile dünyaya bir korku imparatorluğu dayatan düzeneği emperyalizmin truva atı olarak azap zebanileri, sınıf mücadelesinden ayrı olmayan anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin önündeki en sinsi engellerdir!
Çünkü bugün Türkiye’de hâlâ en büyük sektör solu bırakan, daha doğrusu hiçbir zaman sol/sosyalist olmadfığı halde ganimet aşkına yükseklerde olduğu için kanatlarında olmaya çalıştığı sol dalganın aşağıya inmesi ile solu bırakıp, yeni-mürtecilik dalgasının kanatlarına binen bu sahte “sol” gömlekli azap zebanilerinden oluşmaktadır; yani, sol hâlâ büyük onur olduğu için, solda görünmeyi sürdürmeye mahkûm olan yeni-mürtecilerden oluşmaktadır; bu sektör tam bir bataklıktır; bu bataklıkta tüm bu sahte “sol” gömlekli azap zebanileri, birbirlerinin zebanisidir; “şeytana” uyup, bataklıktan kurtulmak isteyenleri, paçalarından tutup bataklığa çekmektedirler!
Ne kıyak “sol”culuk değil mi?
Böyle bir solculuk, solcu olmanın risklerini taşımaz; ayrıca, pek çok çıkarı da beraberinde getirir; bu yüzden 12 Eylül faşist rejimi, solu bırakanların solda görünmelerini özendirmiştir; çünkü bataklığa ihtiyacı vardır.
İşte bu yüzden bu zebanilere karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadeleden ayrı değildir; dolayısıyla emperyalizmin (elbette işbirlikçilerini de ayırmıyoruz) ve onun şefkatli kollarında huzur bulan bu zebanilerin sinsi oyunlarından kurtulmadan ne bir devrimci mücadele verilebilir, ne de bir devrim kazanılabilir; bu iki aktör, devrimci mücadelenin de, devrimin de önündeki en büyük engellerdir; bunlara karşı mücadeleyi göze almadan bu topraklarda, değil devrim, mutluluk getiren bir reform bile mümkün olmaz!
Bugün, ABD-AB emperyalizminin dayattığı, bilumum işbirlikçilerinin ve bilumum müttefiklerinin ve bilumum ideolojik tetikçilerinin kolaylaştırmak için deli-divane olduğu sömürünün yenidünya düzenine götüren, kimimizin zorla bindirildiği, kimimizin bindiğinin bile farkında olmadığı, kimimizin de arkadaki vagonlarına doğru koşarak kurtulunacağının yanılsamasını pompaladığı, kimimizin ise bu trene binmemek için direnerek kapılarının tutamaklarında, içerde nereye gittiğinin farkında olmayan varsa inmeleri gerektiğini haykırarak dışında kaldığı ortaçağ treninde, son derece belirleyici bir karanlık tünelin içinden geçmiş, çıkış kapısına varmış bulunmaktayız!
Çıktık mı, hâlâ karanlıkta mıyız, bunu zaman gösterecektir!
Fakat ak ile kara, her ne kadar muallâkta kalınmış olsa da, tıpkı bir süre önce de aynı tür bir trende aynı tür bir gruplaşma içinde girdiğimiz karanlık tünelden karanlığı ile birlikte çıktığımızda belli olduğu gibi, gene belli olmuştur; yani aydınlığın mı, karanlığın mı hükümranlığı galip gelecek, en azından hangisinin kapısının daha çok açılacak, hangisininki daha çok kapanacak belli olmuştur!
Defacto hüküm süren bir karanın ya da karanlığın hükümranlığını, ya da bu hükümranlığın egemenlik alanını genişletmesini dejure hale getirmiş görünen bir “zafer”in dayatılması ile bu dayatmaya karşı durmaktan geri durmayacağının işaretlerini veren aydınlığın mücadelesinin karşı karşıya geldiği bu süreçte, karanlığın, aydınlığa, çok daha büyük bir zorla ve çok daha büyük engellerle karşı karşıya kalacak olsa da, bir pünik zaferi kazandırması kuvvetle muhtemel olan bir Pirus zaferi kazandığını görebilmek pek zor değildir!
Öyleyse karanın ya da karanlığın hükümranlığına açılan tüm kapıları kapatacak ve bu hükümranlığı büsbütün ortadan kaldırmanın imkânlarına kapıları açabilecek olan bir aydınlığın mücadeleyi kolaylaştıracak imkân ve fırsatlarıyla karşı karşıya kalınmıştır ki işte şimdi yepyeni bir sınav, yepyeni bir tazelenme ve ayrık otlarından, azap zebanilerinden, onların ağa babası emperyalistlerden ve işbirlikçilerinden ve elbette onların sinsi oyunlarından kurtulmanın ve bu oyunlara açık kapıların kapatılmasının imkânları doğmuştur!
Çünkü dizüstünde dururken büyük görünenlerin, güçlü görünenlerin, hiç de büyük olmadıklarını, güçlü dahi olmadıklarını, yani bu yanılsamanın dizüstü durmaktan, yani kendi güçsüzlüklerinden kaynaklandığını görme imkânı bulan kitlelerin, hatta abartılı bir şekilde bu güçlü görünenleri yenilmez gören pek çok işçi ve emekçi, onların dürüst, namuslu sendikal ve/ya da siyasal liderleri dahi, bunların yenilebilir olduğunu görme, idrak etme ve kendi gizilgüçlerine dönüp dizlerinin üstünden ayağa kalkarak belirleyici güçlerini gösterebilme, imkân ve insiyatifine sahip olma fırsatını yakalamışlardır!
Öyleyse, ne anlama geldiği zaten bilinen “Amerikanın füzelerini konuşalım” tiradının kıymeti harbiyesi ile “EVET”in kıymeti harbiyesinin çakıştığı, “HAYIR” ın kıymet-i harbiyesinin ise fena halde çatıştığı bir atmosfere girilmiş olup, yavaş da olsa, ilerlemesi kuvvetle muhtemel görünmektedir!
İşte bu yüzden adında “sosyalist”, hatta “sosyalizm okulu” yazan forum’da, sosyalizme, sosyalist düşünceye ve elbette aydınlığa karşı velhasıl bu aydınlığın ilerleme ihtimaline karşı, karanlığın ötedenberi akıl bozucu tetikçiliğini sürdüren “birbirini bilen kırk kişi”lik “tartışma” korosu, işbaşındadır ve hatta kemikleşmiş bir “ inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasının gönüllü müridleri dışında pek kimsenin kalmadığı bu forumda, karanlık adına aydınlığın, aydınlık düşüncelerin üzerine ideolojik sis bombaları atmak için çaresizce fazla mesai yapmaktadırlar!
Yani nafile çaba içindedirler demek istiyorum!
Birbirini bilen kırk kişi” mi?
Bunlar, kırk kişiyi bile bulamayan ama birbirlerini bilenlerdir; ayrı öbeklerde ya da ayrı sathı mahallerde görünseler de, hep aynı öbeğe hizmet edip, hep aynı sathı mahallin tetikçiliğini yapanlardır; örnek olsun, TC ile dertleri olmayan ama cumhuriyetle olanlardır!
Clara Zetkin’in deyişiyle, faşizmin, “sosyalizmin saati gelip çattığı halde”, sosyalizme inanmayı bırakan sosyalistlerin proletaryaya çektirdiği ceza olduğu gerçeğinin ve yeterince güçlü olmadıklarını pompaladıkları sosyalistlerin güçlenebilmesi için, bugün üzerinde yaşanılan tarih alanından daha uygun bir zemin olmadığı gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan, sahte “sol/sosyalist” gömlekli azap zebanileridir!
Devletçiliğe, hatta laikliğe faşizm diyen; halkın çıkarı yerine doğuştan gelen hakları; cumhuriyetin yerine demokrasiyi; sınıfın yerine kimliği koyan “solculuğu” model yapmaya çalışanlardır!
Emperyalizmin kendine karakol kurma “hakkını”, halkların kendi kaderini tayin etme hakkı olarak tanıtmaya çalışanlardır!
12 Eylül rejimi ile TC ile faşizm ile hiçbir kavgası olmayıp laiklik ile kavga edenlerdir; emekçilerin haklarının son kırıntısına kadar çiğnenmesiyle hiçbir kavgası olmayıp, bu hakların daha kolay çiğnenebilmesi için cumhuriyetçi reflekslerin silinmesine hizmet edenlerdir; Kürt emekçilerinin sömürülmesiyle, Kürt hareketinde emekten ve anti-emperyalizmden yana damarın ezilmesi ile hiçbir kavgası olmayıp, Kürt sorununun emperyalizm lehine “çözülmesine” karşı çıkanlarla, emekten ve anti-emperyalizmden yana olanlarla,“Tam bağımsız Türkiye” diyenlerle kavga edenlerdir!
Kürt siyasi hareketinin, bu ülkenin cumhuriyetçileri tarafından kabul görmemesinin, “Kürtlük”le bir ilgisi, alakası olmadığının üzerini örtmeye çalışanlardır!
Simgesini Diyarbakır cezaevinde bulan “TC” ile cumhuriyeti, açıkça ve bilinçli olarak, sap ve saman misli karıştıran ve hem içeride hem de dışarıda cumhuriyet düşmanları ile birlikte saf tutmada hiçbir beis görmeyenlerdir!
Hem dinci-gerici ve hem de ABD emperyalizminin yetiştirmesi olan IŞİD’e karşı Rojava’da ABD emperyalizmi ve tescilli işbirlikçisi Barzani ile birlikte verilen savaşı “devrim” olarak belletmeye çalışırken, Türkiye’de laikliğe ve laik cumhuriyete karşı Kürtlerin “TC” dediği 12 Eylül faşizminin dinci-gerici temelde konuşlanmasına uygun olarak Kürt siyasetinin de dinci-gerici bir renk kuşanmasına çalışanlardır!
Adına “demokrasi” densin, “çözüm” densin, “barış” densin, cumhuriyet düşmanlığının cumhuriyet düşmanlığı olduğunu; cumhuriyet düşmanlığının, emekçi halkların geleceğine de kardeşliğine de çekilmiş bir silah olduğunu; cumhuriyet düşmanlığının, Berkin’in, Özgecan’ın, Nuh’un, Kübra’nın, Hüsne’nin katli demek olduğunu zihinlerden uzaklaştırmaya çalışanlardır!
Bu kavganın cumhuriyet kavgası olduğu gerçeğinin; bu kavga verilmezse; laikliğin, cumhuriyetçiliğin, halkçılığın, bağımsızlıkçılığın, gerçek, yüksek, acil ve öncelikli kavgası verilmezse, sosyalist cumhuriyetin de olmayacağı gerçeğinin üzerini örtmeye çalışanlardır!
En başta marksizm, laisizmi, halkçılığı, anti-emperyalizmi, Türk halkının faşizme karşı mücadelesini “yük” gördüklerini; ellerinde kazma, ABD emperyalizmine ve dinci-gerici 12 Eylül faşizmine verip kurtulmak için ilerlemeye mahkûm olanlardır!
Cumhuriyeti AKP’ye, Türk halkını gericiliğe ve faşizme “verip” “kurtulmak”ta ikbal görenlerdir! Ne olduğu belirsiz bir “çözüm” uğruna, Türkiye’nin İslamlaştırılmasına destek verirken kendilerini de İslamcılaştıranlardır!
Amerikancılıkta ve tarikatçılıkta 12 Eylülcü paşalarla, AKP’cilikte büyük sermaye ve Amerika ile yarışanlar; halkçılık karşıtlığı ile Batı hayranlığında sınır tanımazken, Batıcılık karşıtı bir Slavofilizm için hâlâ ağlayanlardır!
Velhasıl-ı kelam, listeleri uzayıp giden bu “birbirini bilen kırk kişi, bütün bunları yaparken, aralarında “tartışma” tiyatroları oynayanlardır!
Ne diyelim, bundan sonrası Şam’da kayısı diyelim ki ağzımızın da, aklımızın da, fikrimizin de tadının yerine geldiğini hissedelim!
Bir kez daha anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az; anlamak istemeyene ise atom bombası bile çok az diyorum!
Fikret Uzun
26-Nisan-2017

Hiç yorum yok: