31 Mart 2016 Perşembe

MARXI AŞIYORUM BAHANESİ İLE EGEMEN SINIFI MI RAHATLATMAYA ÇALIŞORSUNUZ? YA DA MARXI MI AŞIYORSUNUZ YOKSA BU ENGELİ AŞIP EMPERYALİZME YOL MU AÇIYORSUNUZ? YA DA YOKSA MARXI AŞARAK KESTİRMEDEN EMPERYALİZMİN ŞEFKATLİ KOLLARINA MI KOŞUYORSUNUZ



“MARXI AŞIYORUM BAHANESİ İLE EGEMEN SINIFI MI RAHATLATMAYA ÇALIŞORSUNUZ? YA DA MARXI MI AŞIYORSUNUZ YOKSA BU ENGELİ AŞIP EMPERYALİZME YOL MU AÇIYORSUNUZ? YA DA YOKSA MARXI AŞARAK KESTİRMEDEN EMPERYALİZMİN ŞEFKATLİ KOLLARINA MI KOŞUYORSUNUZ? (*)

Geç gelmiş dahi birey, zat-ı-şahaneleri, peygamberiniz Öcalan buyurmuş ki;

“Ekonomizm” denilen melanet, “kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler” miş!

“Lenin’in emperyalizm, tekelci kapitalizm ve devlet-devrim yorumları ise, Aydınlanma felsefesini aşamamış çabalar”mış.

“Kapitalizme meşruiyet kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şart”mış; “özellikle kapitalizmin spekülatif kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır”mış!

Bu teori de , “Emek-değer teorisi” imiş ve “bu konuda tam bir av malzemesi”imiş; en belli başlı nedeninin emekçileri oyalamak”mış; “K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak katılmaktan kendini alıkoyamamış”mış.

“Hiçbir çiftçi ‘Ben ürettim’ demez”miş; “ ‘Atalarımın malını işleyip nasipleniyorum’ der”miş; “Hatta ‘Tanrının nimetine hamdolsun’ diyerek, kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde ‘bilimden’ daha anlamlıca ortaya koymakta” imiş.

Marx, “ Israrla kapitalist ekonominin, pazar karşıtı ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi biçimi” olduğunu söyleyen Fernand Braudel’den, ekonomi denen gerçeklik konusunda, gerçeğe daha az yakın” mış.

“Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihi birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımları”imiş.

“Das Kapital, kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitap”mış; “burada Marks’ı suçlamıyor” muş; “sadece Das Kapital’in, tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını, geliştirilmediğini söylüyor” muş.

Zat-ı şahaneleri, “bu eleştirileri yaparken büyük acı duyduğunu; fakat en azından bilime saygı gereği, kuşkularını belirtmek zorunda olduğunu…” büyük bir acı ile ifade etmeyi ihmal etmemiş!

Böylece zat-ı şahaneleri Öcalan da, Marx’a ekonomik determinizm ya da ekonomizm anlayışı atfedenlerin kervanına katılmış olmaktadır!

İşte Öcalan’ca “Marx’ı aşmak” bu olmaktadır ve yeni şey söylememektedir!

Oysa bu kervandakileri, Neo Marxist olarak anılan Henry Lefebvre, “Marx’ın Sosyolojisi” adlı çalışmasında çoktan yanıtlamıştı:

“Bir iktisatçı olarak hâlâ sık sık ele alınmakta olan Marx’a, fikirlerini eleştirmek ya da onaylamak için, bir ekonomik determinizm anlayışı atfedilmektedir. Ancak Marx’ın düşüncesi hakkında ileri sürülen bu yorum, Kapital’in alt başlığını, yani ‘Ekonomi Politiğin Eleştirilmesi’ başlığını unutmaktadır; ekonomik gerçekliği, meta ve parayı, artı-değeri ve kârı, kendi temeli haline getiren kapitalizm değil midir? Kapital bir toplumu, yani burjuva toplumunu bir üretim biçimini, yani kapitalizmi inceler; bir bütün olarak ele alınan aynı gerçekliğin bu iki yönünü kavrar. Burada rekabetçi kapitalizmin, hem saptayan hem de ona itirazda bulunan bir düşünceyle kavranması söz konusudur. Bilim olarak ekonomi politiğe gelince; belli bir praksis hakkındaki bilgidir o; bolluğun hüküm sürmediği toplumda, eşit olmayan gruplar arasındaki mal mülk bölüşümü hakkındaki bilgidir. Ekonomi –politik sona ermektedir ve kendini aşabilir. Kapital’de bir ekonomi teorisi vardır, ama bu bir ekonomi-politik kitabı değildir. Bu çalışma, başka bir şeyi, daha fazla bir şeyi kapsar; yani, köklü bir eleştirmeden geçirerek, ekonomi-politiğin aşılmasının yolunu gösterir. Demek ki, ekonomi politik kıtlığın bilimidir; her toplumun bir ekonomik temelinin mevcut bulunduğu ve bunun bugün de böyle olduğu doğrudur.”

“Marx’ı aşıyorum” kervanındakilere bundan daha açıklayıcı cevap olabilir mi?

Ama bu cevabı, peygamber Öcalan’a da, ona “İnanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasına bağlı olarak biat eden çokbilmiş cahil mürit ve muhiplere de beğendirmemiz mümkün değildir; siz çokbilmiş cahil muhipler de, Öcalan’dan çok Öcalancı bir halet-i ruhiye içinde, tıpkı eskinin feodal sosyalizminin taraftarlarının yaptığı gibi, yarı yakınma, yarı hiciv; yarı geçmişin yankısı; yarı geleceğin tehdidi; bazan acı, nükteli ve keskin eleştirisiyle burjuvaziyi tam yüreğinden vurarak; ama modern tarihin gidişini kavramakta tam bir beceriksizlik gösterdiğinizden hep gülünç düşerek ,“Marx’ı aşıyorum”culuk tiyatrosunun en sadık oyuncuları olmak için yarış etmekte, üzerimize durmadan “yeni” niyetine eskinin birbirlerinin elini bırakmayan bilumum gerici sosyalizmlerinden saçılan bilim dışı lakırdılarını, en çok da “ümmet toplumunun sosyalizmden daha şahane” olduğunu fısıldayan ve zaten tam da Marx’ın böyle bir tespiti olmadığı için onu “aştıran” bu tür zırva lakırdıları fırlatmaktasınız.

Ancak, siz “Marx’ı Aşıyorum” tiyatrosunun çokbilmiş cahil muhipleri, bilmelisiniz ki, sosyalist ya da yarı-sosyalist tekkelerin yerini işçi sınıfının gerçek bir mücadele örgütü alsın diye kurulmuş olan Enternasyonalin içindeki, işçi sınıfının gerçek hareketine karşı mücadele eden o tekkelerin neredeyse iki yüz yıldır bir nakarat misli tekrar edilen bilim dışı vaazlarını, kendisi de bir bilim olan Marxizm-Leninizm’in karşısına çıkartarak ne yeni bir şey söylemiş oluyorsunuz, ne de gerçeğin bertaraf edilebileceği kuruntusu içinde bu çoktan bayatlamış vaazları zortlayarak Marxizm-Leninizmi aşabilir ya da bertaraf edebilirsiniz!

Şimdi, şu uyduruk “demokratik” özerk komün ütopyası ile Kürt halkının kafasına kakmaya ve uygulamaya sokmaya çalıştığınız “sınıflar arasında eşitlik” fikri, daha o zamandan mahkûm edilmiş ve bu ilkel görüşlerin, o zaman bile işçi sınıfı hareketinin gerçek koşullarının henüz pek az gelişmiş bulunduğu İtalya ve İspanya'da ve Latin İsviçre’sinde ve Belçika'daki birkaç kendini beğenmiş, muhteris ve boş doktriner arasında rağbet görmüşken, şimdi bütün bir Kürt coğrafyası yanında, TDH içinde de rağbet göreceğini sanmanız ne acınası bir alıklık!

Bu yüzden olsa gerek, ya da alıklığa yatmayı tekeller için icra ettiğiniz akıl bozucu ideolojik tetikçiliğinizi örtmek üzere bir politika bellediğiniz için olsa gerek, 24 Ocak 1872’de, Milano’daki T. Cuno’ya yazdığı mektubunda:

“Sosyal-demokrat işçilerin büyük çoğunluğunun, devlet iktidarının egemen sınıfların sosyal ayrıcalıklarını korumak için kurmuş oldukları bir örgütten başka bir şey olmadığını kabul ederken, Bakunin’in, sermayeyi yaratanın devlet olduğunu, kapitalistin ancak devletin inayetiyle kendi sermayesine sahip olduğunu iddia ettiğini ve Bakunin’e göre, asıl önemli olan devlet olduğuna göre, her şeyden önce devleti ortadan kaldırmanın gerektiğini ve bu yapılırsa sermayenin kendiliğinden canının cehenneme gideceğini” vurgulayan Engels’in;

Marx ile birlikte dile getirdikleri,“…Sermayeyi ortadan kaldırınız, üretim araçlarının tümünün birkaç kişinin elinde toplanması durumuna son veriniz, o zaman devlet kendiliğinden yıkılacaktır” şeklindeki ifadesini anlamazdan gelerek hâlâ iki yüz yıl öncenin gerici sosyalistlerinin vaazlarına sarılıyorsunuz ve üstüne üstlük,”Marx’ı aşmanın” ifadesi olarak bu eskinin kilise sosyalizminden saçılan vaazları, “yeni” ve “bilimsel” teoriler kılığında önümüze fırlatırken utanıp, sıkılmıyorsunuz!

Beş yaşındaki çocukların zekâsının bile idrak edebileceği açıklıkta olan bu son derece berrak ifadeleri anlamazlıktan gelerek kendinizi alık sınıfına sokmanız, gerçekler karşısında ne denli çaresiz ama aynı oranda da gerçeklere karşı ne denli cenk halinde olmaya mahkûm olduğunuzu ele vermektedir!

Bugün, içinde bulunduğu tarihinin en derin bunalımını, iktisadi olarak mevcut dinamikleriyle aşamadığı sınırlara dayanmış olan; bu yüzden Ortaçağ’a yönelmekten, yani kendi yasalarına bile cenk açarak, kendi tarihinin gerisine yönelmekten medet uman bir emperyalist kapitalist sistem ile karşı karşıyayız; oysa bu sistem, yakın zamana kadar kendisinin ilan ettiği düşmanını kaybetmiş olmanın sevincini yaşıyordu; fakat belli ki bu sevinç kendisine yaşam sevinci yaşaması için yetmiyor ve bir süredir, yaşamına yönelik bir tehdit olarak gördüğü, hepimizin tanıdığı bir hayaletin korkusu ile yine yeniden feveran etmekte ve kullanıla kullanıla Marxistliği kalmamış olanlarla, hiçbir zaman Marxist olmamış “Marx – sever” leri yardıma çağırmakta olduğu bilinen bir gerçektir!

Siz bu yardım severlerin en cahil, ya da cahile yatma konusunda ölçü bilmeyen en bilgiç tilmizleri oluyorsunuz!

Yardım çağrısı ise, dünyayı topyekûn bir Ortaçağ trenine doldurup, emperyalist kapitalist sistemi tarihinin gerisine yönelterek ilerletmek içindir ve bu çağrıya, Marxistliği kalmamış, ya da hiç Marxist olmamış bilumum “Marx-severler” yanında, sizin de icabet ettiğinizi düşünmemiz haksızlık değildir!

Bunun sizin için elbette bir mantığı vardır; kendi içinde tutarlıdır da; bu anlamda haksızlığımız olabilir ama bu tutarlılığın ve mantığın kıymet-i harbiyesi, hepinizin, şimdi Yeni Dünya Düzeni olarak telaffuz edilen Pax-Americana’ya teslim olmanızdadır ki işte bu yüzden hiç haksız değiliz!

Halkın adamı mısınız, gerçeklerin adamı mısınız yoksa size bu mahkûmiyeti dayatan karanlıkla örtünmüş olanların, bu bin yıllık silaha yeniden sarılanların adamı mısınız?
Bunu sormak hakkımız olmakla birlikte sormuyoruz; çünkü gerçeğin ve halkın adamı olmadığınız çok bellidir; bu yüzden cevabı sizin ağzınızdan duymayacağımızı da biliyoruz!

Yani, peygamberinizin deyişiyle “bin yıllık silaha” yeniden sarılanların adamı olduğunuzu itiraf etmenizi beklemiyoruz!

Tabii, Marx’ı aşıp bizi çok daha ileri bir teori ile donatmanızı da beklemiyoruz; aksine, “Marx’ı aşıyorum” bahanesiyle, egemen sınıfı ve sistemlerini rahatlatan iki yüz yıl öncenin gerici sosyalistlerinin vaazlarını üzerimize fırlattığınızı biliyor, görüyoruz!

Burada ikinci kez, aynı başlıkta, Marks'ı aşanlar... başlığında içeriği aynı olan bir tartışma açılmış; ilk olarak 13-Ocak -2013 tarihinde açılmıştı; Marks'ı aşanlar... - o zaman, hemen hemen hiç kimse, F.Cebiroğlu’ nun bu başlıkta dile getirdiklerine aleyhte bir kelam etmemiş, bigâne de kalmamış, aksine lehte konuşulmuş ve teşekkürler edilmişti.

Ben ise, bu tartışma sayfasına “MARX'I AŞMAK MI KOLAY NEGRİLERLE ŞAŞMAK MI KOLAY” başlığında iki mektup yazmıştım; bugün aynı başlıkta dile getirilenlere karşı, daha bir hınçla Marx düşmanlıklarını gizlemeyenlerin anlaşılmaz lakırdılarını görünce, bu iki mektubu özetleyip, bazı eklemelerle tek mektup halinde bugün de türlü çeşit kılığa giren Marx düşmanlarına inat paylaşmak istedim!

Antonio Negri’nin 21.yy başında söyledikleri, yani,” Biz Marks’ı okuduk. Ancak onu aştık türü bir iddiada bulunmuyoruz. Zira yaşadığımız bu zamanda insanlığın ilerleyemediğini gördük ve bu anlamda ilerleyebilmek için kendimize bir yol aramaya çalıştık. Küçük de olsa kendimize bir yol bulduk. Ancak o bulduğumuz yolda Marks’ın ayak izlerini gördük; Marks bizim bugün bulduğumuz yolda daha önce yürümüş “ şeklindeki ifadeleri, son derece sinsi bir demogojiden öteye gitmeyen ifadelerdir.

Ancak bunu anlaşılır buluyorum, hangi Marxizm düşmanı delikanlı olmuştur ki?

Kendileri reddetseler de, “Marx’ı aşıyorum” culuk oyununun içinde olduklarını gizleyemeyen Hardt ve Negrileri yüksek tutan ifadeler, Marxizm düşmanlığını gizleyerek ve üstüne üstlük bu düşmanlığın yansıması olan demogojileri, Marxist göstererek akıl karıştırmayı kolaylaştırmak içindir!

Negri ve Hardt gibi “büyük düşünür” lerin amacı, Marksizmi ve hatta sosyalizmi solun siyasi gündeminden çıkarmaktır, ıskartaya çıkarttıkları sınıfın yerine koydukları ise, kendi ifadeleriyle soyut ve şiirsel bir anlatımın içine sığdırdıkları ampirik izlerini de emek alanında aradıkları “çokluk” u koymaktadırlar; sosyalizmi reddedişlerini ise, ilerici ve radikal görünümlü bir formülle, “radikal demokrasi” ile gizliyorlar!

Oysa onların bu kavramı kullanış amaçlarının sosyalizmle alakası yoktur.

Bugün Marxizm-Leninizm’den ve elbette sınıftan kaçanların ortak noktasının "radikal demokrasi" söylemi olduğunu hep beraber görüyoruz ki, bunu sınıfsal içeriği itibariyle halkın yönetimi ya da halk iktidarı anlamına gelen ve sosyalist demokrasi olarak düşünebiliriz; ancak at izini it izine karıştırarak, türlü çeşit teorilerle akıl bozan postmodern bir emperyalizm çağında, bu söylemin hiç de masum bir tarafı yoktur.

Bugünkü sersemletici emperyalist sömürü atmosferinde, gücün ve iktidarın dağılımına baktığımızda, sermayenin ve kapitalist piyasaların yaşamımızın her yönüne hükmettiği bir gerçekliktir ve bu gerçekliğin örtülü olarak ve sürgit devam etmesi içindir zaten postmodern cinlikler ki, Negri ve Hardt’ın cinlikleri de bunun içindedir.

Samir Amin’in deyişiyle, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin mevcut küresel sistemi ‘İmparatorluk’ olarak adlandırmayı tercih etmeleri, emperyalizmi dar politik boyutlarına; yani bir devletin resmi iktidarının kendi sınırlarının ötesine yayılmasına, böylece de sömürgeciliğe indirgenmesi ve sömürgecilik artık mevcut olmadığına göre, emperyalizmin de mevcut olmadığına” inandırmaya yönelik bir içi boş önermedir; bu önerme, ABD’nin, Avrupa devletlerinin tersine, asla kendi çıkarlarına hizmet eden bir sömürge imparatorluğunu kurma hevesi duymamış olduğunu, bu nedenle de asla ‘emperyalist’ olmamış olduğunu ileri sürmekte olan yaygın Amerikan ideolojik söylemine yaltaklanarak, karşıdevrimin ideolojik saldırısına hizmet etmektedir!

Hardt ve Negri,”ulusalcılığın” ve “komünizmin” kesinlikle yenilgiye uğramış olduğunu ve küreselleşmiş liberalizmin nesnel bir ilerleme teşkil ettiğini ileri süren mevcut söylemi, basit bir biçimde benimsemişlerdir; buna göre, sistemin “yetersizlikleri”, eğer böyle bir yetersizlik mevcutsa bile, onunla savaşarak değil, sistemin kendi iç mantığı dâhilinde düzeltilebilir.

Liberal ideolojinin bireyci temeli, bireyi son kertede tarihin öznesi olarak kurar. Bu saptama, Aydınlanmacı tanımıyla, ne bireyden haberdar olmayan tarihin daha önceki sistemleri açısından, ne de hatta tarihin bu bölümünün gerçek özneleri sınıflar arasındaki çelişkiye dayalı bir sistem olan kapitalizmin tarihi açısından doğrudur. Ama birey, gelecekteki bir ileri sosyalizmde tarihin öznesi haline dönüşebilecektir.

İzinden gittiğiniz için böbürlendiğiniz Hardt ve Negri, bu tarihsel dönüm noktasına erişmiş olduğumuzu, uluslar ya da halkların yanısıra, sınıfların da artık tarihin özneleri olmaktan çıktığını, artık “birey”in bu duruma geldiğini ya da bu duruma gelme süreci içinde olduğunu düşünmektedirler; bu dönüm noktası, kendilerinin “üretken ve yaratıcı öznelliklerin toplamı“ olarak tanımlanan, “çokluk” olarak adlandırdıkları şeyin oluşumuna neden olmaktadır.

Negrilerin yaptığı, söz uygunsa, “insanlık ilerleyemiyorsa, insanlık gerilemiştir, o halde insan üzerinde çalışıp, insanlığı ilerletmek gerek” yaklaşımıdır ve bu aslında bir kılıftır ve insanlığın kendi içinde biriktirdiği isyanının fışkırmasının önlenmesi ya da denetim altına alınmasını kolaylaştırmak içindir.

Oysa insanı yabancılaşmaktan kurtarmanın çaresi, insan üzerinde çalışmak değil, bu insanın yaşadığı maddi dünyayı, yani tekellerin düzenini değiştirmektir; bunun için de, öncelikle tekellerin bu düzenlerini korumak ve sürdürmek için kurdukları ideolojik hegemonyayı kırmaktır.

İnsanın içinde yaşadığı ve kendine yabancılaşmış olan dünyanın maddi koşullarını değiştirmeden yabancılaşmadan kurtulması mümkün değildir!

İşte bu işi, kendine ve kendisini belirleyen maddi koşullara yabancılaşmış insanı tam da bu haliyle, ancak bu yabancılaşmanın tahammül edilemez olduğunun farkına varmasını sağlayarak, bu değiştirme, dönüştürme faaliyetinin öznesi yaparak kotarmaktır aslolan!

Demek ki, yabancılaşmış insandan söz ettiğimize göre, bu değişimin asıl öznesi insan değil, yabancılaşmış insandır; yani sınıftır; yani proletaryadır!

Öyleyse çare bu yabancılaşmış insanı değiştirmekte değil, bu yabancılaşmış insanla, onu yabancılaştıran maddi dünyayı değiştirmektedir.

Bu, Marxizmi anlamanın içindedir; dışındakiler ise Marxizmi anlamamak yanında, ondan uzaklaşmış olmanın yansımasıdır; işte Negri türü aktörlerin yapmak istedikleri de bu zihinsel kargaşayı yaratarak, Marxist görümümle, Marx’tan uzaklaştırmak içindir!

Sıkışmış sorunlara çözüm bulabilmek adına sorunlara çözüm bulunmasının önüne geçilmesi için veya yanlış çözümlere kapı açılması ve sıkışmış sorunu çözebilecek anahtarları veya anahtar teorileri ıskartaya çıkarmaya çalışmak için, en moda ifadesiyle, yeni kavram ve teoriler geliştirerek eskimiş veya ıskartaya çıkarılması gereken teorileri “aşmak” fikri ve demogojisi, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin ideolojik saldırısı ve hegemonyası içindedir.

Nazizm’in determinizmi, soğuk savaşın ise Marxizmi boğmaya çalıştığı bir zaman aralığında bu hegemonya ziyadesiyle kurulmuştu; şimdi artık emperyalizmin zapt-ı raptı altına giren sosyal bilimlerin, üzerine bolca saçılan dolarların etkisiyle hızla doğurmaya başladığı bilinen bir gerçektir.

Sosyal antropoloji, sosyal psikoloji, siyaset bilimi ve özellikle davranışçı okul, kalkınma iktisadı ve iletişim araştırmaları büyük bir hızla “imal edilerek”, bilimler hiyerarşisi içindeki yerlerini bu zamanda almıştı!

Bütün bu telaşın komünizme karşı mücadelenin gereği olduğunu hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum ama komünizmle mücadele gereği, soğuk savaş üniversitelerinin dezenformasyon özelliğinin üretilmesi ve sürdürülmesi için, bu alanların her birinin ABD tarafından finanse edilip güçlendirilmiş olduğunu biliyorum, ayrıca bu kadarını dahi bilmemenin ayrı bir alıklık olduğunu da biliyorum!

Bu destek doğrudan istihbarat örgütleri ya da örnek olsun onların Rand Corporation (Research And Development) türü yan kuruluşları tarafından veriliyordu ve hâlâ da bu destekler son gaz devam etmektedir!

Bu kuruluşlardan birinin “Psikolojik Bilimler” bölümü, araştırma projelerini, bireysel ve grup etkinliği, etkileşim, sinirsel-algılama süreçleri, tepki mekanizmaları, insan mühendisliği vb. başlıkları altında toplamıştı.

Bunlar arasında, antropoloji, iktisat, tarih, hukuk, operasyon ve sistem analizi, siyaset bilimi, psikiyatri, psikoloji, sosyal psikoloji ve sosyoloji vb. gibi disipliner kavramlar ideolojik hegemonyasını güçlendirmek ve güçlü tutmak için ABD’nin emrine tabii olmuştu ve bu çerçevede üniversitelerin bünyesinde de yeni kürsüler icad edilmişti.

Bu gruplara katılarak çalışanlar arasında, CIA adına araştırmalar yaptığı bilinen Walt W. Rostow gibi ünlü isimler de vardı.

Bu disiplinler arasında “sosyal antropoloji”, sömürgeciliğin hizmetkârı rolüyle en sabıkalı olanıydı.

Antropologlar, Uluslar arası Kalkınma Ajansı (AID), CIA’nın İleri Araştırma Projeleri Ajansı(ARPA), Sosyal Sistem Araştırmaları merkezi (CRESS) ve devletin diğer araştırma kuruluşlarında kusursuzca çalıştılar.

Bu kuruluşlardan Uluslar arası Kalkınma Ajansı (AID)’nın, ABD’nin işgal kuvvetlerinin Vietnam’da uyguladıkları pasifikasyon harekâtında ve bunun, dünya kamuoyuna bir “köy kalkındırma programı” olarak tanıtılmasındaki rolü büyüktür.

İlgi alanları Alaska’dan Tayvan’a kadar uzanan bu kuruluşların araştırma konuları, köylülerin hangi koşullarda ayaklandıklarından, komünizm tehdidine karşı kırsal kalkınmaya kadar değişiyordu.

Bu çalışmalar sonucunda, hayatımıza toplumların modern ve geleneksel olarak ikiye ayrılması, özgürlük ve totaliterlik arasındaki husumetin körüklenmesi, temel sorunların yerini çok kültürlülük, cinsel tercihler, feminizm gibi konular alması, siyaset bilimi tarafından liberalizmin meşrulaştırılması, kapitalist emperyalizm için en hayati eğilim olan “tüketizm”in tek ölçü haline getirilmesi, özelleştirme ve globalleşmenin meşrulaştırılması, anti-stalinizm vb. gibi yepyeni kavramlar giriyordu.

Bu moda haline getirilen kavramların nasıl üretildiğine örnek olması bakımından Amerikan ordusunun 1965 yılında, 89.500 dolar gibi pek de fazla olmayan bir para ödeyerek, ABD’ne gelecekte dünya hegemonyasını elde tutma olanağı verecek yolların araştırılması üzerine bir çalışmayı başlatmış olması ve bu incelemeye verilen “Pax-Americana” adı çok kışkırtıcı bulunduğundan, bunun yerine “Stratejik Sıralamalar ve Askeri Araştırmalar” adı verilmesi; daha sonra “Yeni Dünya düzeni” ne dönüştürülmesi yeteri kadar fikir vermektedir.

Daha sonra bu çalışmayı sürdürmek ve sonuçlandırmak için Pentagon’un,1967 yılında, 2.100 milyon doları bulan kontratlarla, savunma için çalışan teşebbüslerin başında gelen Douglas Aircraft Corparakar’un araştırma servislerine başvurmuş olması da oldukça öğreticidir.

Velhasıl ABD emperyalizmi, dolar demetleri aracılığıyla bilimleri ve bütün kavramları hizaya sokarak onları anti-komünist bir disiplin haline getirmekten hiçbir zaman vazgeçmemiştir!

Merkezlere ve interdisipliner projelere, dönemin akademisyenlerinin çok iyi bildiği bir dizi vakıftan devasa fonlar akıtılmış ve hâlâ akıtılmaya devam edilmektedir. Bu vakıflar arasında Ford Vakfı, Cornegie Şirketi, Rockfeller kardeşlerin çeşitli fonları, Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi gibi kuruluşları sayabiliriz ki sosyal bilimleri finanse eden bu bir dizi vakfın, CIA’nın paravan kuruluşları oldukları çoktan ortaya çıkmıştır.

Bu çalışmaların odak merkezinde sınıf yerine kültürü koyma, bu çerçevede yeni tip, örnek olsun CIA’ya bağlı ABD emperyalizminin hegemonyasının güçlendirilmesine hizmet eden aydın üretme çabaları olduğu ise açıktır!

Örnek olsun, sosyal bilimlerin emperyalist soğuk savaşın emrine girmesinde çok etkili roller üstlenen şirket vakıflarının, hem de bunların bağlı olduğu üst kuruluşlar olan CFR, Trilateral Commission ve Bilderberg gibi örgütlerde önemli roller üstlenen eski bir Nazi olan Henry Kissinger, bu tür “bilim kurullarından” birinde; Washington Psikolojik Savaş Önderliği Şubesinde (PSB) “hayatının teorisini” geliştirmiş, “Kontrgerilla Operasyonları” adlı el kitabını hazırlayan “bilim kurulu” nun başkanlığını da yapmıştı, kitabı yayınlayan Frederick A. Praeger Publisher Inc’in bir CIA paravan kuruluşu olduğunu herhalde hatırlatmaya bile gerek yoktur.

Böylece ABD, yayıncılık sektörünü de soğuk savaşın hizmetine sokmuş oluyordu. USIA (United States Information Agency) özel olarak bu amaç için yaratılmıştı;1965 yılında USIS (U.S.Information Service) dünyaya 14 milyondan fazla kitap dağıtmak için milyonlarca dolar harcamıştır.

1965 yılında bu tür yayınların piyasaya sürülmesine yardım etmek amacıyla USIA kendi talimatı altında 46 kitap yazdırmak için milyonlarca dolar harcamıştır; bu kitapların içinde Jay Mailin’in D. Van Nostrand yayınlarından çıkan “Terror in Vietnam” adlı kitap da vardır!

CIA’nın mali yardımlarına rağmen kendini sürdüremeyerek, Encyclopedia Britannica tarafından satın alınan Praeger yayınları da bu türdendir; saygın Britannica bir yana, pek çok “solcu” yayınlar da Amerikan hegemonyasına hizmette kusur etmemişlerdir.

Böylece, USIA, CIA, bir dizi şirket vakfı, her yolla bir aydınlar aygıtı kurup finanse ederek bunların yükselmesi ve ünlenmesi için tamamen keyfi bir değerler sistemi imal etmiş, böylece de entelektüellere karşıdevrimin hizmetine girmek dışında her yol kapatılmaya çalışılmış ve “komünizm yenildi” çığlıklarına rağmen hâlâ sürmektedir.

Örneğin CFR tarafından yayınlanan Foreign Affairs gibi, temel hedefi psikolojik savaşı günün gereklerine göre sürdürmek ve yeniden üretmek olan dergiler birer aydın merkezi misli iş görmektedir; bunların en ünlüleri, çoğu bankaların kontrolünde olan yayınevleri tarafından Türkiye piyasasına da sürülmektedir.

Başta Kissinger, S.Hungtington, F.Fukuyama, Z.Brzezinski CFR çıkışlı aydınlar olarak ve antikomünist kimlikleriyle “düşünce üretmeyi” sürdürmektedir. Brzezinski, CIA’nın Polonya’da sosyalist rejimi devirme operasyonunda oynadığı rol nedeniyle “Polonya Fatihi “olarak anılmaktadır!

CFR’nin, artık Türkiye’de de bir ayağının (GİF)olduğu haberlerinin, internetin pek çok sayfasında müjdelenircesine yayılıyor olması da ayrıca dikkate değerdir; ki bu örgütün bünyesinde Rahmi Koç’tan Bülent Eczacıbaşı’na; Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörü Ahmet Acar’dan, Kadir Has Üniversitesi Rektörü Mustafa Aydın’a; Eski Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’den, Türk Hava Yolları Eski Başkanı Cem Kozlu’ya; Yılmaz Büyükerşen’den, Tarhan Erdem’e, Ayşe Kulin’den, İlber Ortaylı’ya, Altan Öymen’den ve Gazeteci Yazar Sami Kohen’e, Nilüfer Göle’ye pek çok alandan isimlerin yer alması da ayrıca dikkate değerdir!

Bu gerçekler, hemen hemen herkes tarafından bilinmektedir, bu anlamda bu bilgiler pek fazla önem taşımayan tekrarlar olarak görülebilir ancak burada önemli olan, karşıdevrim safında açıkça yer almış, ona hizmet etmiş, parasal ya da başka türlü motive edici araçlarla ruhunu şeytana satmış birçok entelektüelin hâlâ “sol/sosyalist” kimliklerle öne çıkarılması, ihanetlerinin, karşı-devrime hizmetlerinin üzerinin örtülmesi ve bunların bir entelektüel yenilik olarak sunulmasıdır.

İşte Hardt ve Negri gibi bu karşıdevrime hizmetleri gereği içinde oldukları “Marxizmi Aşıyorum” culuk tiyatrosu da, sol/sosyalist alanların kalelerindeki Truva Atı misli bir proje olarak, Amerikan patentli bu karşıdevrimin ideolojik saldırısının içinde ve hatta başköşesindedir’

Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen olursa bu forumda (Sosyalist Forum) OSMANİZASYON İLE İSLAMİZASYON VE ELBETTE BOP-BİP-YDD SARMALINDA DÜNYAMIZ başlığı altında yazdığım dizi mektuplara bakabilirler!

Buradan Marxizme dönersek, derinlemesine irdelediğimizde, toplumsal düşüncede, büyük teorilerin, hep daha önceki sosyal yapılara dayanmış olduğunu gözlemlemenin zor olmadığını hatırlatan bir örneğe, yani Marx ve Engels’in kendi ifadeleri ile bir dönem hem de ateşli birer Hegelist ve sonraki bir dönem Feuerbahyen oldukları gerçeğine varırız.

Marx’ın Kapital’i de, Marx düşmanlarının göstermeye çalıştığının aksine, kapitalizm yokken ortaya çıkarılan bir bilgi veya formül değildir; tam aksine, bir tarihsel-nesnel zamanın coğrafyasının, mesela 15-17. Yüzyıl Batı Avrupa coğrafyasının ekonomik yapısına dayanmaktadır; başka ifadeyle önceden yazılıp,15-17.yüzyıl Batı Avrupa coğrafyasına dayatılan bir ekonomik yapının anlatımı değildir!

Marx’ın kapitalizm yazımı, ilgili çağın, politik-ekonomik yapısı ne ise, bu yapının yüzeyinden ve giderek derinliklerinden bulup çıkarılan ve daha önceki düşünsel zenginliği de işin içine katarak, ortaya konulan bir tarihsel-nesnel –maddesel, yani gerçek insan faaliyetlerine dayanan, fiziksel ilişkilere, üretim ilişkilerine dayanan bir anlatımın ifadesidir!

Yani Marx, kendinden önce oluşan bir sistemi yazmak durumunda kalmıştır; bu sistemi yaratmak için yazmamıştır; böyle bir imkânı da yoktur; bu nedenle Marx kapitali yazarken, yaşanmış ve yaşanmakta olan bir iktisat tarihine dayanmıştır.

Öte yandan Marx, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşünmüştür; bu düşünce ile bu yeni bilimin temellerini atmıştır ve bu temellerin bir kısmını ütopyacı sosyalistlerden ve diğer bir bölümünü de burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan almıştır.

Bu anlamda, Marx’ın Grundrisse’de siyasal iktisadın kurucusu Ricardo’ya yöneltilen eleştirilerden söz ederken, eleştiricilerin, “siyasal iktisadın anti-tezinin, yani sosyalizm ve komünizmin teorik ön kabullerini, başta siyasal iktisadın tam ve nihai açıklaması olan Ricardo’da olmak üzere, siyasal iktisadın klasik eserlerinde bulduğunu kavradıklarını” ifade etmesi, oldukça öğreticidir ve çok açık olarak, sosyalizmi bir bilim olan siyasal iktisadın anti-tezi olarak ve bir bilim olarak ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.

Burada önemli ve dikkat verilmesi gereken nokta budur ve zaten “Marx ve Engels’in Kapitalizmi inceledikleri ama sosyalizmi geliştirmedikleri” şeklindeki tezler, bu noktadan hareketle öne sürülmektedir; elbette, Marxizmi karalama niyetiyle yapılıyor olması bir yana, bunda kısmen doğruluk payı var; çünkü Marx ve Engels, bir bilim olan sosyalizmin kuruluşunu ilgilendiren ve kendisi de bir bilim olan siyasal iktisattan bazı temelleri çıkararak teorik geliştirmelerini başlattılar; ancak, pratik olmadan bilim ve teori olmayacağı açıktır; Marx ve Engels, sosyalizm bilimini geliştirmek üzere işe koyulduklarında, Owen ve Fourier’in yaptıklarını, bununla birlikte, Babeuf’un mücadelesini ve kısa süreli Paris komünü deneyimini saymazsak, henüz sosyalizmin pratiği yoktur; bunları bir ölçü olarak kabul etsek bile, bu pratiklerin değeri önemlidir ama sosyalizm biliminin geliştirilebilmesi için gerekli ölçekte bir pratik olmadığı açıktır; gerekli pratiğin tamamlanması, ilk ve tek ülkede sosyalizmin kuruluşu ile birlikte başlamış, ancak bu zamanda sosyalizm biliminin geliştirilmesi için son derece değerli bir fırsat doğmuştur!

Diğer yandan, burjuvazinin iktidar bilimi olan ve haliyle burjuvazi iktidara yürürken devrimci, iktidarı aldıktan sonra tutucu bir bilim olan siyasal iktisat, kapitalizmin küçük ve artizanal işletmelerden geliştiğini gösteriyor; yani küçük burjuvazi, burjuva düzenin başlatıcısı oluyor; bunu siyasal iktisat bulmuştur.

Bunu da, yani siyasal iktisadın bulduğunu da Marx bulmuş ve göstermiştir.

Burjuva iktidarına son veren İşçi sınıfı, köylülükle ittifak yaparak iktidara geliyor ve iktidarının ilk yıllarında köyde ve kentte küçük burjuvazi varlığını koruyor ve sürdürüyor; ancak, küçük burjuvazinin, özellikle tarım kesimindeki küçük işletmelerin varlığı, sosyalist bir düzende kapitalist restorasyonun kapısını açık tutuyor; bunu da siyasal iktisatın anti tezi olan sosyalizm bulmuştur.

Bu buluşu da önemli oranda Lenin’in hanesine yazmak yerindedir.

Buradaki ders ise, artık sosyalizm biliminin geliştirilmesi için yeteri kadar pratik olması olgusu ve gerçeğindedir ve bunu bize veren sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu pratik olarak gösteren Sovyet sosyalizmi pratiğidir; şimdilerde bile anti-komünizm ve anti-Sovyetizm hummasından kurtulamamış olan ve Marxizm-Leninizm düşmanlıklarını “Marx’ı aşıyorumculuk” tiyatroları ile örtmeye çalışanlar haricinde, akıl taşıyan herkes tarafından mumla aranan ve emperyalizme karşı, daha net ifadeyle sosyalizmin bir dünya düzeni olarak ilerlemesinin bir güvencesi olarak korunup kollanması gereken bir pratik olduğu, yokluğunda daha fazla hissedilen ve idrak edilen bir realitedir.

Ve buradan başka bir derse geçiyoruz; 1920’li yılların başında Lenin, küçük işletmeleri, sosyalizm için büyük işletmelerden daha büyük bir tehlike olarak görmüş ve göstermeye çalışmıştır; 1920’li yılların başında küçük burjuva yapı, kırda ve kentte, ilk sosyalist iktidarın karşısındaki en büyük tehdit olarak tespit edilmiş ve başlangıçta birlikte yaşamaya tahammül gösterilerek, daha sonra üzerine gidilmiştir; sonuçta küçük burjuvazinin varlığı ve aynı zamanda siyasal iktisat da, tam bir tasfiye süreci içine sokulmuştur; bu süreçte ortaya şiddetli bir direnç yanında, değer yasası işleyecek mi, işlemeyecek mi tartışmaları öne çıkıyor.

Marx ve Engels, sosyalizmde değer yasasının bir süre daha işleyeceğini önceden görmüşler ve pratik de bunu doğrulamıştır; ilk sosyalist iktidarda değer yasası varlığını kuvvetli bir şekilde hissettirmiştir.

Ancak aynı Marx ve Engels, sosyalizmde değer yasasının etkinliğinin giderek artacağını söylememişlerdir; sosyalizmin kuruluşu aşamasında değer yasasından yararlanmak başka şeydir, etkinliğini artırmak, ona daha etkin bir yer açmak bambaşka bir şeydir; sosyalizmin bilim olarak ve reel olarak kurulması ve geliştirilmesi aşamasında, değer yasasını etkinleştirmek ve ona etkin bir alan sağlamak, gelişkin sosyalizm veya komünizm aşamasına geçmenin kapılarını kapatmak demektir!

İşte Sovyet sosyalizminin bilimsel olarak ve reel bir sosyalist toplum olarak, daha kapsayıcı bir ifadeyle komünist topluma geçişi garantileyen bir toplumsal yapı olarak kurulması ve geliştirilmesi sürecinde, ilk sosyalist iktidarın, yani ilk proletarya iktidarının yaşadığı coğrafyada, sosyalizm kuruculuğu ve geliştiriciliği çerçevesinde süren sınıf mücadelesinin bilimsel ve pratik yansıması budur ve bu yansımanın pratiğinde neler yaşandığını hemen hemen hepimiz, ancak tarihe kaydedildiği biçimiyle biliyoruz ve buna göre hüküm veriyoruz!

Bununla birlikte, bunun tarihe nasıl kaydedildiğinin ve bu kayıtın nasıl okunması gerektiğinin ve elbette düzeltilmesinin gerekip-gerekmediğinin anlaşılmasının ne kadar zaman alacağının ve bu sorunun nasıl aşılacağının şifreleri veya öğretici dersleri de, bu yansımalarda mevcuttur!

Bakın Lenin, neredeyse yüzyıl önce," Halkı Özgürlük ve Eşitlik Sloganları ile Nasıl Aldatıyorlar" konuşmasının baskısına yazdığı önsözde ne diyor:

“ ‘Bilgili’ baylara, demokratlara, sosyalistlere, sosyal-demokratlara, sosyalist-devrimcilere, vb. gelince, onlara şöyle diyeceğiz: söze gelince, ‘sınıf savaşımı’nı hepiniz kabul ediyor, ama gerçekte, sınıf savaşımı tam da keskinleştiği sırada onu unutuyorsunuz. Sınıf savaşımını unutmak demek, emekçilere karşı sermayenin yanına, burjuvazinin yanına geçmek demektir.

Sınıf savaşımını kabul eden herkesin, en özgür ve en demokratik de olsa, burjuva bir cumhuriyette, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in, emtia sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün dışavurumundan başka bir şey olmayacağını ve hiçbir zaman da olmadığını kabul etmesi gerekir.

Marx, tüm yapıtlarında ve özellikle (hepinizin söze gelince bildiğiniz) Kapital'de bunu bin kez açıklamıştır; soyut ‘özgürlük ve eşitlik’ anlayışını, bunu görmeyen Bentham kafalıları alaya almış, bu soyutlamaların maddi köklerini ortaya koymuştur.

Burjuva rejim (yani toprak ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz varlığını sürdürdüğü rejim) ve burjuva demokrasisi rejimi dönemindeki ‘özgürlük ve eşitlik’ biçimsel olarak kalırlar; bunlar gerçekte (biçimsel olarak özgür, biçimsel olarak eşit haklara sahip) işçilerin ücretli köleliği ve sermayenin mutlak iktidarı; emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Sosyalizmin alfabesinin bu ‘bilgili’ bayları, siz bunu unutmuş bulunuyorsunuz.

Bu alfabeden, proleter devrim sırasında, sınıflar savaşımı iç savaş durumuna dönüşecek derecede ağırlaştığı zaman, yalnızca alıklar ve döneklerin bu işten ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ ve ‘emek demokrasisinin birliği’ üzerindeki boş sözler aracılığıyla kurtulabilecekleri sonucu çıkar.
Gerçekte, kararlaştırıcı olan şey, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının sonucudur; orta, aracı sınıflara (dolayısıyla tüm küçük-burjuvaziye, yani tüm "köylülük" e de) gelince, onlar kaçınılmaz olarak iki kamp arasında gidip gelirler.

Söz konusu olan şey, bu aracı katmanları başlıca güçlerden birinin, proletarya ya da burjuvazinin müttefiki yapmaktır.

Başka hiçbir şey sözkonusu olamaz; Marx'ın Kapital'ini okurken bunu anlamayan kişi, Marx'tan hiçbir şey anlamamış, sosyalizmden hiçbir şey anlamamış demektir, gerçekte bir ham kafa, burjuvazinin ardından körü körüne sürüklenen bir küçük-burjuvadır o. Ve anlayan kişi, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’ üzerindeki boş sözlerle aldanmayacaktır; o, pratik şeyleri, yani köylüler ile işçilerin yaklaşmalarının, kapitalistlere karşı ittifak yapmalarının, sömürücülere, zenginlere ve vurgunlara karşı anlaşmalarının somut koşullarını düşünecek, bunlar üzerinde konuşacaktır.

Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü, yenilmiş, ama direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yok olmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı siyasal iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşımıdır.

Proletarya diktatörlüğü, emekçilerin öncüsü proletarya ile proleter olmayan birçok emekçi katmanlar (küçük-burjuvazi, küçük patronlar, köylüler, aydınlar, vb.), ya da bu katmanların çoğunluğu arasındaki, sermayeye karşı yöneltilmiş, sermayenin tamamen devrilmesini, burjuvazinin direncinin ve restorasyon girişimlerinin tamamen ezilmesini, sosyalizmin kuruluşunu ve kesin olarak pekişmesini amaçlayan özel bir sınıf ittifakı biçimidir.

Özel koşullar içinde, yani amansız bir iç savaş koşullan içinde oluşan özel türde bir ittifaktır bu; sosyalizmin gözü pek yandaşlarının, kararsız, bazen de ‘yansız’ (o zaman ittifak savaşım için bir anlaşma olmaktan çıkar, bir yansızlık anlaşması durumuna gelir) müttefikleri ile ittifakı, iktisadi, siyasal, toplumsal ve ideolojik bakımlardan farklı sınıflar arasında bir ittifaktır bu.

Bu ittifakın somut biçimlerinin, koşullarının, görevlerinin irdelenmesinden, ‘özgürlük’, ‘eşitlik’, ‘emek demokrasisinin birliği’ üzerindeki genel sözler ile yani meta üretimi çağının ideolojik bayağı artıklarının yardımı ile kendilerini ancak Kautksy, Martov ve hempaları türündeki, çürümüş Enternasyonalin, sarı ‘Bern’ Enternasyonalinin çürümüş kahramanları kurtarabilirler.”

İşte siz çokbilmiş cahil baylar, bunun için, yani Marxizm-Leninizmi anlamak yerine, ondan kurtulmak için bir “Marxizm’i aşıyorum” tiyatrosu kurmuş bulunuyorsunuz!

Ancak bu tiyatronuzda oynadığınız acıklı bir güldürüdür; eskinin sosyalist ya da yarı-sosyalist tekkelerinin iki yüz yıldır tekrarlanan nakarat misli vaazlarından başka bir şey söyleyemiyorsunuz ki bunları, daha en başından Marxizm-Leninizmin kurucuları çürütmüşler ve tarihe kaydetmişlerdir.

Yani siz çokbilmiş cahiller, işçi sınıfının gerçek hareketine karşı mücadele eden tekkelerin neredeyse iki yüz yıldır tekrar edilen bilim dışı vaazlarını,”yeni” diye yutturmaya çalışarak, kendisi de bir bilim olan Marxizm-Leninizm’in karşısına çıkartıp yeni bir şey söylemiş olmuyorsunuz; dolayısıyla Marx’ı da aşamıyorsunuz; sadece ve sadece ölümüne korktuğunuz gerçeklere karşı karanlığın muhibbi olduğunuzu ele veriyorsunuz!

Delikanlı olun, açık konuşun, “aşmak” fiiline ihtiyacı belirleyen Marxizm-Leninizm’in eksikli ve yanlış yönleri ya da eskimişliği midir, yoksa kapitalizmde daha fazla kalarak, Marxizm-Leninizm’den uzaklaşmış olmak, ya da uzaklaşma isteğinde olmak mıdır?

Yoksa “Marxizmi aşmak”, tekelleri, emperyalizmi rahatlatmak için bilimdışı reçeteleri gerçeklerin üzerine boca etmenin bahanesi midir?

Oysa bugünün at izinin it izine karıştığı bir atmosferde, emperyalizmin, tekellerin Negri ve Hardt türünden, çokbilmiş cahil sözcülerinin “Marxizm-Leninizmi aşıyorum ” bahanesiyle emperyalizmi, tekelleri rahatlatmak, ideolojik hegemonyalarını güçlendirmek için yazdıkları eskinin gerici sosyalistlerinden kalma reçetelerin peşine takılıp, “Marxizm-Leninizmin aşıldığına” dair hayallere kapılırsak, bırakalım daha yeni ve daha sol bir Marxizm-Leninizme ulaşmayı, dünyanın güneşin etrafında dönerken, kendi etrafında da döndüğü şeklindeki kanıtlanmış gerçeğini bile unutturacak bir kör karanlığın içine, bile isteye hapsolmuş olacağımız çok açıktır!

Oysa bugünün gerçekliğinde, şimdi yıkılmış olsa da, bir coğrafyada 70 yıl yaşamış olan reel sosyalizmin, Marx’ın düşüncesinin temellerinin hâlâ sapasağlam ayakta durduğunu apaçık, pratik olarak gösterdiğini görmemek için kör olmak ya da kör numarası yapmak gerekmektedir!

Bugünün gerçekliği ki reel sosyalizmin yıkılmış olduğu bir zamanın ifadesidir, sosyalizmin, ne Hardt ve Negrilerin “çokluk” unun düzeni olduğunu, ne de “hakiki” ve “yeni hakiki” sosyalistlerin “ savladığı ,“sınıftan bağımsız”, “maddeden bağımsız” olarak kurulabilen bir sosyalizm olduğunu ve ne de işçi sınıfının düzeni olmadığını gösterir!

Bu anlamda Hardt ve Negri’nin Marx’ı ve teorisini ıskartaya çıkarmak gibi bir niyetleri olduğunu söylememeleri veya olmadığını vurgulamaları, onların, Marx’ın teorisinin temellerini dinamitlemek için bilerek, isteyerek çabaladıkları gerçeğini değiştirmez; değilse zaten bu iki profesörü ahmaklık şampiyonu saymak yerindedir!

Bugün, Sovyet sosyalizmi deneyimi, Marx’ın, bunun ikna edici kanıtlarının ve pratiğinin olmadığı bir zamanda teorik olarak ileri sürdüğü “sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu” önermesinin doğruluğunu pratik olarak göstermiş olduğunu kimsenin yadsıyabileceğini sanmıyorum.

Öyleyse, sosyalizm, Negrilerin iddia ettiği gibi eşitsizliğin ve baskının pek çok biçimine karşı, bir dizi mukavemeti bir araya getiren “demokratik” mücadeleler çokluğu ile gerçekleştirilen ve dolayısıyla işçi sınıfının egemenliğini içermeyen bir düzen değildir!

Diğer yandan, bugün reel sosyalizmin yıkılmış olduğu bir zamanda, egemen sınıflar ve devletler, kaygılarının ve korkularının, kaynağını hâlâ emek süreçlerinde buluyorlarsa ve buradan hareketle, emperyalistler, kendi coğrafyalarına çok uzak topraklara, paralı askerlerini yığıyorlarsa, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ sürmekte olduğu gerçeği yadsınamaz derecede açıktır.

Ayrıca, yine reel sosyalizmin yıkılmış olduğu bir zamanda hâlâ, sınıf mücadelesini köreltmenin gelişmiş-gelişmemiş bütün ülke politikalarının odağını oluşturması, tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini göstermeye yetmektedir.

Bütün bunlar, Negrilerin Marx’ın teorisinin sapasağlam duran temellerine dinamit koyma peşinde koşmalarının nafile çaba olduğu yanında, bu çabaların ve “Marxizm-Leninizmi aşıyorum” culuğun, egemen sınıfın ideolojik saldırısının içinde olduğunu, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin hegemonyasını güçlendirmenin aracı olduğunu gösteren olgu ve gerçeklerdir.

Öte yandan, söz konusu Marx’ı ve teorisini aşmak olunca, herkesin, öncelikle Marx’ın kişisel gelişimini ve Marx’ın düşüncesinin oluşumunu, yeterince Marxist yöntemlerle ele alınıp alınmadığını düşünmesi gerekmektedir!

Engels, Anti-Dühring’i yazarak, marxist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini, marxizmin temel ilkelerinin açık ve eksiksiz bir açıklamasını yaparak, Marx’ın ve düşüncesinin en tam ifadesiyle anlaşılması ve öğrenilmesini sağlayan bir yapıt bırakmıştır!

Engels böylece, Materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptamış ve bilimin eriştiği yeni sonuçlar içinde, Marxist yöntemin, bilgimizin gelişme ve derinleşmesine katkıda bulunduğunu kesin bir dille ortaya koymuştur.

Aynı şekilde Lenin de ve Engels’ten 30 yıl sonra, Materyalizm ve Ampiriokritisizm adlı çalışması ile Materyalizmin kendi çağının bilimsel bulgularından çıkan biçimini belirlemeye giriştiği gibi, bugün de, aynı eleştirel çalışmaya girişmek zorunludur; bu tarihsel-nesnel gelişmenin dayattığı açıktır.

Ve Lenin’in Marxizme en büyük katkısı ve Marx’ın sisteminin devrimci yönde revizyonu olan “Ne Yapmalı” yapıtını unutmamak, hatta daha fazla ele almak yerinde olacaktır!

Ama bütün bunlar, ne Marx’ı ve düşüncesini aşmaktır, ne reddetmektir, ne de dinselleştirmektir; sadece ve sadece marxist yöntemlerle çağımıza uygun, çağımızın karmaşık sorunlarına cevap verecek şekilde yeni bir açıklamasıdır.

Emin olunmalıdır ki, ne yapılırsa yapılsın, Marx’ın düşüncesinin bugün hâlâ en bilimsel ve en devrimci teori olduğu, temellerinin sapasağlam ayakta durduğu ama elbette insanlığın son sözü olmadığı sonucundan başka bir sonuca ulaşılmayacaktır!

Öyleyse, bir kez daha altını çizmek gerekir ki; sosyalizm, sınıftan kaçanların ,”Marx’ı aşma” hummasına yakalananların hüsnü kuruntularına sığmayacak denli işçi sınıfının düzenidir; sosyalizm, “Marx’ı aşıyorumcu” ların, sınıftan kaçanların,”demokratik sosyalizm”cilerin, velhasıl, bilumum Marx düşmanı “marxsever”lerin ve gerici sosyalizm muhiplerinin hüsnü kuruntularının aksine, ne köktenci demokrasi’nin yerine konulabilecek, ne de liberal demokrasinin uzantısı olabilecek bir düzendir ve sosyalizm mücadelesinde ne “çokluk” ne de “teknoloji” devrimci motor güçtür; motor güç, devrimci güç, hâlâ işçi sınıfıdır!

Velhasıl, “Marx’ı aşıyorum”cu ve sınıftan kaçmayı sınıftan kurtulma noktasına getiren bilumum gerici sosyalizm muhibbi aktörlerin savunduklarının aksine, ideoloji ve politika, ekonomik-sınıfsal ilişkilerden özerk değildir ve işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki ilişki bal gibi zorunlu ve belirleyici bir ilişkidir; bu yüzden, sosyalist hareketin kuruluşu ne sınıftan bağımsızdır, ne de ekonomik-sınıfsal koşullardan özerk bir sosyalist politika inşa edilebilir; yani, sınıf bağlantılarına ve aralarındaki karşıtlığa bakmaksızın, saf ideolojik ve politik araçlarla birbirine bağlanacak ve harekete geçirilebilecek çeşitli “halk” unsurlarından kurulacak ideolojik ve politik platformlar üzerinde bir politik güç oluşturulamaz ve örgütlenemez!

İşte “Marx’ı aşıyorum” tiyatrosunun aktörlerinin “Marx’ı aşma” çabalarındaki ısrar da, bu içine düştükleri telaş da, tez canlılık da ve inatlarındaki çaresizlik de bundandır; çünkü gerçeğin inatçılığı, karşılarında yıkılmaz bir duvar misli dikilmektedir!

Fikret Uzun

30 Mart 2016

(*) Bu mektup,13-Mart- 2016’dan beri buzdolabındaydı; bugün çıkardım, ısıttım ve sıcağı sıcağına, belki kör bir terörün ateşi ile atmosferin yeniden ısınmasının önüne geçmede katkısı olur diye ,“Marx’ı aşıyorum” tiyatrosunun “çokbilmiş” aktörlerinin cahilliklerini yüzlerine vurmak için asmış bulunuyorum!


30 Mart 2016 Çarşamba

LAİK KÜRT KADIN GERİLLALARDAN CANLI KÜRT KADIN BOMBALARINA…



“LAİK KÜRT KADIN GERİLLALAR”DAN, “CANLI KÜRT KADIN BOMBA”LARINA…

“Hükümetin terörle ‘yıldırılamayacağı’nı ve bu yüzden de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü bir mücadele sistemi olarak programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir…

Sosyal-demokrasinin (komünist hareketin) işlevi, kendiliğinden hareketin üzerinde dolaşan bir ‘ruh’ olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi ‘kendi programı’ düzeyine yükseltmek değildir de nedir? Bu işlev, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda bile harekete hiçbir yarar sağlamaz ve en kötüsü hareket için son derece zararlı olur…

Ekonomistler ‘salt işçi hareketi’ önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler…

İnançlarını yitirmiş olanların, ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur…” ( Lenin-Ne Yapmalı)

“Laik Kürt kadın gerillalar” dan IŞİD’in canlı bombalarından farkı olmayan “canlı Kürt kadın bomba”larına gelmiş durumdayız; işte bırakalım devrimi, egemenler üzerinde en küçük bir sarsıcı etki bile bırakmayan bir “yenilik” daha; hepimize hayırlı olsun!

Ancak köksüz ya da köklerinden koparılmış bir “yenilik”, yenilik değildir; bu anlamda “felsefi” ya da düşünsel planda nasıl ki Öcalan’ın kelamları bir yenilik değilse ve kökleri ile de DNA uyuşması kalmamışsa, kısaca geçmişin en kötü, hatta gerici düşüncelerini “yeni” ve özgünmüş gibi ortaya atılıp akıllar bozulmaya, daha önemlisi Kürt halkını ve onun haklı mücadelesi devrimcisizleştirmeye, hatta gericileştirmeye yarayan eski örneklerinin bir acıklı güldürüsü ise “canlı Kürt bombaları”da bundan ayrı olmayan bir gerici, devrimcisiz, köklerinden koparılmış, bir milim bile ileride olmaması bir yana, eskinin daha da gerisine düşmüş bir yeni olmayan “yeni”dir!

Sözde PKK’den ya da KÖH’ten bağımsız gösterilen, Öcalan’a da “sadık olduğunun” altı çizilen TAK’tan söz ediyorum; yani Öcalan’a sadakati gereği, katliam yapan, onlarca insanı öldürüp halkı terörize eden ve bunun için canlı vücudunu bir silah olarak kullanan TAK militanından söz ediyorum!

TAK böylece Öcalan’a sadakatini icra etmiş oluyor öyle mi? Yani demek ki “ TAK militanı, canlı Kürt kadın bomba” bu ölümcül katliam eylemini Öcalan’a sadakatinden yapıyor öyle mi? Peki ya “Laik kadın gerillalar” kime sadık? Peki, Öcalan –KÖH kime sadık? Kürt halkına mı ya da komple ezilen bütün halklara mı, onların kendi kaderlerini tayin etme haklarına mı, ya da başka ifadeyle vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına mı sadıklar? Kime sadıklar?

Yoksa ipine tutundukları karanlığa mı, dinci-gerici faşist 12 Eylül rejimine mi, “yenidünyacı” emperyalizmin ipine mi sadıklar da, kendilerine sadakatle bağlı olmalarının gereği olarak canlı bomba olan ve bir katliam yapmak için kendilerini patlatan bu bombaları, elbette onlardan önce TAK’ı, terörizmin ipine tutunmaktan, üstelik terörizmi lanetlemelerine, en azından onaylamadıklarını ilan etmelerine rağmen, alıkoyamamışlardır.

Öyleyse bu vesileyle hatırlayalım: Kürtlere bin yıl sonra gelmiş bir dahi birey olarak sunulan Öcalan’ın eski kelamlarını hatırlayalım; 1990’ların başında Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamlarında, “…katliam planları düzenlemekle şahin olunmayacağı, bunun çare, çözüm olmadığı, kısaca çıkmaz olduğu ” ifade ediliyordu!

1990’ların başında, “…Said-i Nursi, Şeyh Said, değişik tarikatlar, Nakşibendîlik benzerleri var. …Bunların hepsi aynı İslami emperyalist ekollerin ajan temsilcileri durumundadır…” diyen; ” … İdris-i Bitlisi’nin Nakşî ve Yavuz’un ajanı olduğunu; Barzanilerin de Nakşî ve güçlü ajan durumunu ifade ettiğini…” ekleyen, hatta bu tarikatlara çok güçlü yardımlar olduğunu, bizzat devlet tarafından finanse edildiklerini; tarikatlar eliyle Kürt çocuklarının devşirildiklerini, devlete hizmet eder hale getirildiklerini...” ekleyen ve yatıp kalkıp devletin deccal olduğunu ve devletsiz bir kurtuluş reçetesi sunduğunu ilan eden Öcalan şimdi artık “demokratik” İslam açılımları yaparak, bütün sarıklılara ve tarikatlara alan açmaktadır; HDP’de de gericiliğin temsilcileri az değildir ve bazıları bizzat Öcalan tarafından önerilmişlerdir!

Tamam, anladık, egemen ideoloji ve politikaları Kemalizm olan ve bu ideoloji ve politikalarla yönetilen TC’den, yani devletten az çekmedi Kürt halkı, bu doğru; ama bunun karşılığı, ya da bundan kurtulmak için, gericiliğin ipine, karanlığına, hatta sopasına sarılmak, olmamalıdır!

Ayrıca, bir “kapitalist modernite” karşıtı “demokratik modernite” söylemi tutturarak, Kürt kurtuluşuna sözde anti-kapitalist bir renk vermeye çalışmak ama bunun karşılığında Kürt halkını da, Türkiye’nin işçi ve emekçilerini de, velhasıl laik Türk halkını da kapitalizmin de gerisinde olan bir ortaçağ karanlığına ki “yenidünya” düzeni peşinde koşan emperyalistlerin de tam istediği budur, teslim etmekten çekinmemek, bunu politika bilmek; işin rengini tümüyle değiştirmiş, Kürt hareketini hızla gericiliğin, yobazizmin hizmetine koşmuştur!
Başka ifadeyle ve yine Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamıyla, Kürt halkı ve kurtuluş mücadelesi, Türkiye’nin egemen sınıflarının, gerici-dinci faşist 12 Eylül rejiminin sarılmış olduğu ve disiplinini hızla artırdığı bin yıllık silahın ki bu silah, gene Öcalan’ın şimdi unuttuğu kelamıyla, faşist 12 Eylül rejiminin Kemalist ideolojinin yerine ikame ettiği din silahıdır, disiplininin hizmetine koşulmuştur!

Bunda “kurtuluş”un zerresi yoktur; varsa, bu kurtuluş, en başta “yenidünya”cı emperyalizmin ve işbirlikçisi rejimlerin ve de Kürt ağa ve beylerinin, aşiret reislerinin ve elbette emperyalist ve yerli tekellerle bin bir bağ içindeki daha çok zenginleşmek, bunun için Kürt emekçilerini daha çok sömürmek isteyen Kürt burjuvalarının kurtuluşudur; öyleyse, birazcık diyalektik düşünebiliyorsak, bu kurtuluşun, bu zenginleşmenin, Kürt halkına esaretin daha bir koyusunu, fakirliğin daha bir katmerlisini, deyim yerindeyse yoklukta eşitliği vereceğini ama kurtuluşu asla vermeyeceğini de anlayabiliriz!

Evet, Öcalan, o zamanlar, yani 1990’ların başında, “ortada bulunan ve devlet eliyle büyütüldüğüne” vurgu yaptığı “tarikatlara, İslam maskesi altında gözükara, yüzükara veya kendisi kara, kısaca ‘Karayüzler’ ,Türk şoven örgütleri demek gerekir” diyordu ve şimdi unuttuğu kelamlarına şu soruları soruyordu ve “meseleye böyle politik bakmak gerekir” ekliyordu:

“Nakşîcilerin, Süleymancıların, Nurcuların hepsinin para kaynağı bu rejim (yani 12 Eylül rejimi) ve karanlık güçler değil mi? Türkse Türkler, Arapsa Araplar, Farssa İran veya solcu ise bilmem hangi güçler, bu parayı niçin veriyorlar? Çok mu adaletten yanalar? Orta yerde işkenceler var, bir ülkenin harabeye çevrilmesi var. Niye bu halka yardım yok da, ulusal inkârcılara (nihilistlere), milli gelişmenin hainlerine bu kadar para var?”

İşte şimdi gelip gelip bir karanlığın içine girmekte beis görmeyen Kürtlerin, bu karanlıkla katolik nikâhı kıymalarının sonucu olarak Karayüzleri de, üstelik bir devrimci renk vermeye çalışılarak, tarih sahnesine çıkmış bulunmaktadır!

Karayüzler, ilk olarak Ekim 1905’te,toplumun en gerici unsurlarından, burjuvalar, çiftlik sahipleri, bürokrasi ve küçük-burjuvazi ile aynı zamanda lümpen proletarya arasından örgütlenmiş, devrime karşı mücadele görevini üstlenen “Rus Halk Birliği” adındaki bir örgütün yaratıkları olarak tarih sahnesine çıkmış gibi görünmekle birlikte, tarihte her devrimci yükseliş dönemlerinde, ya da devrimci yükselişe imkân verme ihtimali olan her tarihsel koşulda, bunu önlemeye, devrimcisizleştirmeye yönelik olarak karayüzlü yaratıklar tarih sahnesine çıkabilir; Rusya’da tarih sahnesine çıkan bu yaratıklar, Yahudi katliamlarını ve devrimcilerle liberallere karşı bireysel terörü temel yöntem haline getirmişlerdi; kara-yüzler sözcüğü koyu gerici unsurların adı olmuştu!

Biliyorum, bu benzetme çok ağırdır ama bizde hoş deyimler vardır, “kızını dövmeyen dizini döver” gibi, “su testisi suyolunda kırılır gibi”, “ne ekersen onu biçersin gibi” … İşte ben de dün Öcalan’ın hatırlattığı şimdi ise unuttuğu bu karayüzlü yaratıkları hatırlatarak, Kürtlerin tutturdukları yolun yol olmadığını, tez bu yoldan dönüp devrimci bir yol tutturmazlarsa, varacakları yerin karayüzlü yaratıkların vardığı yer olacağını; misyonlarının yükselme ihtimali yüksek olan Türkiye’nin gericiliğe karşı, ilerici-laik bir renk taşıyan, ortaçağ karanlığına karşı cumhuriyeti koyan, kapitalizme ve emperyalizme karşı sosyalizmi koyan devriminin bastırılması yönünde olacağını; örnek olsun Narodniklerin, hatta Dekabristlerin vardığı yerde bile olmayacaklarını hatırlatıyorum!

Yani karanlığın, gericiliğin, yobazizmin ipine tutunan Kürtleri, katsayısı yüksek şiddette eleştirilerimizle “dövmezsek”, iyiden iyiye palazlanan, bin yıllık silahın şiddetini bütünüyle egemen kılan karanlığın, yobazizmin sillesiyle dövecek dizimizin de kalmayacağını; Kürtlerin, tutturdukları bu karanlık yolda fena halde kırılacaklarını, yani devrimcisizleşmelerini tamamlayıp, karayüzlü yaratıklara döneceklerini; devrim ekerlerse devrim biçeceklerini; devrimcisizlik ekerlerse devrimcisizlik biçeceklerini hatırlatıyorum; yani bu karanlık yolda karayüzlere varmanın kolay olduğunu ve Kürtlerin bir “yenidünyacı” karayüzlü emperyalizmin karayüzlü muhipleri olmasını istemediğimizi, olurlarsa da karşısında olmaktan çekinmeyeceğimizi hatırlatıyorum!

Demek ki, Bolşevikler, bütün eleştirilerine rağmen Narodniklerde sağlam temeller ararken ama bu temellere yapışmayı amaç edinmezlerken çok haklıydılar. Amaçları, bu temellere yapışıp, bu temelleri, onları sağlam tutamayacak olan başka bir tarihsel koşula temel yapsa idiler, gittikleri yol eninde sonunda ya karayüzlerle çakışacaktı, ya da belki karayüzlerin tarih sahnesine çıkmasına gerek kalmayacaktı, yani bu misyonu onlar yüklenmiş olacaktı!

Sağlam temeller arıyorlardı, çünkü Narodnik hareket, Bolşevizmin değil ama Rusya’nın devrimci hareketinin kökleri idi; Bolşevikler, ancak bu köklerin sağlam temellerine basarak ve buradan, bir kopuş yaşayıp sıçrayarak daha yüksek bir devrimci temeli inşa edebilirlerdi ve onu yaptılar!

Peki, KÖH’ün, sorgusuz sualsiz, hiçbir eleştiri yöneltmeden yanında olmaya, daha doğrusu kendisine biat etmeye çağırdığı, yer yer çağrıya icabet etmezlerse metropollerin de Amed olacağı yollu tehdit de ettiği, Türkiye’nin işçi ve emekçileri, sol/sosyalist devrimci hareketi, ilericileri, laisizm yanlıları, yobazizm karşıtları, gelip gelip bir karanlığın içine girmekte beis görmeyen ve oradan çıkmamayı marifet sayan KÖH’de sağlam kalmış bir temel bulabilirler mi?

IŞİD ile savaşırken (Batı'nın gözünde bile) kahramanlıklar yaratan ve Batı’nın seçkin dergilerine kapak bile olan “laik Kürt kadın gerillalar”dan, şehrin göbeğinde, halkın yoğun olduğu caddelerde, kavşaklarda, semtlerde katliam yapan “canlı Kürt kadın bombaları”na geçen KÖH’ün yanında olabilecek, işçi, emekçi, solcu, devrimci, sosyalist, ilerici, laik bulunabilir mi?

Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları yanında olmak, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını desteklemek başka şeydir, bu gerekçe ile bile olsa, sokaklara, şehrin kalabalık yerlerine canlı bombalar gönderip patlatarak katliam yapan ve adı terörizmle anılan bir örgütün faşizme karşı birlikte mücadele çağrısına icabet etmek (ya da etmemek) başkadır; dolayısıyla kimse bu çağrıya icabet etmez!

1870’li-1880’li yıllarda etkinlik gösteren Narodnikler, temel iki sınıfın, köylüler ve pomesçiklerin olduğu Rusya’da çoğunlukla köylü kitlelerini ayağa kaldırma, Rusya’yı doğrudan sosyalizme götürecek olan bir köylü devrimine yöneltme amacıyla mücadele eden küçük-burjuva entelektüellerden oluşuyordu; 1879 yılında, kendisine “Toprak ve Özgürlük” diyen Rusya’nın ilk devrimci partisini kuran Narodnikler, 1890’lara gelindiğinde, kapitalizmin ve işçi hareketinin gelişimiyle hızla dağılarak, küçük-burjuvazinin temsilcileri durumuna geldiler ve sıklıkla barışçıl liberalizmi savunur oldular; gerçek bir halk devrimine inançlarını yitirdiler; giderek türlü gerici hevesleri olan küçük-burjuvazinin sözcüsü ve ideologu oldular. Daha doğrusu, Narodniklerin bir bölümü sosyalizme, bir bölümü burjuva liberalizmine geçti ve içlerinden bir bölümü de, eski Narodnizmle Marxizmin revizyonist tahrifatının bir karışımı olan küçük-burjuva/köylü Sosyal-Devrimciler Partisinde Narodnizmin küçük-burjuva geleneğini değişmiş biçimde sürdürdü.

S-D’lerin ise Ekim devriminde sağ kanadı karşı-devrim tarafına geçerken, sol kanadı Bolşeviklerle birlikte yürüdüler; daha sonra onların da bir bölümü, Sovyet iktidarı büyük köylülere ve kırsal burjuvaziye karşı harekete geçtiğinde, karşı devrim tarafına, Beyaz generallerin ve emperyalist müdahalenin tarafına geçerek açık karşı-devrimci bir örgüt oldular.

Yani 1870’lerin Narodnikleri duygularının tazeliği, tutkusu, hırsı, yürekliliği, devrime koşulsuz bağlılığıyla bilinirken, 1890’ların Narodnik hareketi yozlaşmanın bütün işaretlerini barındırıyordu.
Vera Zasuliç, Petersburg Valisi Trepov’u öldürmüştü, bireysel terördü. Rus Çarı II. Aleksandr’ı öldüren gurubun kurucuları olan Jelyabov ve Perovskaya gibi Narodnikler, devrime adanmış hayatlarını erkenden kaybetmiş olmasalardı, Rusya’da işçi kitlelerinin kabarışını görebilselerdi proleter devrimcilere dönmeleri mümkün olabilirdi.

Keza bir bireysel terör eylemi ile Petersburg Valisi Trepov’u öldüren Vera Zasuliç, Rusya’da ilk Marxist örgüt olan Emeğin Kurtuluşu'nun kuruluş çalışmalarına; daha sonra da RSDİP’e katılmıştır!

Mihailovsky ve Krivenko gibiler ise direkt olarak karşı-devrimci S.D’ lerin ideologu olmuşlardır!

1870’li yılların Narodnik hareketi, tartışmasız devrimci idi ve 1870’lerin sonlarına doğru serpilerek zirveye ulaşmıştır. Bu hareket, Rusya’nın devrim tarihine zafer dolu pek çok sayfa eklediler ve bireysel cesaretin unutulmayacak örneklerini gösterdiler. Ailelerini bırakıp, sınıfsal ayrıcalıklarını ellerinin tersiyle iterek, o dönemin deyişiyle “halka doğru” gitmeyi seçtiler ve kahramanlıklarını kanıtladılar; devrimciler bu gün de onların bu kahramanlıkları önünde saygı ile eğilmektedirler.

Onlardan önce tarih sahnesine çıkan 1825 yılının Aralık ayında monarşiye ve kölelik sistemine karşı ayaklanan devrimci Rus soylularını, Decabristler’i de unutamayız; bir önceki burjuva devrimciler kuşağı olan ve içinde Puşkin ve Lermantov gibi büyük Rus edebiyatçıları da bulunmuş olan Decabristler önünde de saygıyla eğilmekte geri duramayız. Bütün ayrıcalıklarından ayrılmışlar ve otokrasiye karşı mücadeleye girişmişlerdi. Onlar da Narodnikler gibi sosyalist bir programa sahip değillerdi; birer burjuva devrimcisi idiler.

Ancak devrimciler bu mirası da reddetmezler ve reddetmediler. Bir proletarya partisinin tarihsel ve nesnel olarak var olamayacağı bir zamanda halk için ölmekten çekinmeyen bu ilk devrimci kuşağın mirasını devrimciler hiçbir zaman reddetmemişlerdir.

İlk Narodnik devrimciler Çaykovsky’nin çevresi olarak anılır ve 1869 yılında kurulmuştur; içlerinde, S.Perovskaya, M. Natanson, Volhovskoy, Çiçko, Kropotkin, Kravçinskiy de bulunuyordu ve hepsi de önemli adlardı.

Çaykovsky 1917 burjuva devriminden sonra Petrograd işçileri vekili sıfatıyla Sovyet yürütme kurulu üyesi oldu ve bu görevde Menşevikleri hatta SD’leri bile geride bırakacak bir gericilik içinde, sık sık aşırı sağa savruldu; hatta Lenin’i Alman ajanı olmakla suçlayan iftira kampanyasının kışkırtıcılarından biri oldu. Sonraları ise İngilizlerce Arhangelsk valisi olarak atandı, Kolçakla işbirliği yaparak bütün tarihini çöpe attı.

Perovska 1881 yılında öldü ve adı devrimci hareket tarihinin en görkemli yerine yazılmış durumdadır.

M.Natanson, Ekim Devriminden itibaren sol-sosyalist devrimci olarak, Zimmerwald’da grubunun Sovyet iktidarına karşı ayaklanma kışkırtıcılığından sonra Bolşeviklerin saflarında yer aldı, Çaykovsky’nin örgütüne üye olan diğerleri ya öldüler ya da anarşizmin teorisyeni Kropotkin ve Kravnçinskiy dışında, S-D partisine katıldılar.

Evet, devrimciler, sosyalistler, büyük oranda bir devrimci topluluk olan 1870lerin Narodniklerinin kahramanlıklarını hep yüksek tutacaklardır; ancak onların hatalarına düşmemek gerektiğini, onların “halk” üzerine muğlâk sözlerini yinelememek gerektiğini, sınıftan söz etmek gerektiğini, proletaryaya gitmek gerektiğini, sanayi proletaryasının insanlığı kurtaracak temel sınıf olduğunu unutmamak gerektiğini de söyleyeceklerdir; devrimciler, sosyalistler, onların güçlü oldukları yanlarını; onların halka adanmışlıklarını, fedakârlıklarını, cesaretlerini alıp, zayıflıklarını, ideolojik belirsizliklerini reddetmek gerektiğini hiçbir zaman unutmamışlardır.

Çarlığı devirip, burjuva devrimini gerçekleştirecek bir zafer söz konusu olduğu sürece Narodnikler ile S-D ne uğruna savaştıklarını, yaşamlarını ne uğruna tehlikeye attıklarını biliyorlardı. Enerjileri, nefesleri ve hevesleri vardı; saflarından önemli önderler çıkarmaları bundandır. Ama devrimlerini gerçekleşip, artık bir proleter devrimi zorlama zamanı geldiğinde, bütün bu güçlü yönleri, onların en zayıf noktaları haline geldi. Proleter devrimciler açısından, sıradan burjuva karşı-devrimcilerden çok daha tehlikeli olmaya başladılar.

Çünkü enerjilerini, yeteneklerini, komplo alışkanlıklarını, kitlelerle olan bağlarını işçi sınıfına, işçi sınıfının devrimine karşı kullandılar.
Çarlığa karşı savaş söz konusu olduğu sürece Bolşeviklerle pek çok kez cephe kurdular; ancak proleter devrim gelip çattığında, mücadele kitleleri fethetmeye başladığında işçi sınıfını etkileme hedefi ortaya çıktığında, Bolşeviklerle yolları ayrıldı; o zamandan sonra proletarya devrimcileriyle burjuva devrimcileri arasında, devrimin kaderi açısından son derece belirleyici bir savaş başladı ve sürdü.

Narodniklerle Marxistler arasında süren tartışma “halk” ve “sınıf” kavramları üzerinde döndü; Narodnikler Marxistlerle Rusya’nın kaderi için, her şeyden önce Rusya’da kapitalizmin muhtemel rolü üzerine anlaşmazlık yaşıyorlardı.

1870’lerde, hatta 1880’lerde,henüz Narodnikler örneğini izleyen insanlar, Rusya’nın diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kapitalizm aşamasından geçmeyeceğini kanıtlama peşindeydi. O sırada ülkede kapitalizmin ve büyük sanayinin çok zayıf olduğu gerçeğinden yola çıkarak, (kendini sosyalist olarak tanımlayan) bütün bir okul, Narodnikler, Rusya’nın gelişmesinin diğer ülkelerle aynı yolu izlemeyeceğini, küçük ve ilkel sanayiden sosyalizme geçilebileceğini göstermeye çalışıyorlardı.

Bu da aynı zamanda köylülükle ilişki gibi son derece önemli bir konuyu gündeme getiriyordu. Narodniklerin büyük bölümü, Rusya’daki kır topluluklarını, “mirleri”, komünizmin çekirdek hali olarak görüyor, fabrika aşamasından, büyük kent sanayii, servetin yoğunlaşması ve bir proleter sınıfın oluşması evresinden geçmeksizin doğrudan, hiçbir geçiş dönemi yaşamadan, onlara göre kır komünlerinde temsilini bulan komünist hücrelere dayanan bir sosyalist örgütlenmeye geçebilirdi.

İşçilere gelince; Narodniklerin devrimci olanları, işçilerin de kapitalizme karşı mücadelede belli bir yararı olabileceğini düşünüyordu. İşin doğrusu, işçilerin devrimci propagandaya nüfusun geri kalanından çok daha yatkın olduğunu zaman geçtikçe onlar da fark edip çevrelerine işçileri doldurmaya başladılar. Gene de taktiklerini dayandırdıkları temel güç,”halk” olarak adlandırdıkları köylülüktü.

Rusya’da koşullar değiştikçe Narodniklerin hatası daha da net görünmeye başladı. Fabrikaların, imalathanelerin sayısı artıyor, kentlerde işçilerin oranı yükseliyor, dağılma sürecinde bulundukları giderek daha da görünür olan kır topluluklarının, mir’in sosyalizmle ya da komünizmle hiçbir ilişkisi olmadığı ortaya çıkıyordu. Özetle, Rusya’daki ekonomik gelişme Narodnikleri yanlışlıyordu ve Marxistlerin onlara bu kadar hızla üstün gelmelerinin nedeni buydu.

Lenin’in ifadesiyle, Narodnik teorisyenler, Meta ekonomisinin ve kapitalist ekonominin bütün gelişme sürecinin temeli olan toplumsal işbölümünü yadsıyorlardı; bu sürecin, yapay tedbirlerin bir sonucu olduğunu; “izlenen yoldan sapmanın sonucu” olduğunu; Rusya’da toplumsal işbölümünün halkın yaşamının derinliklerinden fışkırmadığını, onun içine dışardan girmeye çabaladığını” iddia ediyorlardı!

Rusya’da hiç toplumsal işbölümü olmadığına dair kesin iddia, hiçbir kesin veriye dayanmadan ve genellikle bilinen gerçeklerin tersine ileri sürülüyordu; Rusya’da “kapitalizmin yapay niteliğine” ilişkin Narodnik teori, ancak, bütün meta ekonomisinin esas temeli olan şeyi, yani toplumsal işbölümünü yadsıyarak, ya da onu “yapay” ilan ederek kurulabilirdi, Narodnikler de bunu yaptı; böylece, bir takım teorik varsayımlara dayanarak Rus kapitalizminin dayanaksız olduğunu, ölü doğduğunu tanıtlanmış saydılar; Örneğin artı-değerin bir dış pazar olmadan gerçekleştirilmesinin olanaksızlığını ön varsaymışlardır; bu ise, Rusya’da hem iç pazarın, hem de dış pazarın “olanaksız” olduğu varsayımına çıkmaktadır.

Oysa Marx, kapitalist üretimde, genel olarak ürünün ve özel olarak da artı-değerin gerçekleştirilme sürecini her yönüyle açıklamış ve dış pazarı bu gerçekleştirme sorununa karıştırmanın tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuştu.

Meta ekonomisi, yani kapitalist ekonomi ortaya çıkınca, iç pazar da ortaya çıkar; iç pazar bu meta ekonomisinin gelişmesiyle yaratılır ve toplumsal işbölümünün yayılma derecesi, onun gelişme düzeyini belirler; iç pazar, meta üretiminin, ürünlerden iş-gücüne uzanmasıyla yayılır ve ancak iş-gücünün meta haline dönüşmesiyle orantılı olarak, kapitalizm tüm ülke ekonomisini kucaklar ki bu ekonomi, esas olarak kapitalist toplumda gitgide daha önemli bir yer tutan üretim araçları sayesinde gelişir.

Kapitalizm için “iç Pazar”,toplumsal iş bölümünü derinleştiren ve doğrudan üreticileri, kapitalist ya da işçiye dönüştüren, gelişen kapitalizmin kendisi tarafından yaratılır; iç pazarın gelişme derecesi, ülkedeki kapitalizmin gelişme derecesidir.

Kapitalizmin gelişme derecesinden ayrı olarak, iç pazarın sınırları sorununu ortaya atmak yanlıştır ki Narodnikler tam da bu yanlışı yapmışlardır.

Kapitalizm öncesi düzenin hatalı bir idealleştirilmesi, ister istemez kapitalizmin nasıl geliştiği konusunda hatalı sunumlara yol açmakta ve köy topluluğunu sağlamlaştırma ve geliştirme talepleri ile bağlı “küçük köylülüğe yardım etme” yolunda çabalar ortaya çıkmaktaydı; oysa köy topluluğunun sağlamlaştırılmasını ve geliştirilmesini isteyen Batı Avrupalı tarımcıların asla sosyalist olmadıkları, tam tersine işçileri, küçük toprak parçalarıyla bağımlı kılmak isteyen büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil eden insanlar oldukları besbelliydi; bunlar bütün Avrupa ülkelerinde, tarım işçilerine toprak vererek onları kendilerine bağımlı kılmak isteğiyle, buna uygun tedbirlere, yasal etkinlik kazandırmaya çalışmaktaydılar.

Narodniklerin yaptığı da bu idi ve özellikle Lenin ve o sıralar henüz oportünizmin ipini tutmamış olan Kautsky de, örnek olsun, kapitalist sömürünün en kötü biçimi olarak kabul edilen el sanatı sanayiini getirerek küçük köylülüğe yardım etme yolundaki çabalarla “en kararlı biçimde savaşmak gerektiğine” işaret ediyordu.

1870’lerin Narodnik devrimcileri zamanın devrimci hareketi için önemli kazanımlar olarak görülebilecek bir dizi örgütlenmeler yaratmışlardı; bunlar özellikle Toprak ve Hürriyet ile Naodnaya Volya( Halkın İradesi) hareketi örgütleriydi. Bunların bağrından yürekliliklerini, kahramanlıklarını kanıtlayan, proleter devrimci olmasalar da devrimci-demokrat bir gücü temsil eden bir militan takımyıldızı çıkmıştı!

Ancak, Narodniklerin ikinci kuşağı, öncekinden oldukça farklı nitelikteydi ve 1890’lara gelindiğinde çoğunlukla açıkça gerici rol oynamaya başladı.

Önde gelen bir Narodnik olan Kablitz-Yazov, küçük mülk sahibinin, her şeyden önce de köylünün, “ekonomik bağımsızlığı” sayesinde en yüksek yurttaş kategorisini oluşturduğunu büyük ciddiyetle kanıtlamaya çalışmıştı. Bu saygıdeğer Narodnikler, tefecilik ve borç köleliği ile ezilen küçük köylünün durumunu “ekonomik bağımsızlık” olarak tanımlıyorlardı!

Böyle bir ideoloji kuşkusuz gericidir. Dünyanın hiçbir yerinde küçük mülk sahibi ekonomik olarak bağımsız değildi; hemen her yerde büyük mülk sahiplerinin ve hükümetin boyunduruğu altındaydı. Aynı biçimde, Krivenko ile taraftarları da işçilere gitmek isteyenlerin, işçilerin mülksüz, hiçbir çıkar ilişkisiyle bağlı olmayan, dolayısıyla devrimci, yeni bir sınıf oluşturduğunu fark etmeye başlamış kimselerin tersine, devrimci düşüncelerini gemlediler.

Böylece, Narodnikler ile Marxistler arasındaki görüş ayrılığı, Rusya’da proletaryanın oluşup oluşmayacağı ve oluşacaksa devrimdeki rolünün ne olacağı temel noktasında düğümlenmişti.

Dahası, Krivenko’nunkiyle aynı türden akıl yürütmelerde bulunanlar yalnızca sağcı Narodnikler değildi; Marxistlerle tartışmalarında, Rusya’da geç dönem popülizm hareketinin en etkili ideologlarından sayılan N. Mihailovskiy gibi etkili bir yazar göğsünü gere gere şunu söyleyebilmiştir; ” Rusya’da Batı Avrupa’daki gibi bir işçi hareketi olamaz, çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, burada bir işçi sınıfı yoktur; işçi hâlâ köylüyle bağlantılıdır ve her zaman köyüne dönebilir; toprak sahibidir ve bu nedenle işsiz kalma korkusu yoktur.”

Mihailovskiy, “Rusya’nın Zenginliği” grubunun başıydı; daha doğrusu bu adla yayınlanan derginin genel yayın yönetmeniydi. Korolenko da bu gurubun içindeydi; yapıtlarını okuyanların gözünde çok saygın bir yere sahip olması nedeniyle onun bir devrimci olmadığına, Narodniklerin burjuva liberal kolunun bir üyesi olduğuna inanmak güçtü. Bir sanatçı olarak Korolenko tartışmasız, o günün en büyük adlarından biriydi ve yapıtları uzun süre etkisini sürdürdü. Ama siyasal bakımdan yalnızca bir liberaldi. Savaşın başında emperyalist katliamı haklı çıkarmak üzere bir broşür kaleme almıştı!

“Rusya’nın Zenginliği” grubun içinde, Milyukov’un Kadetlerin yayın organı Ryeç’te işbirliği imkânını ortaya atması üzerine ateşli bir tartışma patlak verdiğinde, Korolenko büyük bir hevesle bu işbirliğinin gerekliliğini kanıtlamaya çabalamış, yoldaşlarının çoğunluğunun kararına uymayı reddetmiş ve söz konusu dergide liberallerle dayanışmayı onaylayan çalışmalarını sürdürmüştür.
Bu nedenle Narodnik hareketin son derece karmaşık olduğunu ve liberalizmden anarşizme kadar pek çok eğilimi barındırdığını unutmamak gerekir. Bazı anarşizan Narodnikler siyasal savaşıma karşı olduklarını söylüyorlardı. Ama toplamda bu hareket temelde iki koldan oluşuyordu; biri devrimci, diğeri oportünist ve liberal. Ama devrimci olan kol da ne proleterdi ne de komünist; yalnızca otokrasinin devrilmesini istiyordu.

Terörizm sorunu da Narodnikler ile Marxistler arasındaki tartışmada önemli bir yer tutuyordu. 1875 yılında Narodniklerin devrimci kanadı, bir devrimi ateşlemek ve kurtuluş vaktini yaklaştırmak için teröre başvurmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna varmışlardı. Marxistler ise başta son derece çekingen olmakla birlikte, bir işçi partisinin kurulmasından itibaren ortadan kalkarak, terörizmi kınadılar. Narodnikler, daha sonra S.D.ler gibi, Marxistlerin bu saldırılara devrimci olmadıkları için, kan dökülmesinden korktukları ya da cesaretten yoksun oldukları için mesafeli olduklarını halka inandırmaya çalıştılar.

Gerçek şu ki, Rusya’da Marxistler, ilkesel olarak hiçbir zaman devrimci teröre karşı olmadılar. Plehanov defalarca, her infazın cinayet olmadığını, caniyi öldürmenin suç sayılmayabileceğini söylemiştir. Puşkin’in çarlara karşı yazdığı dizeleri (Aşağılık otokrat,/ Sana ve ırkına nefret duyuyorum;/ Senin ve tohumlarının yok oluşunu/Gaddar bir keyifle izleyeceğim) sık sık alıntılanmıştır.

Marxistler şiddetten yana olduklarını ve bunu devrimci bir etken olarak gördüklerini vurgularlar; çünkü bazı şeyler yalnızca ateş ve barutla yok edilebilir. Ama burada söz ettikleri kolektif şiddettir.

Şu ya da bu bakanın öldürülmesi ve hele orta yerde patlatılan bir bomba ile halktan insanların da öldürülmesi Marxistlere göre hiçbir şekilde devrime hizmet etmez; kitleler içinde çalışmalı, milyonlarca insan örgütlemeli ve işçi sınıfını aydınlatmalıdır; tayin edici zaman, ancak bu görev tamamlandığında gelip çatabilir. Dolayısıyla Marxistler devrimci şiddeti bireylere karşı değil, bir bütünlüğe karşı kullanırlar; bir ayaklanmanın konusudur; ama Rusya’da 1905 burjuva devriminde ilk kez denenen ve 1917 devriminde zafere ulaştıran tam da bu olmuştur ama o günlerde “terör” meselesi ortalığı bulandırmış ve Narodnikleri, en azından bir bölümünü, Marxistlerden daha devrimci gösteriyordu; şu iki tutum, bakan öldürmek ile işçilerle onlara siyasetin alfabesini öğretmek üzere bir araya gelmek karşı karşıya idi.

Bilindiği gibi, Lenin’in o yıllarda idolü olan ağabeyi Aleksandr da Narodniklerin etkin bir üyesi idi ve şiddeti temel politik araç sayıyordu; 1887 yılında, Çar’a suikast gerekçesiyle asıldığında, Lenin “bunu ödeteceğiz” diyordu!

Narodnikler, “bir bakan öldürmenin devrimci olduğu, öbürünün ise yalnızca “profesörlük” olduğu açık değil mi ?” diyorlardı.

Sıra silahlı ayaklanma sorununa geldiğinde ise, “ayaklanma” lafını bile 2.Enternasyonalin oportünist liderleri ağzına almak istemiyor, Engels’in saldırgan burjuva ordularının doğuşuna, büyük kentlerde, barikat savaşlarını imkânsız kılan büyük ana caddelerin yapılmasına; bundan böyle bu koşullar altında silahlı ayaklanmanın son derece güç olduğuna dikkat çektiği önsözüne gönderme yaparak, bunu anarşizm olarak değerlendiriyorlardı ve silahlı ayaklanmanın imkânsızlığını Engels’in de doğruladığını iddia ediyorlardı; oysa Rusya’da koşullar Batı Avrupa’dakinden bütünüyle farklı idi; üstelik Batı Avrupa’da da emperyalist savaşlar askerlerin ruh halini baştan aşağı değiştirmişti. Ayrıca şu da açıktı ki, Engels’in o sözü Alman sosyal demokrasisinin oportünist liderlerince, kendi amaçlarına göre oldukça çarpıtılmıştı.

Buna karşın, üçüncü kongreden Bolşevik taktiklerin temellerini sağlamlaştıran programında silahlı ayaklanmanın genel greve bütünleşik olarak başvurulmasını önerdi; kongrenin kararları bütün dünya devrimci partileri tarafından devrime giden yolda işçi kitleleriyle bağ kurmak isteyen devrimci Marxist düşüncenin izleyebileceği çarpıcı bir örnek olarak değerlendirildi.

Menşevikler ise, bunun karşısına “devrimci özerk yönetim” fikrini koydu; Bolşeviklerin boykot edilmesini önerdikleri Buligin Duma’sından “yararlanmayı” gündeme getirdiler ve işçilerin silahlanması gereğini anarşizm ve darbecilik olarak kötülemeye başladılar; “işçilere silah vermek yerine” diyorlardı, onlara önce “silahlanmanın gereğini aşılamakla” işe başlanmalıdır. Bolşevikler ise, “siz Rus işçilerini çocuk sanıyorsunuz, onlar silahlanmanın gereğini, buna gereksinmeleri olduğunu, onlara Çar ve burjuvaziye karşı yürümek için tüfek gerektiğini pekâlâ anlıyorlar” diyorlardı.

Sonuçta büyük bir tarihsel öneme sahip olan Moskova Ayaklanması’nda işçiler kana bulanmıştı; pusudaki Menşevikler, en başta Plehanov, hemen “ayaklanmanın yanlışlığını” kanıtlamaya giriştiler; ”silaha sarılmamak gerekirdi” dediler; oysa Marx, önce Paris işçilerini ayaklanmaktan alıkoymaya çalıştığı halde, 1871 yılında Komünarların bastırılmasından sonra “silaha sarılmama gerekirdi” dememiş, Komünarların anılarını yüceltmiş, cellâtlarını yerin dibine batırmıştı.

Lenin ve Bolşevikler de Menşevikler gibi yapmadılar; çarpışanların kahramanlıklarına duydukları hayranlığı dile getirmeleri bir yana, bu savaşı en ufak ayrıntılarına kadar incelemeyi öne çıkardılar; öyle yenilgiler vardır ki, bazı zaferlerden daha değerlidir; öncü işçilerin bu ilk ayaklanmasında, işçiler ne istediklerini biliyorlardı, Gapon’un peşinden yürümüyorlardı.

Moskova Ayaklanması başarısızlıkla sonuçlanmıştı; bu başarısızlığın nedenleri bir yana, Rusya’nın proletaryası, son derece önemli derslerle yüklü bu yenilginin açtığı yoldan ilerleyerek zafere yürüdüler; yürüyüşlerinin 10 yıl gibi kısa bir süre sonunda Ekim devrimi ile taçlandığını hepimiz biliyoruz.

Bu taçlandırmada ise, 1905 Devriminin sonuçlarının doğru okunmasının payı büyüktü; yenilgi ile sonuçlanan 1905 devriminin sonunda her şeyden önce sınıf güçleri saflaşmış, 1905’e kadar az çok kayda değer bir muhalefet rolü oynayan ve kimi zaman işçi sınıfı ile ittifak yolları arayan ama işçi hareketi sınıf niteliğini öne çıkarmaya başlamasıyla birlikte proletaryaya çabucak sırtını dönen burjuvazi kesin olarak karşı-devrimci olmuştu.

Bununla birlikte, köylülük uzun süren uykusundan önemli oranda uyanmıştı; kırsal kitlelerde hatırı sayılır bir bilinç yükselmesi olmuştu; burjuvazi gericiliğin saflarına kayarken, köylülük sola kayıyordu.

Bütün bunları doğru okuyan Bolşevikler, 1905 Devriminin sonuçlarından ders çıkardılar ve “devrimin sona ermediğini”, ”devrimin dayattığı sorunların henüz kesin bir çözüme kavuşmadığını, er ya da geç yeni bir devrimci dalganın ortaya çıkacağını” ileri sürüyorlardı; “köylülük” diyorlardı, “hâlâ toprağından yoksun”, ”işçilerin talepleri karşılanmış değil” … 1905 yılında olanlar yalnızca öncü savaşlardı; asıl çarpışma daha gerçekleşmemişti.

Menşevikler ise, 1849’da Avrupa’da olduğu gibi, en önemli mücadelenin kapandığını, devrimin düşüşe geçtiğini savlıyorlardı; buna göre, Çar’ın yerli yerinde olduğunu ve artık ellerinde bir anayasal monarşi olduğunu, bu gerçekliğe kendilerini uyarlamaları gerektiğini savunuyorlardı, yani devrimin bittiği, artık kavganın sona erdiği sonucuna varmışlardı; dolayısıyla Rusya’nın sakin bir döneme gireceğini hesaplıyorlardı. Partinin yer altı etkinliklerini bırakıp, yasal hale gelmesi, hatta programını kırparak yeni yaşam koşullarına uyum sağlaması, monarşi ve burjuva partileriyle normal ilişkiler kurması gerektiğini savlıyor ve “ne pahasına olursa olsun yasal bir parti kuralım” diyorlardı; Menşeviklerce “ütopist” ilan edilen Bolşevikler ise Menşeviklerin bu tutumlarını “yasallıkta sürünmek” biçiminde niteleyerek alay etmişlerdi.

Velhasıl devrim, on yıl sonra 1917 yılının gene bir şubat ayında patlamış ve çok kısa bir zaman diliminde kitlelerle devrimci proletaryayı buluşturarak Ekim Devrimi’ne yükselmiş; oradan da bütün Sovyetleri iktidara taşımıştı.

Bu süreçte Blankistlikle suçlanmış olan Lenin, Paris Komünü’ne değinerek, orada Blankizme yer olmadığının Marx ve Engels tarafından ayrıntılı olarak kanıtlandığına işaret ederek, çoğunluğun doğrudan, dolaysız, mutlak egemenliğinin ve kitlelerin aktivitesinin ancak, bizzat çoğunluk bilinçli ortaya çıktığı ölçüde güvencede olduğunu hatırlatmıştır.

“Düşünmek ve öğrenmek isteyen biri, Blanquizmin iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi olduğunu görmezden gelemez” diyen Lenin, “İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin, kesin olarak, halkın çoğunluğunun doğrudan ve dolaysız örgütlenmesi olduğunu” ve “Bu Sovyetler içinde nüfuz uğruna mücadele etmeyi hedefleyen çalışmanın, Blanquizmin batağına asla götüremeyeceğini” vurgulamıştır.

KAYNAKÇA:

Lenin,Seçme Eserler,Cilt,1-2-3
Lenin,Ne Yapmalı
Lenin,Nisan Tezleri
Lenin,Rusya'da kapitalizmin gelişmesi
Zinovyev,RKP Tarihi
Yalçın Küçük,Kürt Bahçesinde Sözleşi- http://www.academia.edu/7774053/Yal%...3%B6zle%C5%9Fi

Fikret Uzun

30-Mart-2016