5 Nisan 2017 Çarşamba

“HAYIR” iradesinin sınıfsallığı



“Marksizm, olayların nesnel durumunun ve evrimin nesnel çizgisinin tahlilindeki eksiksiz bilimsel soğukkanlılık ile yığınların ve aynı zamanda, kuşkusuz, şu ya da bu sınıfı bulup ilişki kurmayı başarabilen bireylerin, grupların, örgütlerin ve partilerin devrimci, yaratıcı dehalarının ve devrimci inisiyatiflerinin öneminin en kesin kabulünü olağanüstü biçimde birleştirmesiyle, bütün öteki sosyalist kuramlardan ayrılır” (Lenin, Marx, Engels, Marxizm- Boykota Karşı Bir Sosyal-demokrat Yayıncının Notları)
“Burjuvazi, kitlesel olarak, dar, egoist çıkarları yerine getirilir getirilmez; tutarlı demokrasiden 'ricat'eder etmez, karşı devrime, otokrasiye yönelecek ve devrime ve halka karşı çıkacaktır.”( Lenin, İki Taktik)
"Kimse korkmasın, 12 Eylül sabahı sandıktan 'evet' de çıksa 'hayır' da çıksa ezilenleri korumak için boykotçular olacaktır. 12 Eylülde gelecek anayasaya karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin teminatı olarak BOYKOT cephesi dimdik duracaktır. Savaşlara, ölümlere, statükocu hırsızlara, evetçilere, hayırcılara 'dur' diyoruz"( BDP Eş Başkanı S. Demirtaş, 05 Eylül 2010- http://t24.com.tr/haber/bdp-referandum-icin-son-kararini-acikladi,96396)
"Neredeyse sonucu tayin edecek bir düzeye gelindiği açık ortadadır. Eğer biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir. Bizim eylemsizliği ilan etmemiz bir denge oluşturmuş durumdadır. Aynı zamanda bu AKP’nin eğer varsa bir samimiyeti adım atmasının koşullarını yaratmıştır. Biz referandumun sakin demokratik bir ortamda gelişmesini istiyoruz. Bizim eylemsizlik kararımız da buna imkân sunuyor. Bazı çevrelerin referandum sürecini etkilemek için eylemleri başlattığımız biçimindeki tespitleri doğru değildir. Bizim eylemsizliği ilan etmemizle bu tür çevrelerin tespitlerinin yanlışlığı ispatlanmıştır." ( KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın ANF'ye verdiği röportajdan, soL-Haber Merkezi)
"Büyük baskılar, hileler, şantajlar ve tehditlerle Meclisten geçirilerek referanduma sunulmak istenen bu ‘Anayasa’ paketine karşı tüm siyasi partileri, milletvekillerini, sivil toplum örgütlerini ve tüm Halkımızı; demokrasimize, kardeşliğimize, birliğimize ve barışımıza zarar verecek, demokratik olmayan bu Anayasa paketine, karşı çıkmaya ve bundan sonraki süreçte HAYIR demeye çağırıyoruz.”( DTK, 19.01.2017 -https://www.sosyalistforum2.net/showthread.php?t=81068 )

“BOYKOT” cinliği üzerine de, “BOYKOT” a Marxist yaklaşım üzerine de ve elbette Marxizm-Leninizm üzerine de, hatta Marxizm-Leninizmin ümitsiz vaka durumundaki düşmanları üzerine de uzun uzadıya konuşmayacağım; yukarda aktardığım tarih sayfalarına kaydedilmiş ifadeler yeterince açıklayıcıdır ve belli ki, bu “BOYKOT” cinliğinin bugünlerde pek albenisi yoktur.
Ayrıca, bu konuda, 2010 referandum tartışmaları sırasında “BOYKOT” üzerine yazdıklarım bugün de geçerlidir ve üstelik bugün taşıdığı turnusol niteliği ile daha da öğreticidir ve linkleri aşağıdadır.
Diğer yandan, “BOYKOT”cinliğinin dün olduğu gibi bugün de, bir anomali olduğunu düşünüyorum; başka ifadeyle, gerçeklerden ve doğru yoldan kaçmaya mahkûm olanların, bunu örterek kaçmaya devam edebilmesi için uydurduğu, iler tutar yanı olmayan bir bahane olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca, 12 Eylül 2010 referandumunda aynı bahane ile icat edilen ya da keşfedilen “BOYKOT” cinliklerinin, (köylü kurnazlığı da diyebiliriz) bugün, akıl ve mantığımız bir yana, bütün duyu organlarımızla da hissediyor olduğumuz defacto hüküm süren 12 Eylül faşizminin dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanmasında önemli katkısı olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla, bu katkıyı hiç ikircimsiz sunanların, bugün “faşizme” ya da “diktatörlüğe karşı HAYIR” çağrısı yaparken, bir nedamet ve ders çıkarma emaresi gösterdiklerini göremiyoruz ki; dün “BOYKOT” cinliklerinin bugünkü “HAYIR” çağrılarına çelme takması ve  “HAYIR” çağrılarını ciddiye alma katsayısını düşük tutması için kendi içlerindeki cingöz unsurların hareket halinde ya da görev başında olduğunu da unutmayacağımız açıktır!
Bu yüzden, yukarda linklerini verdiğim mektuplarda yeterince açık ifadelerle  “HAYIR” ın belirleyici önemini ve “düzen içi bir yaklaşım” olmadığını açıklamış olsam da, dejure bir diktatörlüğün hızlı adımlarla koşan ayak seslerinin ifadesi olan 18 maddelik anayasa değişikliği tasarısına  “HAYIR” demenin belirleyici önemini ve “HAYIR” yaklaşımının neden düzen içi bir yaklaşım olmadığını; hatta “HAYIR” iradesine çelme takmak demek olan “BOYKOT” yaklaşımın da,“EVET” yaklaşımı gibi, dejure bir şekle şemale sokulmak istenen din tabanlı faşizme onay vermek olacağını, tekraren hatırlamak bugün çok daha yakıcı önemdedir!
Öyleyse, öncelikle faşizmin, emperyalizm ve onun korkusunun bir ürünü olduğunun ve sosyalizme karşı olan emperyalizmin bütün karakterini taşıyan bir olgu olarak ortaya çıktığının altını çizip faşizme bir giriş yaparak başlıyorum.
Faşizm, işçi sınıfının, sosyalist devrim arifesindeki koşulların olgun olduğu gücü taşımasına rağmen, bölünmüş ve burjuva sınırlarından çıkamamış, sosyal- demokrasinin etkisinde kalmış olduğu bir dönemde iktidara gelmiştir ki bu dönem, kapitalizmin en zayıf olduğu dönemdir.
Faşizm, bütün bir kapitalist sistemden bağımsız olarak herhangi bir ülkedeki krizi aşmak ya da “en” hırslı kapitalist unsurların egemenliğini bütün rakipleri karşısında pekiştirmek için değil, direkt dünya sosyalizmine yönelik ve bütün bir kapitalist sisteme, emperyalizme bağlı olarak baş göstermiş bir olgudur; başlangıçta açık, kanlı ve zorba olması, taşıdığı korkuyu üzerinden atmak ve sosyalizme karşı emperyalizmin her bakımdan üstün olduğunu ve de sosyalizmin bu koşullarda yaşayamayacağını göstermek, bunun için mücadele birliği oluşturmak, ideolojisini geliştirmek içindir.
Sonuçta, genel olarak emperyalizm, özel olarak da ABD emperyalizminin hegemonyası arttığı ölçüde, sosyalizm zincirinin birbirine bağlanan halkaları da artmış olsa, bu halkaların, en azından düşüncede, kapitalizmle bulaşıklığının kapısı da açılmıştır; dolayısıyla faşizm amacına önemli oranda ulaşmıştır!
Bu verileri üst üste koyduğumuzda bugünkü faşizmi çözümlememiz yine de eksik kalabilir; fakat bu haliyle bile, faşizme karşı mücadelenin, en başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçilerin ve genel olarak faşizme karşı nesnel ve öznel olarak karşı olan tüm sınıf ve katmanların en geniş, tabandan birliğini sağlayarak ve yan yollara sapmadan, bütün yolları, sosyalist iktidar hedefini de, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları için kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkını da dışlamayan, laik, ilerici, devrimci, demokratik, halkçı bir cumhuriyet için mücadele yoluna bağlayarak yürütülmesi gerektiği sonucunu çıkartmamıza yeteceğine inanıyorum.
Diğer taraftan, sosyalizm tehlikesinin ve korkusunun yükselmesi durumunda emperyalizmin başvuracağı tek silahın eninde sonunda faşizm olduğunu, dolayısıyla bu nedenle yıllardır faşizmi sessizce yerleştirdiğini ve buna rağmen, bu tehlikenin, dolayısıyla korkusunun bastırılamaması durumunda, bu karakterini, yani yerleştirdiği faşizmin şiddetini açığa çıkartarak ama bu kez küresel ölçekte göstermek isteyebileceği sonucu üzerinde düşünmemiz gerektiğini de ortaya koyduğunu düşünmek durumundayız.
Öyleyse, her zaman olduğu gibi, şimdiki faşist dalganın da emperyalizmin, tüm kapitalist sistemin sağlamlığının değil, zayıflığının bir sonucu olduğunu; faşizmin, karakteristik bir çöküş göstergesi, kapitalist ekonominin ilerleyen çözülmesinin bir ifadesi ve burjuva devletin yozlaşması olduğunu, aklımızda tutmak gerekmektedir!
Emperyalizme ve kapitalizme karşı verilen mücadeleden ayrı olmayan faşizme karşı mücadeleyi yürütürken, işçi ve emekçi kitlelerin bölünmüşlüğünün, faşizme karşı savaşımdan geri durmasının önünün alınması, ancak ve ancak, emperyalizmi doğru çözümleyip anlayarak mücadele ederken, oportünizmle, reformizmle, sol gömlekli, yeni mürteci neo liberal sahtekârlarla yani Marksizm’in içine burjuva ideolojisini yerleştirmeye ve sınıf bilinci yerine tarikat bilincini oturtmaya çalışan ideologlarla da aynı tonda ve kararlılıkta mücadele edilmesiyle mümkün olabilir.
Bu bize Lenin’in bıraktığı en önemli savaşım mirasıdır.
Feodalizmi tasfiye ederek ve bunun için işçi sınıfına dayanarak, iktidarı ele alma aşamasında “ilerici” olan, en azından ilericiliğin önüne set çekmeyen burjuvazi, iktidarı ele aldıktan sonra bundan vazgeçmiş ama iktidarını pekiştirene, ekonomik temellerini oturtana kadar kısmen bu “ilericiliğini” korumuş ve karşıtlarına hayat hakkı yanında, eleştiri hakkı, hatta bir yere kadar ve güç dengesi bağlamında karşı çıkma, direnme ve örgütlenme hakkı da tanımıştır.
Bu, burjuva demokrasisi (buna işçi sınıfı da katılmıştır) ve rekabetçi kapitalizm döneminin ta kendisidir.
Fakat iktidarı alır almaz ilericiliğinden vazgeçen burjuvazi, tekeller döneminde, bu döneme yerleşmek için geçirdiği yolda nesnel olarak hazırladığı karşıtlarından yansıyan bu yeni dönemin önündeki nesnelliğin olduğu kadar, bu nesnellikten yükselen öznelliğin de engel olma durumunu taşıyamaz ve bu durumu ortadan kaldırmak ister.
Burjuva demokratik devrimlerin, yönetenler arasında bir başkaldırı ve çekişme ile başlaması, bunu bir patlamanın izlemesi, Engels’in sözleriyle, hasat için olgunlaşmış burjuva kazanımlarını elde etmek için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa’da ve 1848 tarihinde Almanya’da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülme zorunluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor. 
Engels,“işte böyle, ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine zorunlu olarak burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor” derken, burjuva demokratik devrimin, hem ileriye doğru, hem de geriye doğru kendisini aştığını anlatıyordu. Burjuvazi, alanı zapt etmek için önce ileriye uzanıyor; arkasından, tarihsel olarak burjuva topraklarının da çok gerisine çekiliyor.
Buradan hareketle 27 Mayıs’ın Türkiye’de demokratik devrimin son halkası olduğunu söyleyebiliyoruz.
CIA ajanı George Haris,” 1960 Darbesi’nin, Türkiye’nin gelişmesinde keskin bir dönüşe işaret etmese de, yaşama damgasını vuracak olan güçlü solcu güçleri boşandırdığını “ söylüyor ki, bunun doğru olduğu tarih sayfalarında kayıtlıdır! 
Bu, sosyalizm çağında demokratik devrimlerin, en büyük düşmanlığı sola karşı yaptığı yönlü saptamayı da doğruluyor.
12 Eylül ise, Türkiye’de Kemalizm’in en son aşaması ve Kemalizm’i sona erdiren sola karşı düşmanlığı yükselten sürecin başlangıcıdır. 12 Eylül, Türkiye’yi, tarihinin ve tarihin geri aşamalarına zorla geri çekme girişimidir. Dolayısıyla 27 Mayıs’a karşıdır ve bütün kurumlarıyla 27Mayıs’ın kazanımlarını kökünden kazıma operasyonu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu, emperyalist olamamış, emperyalizme bağımlı ama bütünüyle entegre olamamış, bir tekelci aşamadır.
Burada egemen olan tekelci sermayedir. Ve dışında kalan bütün kapitalist unsurları da kendine tabi kılmıştır. Bu egemen sınıfın siyasal üst yapısı, öncekinin aksine, yani bir yere kadar izin verdiği demokrasiye tümüyle karşı olan bir siyasal gericiliktir. 
Bu gericilik, daha bu aşamaya giden yol üzerinde üst yapı olarak, hukuk yapısı olarak hazırlanmış, geriye, yerleştirilmesi ve kabul ettirilmesi kalmıştır.
Önceki aşamada serbest rekabete denk düşen demokrasi ve onunla birlikte hukuk yapısı, tekelci aşamaya dar gelmektedir. Ve tekelci düzenin demokrasiyi sıfır noktasına indirmesi, karakterini kabul ettirmesi bakımından gereklidir. Çünkü tekelci düzende, rekabetçi kapitalizm döneminde gerekli olan ve bir üst aşamasına giden yolda kullanılan etken, yani demokrasi, artık kapitalizmin korunması yönünde bir engel halindedir.
Ve başlangıcından itibaren, bütün siyasal kurumlarında kapitalizmin, gelişmesine yardımcı olan bu etkenden, yani demokrasiden kurtulma ve gericiliğe dönüşme eğilimi nesnel olarak vardır.
Bunu sağlayabilmek, bu eğilimi gerçek haline döndürmek, önceki aşamanın engel olma etkenliğinden sıçramalı olarak kurtulmakla ve sonrasında, bu eğilimi aynı sıçramalara gerek olmayacak şekilde yerleştirmekle mümkündür.
İşte faşizm burada beliriyor.
12 Eylül faşist diktatörlüğü de burada belirmiştir ve hâlâ kurtulamadığımız çok açıktır!
Yani tarih 12 Eylülden beri bir türlü ilerlemiyor, tarih hâlâ, konuşlanmasını sürdürerek ilerleyen 12 Eylül faşizmi üzerinde duruyor; kim bilir kaç kez anayasa değişikliği yapsa da ve hepsini “demokrasi” adına yapsa da faşizm, faşist 12 Eylül rejimi, olduğu yerde duruyor ve kendisini daha da fazla konuşlandırıyor ki hepsi ve uzun zamandır, feodal restorasyonun tamamlanması içindir; yani tarihin gerisinde, din tabanlı, faşist bir feodal diktatörlük içindir; bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ı da diyebiliriz!
Takvimlerdeki 12 Eylül sayfalarını ne kadar parçalarsak parçalayalım, 12 Eylül bir yere gitmedi, gitmiyor ve hatta hepimizi bir tepsi üzerinde tarihte bir zaman yolculuğu ile ortaçağın gündoğumuna sürüklüyor olduğu gerçeği değişmiyor!
 Ve karşısına, şölen misli ve bir kültürler toplamı misli “demokrasi” den ve bir de “doğuştan gelen haklar”dan, yani egemen sınıfların ezilen ve sömürülen sınıflara hiç kullandırmadığı “ insan hakları”ndan başka bir şey konulamadığını; hatta bu işin de Avrupa Birliğinden beklendiğini hepimiz biliyor, görüyoruz!
Oysa daha Hitler faşizmi sırasında, Hitler faşizmine karşı mücadele eden Alman komünistleri faşizmin karşısına “demokrasi”yi değil, yani Weimar Cumhuriyeti’ni değil, işçi ve emekçi cumhuriyetini koymuşlardır!
Çünkü diyalektiktir, ortaçağın gün doğumu varsa, tam burada bir de aydınlığın gün doğumu vardır; faşizmin gündoğumunun dayatıldığı yerde, halkçı, devrimci bir işçi ve emekçi cumhuriyetinin gündoğumu boylu boyunca görülmeyi bekler; yani tehlikelerle fırsatlar aynı yerde kendini gösterir ya da görülmesi için işaretler verir!
İşte bu işaretlerden biri, belki de en önemlisi ve belirleyici bir özellik taşıyan, 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği Referandum’udur.
Yani bu referandum, tarihi 12 Eylül üzerinde büsbütün çakılı bırakıp bütün kapıları, fırsatlara kapatarak ortaçağın gündoğumuna da açabilir; bir türlü ilerlemeyen, hâlâ konuşlanmasını güçlendirerek ilerleyen 12 Eylül üzerinde duran tarihi sıçratarak ilerletip, bütün kapıları ortaçağın gün doğumuna kapatarak, aydınlığın gün doğumuna da açabilir!
Aydınlığın gündoğumu, elbette ki halkçı, devrimci bir işçi ve emekçi cumhuriyetinin gündoğumudur!
Yeter ki, 12 Eylül üzerinde takılı kalan tarihi, tekeller tarafından kalıcı bir şekilde ahı kovulup, vahı bırakılan “demokrasi”den medet umarak veya “buruvazinin iki kanadının kendi arasındaki kavgadır, bizi enterese etmez” cingözlüğü ile bu tarihsel dönemeçte, tehlikelerle birlikte ortaya çıkan ve tehlikelerin önündeki en önemli engellerden biri olan tarihsel fırsatı bir kez daha tepmeyelim!
Geçmişteki tıpatıp bugünküne benzeyen fırsatların tepilmesinden doğan dersleri doğru ve yerinde değerlendirip, öncelikle 12 Eylül faşizminin dejure konuşlanmasını tamamlamasının önüne geçecek olan “HAYIR” iradesinin tehlikelere davetiye çıkaran “EVET” ve “BOYKOT” iradelerine kurban edilmesine izin vermeyelim! 
Yeter ki, faşist 12 Eylül diktatoryası bu toprakların ve halklarının üzerinde,  bütün baskı ve zoru ile duruyorken ve bu duruşunu perçinlemek için en son hamlesine hazırlanıyorken, ondan hâlâ “demokrasi” beklenmesin, onun demokratikleşmeye ikna edileceğine inanılmasın, inandırmaya çalışılmasın!
Yeter ki, yük görülen Marxizm bir yana, laisizmi, halkçılığı, anti- emperyalizmi ve kendisini hâlâ ve daha sağlam konuşlandırmaya devam eden 12 Eylül faşizmine karşı Türk halkının mücadelesini emperyalistlere ve işbirlikçilere verip kurtulmanın hesabı yapılmasın!
Yeter ki, Türkiye’nin ilerici-devrimci güçleriyle, Kürt emekçi halkı ve siyasetinin arasını daha da fazla açmak için hızla ve en uzak mesafeye koşmaktan medet umulmasın; başka ifadeyle, yeter ki dümenler, uzunca bir süredir şefkatli “dost”luğun adresi olarak görülen ABD emperyalizminin dümen suyuna doğru kırılmasın!
Faşizmin, demokrasiyle, 12 Eylül faşizmini demokratikleştirilerek de, demokrasisi çoktan kovulmuş tekellerin cumhuriyeti tamir edilerek de ve hatta “BOYKOT” edilerek de durdurulamayacağı, yenilemeyeceği, ortadan kaldırılamayacağı çok açıktır!
Ve işte bu yüzden Türkiye’nin laik, halkçı, devrimci, devrimci- demokrat, materyalist, sosyalist tüm ilerici güçleri, “BOYKOT” yaklaşımını deşifre ederek mahkûm edip, hele ki bugünün turnusol yüklü koşullarında “BOYKOT” ısrarının, ahmaklıktan öte, “EVET” in çıkarına bir kalleşlik olduğunu ilan ederek, “BOYKOT”  ve “EVET” iradesine karşı “HAYIR” iradesini yükseltmeye, yani faşizmin dejure konuşlanmasında önemli bir adım olan 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğini önlemeye çalışmış ve hem de dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanmasını tamamlamaya çalışan ve aynı zamanda cumhuriyet rejimini ortadan kaldırarak ümmet rejimini, başka ifadeyle bir Tanzimat öncesi karanlığını yerleştirmeye çalışan “yeni” 12 Eylül faşist diktatörlüğüne karşı, çoktan bir kültürler toplamına indirgenmiş olan “demokrasi”ye dönmeyi değil, bu anlamda tekelci cumhuriyete dönmeyi de değil ama sosyalist cumhuriyeti dışlamayan laik, devrimci, halkçı bir işçi ve emekçi cumhuriyetini kurmayı, bunun için devrimci bir mücadele vermeyi önermişler ve hâlâ bunu önermektedirler! 
Öyleyse,“HAYIR” yaklaşımının faşizme karşı mücadeleden ayrı olmadığı, aksine bugün itibariyle tam merkezinde olduğu çok açıktır!
Burada, faşizmin yalnızca Kürtler için değil, Türkiye’nin Kürt-Türk bütün işçi ve emekçileri için ve dahi, çıkarları nesnel ve öznel olarak faşizme karşı olan tüm sınıf ve katmanlar için de faşizm olduğunu hatırlamak gerekiyor!
Varolan burjuva düzenini- ki bu düzen, büyük zenginlerin egemen olduğu bir düzendir, -savunan tamamen tutucu bir hareket olan faşizm, doğası gereği anti-sosyalist, anti-proleter bir harekettir.
Dolayısıyla unutulmamalıdır ki, faşizm bugün ve sadece Kürtlere yönelik baskıların artmasıyla ortaya çıkmadı; çok önce de var olan faşizm, bugünkü “Kürt çözümü” çerçevesinde yürütülen müzakereler sırasında da vardı ve daha sağlam bir şekilde konuşlanmasını sürdürüyordu ki bu müzakerelerin ve elbette bu çerçevede Kürtlerin yürüttüğü politikaların bu konuşlanmada önemli bir katkısı olduğu reddedilemez bir gerçektir!
Bu gerçeklikten hiç kimse kaçamaz!
Ve bu konuşlanmaya ilk büyük katkının, 12 Eylül 2010 referandumunda “HAYIR” iradesine yönelmek yerine, hiçbir mantığa sığmayan ve dolayısıyla  “EVET”  oylarının artması ve kapıları ardına kadar bugüne, yani 16 Nisandaki anayasa değişikliğinin kolaylıkla kotarılmasına yönelik olarak faşizmin konuşlanmasını kolaylaştıracak olan anayasa paketinin kabul edilmesine yönelik bir ”BOYKOT” politikası izlenerek olduğu göz ardı edilmemelidir!
Yani, şunu söylemek istiyorum:
Dün “BOYKOT” politikası izleyerek, hem de tırmandırılarak daha sağlam temellerle konuşlandırılan faşizm koşullarında, Kürt sorununun “çözümü” konusunda resmi politikadan ya da müzakere masasının öteki tarafından daha fazla şey elde etmek, ya da elde edilmek istenenleri garantilemek hedeflendiği gibi, bugün “HAYIR” diyerek müzakere masasını deviren tarafın müzakere masasına dönmesini garantilemek ve Kürt sorununun Amerika’nın politikalarıyla senkronize politikalarla “çözümünün” tamamlanması hedefleniyorsa, bunun ne faşizme karşı mücadele ile ilgisi vardır, ne de Kürt halkının ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez çıkarları için yükseltilen bir “HAYIR” iradesi ile ilgisi vardır!
Yani bu tür politikalar, son tahlilde, faşizmi önlemeye ya da yenmeye değil, konuşlanmasının tamamlanmasına, en azından sağlam temellere oturmasına hizmet eder!
Ve faşizm eninde sonunda yenilecektir ama bu konuşlanmaya, isteyerek ya da istemeden de olsa hizmet etmenin sorumluluğundan kimse kurtulamaz; tarih sayfaları bu sorumluluktan kurtulamayanlarla doludur!
Öyleyse net olarak idrak edilmelidir ki, Kürt siyaseti ve genel olarak Kürt hareketi de yükseltse, Türkiye devrimci hareketi ve dahi çıkarları nesnel ve öznel olarak faşizme, hem de din tabanlı bir faşizme karşı olan tüm sınıf ve katmanların politik temsilcileri de yükseltse, “HAYIR” iradesinin kazanması, sadece Kürtlerin değil, Kürt-Türk bütün halkların, işçi ve emekçilerin ve çıkarları nesnel ve öznel olarak faşizme karşı olmakta olan tüm sınıf ve katmanların çıkarınadır!
O halde, Kürtlerin de Türklerin de faşizmden kurtuluşu, faşizme karşı birlikte, kararlı ve faşizmi besleyen, ya da konuşlanmasını güçlendiren tüm etmenlere ve güçlere karşı mücadele zeminine bağlanan bir “HAYIR” iradesinin faşizmin yenilgisine kadar, yerine halkçı, devrimci bir emekçi cumhuriyeti konulana kadar sürdürülmesi ile mümkündür!
Bu aynı zamanda ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların vazgeçilmez tarihsel çıkarları doğrultusundaki kurtuluşlarının kapısını açacak olan en kullanışlı anahtardır!
Yani “HAYIR”a toslatılarak boynuzları kırılan bir faşizmi müzakere masasına döndürerek Amerikan damgalı bir “çözüm”ü kotarma planları yapmak, kurtuluşa açılan kapıları açmanın değil, tam tersine, darağacı hazırlanmış bir çıkmaz sokağa gönüllü olarak kapı açmanın ifadesidir!
Öyleyse herkes, kimilerine belki tokat misli gelecek olan bu vurguları, “kızını dövmeyen dizini döver” özdeyişini hatırlayarak, darağacı hazırlanmış bir çıkmaz sokağa -isteyerek ya da istemeyerek fark etmez- girilmeden önceki bu son eşikte enine boyuna değerlendirmelidir!
Faşizm olgusu üzerinde sonuca götürecek yönde konuşmaya devam etmek istiyorsak, faşizm ile demokrasinin birbirini dışlayan ve ilkesel iki ayrı sistem oldukları şeklindeki yaklaşımın, teorik olarak da tarihsel olarak da yanlış olduğunu ve daha önemlisi, burjuva diktatörlüğünün gittikçe siyasal gericilik ve devlet iktidarının faşistleşmesi yoluna girdiğini, bunun da burjuvazinin, karşıtları arasında ve kendi safları arasındaki çelişki ve çatışmaları bertaraf etmekte gittikçe daha çok zorlanması nedeniyle olduğunu hatırlayarak, öncelikle faşizmin, yönetenler arasındaki çelişkilerin etkisizleştirildiği bir devlet durumu olduğunu akılda tutmak gerekmektedir!
Çünkü yönetenlerin kendi aralarındaki çelişkinin etkinliği, devletin, yönetilenlerden kaynaklanan çelişkileri ortadan kaldırma hızını kesmektedir!
Demek ki, faşizm, yöneten sınıf ya da sınıflar içinde, çelişkilerin, bir tarafın lehine ortadan kaldırılması ya da ertelenmesini de anlatmaktadır.
Diğer yandan faşizm, yöneten sermaye grupları içinde, ister ülke toprakları içinde ve isterse dışında olsun, yeni alanlar zapt etmek isteyenlerin düzenidir.
Öyleyse yeni alanlar zapt etmek, devlet gücünü hızla ve engelsiz uygulamayı gerektiriyor; bunun için tekellere, 1961 türü Anayasa değil, 1982 anayasasından da gerici, şiddetli ve devlet gücündeki hızı daha da artıracak olan bir anayasa gerekmektedir!
1961 türü anayasa mı?
1961 Anayasası, çift bölmeli parlamentosu, özerk kurumları ve örgütlenme haklarıyla, devlet gücünün kullanımında geniş katılımı gözetmekten geri durmuyor; katılım, devlet gücünün işleyişinin yönünü ve niteliğini değiştirmemekle birlikte hızını azaltıyor.
İşte 12 Eylül faşist darbesinden bu yana sürdürülen hükümet değişiklikleri bir yana, yasa ve anayasa değişikliklerinin ve referandumlarının ve elbette 61 anayasası ile elde edilmiş olan bütün kazanımların yerle bir edilmesinin kıymeti harbiyesi buradadır!
İşte bu yüzden, 27 Mayıs ihtilalini Kemalizm’in faşist darbesi olarak nitelerken,  27 Mayıs ile 12 Eylül’ü ve 12Mart’ı özdeşleştirmek üzerinden, din tabanlı “Yeni” 12 rejiminin faşist konuşlanışına bigâne kalmak, hatta yer yer demokrasi beklemek, sivri ucu ile karşılaşınca da faşizmin şiddetli yüzünü görüp, karşısına 27 Mayısla gelen 1961 anayasası türü bir demokratik anayasayı koymayı önerenler, ya akıl fukarasıdırlar, ya da ahmaklık katsayısı yüksek bir sahtekârlık veya iki yüzlülük içindedirler!
İşte bu yüzden, ayak sesleri, daha 12 Eylül 2010 “Anayasa Değişikliği Referandumu”nda duyulan ve hatta açıkça “12 Eylül referandumuyla açılan bir kapı” olduğu ilan edilen, 16 Nisan “Anayasa Değişikliği Referandumu”nun kıymet-i harbiyesi çok daha önemlidir!
Bu yüzden “HAYIR” iradesi, yönetilen sınıfların tümü için olduğu kadar, çıkarları faşizme nesnel ve öznel olarak karşı olan tüm kesimler için de can alıcı önemdedir; ”EVET” iradesi ise, yöneten sermaye grupları içinde, diğerlerinin de aleyhine olabilecek şekilde egemenlik kurmak isteyen sermaye grupları için, ya da sadece tek bir grup için can alıcı önemdedir!
İşte, iktidar partisi karşısında “muhalefet” rolü oynayan, göründüğünün aksine, iktidar partisi gibi kendileri de yöneten sermaye gruplarının, yani yöneten sınıfların temsilcisi olan ve hatta devlet iktidarının faşistleşme katsayısının artmasına kadar iktidarın bu faşist konuşlanmasına hizmet eden partilerin kimisinin “HAYIR”, kimisinin ise “EVET” iradesi temelinde politik faaliyet içinde olmaları bu yüzdendir!
Bu da kaçınılmaz olarak, “HAYIR”  ile “EVET”  iradesi arasındaki kavganın, sanki iki farklı sermaye grubunun birbiriyle kavgası imiş gibi bir fotoğraf vermesine, ya da bu görüntüyü kolaylaştırmasına olanak vermektedir; dolayısıyla da “HAYIR”  ve “EVET” iradesinin düzeniçi saf tutmanın bir ifadesi olduğu ve “BOYKOT” iradesinin, bu düzen içi kavgadan “bağımsız” bir “devrimci” duruş olduğu yanılsaması kolaylaşmaktadır!
Aslında bu yanılsamayı güçlendirmek için hareket halinde olan konspiratif bir mekanizma vardır!
Ancak bu fotoğraf gerçeği yansıtmamaktadır; gerçek bambaşkadır!
Bu bambaşkalık, elbette Marxist bakışla daha net olarak görülebilir; ancak, bugüne kadar ortaya dökülen turnusol misli gelişmeler, bu bambaşkalığı, aklı bağımsız olan ve görmek, anlamak isteyen herkes için netleştirmiştir!
Hâlâ net göremeyenler ise ya politik ahmaklıkla ya da buna mahkûm olmakla maluldürler!
Velhasıl, son derece net olan bu fotoğraftaki , “EVET” iradesi ile “HAYIR” iradesi arasındaki kavganın, her ne kadar yöneten sermaye grupları arasındaki bir kavga imiş gibi görünse de, daha doğru ifadeyle böyle görünmesi için çalışılsa da gerçekte, yöneten sınıflarla, yönetilen sınıflar arasındaki sınıfsal kavganın bir yansıması olduğunu görmemek için ya siyasi kör, ya da bu körlüğe mahkûm olmuş olmak gerekir!
Bu kavgada “HAYIR” iradesi galip gelirse, yönetenler arasındaki çelişkilerin etkinliğinin etkisizleştirilmesi engellenerek, yönetilenlerden kaynaklanan çelişkilerin daha da keskinleşmesi, dolayısıyla yönetilen sınıfların kendi kaderlerini tayin konusunda bilinçlenme ve kararlılık katsayılarının artması daha mümkün hale gelecektir; bundan sonrası, yönetilen sınıfların bağımsız ilerici, devrimci örgütlerinin ve namuslu, dürüst liderlerinin, ideolojik-politik yetkinlikteki öncü unsurlarının politik maharetlerine kalacaktır!
“EVET” iradesi ise, yönetenler arasındaki çelişkileri etkisizleştirerek, yöneten sınıfların yönetilen sınıflardan kaynaklanan çelişkileri ortadan kaldırma hızını artıracak, böylece faşizmin konuşlanması tamamlanmış olacaktır!
Öyleyse “BOYKOT” iradesinin “EVET” iradesini artıracağı, dolayısıyla yönetilenlerden kaynaklanan çelişkilerin ortadan kaldırılma hızını artırmaya ve dolayısıyla da faşizmin en tam ifadesiyle konuşlanmasına hizmet edeceği kendiliğinden anlaşılabilir bir gerçektir!
Bu durum, sermaye sınıfı için yeni ekonomik alanların zaptı anlamına geldiği ölçüde, bir devlet durumu olan demokrasinin (ne kadar kaldıysa) yerinin, bütünüyle faşist diktatörlüğe teslim ediliyor olmasıdır!
Burada yenilen ve teslim alınan işçi ve emekçi sınıflardır!
Dikkatle bakıldığında, akıl gözüyle bakıldığında, aklımızdakilerle bakıldığında, bu fotoğrafta bir sınıf kavgasının yansıması olduğu görülecektir; yani demek ki, bugün itibariyle bir sonucun, yani bir sınıf kavgasının ifadesi olan; sonrasında ise yeni bir başlangıcın, yeni sınıf kavgalarının ifadesi olacak olan 16 Nisan Anayasa Referandumu tümüyle sınıfsaldır!
Şöyle ki, 12 Eylül faşist darbesi, bir tekelleşme sancısının, bu yönde süren bir sınıf kavgasının sürüklediği sonuçtu ve sonrasında, yani 12 Eylül rejiminde, tekelleşme sancısının giderilip, tekelci düzenin yerleştirilmesi kavgası ve sancısı, tüm şiddetiyle ve çeşitli krizleri ile hatta referandumlu ve referandumsuz pek çok anayasa değişikliği yanında, hükümet değişiklikleri ile bugünlere kadar gelmiş ama tekelleşme bunalımı bir türlü bitmemiştir!
Tekelci düzene gelindikten sonra, ekonomik ve toplumsal sorunları, yalnızca içe yönelik zoru artırarak ve yayarak çözmek imkânı kalmamıştır!
Öyleyse tekelci düzen, faşizm sözcüğünü gereksiz kılacak bir devlet zorunu artırmakla birlikte sorunlarını dışarıya açılarak çözmeye hazırlanmak zorundadır!
Öyleyse tekelci düzen emperyalist senaryolara yelken açmak durumundadır!

Bu yüzden tekelci düzen Türkiye’de, emperyalist senaryoları denemek zorunda kalmış ve hâlâ da denemektedir!
Kürt devrimci mücadelesi tam burada patlamıştır ve Türkiye’nin düzenini hem sarsmış, hem de sıkıştırmıştır! Tekelci düzen, tam  “içerdeki sorunları uykuya yatırdım, artık emperyalist senaryolara hazırlanabilirim” derken, bu en büyük ve hatta uykuya yatırılan sorunları uyandıran sorunu (Kürt sorununu) çözmekle karşı karşıya kalmıştır!
Böylece, sorunu sorun olmaktan çıkarmak için, iç baskı artırılırken, devlet zoruna bir başka kuvvet eklenmiştir; medya artık bir kurum olarak, yasama, yürütme ve yargı ile hiç çelişmeyen, bunlarla iç içe olan bir kuvvet olarak, devlet zorunun bir kolu haline getirilmiştir; artık, hiçbir baskının baskı olarak görülmemesi için, bu kuvvet, medya, hem de son derece mekanize ve kemikleşmiş olarak hazır ve nazırdır!
Faşizm sözcüğünü gereksiz kılmak ve devlet zorunu artırırken hissettirmemek artık daha çok kolaylaşmıştır!
Bir yanı tekelci, diğer yanı emperyalist olan Türkiye düzeni, medyanın da devreye girmesiyle Türkiye toplumunu uyguladığı baskısının şiddetine alıştırabilmiş, devlet zorunu artırarak yaymış ve görünmez kılmıştır; hatta tüm baskısıyla hareket halinde iken bile bu zoru demokrasi olarak gösterebilmiştir; hâlâ da gösterebiliyor!
Öyleyse, faşizm, gerçek ve acımasız terörünü göstermediğinde onu yok saymak ahmaklık değilse, sahtekârlıktır!
Bu sahtekârlık, faşizmin gerçek ve acımasız terörünün, ancak direnç olduğu zaman kendini gösterdiği gerçeğinin üzerini örtmek demektir; ahmaklık ise, faşizmin terörü ile faşizmi birbirine karıştırmak demektir!
Bunu, Tarihe “Gezi Direnişi” olarak geçen halk isyanı günlerinde, emekçi halk ve emekçi halk sevgisi, faşizmin terörünü yenip bu gerçeğin üzerindeki şalı yırtıp atarak, kendi yarattığı “demokrasi” dinine tapan, faşizmi sadece açık kapıları zorlarken gelen saldırı ve katliamlar sanan Kürt siyasal hareketi hariç hepimize göstermiştir!
Diğer yandan, şu da bir gerçekliktir ki, devlet zorunun demokrasi olarak gösterilebilmesinin imkânları had safhada olduğu halde, devlet zorunun şiddeti bir taraftan artırılmakta ve diğer taraftan dejure hale getirilmeye çalışılmaktadır!
Bu da, faşist konuşlanmanın, tekellerin düzeninin, yani dinci-gerici, osmanik-islamik temelde konuşlanmasını tamamlamaya çalışan 12 Eylül faşist diktatörlüğünün sağlamlığının değil, zayıflığının bir sonucu olduğunu ve öyleyse, fırsatların önünün fazlasıyla açık olduğunu göstermektedir!
Bununla birlikte, tekelci düzen, insanı kendine güvensiz, edilgen, küçük işlerin adamı, sürü haline dönüştürüyor; küçük işleri yapmak sürekli küçülmektir; kendine güvensiz insan yozdur; edilgen insan sürüdür; sürü ise ortaçağın insanıdır!
Demek ki bir de şu var; tekelci düzen ortaçağı tekrarlamaktadır!
Ve artık buradayız ve burada, emperyallizmin YENİDÜNYA DÜZENİ ile bu düzenin konuşlanmasında en önemli sıçrama tahtası olarak öngörülen ve bütün emperyalist –kapitalist dünyaya önerilen, ezilen ve sömürülen halklara, üstelik de bir “Kürt kurtuluşu” renginde dayatılan BOP-BİP konuşlanmasına, nesnel ve öznel olarak ve elbette teorik-politik hokkabazlıklarla “kandırılarak” taraf olanlarla, buna yine nesnel ve öznel olarak ve son derece net ve açık olan teorik-politik yaklaşımlarla karşı olanların gittikçe yükselen kavgasının ve bu kavganın ortaya çıkardığı sınıfsal ve ideolojik-politik dengelerin, yani nesnel şartların ezilen ve sömürülen sınıfların lehinde ama ezen ve sömüren sınıfların, emperyalist kapitalizmin ve elbette tekellerin düzenlerinin aleyhinde geliştiğini görüyoruz!
İşte tam burada, yani burada gördüğümüz koşullarda, sadece Türkiye’nin ve içinde bulunduğu geniş coğrafyanın değil, bütün dünyanın, karakteristik bir çöküş göstergesi arz ettiğini, emperyalizmin ve tekelci kapitalist ekonomilerin ilerleyen çözülmesinin ve yozlaşmasının had safhada olduğunu çoktan göstermiş olan ve hiçbir zaman, hiçbir yerde tekellerin ekonomik-politik programlarından başka bir program yürütmemiş olduğu bilinen ve bir kere yenildiyse, yine yenileceği açık olan faşizmin çaresizce tırmandırılmaya, yine yeniden egemen kılınmaya çalışıldığı gerçeği ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz!
Ancak, tam da bu nokta, emperyalizmin, tekelci düzenlerin en güçsüz ve çaresiz zamanlarını yaşadığı, o kadar öyle ki, mecbur oldukları emperyalist savaştan bile ölümüne korktukları ve aynı zamanda buna, yani bu emperyalist savaşa karşı durmaya nesnel ve öznel olarak hazır olan ulusal ve uluslararası güçlerin birikmeye başladığı bir noktadır!
Daha önemlisi, bu noktada, çok uzun bir zamandan beri aldatılan ve aldatıldıklarının önemli oranda farkında olan işçi ve emekçi yığınlarını, faşizm karşısında tekellerin yedeği yapmak üzere aldatabilecek türden, İkinci Enternasyonalin “karizmatik” olduğu kadar sahtekâr da olan “liderleri” gibi “liderler”in, sahtekârlıkta rekora koşsalar bile, hayat bulamayacakları görülmektedir!
Ayrıca, bu noktada, işçi ve emekçileri, faşist konuşlanmanın son hamlesinin yedeğine sürüklemek üzere yanıltarak silahsızlandırmak için kullanacağı pek fazla barutu kalmayan ve dipten gelen bir dalga misli onca zaman aldattıkları tabanlarından yükselen baskılar karşısında bir ölüm kalım ikilemi içine sürüklenen sosyal-demokrat, sosyalist, liberal, vb. hatta Kemalist etiketli, yani öyle görünmek için çırpınan bilumum sahtekâr örgütlerin, bataklık kurbağaları misli acz içinde çırpındıklarını, ağlamaklı bir şekilde hiç istemedikleri sloganları yüksek sesle haykırmak zorunda kaldıklarını da görüyoruz!
Ancak, bununla birlikte, bu noktada, işçi ve emekçilerin, en örgütsüz, savunma mekanizmalarının en zayıf, “önderlerinin” en sahtekâr, velhasıl en silahsız olduklarını da görüyoruz ki, bunun yaşanmış faşizmler karşısında olandan pek farklı olmadığını biliyoruz; ancak farklı olan, egemen sınıfların ekonomik-politik ve ideolojik hegemonyalarının tüm baskısına, yarattığı tüm illuzyonuna rağmen, ezilen ve sömürülen sınıfların mevcut koşullarda yaşamak istememe, başka bir dünya isteme ve bu başka dünyada ezilen ve sömürülen olmak istememe ve elbette artık aldatılmak istememe eğiliminin yüksek olmasıdır!
İşte bu forumda, Sosyalist Forum, dönen dolapların, H.Doludizgin adlı forum üyesinin yerinde nitelemesiyle, bu dolapları döndüren fırıldakların olmayacak duaya âmin misli acz içinde çırpınmaları bu yüzdendir; yani yukardan aşağıya resmini çizdiğim inatçı gerçeklerin üzerini örtmek, akıllardan uzak tutmak içindir!
Fakat şimdi tehlikeler ve fırsatlar, tarihin hepimizi sürüklediği bu son karanlık tünelin önünde ve arkasında üstüste çakışmıştır; hangisinin altta kalacağını tünelin arka ucundan çıkanlar da, tünelin içinde kalanlar da görecektir; ancak tarihin mantığı, tünelin arka ucundan çıkanların, bu tünele girerken tünelin arka ucundan çıkmak için ne yapılması gerektiğini bilenler olacağına işaret etmektedir!
Çünkü sosyalistler, faşistleşmenin ve emperyalist savaş tehlikesinin gelişme hızının küçümsenmeyecek denli yüksek olduğunu; ama buna karşın kapitalist sistemin sağlamlığının değil, zayıflığının göstergesi olan faşist diktatörlüklerin ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olmadığını, önlenebileceğini bilirler ve buna inanırlar; faşizme karşı bu bilinç ve inançla mücadele ederler; yani bu tehlikeyle, onu küçümsemeden ama yenilebileceğini bilerek, inanarak mücadele ederler!
Fırsatların ancak böyle hayat bulacağına inanarak fırsatların paçasını yerinde ve zamanında tutmanın hünerini göstermeye çalışırlar!
Kürt siyaseti mi?
Kürt siyaseti ve hareketi, referandum oyununu boşa çıkaracak dürüstlük ve samiyeti, “HAYIR” çağrılarındaki kararlılığı ve berraklığı, Kürt sorununun, Kürt halkının ve Türkiye’nin Kürt-Türk ve diğer bütün işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel çıkarları doğrultusunda çözümüne kapı açacak şekilde ve sadece Öcalan’ın değil, HDP’li vekiller, siyasetçiler ve yerel yöneticiler dâhil, zindandaki tüm ilerici, devrimci, devrimci-demokrat politik tutsakların özgürlüklerine de kapı açacak bir “HAYIR” iradesi göstererek bizi şaşırtmalı ama daha önemlisi, Kürt halkının ezici çoğunluğunu, “HAYIR” iradesinde net olarak kararlı olduklarına inandırmalıdırlar!
Sosyalistler mi?
Bugüne kadar her gün yenilenen tarih alanı üzerinde cereyan eden sınıf mücadelelerinin, her devrimci mücadelenin, amacı sınıf mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, devrimci işçi sınıfının katastrof final anına kadar zorunlu olarak başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu; her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı devrimin bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar bir ham hayal olarak kalacağını gösterdiğini bilerek, inanarak, katastrof final için mücadele etmekten, bu savaşımın yolunu genişletmekten hiçbir zaman vazgeçmezler, vazgeçmeyeceklerdir!
İşte, 12 Eylül 2010 Referandumunda olduğu gibi, 16 Nisan Anayasa Değişikliği referandumunda da, bu bilinç ve inançla ve hatta “HAYIR” iradesi kazanınca faşizmin bir çırpıda yenilmeyeceğini ama yenilebileceği düşünce ve inancının kitleleri saracağını ve de dinci-gerici 12 Eylül faşist diktatörlüğüne, emperyalizme, tekellerin düzenine, karşı savaşımın başka ve güçlü bir boyut kazanabileceğini, laik, ilerici, devrimci, halkçı bir emekçi cumhuriyeti için savaşımın  önünün açılacağını, sınıfsal dengelerinin oluşacağını bilerek “HAYIR” iradesinin kazanması için savaşım vermeyi boyunlarının borcu sayarlar!
Fikret Uzun
05-Nisan-2017

Hiç yorum yok: