6 Ocak 2017 Cuma

AKP’mi Kürtleri Uysallaştıramadı, Kürtler’mi AKP’yi ‘Demokratize’ Edemedi



AKP’mi Kürtleri Uysallaştıramadı, Kürtler’mi AKP’yi ‘Demokratize’ Edemedi: Ya da, AKP’mi Kürtleri kaybetti, Kürtler mi AKP’yi kaybetti?

Bu Bir “Bizi de Alın” Yazısı Değildir; İlericiler, Devrimciler, Cumhuriyetçiler Laikler, Sosyalistler, Komünistler ve dahi sol Kemalistler Kürtlerin Çatısı Altına Neden Girmezler? Yazısıdır!

Girmezler, girmezler de, bu girmez halleri ile Kürtler onları çatılarının altına sokarlar mı? Ya da hangilerini ve ne şartla sokarlar?

Türkiye’de sırtını sermaye ile Amerika’ya yaslayarak yükseldiği yerde kalabileceğinin hesaplarını yapan hiçbir “muhalif” özne, ders alıyor görünmüyor. Oysa Amerika, kullanır ve atar, atar ve yine kullanır; sermaye ile Amerika’nın kendi çıkarları vardır.

Kendi gücüyle değil de başkalarının gücüyle yükselme peşinde koşanlar, yükselebilseler dahi, ancak yaslandıkları gücün çıkarları bunu gerektirdiği sürece ayakta kalabilirler.

Öyleyse bir kez daha hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor!

KÖH, davete icabet ederek Marxizm’in devrimcilikle, bilimle kalınlaşmış ipini tutacağına, ipine tutunduğu ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin politikaları ile senkronize politikalar güderek; kendi halkına güvenip, yaslanacağına, ABD emperyalizminin “gücüne” ve “dostluğu”na yaslanarak; bilimin aydınlığına sarılacağına, bir Tanzimat öncesi karanlığı kuşanarak ne kendisi yükselebilir, ne Kürt halkını yükseltebilir, ne de ezilen, sömürülen Kürt emekçi halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını savunabilir ve hatta ayakta bile kalamaz; giderek ABD ya da bir başka emperyalist gücün her sıkıştığında ateşten kendisine de ganimet düşecek kestanelerini almaya koşan bir maşaya dönüşür!

7. Haziran seçimlerine girerken, AKP mi Kürtlerini kaybetti, Kürtler mi AKP’yi kaybetti bilinmez ama daha önce Gezi’de darbeci bulan, Reyhanlı’da “hükümetin yanındayız” açıklamaları yapan, başkanlık pazarlığında umut kapısı olan Kürt siyaseti, Suriye cephesini yaramayıp yöntem değiştirmek zorunda kalan Amerika ile birlikte bir başka “telden”çalmaya başlamıştı;“Seni başkan yaptırmayacağız” diye haykırmaya başlamıştı; ardından Suruç gelmişti.

Suruç’un ardından Kürtler ve Suruç’ta yürekleri yananlar “Hesap soracağız!” derken,“Gün suçlama günü değildir” diyen Kılıçdaroğlu ile “açılım” meselesi dışında her konuda AKP’nin bir uzantısı olduğunu bir kez daha açıkça ortaya koyan MHP ve PKK bombalanıyor diye Erdoğan’ı alkışlayan ve bunu utanmadan vatanseverlik diye sunanlar da bir yana; AKP’ye karşı sesini yükselten ve CHP yönetiminin topyekün terk ettiği cumhuriyetçilerin desteğiyle siyaseten de yükselen HDP’yi yalnızlaştırabilmek ve Kürt siyasetini bir kez daha AKP yoluna mahkûm etmek umuduyla ve daha çok da “seni başkan yaptırmayacağız” dedikleri için kendisine saldırılırken Kürt siyaseti bir taraftan “emanet oy”lara minnetini ifade ediyor diğer taraftan “emanet oyların” sahibi, yani son tahlilde HDP’nin barajı aşmasını sağlayan cumhuriyetçileri görmezden geliyordu ve ”müzakereee” , ”çözüm sürecii” feryatlarını yükseltiyordu!

Müzakere dedikleri “Çözüm süreci” ise AKP ile Kürt siyasetini birbirine bağlayan ve tılsımı bundan ibaret olan bir süreçtir; Gezi’de darbeci, Reyhanlı’da hükümete destek, bir zamanlar Öcalan’ın “hepsi aynı İslami emperyalist ekollerin ajan temsilcileri” olarak tarif ettiği Said-i Nursi anmaları, panelleri ve heykelleri ile kabrini ortaya çıkarma sözleri ve demokratik” islam kongreleri çıkarmıştır.

Çıkaramadığı, onca “müzakere”ye rağmen, ulusal kurtuluş ile kendi kaderini belirleme hakkını unutturan “demokratik” özerkliktir; “statü” de diyebiliriz; ama galiba, ”özyönetim”i ayırmaktadırlar, ya da kabul görmediği için, üst statü altında bir ”statü”ye de “Allah razı olsun” demektedirler;

Müzakere ile Kürtler Erdoğan’ı ve AKP’yi “demokratize” edecek, AKP ‘de Kürtleri uysallaştıracaktı!

Öyleyse, yükseltilen Kürt savaşının, Erdoğan’ın sıkışmışlığı ile devletin Kürtlerin sekülerliğe ve sol ile temasa dönmesini asla istememesinden kaynaklandığını düşünmek yersiz değildir.

Demokratizm mi?

Gericiliktir; Rusya Sosyal demokrat İşçi Partisi'nden bu yana ,“demokratizm” işaretini alıp, “kabulümdür”diyenlerin hepsi karşı tarafa yaranma içgüdüsüyle hareket etmişlerdir; bu işaret, Irak Kürdistanı'nda aşiretçi KDP lideri Mesut Barzani'nin elindedir; uzunca bir süredir, Türkiye’nin Kürtleri de bu işareti almış ve hatta abartarak kullanmaktadırlar; artık sosyalistlerin uzağındadır.

Bu yüzden iktidar perspektifi taşıyan sosyalist hareket, hâlâ koparmadıysa, dünya gericiliğinin adı olan "demokratizm" ile bağlarını kesinlikle koparmak zorundadır!


Bu yüzden “halk için demokrasi” diyenlerin, halet-i ruhiyeleri bozuk değilse, gericiliğe meyilli bir halet-i ruhiye içinde olduklarını ya da buna mahkûm olduklarını düşünmek zorundayız ki Kürt siyasetinin buna pek teşne olduğunu üzülerek vurgulamak zorundayım!

Çözüm sürecine dönülmesi, Kürt siyasetinin Türkiye ilericileriyle birlik yolunun kapanması ve Kürt siyasetinin son seçimlerdeki kazanımlarının silinmesi anlamına geliyordu ve olaylar ve gelişmeler bunu doğruladı!

“Çözüm”ün aslında çözümsüzlük olduğunu herkes gördü ve Kürt siyaseti de gördüğünü beyanatlarıyla gösterdi ama “çözüüm” diye “müzakere” diye feryat etmekten bir türlü kurtulamadı!

Bunlar olurken, daha sonra “Önderliksiz (Yani Öcalansız) olmaz” kampanyaları da yapacak olan Kürt siyaseti bir de “Öcalan’a özgürlük” diye haykırıyordu ki, solun, sosyalistlerin, “özgürlük”se, Öcalan’ı da kapsayan Genel af çağrısına ve “çözüm”se, “çözüm”ün ya AKP, ya Türkiye ilericileri ve sosyalistleri ile aranacağı ve ortasının bulunmadığı hatırlatmalarına bigâne kaldı!

Seçime giden süreç içinde Türk bayrağı da taşıyan HDP’nin, taşımaya devam edip etmeyeceğini ya da nasıl ve kimin için taşıyacağını bilmesek de, Türkiye siyasetinde geldiği noktayı korumak ve hatta ileriye taşımak istiyorsa, bırakmamasının şart olduğunu ve “içerideki” koşulların da onu buna zorladığını, sosyalistler görüyor, biliyor ve uyarıyordu!

Ancak Kürt siyasetinin, üç adım başına bir Atatürk resmi ya da heykeli kondurup okullarını tarikatlara, sahillerini üç beş zengine, politikasını Amerika’ya ve cumhuriyeti bir bütün olarak düşmanlarına bile isteye teslim edenlerle pek bir sorunu olmadığına göre, sosyalistler bu “vitrine” gözlerinin tok olduğunu açıkça ifade etmişlerdi!

Kürt siyaseti inatla ve hepsine bigâne kalmaya devam etti!

Ve Amerika’nın seslerinden, HDP’yi, “liberalliğini” “Liberal demokratik Türkiye” için güçlendirmeye çağırdıkları da duyuluyordu?

Kuşkusuz bunun, HDP’yi “Türkiyelileşme” yolunda yükseltmenin Amerika’nın ve sermayenin programı olduğunu göstermesi bir yana, Amerika’nın ve sermayenin bu programı kendi gönüllerince uygulayabileceklerinin garantisi de yoktu ve öyleyse HDP’nin gerçekten “Türkiyelileşebilmesi” ve bu kulvarda kalıcı olabilmesi için solun döküntüleri, devrim kaçkınları üzerinden “sol” renk çalmaya değil, gerçekten sol/sosyalist renge ihtiyacı vardı!

Peki, sol’un, sosyalistlerin, cumhuriyetçi kesimin, HDP’ye umudunun da, başta “yeni anayasaya” tartışması olmak üzere güvensizliğinin de haklı nedenleri olduğu günlerde, sol/ sosyalist hareketin, kısaca TDH’nin, bir taraftan ABD emperyalizminin ve sermayenin politikalarını izlerken, diğer taraftan Türkiye’ye espriler ve arada bir atılan güller bahşeden bir HDP’ye, meşrulaştırıcı/rahatlatıcı bir destek verme konusunda ikircimli olması gayet doğal ve yerinde değil miydi?

Amerika ve sermaye’nin “dövülerek uslanmış” bir AKP, “sol” diye sunulan liberal bir HDP ve CHP dengesi aradığının saklanmadığı bir zamanda, “Sayın Erdoğan’ a karşı kişisel bir husumetimiz yoktur. Hukuku, adaleti ihlal eden bir cumhurbaşkanı bizim açımızdan her zaman eleştiri alacaktır. Siyasetin önünü açacaksa bizden destek görür. Hataları vardı, bu hatalardan, yanlışlardan dönüldüğü oranda, tabii ki Türkiye’nin ve Türkiye halklarının yararına ortak işi, ortak çalışmayı parlamento olarak birlikte atmaya hazırız,” diyerek, Amerika’nın ve özellikle sermayenin son duruşunu yankılayan açıklamalar yapan bir eş başkanın, yani Selocan’ın, bu ikircimliği artıracağı açık değil miydi?

Öyleyse, sosyalistlerin işinin, hayatı boyunca CHP’ye oy verip de Kılıçdaroğlu’nun ılımlı İslam liberalizmine isyan eden seçmenin de açıkça reddettiği bu “suni dengeyi” kırmak olmasında şaşırtıcı bir yan olmaması gerekmez miydi?

HDP ve muhiplerinin de pek sevdikleri “Özgürlükçü sol”, Birikim Dergisi’nde sıkışıp kaldığı sayfalardan çıkarak Türkiye’nin siyaset sahnesine, her ikisi de 96’da kurulan Radikal ve ÖDP ile giriş yapmamış mıydı? Her ikisinin kuruluş döneminde de “Birikimci” Murat Belge’yi görmüyor muyduk?

İki yapının ortak sloganı “Ne şeriat ne askeri darbe” olmuştu!

Erbakan’a karşıtlık, ama dine özgürlük; laiklik tartışmasında formül böyle şekillenmişti; bir yandan “sivil toplum” ile “insan haklarını” keşfetmiş görünürken, bir yandan da en sert eleştirileri aydınlanmacı ve Jakoben sosyalizme getirmişlerdi!

Ancak düzen, ÖDP’nin her şeye rağmen, sosyalizmden tam olarak “özgürleştirilemeyeceğini” kısa zamanda öğrenmişti ve ÖDP’den istediği “verimi” alamamıştı; demek ki, “özgürlükçü sol”un da Kandil’in de “ÖDP” takıntısının işte bu hayal kırıklığında aranması ve bu vesile ile bir kez daha KÖH’ün yolunun resmi politikalarla senkronize olduğunun görülmesi gerekmekteydi; görüldüğünü hiçbir zaman göremedik!

Şimdi, daha önce ille de HDP’nin çatısı altına girmesini buyurdukları ÖDP canlı TAK bombacılığını yeriyor diye, Kürt siyasetinin ve muhiplerinin aklına yeniden faşizm düşmüştür; bu yergiyi, şiddet katsayısı en yüksek olduğu zamanda bile Kürtleri pek enterese etmemiş olan ve yalnızca “müzakere masası devrilince” ya da kendi açtıkları “Hendek savaşında” hezimete uğrayınca akıllarına gelen faşizme “biat etmeye” çağrı saymaktadırlar!

“Müzakere yav, demokrasi için” derlerken faşizm akıllarında yoktur; canlı TAK bombaları eleştirilince, ya da “müzakere masası devrilince” veyahut da masayı deviren taraf için kendi kazdıkları hendeklerde, başka ifadeyle Amerika’nın önerdiği “win-win” savaşında hezimete uğradıklarında akıllara faşizmi düşürmekte ve lanetledikleri “milliyetçi cephe” yi, kendi cephelerinde kurmak için herkesin Kürt siyasetine biat etmesini buyurmakta ve biat etmeyenleri lanetlemektedirler!

Bu kadar pişkinliği nereden almışlar düşündürücüdür, herkes düşünmelidir demek istiyorum!

Kürtler, bu senkronizasyonda ilerlerlerken, sosyalistlerin, Obama’nın bir tür de-islamizasyon politikası izleyeceğini; bu de-islamizasyonun Türkiye için gerçek bir laiklik anlamına gelmediğini; ancak, Tayyip Erdoğan’ın, hem Suriye hem de dizginsiz islamizasyon politikasında artık yalnız olduğunu ve Amerika’nın yeni dönem politikasında seküler Kürtler’e yer açtığını ve yükselttiğini vurguladıklarını da duymazdan geldiler!

Geçen zamanın, maddeyi ve maddeye dayanan sosyalistleri haklı çıkardığını artık daha açık görmüyor muyuz?

Kürt siyaseti, ufuklarının da yollarının da, “yeni” Cumhuriyet’inkinden fersah fersah ötede olan sosyalistlerinki ile bir ve aynı olması gerektiğini idrak etmemeyi yeğlemiştir ve aynı yolda devam etmektedir!

Velhasıl sermaye, solu, bir yandan kırk tane Komünist Manifesto veren, diğer yandan altı ok’a dahi düşmanlıkla yaklaşan cumhuriyet düşmanlığına ikna edemediği sürece; AKP’ye, bölgede emperyalist planlara ve Amerika’nın gönlüne göre bir anayasaya “dışarıdan destek” verip vermeyeceğini bir türlü netleştiremeyen, Kemalist tabana ve sosyalistlere “din afyonu” pazarlamaya başlayan bir HDP’ye solu angaje edemediği sürece, bizim ufkumuz da, yolumuz da Yeni Cumhuriyet’inkinden fersah fersah öteye geçebilirdi.

Kürt siyaseti bu fırsatı da görmek istemedi, fırsatı ABD emperyalizminin şefkatli “dost”luğunda ve ilerici, devrimci, aydın kesimler yanında, Kürt halkı ve Türkiye’nin işçi ve emekçileri için de ateşten bir gömlek olan “yeni” anayasada aradı ve bulduğunu sandı ki hâlâ bir alt “statü” için bu ateşten gömleği vermekte beis görmemektedir!

Fırsatların, sermayenin medyadan saçılan programına kapılarak değil, o programı kırdığı sürece solun yüzüne güleceğini hesap edip yollarını, ufukları yeni” Cumhuriyet’inkinden fersah fersah ötede olan sosyalistlerin yolları ile birleştireceklerine, Kürtler bundan ölümüne korkup, solun döküntülerine sarılarak “sol” renk çalmayı yeğlediler ve bu renkle Kemalist taban bir yana sosyalistlere bile din ”afyonu” pazarlamaya hız verdiler!

Öyleyse demek ki “Türkiyelileşme” de, “sol/sosyalist” olmak da, hatta ulusal kurtuluş siyasetine sol/sosyalist/devrimci renk vermek de sihirle olmuyordu; renk çalarak da olmuyordu!

Velhasıl, solu kendine biat ettirerek kendisinin biat ettiklerinin kuyruğuna takmak o kadar kolay olmuyordu ve olmuyor!

Bir de HDP’nin Türkiyelileşme serüveni var!

Bu serüvende Türkiye’nin Kürtlerinin Türkiyelileşmesi nasıl bir şey olabilir; Allah razı olsun dualarıyla Türkiye’yi bir ateşten gömlek içine sokacak olan bir “yeni” anayasa verilerek istenen bir alt ”statü” ye razı olmak mıdır? bilemiyoruz!

Ama baş mimarı’nın, “ ‘Bağımsız ve Birleşik Kurdistan’ şiarı ile Partiya Karkerên Kurdistan partisini kuran Öcalan” olduğunda hemen herkes hemfikir.

HDP’liler ”Biz Türkiyelileşiyoruz “ dedikçe, eski günahları hatırlatılıyor’muş ve ille daha önceki ‘yanlış‘ çizgisine dönsün diye büyük çaba gösteriliyor’muş; hepisinin geçmişte farklı kimlikleri, ideolojileri olan, eski İslamcıyı, eski Kürtçüyü, eski ülkücüyü, eski komünisti, eski Kemalisti…”Türkiyelileştirerek”, “daha barışçı ve özgürlükçü bir çizgiye” sokan Levent Gültekin Pirimiz ise böyle buyurmuş!

Bu durumda,”nasıl bir Türkiyelileşme” sorusu ile birlikte “sosyalizm Türkiyelileşiyor mu” soruları da açığa çıkıyor!

“Türkiyelileşme” ye, hem de Kürt ve Kürtçü çevrelerden, “Hayır, Türkiyelileşmeyeceğiz. Bu bir aldatmacadır. Entegrasyonu onaylamaktır. Türkiye ve Kürdistan iki farklı ülkedir. Biz kadim bir coğrafyanın halkı ve ülkesiyiz” diyerek de; “Wey be... Yani ‘siyaset icabı’ şimdi Türkiyelileşiyoruz, sonra da Kurdistanlaşacağız. Wey lo...” diyerek de tepki verenler olmakla birlikte, Levent Gültekin gibi olumlu pragmatik tepki verenler de oldu!

HDP’nin, daha doğrusu "demokratizm”in bilgesi, geç gelmiş dahi birey” Öcalan’ın nasıl bir Türkiyelileşme peşinde olduğunu zaman ve mücadele henüz gösteremediyse, elbette eninde sonunda gösterecektir; ancak “sosyalizm Türkiyelileşiyor mu?” sorusunun muhatapları, aklını ve yüreğini Amerika’dan ithal “post-marksist” argümanlara teslim edenler değildir!

Hızlı tekelleşmenin, hızla en büyük sömürü çukuruna ve bunun bir önkoşulu olarak islamizasyon çukuruna ittiği, Amerikancı ordunun askerlerinin Amerika eliyle yıllarca “kafeslendiği”, muhalefetin adının Ekmeleddin haline getirildiği Türkiye’de, çıkışın tek yolunun sosyalizmden geçtiği, belki de Türkiye tarihinde ilk kez en kolay anlaşılabilir ve anlatılabilir durumda iken, sıkıştırıldıkları köşeden ve Türkiye’nin tüm can alıcı sorunlarından kopma pahasına, yer yer kendilerini sıkıştırdıkları skolâstikleşen tartışmalardan çıkıp sosyalizm bayrağının Türkiye’de nasıl yükseltilebileceği konusunda hassasiyet gösterip akıl yürüten sosyalistlerdir bu sorunun muhatapları!

Yeryüzünde cenneti yaşayan sermaye ise, işçilere hayattan sonra cennet vaat ediyordu!

Sermayenin cennetinin adı Soma’dır, iş güvenliğinin Allah’a teslim edilmesi ve “fıtrat”tır.

HDP, Amerika’nın ve sermayenin de şişirmesiyle yükseltilen “Türkiyelileşme”nin kanatlarında barajı aşmak için koşmaya başladığında, Kürt siyasetinin de dahli ile Cumhuriyet kurumları kadınların üzerine çoktan yıkılmıştı; adı, hepsini temsilen, Özgecan’dır. Cumhuriyet kurumları çocukların, gelecek kuşakların üzerine yıkılmıştı; adı imam-hatipler’dir. Cumhuriyet kurumları, ne kadarı kaldıysa, hukukun üzerine yıkılmıştı; adı HSYK’dır, adı Silivri’dir, Metris’tir, Tüpraş’tır, Haydarpaşa’dır.

Evet, HDP Türkiyelileştirilirken, Kürt siyasetinin de dahli ile Devletçilik ve milliyetçiliğin yerine özelleştirmeler; bağımsızlığın yerini NATO; laikliğin yerini imam-hatipler; cumhuriyetçiliğin yerini önce tarikatlara hoşgörü, sonra Osmanlıcılık ve ılımlı şeriat, devrimciliğin yerini, “demokratizm” almıştı ve bir koca ülke’yi, Türkiye’yi, el birliğiyle ne kadar geriye itebilirlerse “demokrasileri” o kadar ileri sayılıyordu!


Cumhuriyet kurumları, 27 Mayıs için özür dilemediği zamanlarda imam-hatipleri kurmakla övünen, cumhuriyetin kurucu partisinin üzerine yıkılmıştı!

Cumhuriyet kurumları Kemalizm’in üzerine yıkılmıştı ve Balyoz AKP’ninse, balta Kemalizm’indi!

Lakin bu ülkede, Kemalizm artık kalmamıştı ama cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, halkçı, Kürt düşmanlığı olmayan Kemalistler vardı ve zincirini koparmış yobazlık karşısında artmakla kalmayıp kendi çerçevelerinde radikalleştiler.

Evet, Kemalizm'in adı var, kendisi nesnel olarak yok; ancak, cumhuriyetçiliğin, bağımsızlıkçılığın, laikliğin, halkçılığın gerçek, yüksek, acil ve öncelikli kavgası verilmezse, sosyalizm de olmayacak. Bunun, netlikle söylenmesi gerekiyor.

Ama sosyalistlerin cezasını proletarya ödüyor.

Clara Zetkin, daha 1923’te faşizmin, “sosyalizmin saati gelip çattığı halde”, sosyalistler sosyalizme inanmayı bıraktığı için proletaryanın çekmek zorunda kaldığı ceza olduğunu yazıyordu.

Türkiye’de “sosyalistler hâlihazırda yeterince güçlü değil” diyenlere, güçlenebilmek için bundan daha uygun bir zemin görülmüş mü, düşünmelerini öneriyorum!

Kemalistlerin egemenlere teslim ettiği Türk bayrağını Eylülizm’in elinden alan ve bir eli Kürt kardeşinin elinde, yobazlığa karşı laikliğin, cumhuriyetin, kardeşliğin, Haziran’ın bayrağı yapan Gezi ile birlikte,“Sosyalist Cumhuriyet”in bir talep değil, tek çözüm olduğunu göstermek artık daha kolaydır!

Bunun için önce “ulusalcılık”la suçlanma korkusundan kurtulmak gerekiyor!
Ancak bunun yolu, bir kısmı Ekmeleddin muhalefetine karşı HDP’ye de oy verecek cumhuriyetçi Hazirancıların egemenlerin elinden koparıp sokaklara taşıdığı Türk bayrağını, onların elinde simgelediği tüm taleplerle birlikte yerde bırakmayacağımızı; Arap, Türk, Kürt zenginlerine kapatılmak istenen sahillerimizden, imamlara teslim edilmek istenen okul ve üniversitelerimize, AKP ile sermayenin patatesi Amerika’dan ihraç etme hevesinden NATO’ya “mızrak ucu” olma hevesine her yerde egemenlerin karşılarında her zaman sosyalistleri bulacağını onlara da göstermekten, kavgaya bu yolla çağırmaktan geçiyor.

Ama “sosyalizmin bayrağını yükseltmek diyordun, Türk bayrağı gene nereden çıktı“ diyenler hâlâ varsalar:

Sosyalizmin bayrağı’nın, ya kongre salonlarında “bu halkın taşıdığı, Denizler’in taşıdığı bayrakla kirlenmeden” faşizmin gelmesinin bekleneceğini; ya da artık Haziran rengindeki bu bayrakla beraber ve onu ileriye taşıyarak yükseleceğini ve önünde, “demokrasi” illuzyonu ve en başından kavgaya yeminli olduğumuz egemen sınıflar bir yana, kendimizden başka engel bulunmadığını anlamaları gerekiyor!

Faşizm mi?

Faşizmin terörü gerçektir ve acımasızdır, ancak direnç olduğu için vardır ve kıramamıştır. Ancak faşizmin terörü ile faşizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor.

İtalya’da faşizm üzerine çalışan isimlerden David Beetham, İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) faşizm karşısındaki yenilgisinde, partinin faşizmi erken aşamalarında önemsememesinin ve ardından, önemsediğinde, faşizmi yalnızca “burjuvazinin hukuk dışı askeri gücü” olarak görmesinin etkili olduğunu söylüyordu.

Beetham, İtalyan Komünist Partisi’nin bu tarihte, bir askeri güç uygulaması olarak gördüğü faşizme o dönemde kendi silahlı gücüyle karşı koyabilecek durumda olmadığını ve sonuçta, yalnızca bu verileri temel almakla yetindiği için en büyük hatasına imza attığını yazıyordu: PCI, yiğit bir direniş sergilemiş, ancak askeri olarak karşı koyamadığı faşizme politik olarak da karşı koy(a)mamıştır.

Şimdi başka bir dönemde ve başka bir coğrafyadayız!

Türkiye’de sosyalist solun önemli bir kesimi, faşizmi yalnızca bir askeri güç/polis gücü/palalılar uygulaması olarak görmeyi bırakalı epey oluyor.

Demokrasi ile faşizmi burjuva devletinin, aynı devletin, iki ayrı hareketliliği olarak görüyoruz ve aradaki fark hız farkıdır.

Demokrasi, uygulandığında kuvvetler ayrılığı ve gelişmiş örneklerinde iki meclisli sistem ile yasama ve yürütmeyi yavaşlatıyor; yavaşlama, toplumun çeşitli kesimlerinin kendi yönetimlerini belirleyen yasaların oluşturulması ya da uygulanması konusunda bilgilendirilmesini, dolayısıyla katılımın ilk aşamasını ve belli bir denetimi getiriyor.

Faşizmi ise, Türkiye’de çok iyi biliyoruz.


Başkanlık sistemini tartışanlar, bir rejim değişikliğini tartıştıklarının farkındalar; ancak “yeni anayasa” tartışmaları yalnızca başkanlık sistemi tartışmalarına endekslenmiş görünüyor ve “yeni anayasa”nın bir rejim değişikliği anlamına geldiği gözlerden kaç(ırıl)ıyor.

De-Türkifikasyon’dan vazgeçilmediği ise aşikârdır!

HDP’nin ise önerinin “başkanlık” kısmına hayır ve Türk sözünün anayasa’dan çıkarılmasına “evet” deme eğiliminden,”statü” verilirse “başkanlık” kısmına da “evet” deme eğilimine; ya da bu eğilimi yoklama eğilimine geldiğini anlamış bulunuyoruz.

Balkanlar’dan Irak’a, hep “çok kültürlü, âdemi merkeziyetçi model” arayışı içinde olduğu sır olmayan Amerika ile sermaye de başkanlıkta Erdoğan’a destek vermiyor gözükseler de, anayasanın ilk dört maddesinde değişiklik yıllardır peşinde koştukları gelişmedir!

Püf noktası da budur!

Sosyalistlerin önünde duran iki sorudan biri şudur; sınıflı toplumlarda her barışın aynı zamanda bir savaş olduğunu bilerek, Kürt siyasi hareketi kiminle barış ve kiminle savaş içinde yaşayacak?

Sosyalistlerin, ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin birliğinde birleşme çağrıları çoktandır vardır; ancak cevabı, eninde sonunda Kürt siyasi hareketi verecektir ki, aslında bütün cevapları ABD emperyalizminin politikalarıyla senkronize olan politikalarında, herkesin bildiği bir sır misli saklıdır!

Burada hatırlatmam gerekiyor ki, HDP’nin seçime parti olarak girme kararını, Amerika’ya ve Türkiye sermayesine dayanarak almadığını söylemek saflık değilse, zordur; Amerika’nın, seçimlere giden süreçte, tüm medya organlarında “win-win” dediğini biliyoruz!

Öyleyse Türkçe de, Kürtçe de olsa, bunun anlamı; HDP ya barajı geçer, böylelikle Erdoğan’ın başkanlık yolunu keser ve mecliste, anayasa pazarlığında elini güçlendirir, ya da barajın altında kalır, Erdoğan’ın başkanlık yolunu ayaklanma ile keser, anayasa pazarlığında elini gene güçlendirir” demekti; buna göre, iki yolda da HDP kazanıyordu!

Ancak, evdeki, hele ki başkasının evindeki hesabın, başkasının evinin çok uzağında bulunan ama kendisininmiş gibi at koşturduğu çarşıya uymadığını, uymasının da mümkün olmadığını ve Dimyat’a pirince giderken, bulgurdan da olunduğunu acı bir şekilde anlamış olduklarının işaretini pek alamadık, alamıyoruz!

Amerika, HDP’ye “win-win” pazarlıyordu ama Türkiye ilericileri için hiç de öyle “win”lik bir yanı bulunmuyordu. İlerici kesimler, sonunda pek net iki seçenekle karşı karşıya bırakıldı:

“Ya Erdoğan’ın Başkanlığı, ya HDP’ye oy”!

Demirtaş’ın “AKP’ye içeriden de, dışarıdan da destek olmayacağız” açıklaması, ilerici kesimin kuşkularını yatıştırmada belirleyici olmuş; ikircimli halet-i ruhiyeyi önemli oranda netleştirmişti!

Gezi’de ve Reyhanlı’da hükümete destek açıklamaları yapan HDP’nin, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışında Amerika ve Türkiye sermayesinin onayını görebiliyorduk, ama “AKP’ye içeriden de dışarıdan da destek olmayacağız” çıkışı, Amerika ve sermayenin programının pek ilerisinde, örgütsüz ve programsız da olsa bu ülkenin ilericilerinin kazanımı olmuştur.

Sermayenin medyası HDP’yi yükseltmiş olabilir; ancak HDP’nin 7 Haziran’da gördüğü desteğin kalıcı olmasını sağlayabilecek güç, bu ülkenin ilericilerinin desteği idi ve bu destek bedava değildi.

Öyleyse Kürt siyaseti, sosyalistlere ittifak çağrısı yaparken, ilericilerin desteğini alacaklarsa, “Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olsun”, diyemezdi; Amerika ve AB’nin yıllardır isteyip getiremediği anayasaya rıza gösteremez ve isteyemezdi; tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla kavga edemezdi; Kemalistlere ve sosyalistlere, “laiklik üzerinden kavga etmek yanlıştır” yollu ders veremezdi!

Ama hepsini yaptılar ve sosyalistlerin bu koşullarda bir ittifak kabul etmemesi maddenin tabiatı gereğiydi ama yine de buna pek şaşırmış göründüler ve hâlâ “TDH KÖH’e niye destek vermez bir türlü anlamıyoruz” yollu yakınmaktadırlar!


Velhasıl, Can Dündar’ın ses getiren “dışarıdan destek” haberinin etkilerinden korkan HDP’nin “destek vermeyeceğiz” açıklaması da seçime yaklaşan günlerde Türkiye’nin ilericileri ile HDP’nin arasındaki mesafeyi kısaltmıştı.

Ancak oy başka, ittifak başkadır ve Türkiye ilericilerinin oylarıyla verdiği desteği yanlış okumamak gerekiyordu; bu oylar, HDP’den çok AKP’ye karşı verilmişti. Bu oyların sahipleri, “AKP’ye karşı” olduğu sürece HDP’ye destek vereceklerini göstermişlerdi ve fazlası yoktu.

Seçim sonuçları, Türkiye’nin ihtiyaçlarını da, bu ülkenin ilericilerinin taleplerini de değiştirmedi; ancak güçlü olduğu için değil, güçsüz olduğu için girdiği de-islamizasyon rüzgârını devam ettiren Obama’nın hedefi, yeni ve güncellenmiş bir gerici Türk-Kürt birliği olsa da, özü canlı olan politikasında “makas değiştirirken”, bu ülkenin ilericilerinin oylarına muhtaç kaldığını biliyoruz!

Politika, bir güç yaratma, güç toplama ve yönlendirme sanatıdır. Amerika ile sermayenin oyunu açıktır ve tehlike büyüktür; ancak gelinen durum, Türk ilericileri ve Kürt ilericileri için de bir fırsattı.

Bu fırsatı gören ilericiler, sosyalistler, bir zamanlar’ın deyişiyle, “bu fırsatı Kürtlere sevimli görünmek için HDP’nin gerici çıkışlarına göz yumarak heba eden, heba olur,” demişlerdi ve hâlâ arkasındadırlar!

Kürt siyaseti, fırsatı görmemeyi yeğledi; daha açığı, Kürtler, maddeye gözlerini yumdu ve hızlı akan tarihin sürüklediği “ilerici – gerici” mevzilenmesinde ilericiliğin, devrimciliğin değil, gericiliğin kulvarında yürümeyi yeğledi!

Üstüne üstlük, zamanın, ilericiler, devrimciler, sosyalistler açısından, “AKP’ye düşman da, karşı da olmadığı” yönünde açıklamalar yapan bir HDP ile yeni ittifak ya da bu yolda bir HDP’ye destek arayışlarında değil, gerici her açıklamanın ve adımın karşısına dikilerek ileri ve somut taleplerde birlikte mücadele çağrısında bulunma zamanı olduğunu ve adım atmaya genel afla başlamanın yerinde olduğunu anlamak istemedi; üstelik bunu örtmek için, ders almaya niyetli olmadığını gösterircesine, kendi suçlarını ilericilere, devrimcilere, sosyalistlere fırlatmayı kurnazlık saydı!

Demek ki, Kürt siyasi hareketi, bu ülkenin cumhuriyetçileri tarafından kabul görmüyorsa, bunun “Kürtlük”le bir ilgisi bulunmuyor.

Bu, Kürt siyasi hareketinin, simgesini Diyarbakır cezaevinde bulan TC ile cumhuriyeti, açıkça bilinçli olarak karıştırmasından ve hem içeride hem de dışarıda cumhuriyet düşmanları ile birlikte saf tutmada hiçbir beis görmemesinden kaynaklanıyor.

Hiçbir cumhuriyetçiyi, cumhuriyet kavgasını cumhuriyet düşmanlığı yapanlarla vermeye ikna edemezsiniz; Türkiye’de laiklik kavgasına girmekte açıkça ayak direyenlerin, Türkiye’nin anayasasını ve geleceğini kendi pazarlıklarına meze etmeye çalışanların, Kobani’de Amerika ve Barzani ile birlikte verilen savaşa “laiklik” adına destek çağrısının samimiyetine hiçbir cumhuriyetçi inanmaz; sosyalistler de inanmıyor!

Burjuvazinin ise bir laiklik programı yoktur, olacağa da benzemiyor!

Öyleyse Batı merkezli de-islamizasyonun, Türkiye açısından asla “laiklik” anlamına gelmediğinin altını çizmek gerekiyor.

Laikliğin “dinden özgürlük” olarak değil, “dine özgürlük” olarak tanımlanması için uzun yıllardır önemli bir çaba gösterildiğini biliyoruz ve aşırı uçlarının törpülenerek gene bu formülün oturtulmaya çalışılacağını da görebiliyoruz. Başka deyişle istenen, “Şafak Pavey sekülerizmi” dir: Türbanlı meclis, güleryüzlü AKP, Kur’anlı CHP, mescitli Harp Okulu vb. de diyebiliyoruz.

Bu bağlamda, Türkiye’de “ama”sız ve tavizsiz laiklik kavgası, aydınlanma, eşitlik ve sosyalizm kavgasının ilk ve ilk olması açısından en can alıcı ayağı olmaya devam edecektir.

Ancak, Öcalan’ın devleti reddeden bir “demokratik” kere “demokratik” özerklik buyruğunu ezberleyerek soyut bir “devlet”e veryansın eden Kürtlerin, somut bir devlet olan TC olgusu ile ve onun devlet durumlarından biri olan faşizm ile hiçbir kavgası olmadı; laiklik ile oldu ve hâlâ var; Kürt emekçilerinin sömürülmesiyle, Kürt hareketinde emekten ve anti-emperyalizmden yana damarın ezilmesi ile hiçbir kavgası olmayan; Kürt sorununun emperyalizm lehine “çözülmesine” karşı çıkanlarla, “Tam bağımsız Türkiye” diyenler ile kavgası tam olan tekellerle de hiçbir kavgası olmadı!

Adına “demokrasi” densin, “çözüm” densin, “barış” densin, cumhuriyet düşmanlığı cumhuriyet düşmanlığıdır.

Cumhuriyet düşmanlığı, halkların geleceğine de kardeşliğine de çekilmiş silahtır!

Cumhuriyet düşmanlığı, Berkin’in, Özgecan’ın, Sarısülük’ün Cömert’in ve diğerlerinin katlidir!

Öyleyse kimsenin “TDH KÖH’e neden destek vermiyor?” diye yakınmaya hakkı yoktur!

Haksızlık etmeyelim, Türkiye’ye Tanzimat öncesi karanlığı getiren tek başına AKP değildir; Baykal’ın çarşaflı kadınlara rozet takma fotoğrafından, onca senelik mücadelesi içinde laik yapısını korumuş Kürt siyasetinin “demokratik” İslam Kongreleri fotoğraflarına uzanabiliyoruz.

Adı her nasılsa “sol” kalmış hatırı sayılır bir kesimin, AKP’den bile keskin bir şekilde, laiklik mücadelesini fazla “Kemalist” bulduğunu da biliyoruz.

Oysa İslamizasyon Kemalistler’in icadı ve sosyalistlerin kırmızı çizgisidir; adı “sol” kalmış, hızla erimekte olsa da hâlâ hatırı sayılır bir kesimin beğenmediği laiklik yanlıları, Kemalizm’den ziyade sosyalizme yakındır; demek ki bir kısım “sol”un sosyalizmden uzaklaştığı ve bir kısım Kemalist’in sosyalizme yaklaştığı bir dönemden geçtik ve geçiyoruz.

Amerika’nın, Mısır’da Nasır’ı, Afganistan’da Sovyetler’i geriletmek için yobazizmi desteklediği belleklerden silinmedi; daha sonra 12 Eylül’de, yobazizmi, yükselen sol harekete ve Kemalist Cumhuriyet’e karşı Türkiye’ye saldı; bu yobazizmi sermayenin hemen sahiplendiğini de unutmadık!

Ancak şimdi bir sorunları var, şişeden çıkardıkları cin içeri girmiyor; yani Amerika’nın komünizme, Arap milliyetçiliğine ve İran Devrimi’ne karşı kullandığı bu silahın kontrolden çıktığı bir dönemdeyiz ve vurduğu yalnızca İkiz Kuleler olmuyor!

Fakat diyalektik mi bilinmez, bu cin, laisizmi bilemektedir.

Velhasıl, Amerika ile sermayenin onlarca yıllık islamizasyon projesinin, akılları önemli ölçüde teslim aldığını görmemek için kör olmak gerekiyor; ancak, yaşama güdüsüne dokunamıyor ve halklar, Mısır’da, Tunus’ta, Gezi’de, işte bu yaşama güdüsünü kuşanıyor; laisizme dönüş var ve Türkiye’de Haziran’a açılıyor.

Amerika’nın bundan korktuğu çok net anlaşılıyor!

Amerika korkunca Kürt siyasetinin dehşete kapıldığını biliyoruz; Gezi’de, önce uzaklaşıp sonra “darbecilere kalmasın” diye adım atması bu dehşetin yansımasıdır!


Tam burada, Karşımızdaki manzara şudur: Kamuda türban’ın “dört partinin uzlaşmasıyla” getirildiği bir meclis; altı okunu nereye saklayacağını bilemeyen, “cemaat kadrolaşması vardır diyemem”ci ve nihayet “yetmez ama Ekmeleddin”ci bir “kurucu parti”, CHP ; “darbe karşıtlığı” ve hafiyeliğinde CHP ile yarışarak sonunda Gezi’de de “darbe” teşhisini getiren ve Türkiye’nin geleceğini AKP ile “çözüm” masasında pazarlık aracı olarak kullanma cüreti gösteren bir HDP; 12 Eylül’de İslamizasyon’un Altın Çağ’ını başlatmakla kalmayıp, AKP ile ilişkilerinin “şiir gibi” olduğunu açıklamakta beis görmeyen bir yüksek komutanlar ordusu; eninde sonunda CHP’nin Ekmeleddin trenine binen ve Paris’te laikliğin kana bulandığı günde “peygambere saygı”yı hatırlayan bir İP yönetimi...

Bir de, AKP’nin ve tüm bu “muhalefet” toplamının, birleşerek de olsa yapamayacağı, yapmaya cesaret edemeyeceği işlere meşruiyet kazandırmanın hem oyuncağı hem de körükleyicisi olan ve erimeyi bile göze alan bir avuç “kullanışlı sol” var ki beterin beteridirler!

Bu beterin beteri mahlûkatlar, yani kullanışlı “sol”, laiklik mücadelesini “kimlik” mücadelesi ve Amerikancı, AKP’ci Kürt projelerini seslendirenleri “anlayışla” karşılamanın “sınıf” mücadelesi olduğunu söyleyenlerdir.

Resmini çizdiğimiz tipolojinin liberallerden farkı yoktur; fakat bu, kullanışlı “sol” argümanların, yer yer sosyalist camiaya sızmasını engellemiyor.

Bir başka yeni icat ise, muhafazakâr mahalle baskısı altında ezilmişliğin halet-i ruhiyesi içinde ,“aman ulusalcı derler, aman laikçi derler, aman ırkçı derler” korkusudur!

Peki, deseler ne olur ki?

Bizler gücümüzü madde’den alıyoruz. Sorumluluğumuz da bir avuç kullanışlı “sol”a değil, maddeye ve sınıf’adır.


Öyleyse net olalım; şu anda, Türkiye’deki büyük mücadelenin iki düşman kampı arasındaki sınır, öncelikle laikliği, cumhuriyetçiliği savunmaktan ve Amerikancı Kürt projelerinin karşısında durmaktan geçmektedir.

Kürt siyaseti, Amerika’nın Kürt projeleri ile senkronize hareket etmekten, bir Tanzimat öncesi karanlığın içine girmekten, Medine sözleşmesini ve ümmet düzenini referans almaktan utanmazken, Amerikancı Kürt projelerine karşı durmaktan, laikliği ve cumhuriyetçiliği savunmaktan sosyalistlerin utanması mı gerekiyor?

Egemen sınıfların ideolojilere sadakat diye bir düsturu olmadığını daha önce de söyledik ve “egemen ideoloji egemen sınıfın ideolojisidir ve artık egemen ideoloji Kemalizm değildir” ekledik; ancak dinleyen olmadı ki, “Türk-İslam sentezi” derken, yükselen Kürt hareketine karşı keskin bir dönüşle, bizzat Kürt siyasetinin de dahliyle Doğu illerinin Kürt-İslam sentezine teslim edilmeye çalışılmasını izledik, izlemeye devam ediyoruz!

Kürt siyasi hareketi buna bigâne kalmadı, kalmıyor ama yine fırsatı başka yerde aradı ve bulduğunu sandı; “demokratik” İslam kongreleri ile Said-i Nursi güzellemeleri, Medine sözleşmesini referans göstermeleri ve dahi sosyalizm ile ümmet düzenini bir ve aynı göstermeleri bunun içindir; sanki tüm tarikatlardan renk çalmaya çalışan ve sosyalistlere de bu rengi aşılayan silahlı bir tarikat örgütü; işte böylece Kürt-İslam sentezine tutulan çanağı büyütmeye çalışıyor!

Kullanışlı “sol”dan ne farkı vardır, akıl taşıyanlara düşünmeyi öneriyorum!

ABD emperyalizminin, onurlu, emekçiden yana ve özgürlükçü hiçbir Kürdü kabul edemez olduğunu ve temelde, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğini birleştirme çabasında bir değişiklik olmadığını da biliyoruz; aslında herkes biliyor ve dün Kürtler de biliyordu ama şimdi bir tek onlar bilmiyor; bilmemeyi kurnazlık sayıyorlar demek istiyorum!

Sosyalistlerin de, madde ile uyumlu,“ilerici Kürtler ile İlerici Türklerin birliği” çabasında bir değişiklik olmadığını herkes bilmelidir!

Farklı olan, Ortadoğu’da Barzani’nin gücüne güvenemeyeceği için daha modern muadiller arayan Amerika’nın, Suriye’de rejimi düşürememiş olmasının ve bu çerçevede kendi adamlarını istediği gibi kontrol edememesinin getirdiği büyük sıkışmışlık durumudur; imkânları burada aramak gerekiyor.

“İmkân aramak” mı dedik? Gülüyorlardır!

Kürtler, Türkiye’nin işçi ve emekçilerini geçtik, gerçekte Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını değil, Türkiye’nin işçi ve emekçileri yanında Kürt halkının da ezeli ve ebedi düşmanı, kan emici sömürücü egemen sınıfların çıkarlarını savunduklarını teyit edercesine, bu sıkışmışlığı aşmasında ABD emperyalizminin vazgeçilmez müttefiki olmaya çalıştılar!

Öcalan “Eşme ruhu” diyordu ve Newroz meydanında okunan mesajında selamlıyordu; selamladığı ve selamlattırdığı, Süleyman Şah Türbesinin bir gece yarısı TSK-YPG ortak operasyonu ile Suriye Eşme’sine taşınmasıydı.

Amerika’nın pek de gizlemediği planı buydu ve hâlâ budur, “Eşme ruhu”dur; Amerikancı bir Türk-Kürt cephesi örebilmektir.

Bu planın HDP’nin geniş medya destekli “Türkiyelileşme” atılımında etkisi olmadığını söyleyemeyiz; gene de, Amerika’nın planları bir yana, mesele gerçeklikte nasıl bir “Türkiyelileşme”nin mümkün olabileceği meselesidir.

Politika girifttir ve Amerika’nın, Erdoğan’ın başkanlığına karşı ve HDP’yi yükseltme çabası içinde, eninde sonunda HDP’yi, bir elinde Türk bayrağı, Türk ilerici seçmeninin oyuna talip olmaya çağırmak zorunda kaldığını biliyoruz.

Bir zamanlar Belge’lerin, Altan kardeşlerin yaptığını bugün Kürt siyaseti yapıyor; ellerinden geldiğince, cumhuriyeti AKP’ye, Türk halkını gericiliğe ve faşizme “verecekler” ve “kurtulacaklar” sanıyorlar; ne olduğu belirsiz bir “çözüm” uğruna AKP ile “müzakere” masasında, “müzakere bu yav, demokrasi için” diye diye, Kürt halkının ve Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel çıkarlarının ve kazanımlarının bozuk para misli harcanmasındaki payları bir yana, Türkiye’nin İslamlaştırılmasına destek verirlerken kendileri de İslamcılaşmışlardır!

AKP, Kürtleri ve Kürt siyaseti, Türk halkını kandırabileceğine inanıyordu! Şimdi kim kandırılmış, kim kandırmış bunu düşünmek bile akıllarına gelmiyor!

Ama bir zamanların Öcalan’ının kendi sözüdür,“Halklar her zaman aptal yerine konmayı kabul etmezler”!

Kemalizm’in defterinde, NATO’nun ve tekkelerin kucağına oturma, ölçüsüzce özelleştirme, komşu bombalama yoktu ve soldan büyük korku duyan Kemalist kadrolar, Kemalizm’e ihanetle, kendilerini ve cumhuriyeti tasfiye eden ve AKP’ye çıkan yolu açarak adım adım kendi mezarlarını kazdılar ve şimdi Kürt siyaseti, Öcalan’ı da ayırmıyoruz, hatta en başta onu sayıyoruz, Kemalistler’in en hainlerinin yolunu yol biliyor; Amerikancılıkta ve tarikatçılıkta Eylülist paşalarla, AKP’cilikte büyük sermaye ve Amerika ile yarışıyorlar.

Halkçılık karşıtlığı ile Batı hayranlığında Harp Okulu hocalarından beterler; darbeci teşhis etmede “yetmez ama evet”çi tayfadan da, Fetöcüler’den de hızlıdırlar.

Şimdi “KÖH” denilen şey, çıkışında, yine bir zamanların Öcalan’ının deyişiyle “yoksul Kürt emekçilerinin hareketiydi”; laisizmden, modernizasyondan ve anti-emperyalizmden yanaydı.

Şimdi ucu hepsine birden dönük olan; devletçiliğe, hatta laikliğe “faşizm” diyen; halkın çıkarı yerine insan hakları; cumhuriyet yerine demokrasi; sınıf yerine kimlik diyen; sınıftan kaçarak ezilen ve sömürülen sınıfların “kurtulacağını” buyuran; emperyalizmin kendine karakol kurma arayışına, “halkların kendi kaderini tayin hakkı” diyen canlı mızrakların, Kürt siyasetinin içine doluşturulduğunu görebiliyoruz!

ABD emperyalizminin ise, Türkiye Kürtleri’ni Barzani’nin ideolojik hegemonyası altına almak istediğini bilmeyen yoktur; gene bir zamanların Öcalan’ının, ”Talabani’nin, kendisine PKK silah bırakır ve Marksizm-Leninizm’den vazgeçerse, Washington’un PKK’yı kabule hazır olduğu” mesajını getirdiğini, kendisinin bu teklifi şiddetle reddettiğini; “tasfiyecilik olduğunu” söylediği kayıtlardadır.

Öcalan’ın tanıklığı bir yana, Osman Cengiz Çandar’ın TESEV için ki Amerika için demek de doğrudur, yazdığı raporunda, Kürt hareketi içinde hâlâ “devrimci” unsurların bulunduğunu ve “çözüm süreci” önündeki en büyük engeller olarak görüldüğünü okumak mümkündür!

Sakine Cansız’ların cinayetini düşünürken bunu hep göz önünde tutmak gerekiyor!

Şimdi Marxizmi ve devrimciliği ABD emperyalizmine vererek “kurtulacaklarını” sanmaktadırlar!

Velhasıl, CHP’nin solla ve altı okla, MHP’nin millicilikle ne kadar ilgisi varsa, açık faşizme koşa koşa destek veren Kürt siyaseti’nin de sol’la ve demokrasi ile o kadar ilgisi vardır.

Demek ki, Özellikle büyük şehirlerde, Belgeli Muratlar’ın peşine takılan, halkına ve kendine ihanet içindeki Kemalizm’in en kötü özelliklerini hiç utanıp sıkılmadan bir bir toplarken, belki en başta, kendine altı boş, aşırı güveni alan Kürt siyaseti, çok güvendiği Amerika’nın, Mısır’da, Suriye’de büyük yenilgiler aldığını, bir değil, beş değil, belki on adım geri atmak zorunda kaldığını görmezden gelip, kendi seçimiyle Türkiye’nin ilerici güçlerine en uzak noktaya savrulmuş ama Türkiye’nin ilericilerinin, devrimcilerinin, sol/ sosyalist hareketinin, kısaca TDH’nin, KÖH’ü desteklemediğinden yakınabiliyor; hatta yer yer başına gelen melanetlerden onu sorumlu tutabiliyor!

Kuşkusuz birlikte mücadele sevinçtir; ancak mücadele yoksa birlik yoktur.

Artık, marksizmi geçtik, laisizmi, halkçılığı, anti-emperyalizm ve şimdilerde hatırlamış oldukları faşizme karşı Türk halkının mücadelesini “yük” görüyorlar; kurtuluş için ne lazımsa verip, kurtuluşu köstekleyecek ne varsa alıyorlar!

İşte bu yüzden bir alt “statü”yü kurtuluş sayarak Allah razı olsun diyorlar!

“Başkanlığı” verip,”statü”yü alarak “kurtulacakları”nı sanıyor, sandırmaya çalışıyorlar; kurtardıkları ABD emperyalizmi ve işbirlikçileridir; Kürt halkını ise bu “kurtuluşa” meze yapıyorlar!
“Müzakere bu yav, demokrasi için”…

Neredeyse veciz hale gelmiş sözlerinin üzerine pek fazla söze gerek olmadığı için, sözlerini yine kendi sözlerine ve az sayıda sözümle bağlayarak, kalın bir urgan misli akıl taşıyanların akıllarına ve yüreklerine köprü yapmayı borç bildiğim Deniz Hakan’a şükranlarımla!

Fikret Uzun

04-Ocak- 2017

Hiç yorum yok: