29 Şubat 2016 Pazartesi

KÜRT MESELESİNDE TÜM KAFASI KARIŞIK OLANLARA AÇIK OLMAK ÜZERE LASALLE1 MAHLASLI FORUM ÜYESİNE SAMİMİ BİR MEKTUP

KÜRT MESELESİNDE TÜM KAFASI KARIŞIK OLANLARA AÇIK OLMAK ÜZERE LASALLE1 MAHLASLI FORUM ÜYESİNE SAMİMİ BİR MEKTUP

Lasalle1 kardeşim, “Benim kafamın karışık olduğu doğru bir tespittir. Buna itiraz etmem kafamı karıştıran en önemli şey kürd sorunudur bu işin içinde emperyalistler var ancak leninin ukkthsi de var ikisi çakışıyor ve benim kafamı karıştırıyor.” demişsin!

Demek ki, tespitimdeki birinci ihtimali kabul etmeyi tercih etmişsin; yani demek ki, “kafanın karışık olduğunu” kabul ederek,“tartışmacılık oyunu oynayan elmanın bir parçası olmadığını” düşünmemizi istiyorsun!

Dediğim gibi, baktığım yerden farklı görünse de, bunu senden daha iyi kimse bilemez ve sen şimdi bize bunun örneğini verdin ama henüz kuşkularımızı dağıtmadın; yani kafanın karışık olduğu yönündeki çıkarsamayı hiç tereddüt etmeden kabul ederek, “tartışmacılık oyunu oynayan elmanın bir parçası olduğunu“ gözlerden ve akıllardan uzaklaştırmak istemiş olabilirsin!

Göreceğiz!

Diğer yandan, “PKK ile TAK aynıdır” demişsin ama muhtemel senin de gönüldaşlığın olduğu, bir TKP artığı olan ve ” illegal” takılan bir “k”p’ nin muhipliği ile HDP muhipliğini aynı kareye sığdıran AKSEYMEN abin, ”Değildir… İçinde eski PKK lı (buradaki yazım şekli vurgunun “pekaka” yönünde olduğunu ve “Pekeke” lilerin buna fena halde bozulduğunu da atlama sakın) unsurlar vardır ama ideolojik olarak ve eylemsellik açıdan çok farklıdır.” Diyerek ve daha sonra dedikleriyle de seni pek çabuk “aydınlatmakla” beğenilerini bile almıştır!

Evet, AKSEYMEN abinin bir sözü ile “TAK ile PKK nin birbirinden bağımsız olmadığı” yönündeki kendi iddianın doğru olmadığına, hem de iddianı doğrulayıcı yönde bizzat PKK’nin yetkilileri tarafından beyanatlar verilmiş olmasına karşın, pek çabuk ikna olmuşsun; Ürüncülerle ilgili sorularına verdiği cevaplara da pek çabuk ikna olmuşsun, Tak konusundaki netleştirici sorulara ya da bu sorulara kapı açan açıklamalara ise bigâne kalmışsın!

Hele, AKSEYMEN abine, “Ürün dergisi ve çevresinin tkp ismini alabilmesi doğal değil mi tkp 1920 gerçek tkp değil mi yani?” diye sorman ve AKSEYMEN abinin, el cevap, “Çok tartışmalı bir konu... Forumda defalarca tartışıldı...TKP isminin sosyal getirisi çok olduğundan, sahiplenenler de fazla...Önemli olan ismin değil, kadroların nerde olduğudur…” diyerek “Takip etmek istersen…TKP.online org var…Politika gazetesi var…” diye adres göstermesi üzerine hemen aydınlanman ve “beğendi” çakman oldukça ilginç ve komik, bir o kadar da zihin açıcı!

Bana hatırlatırsan, AKSEYMEN’lerin muhibbi olduğu bu adres gösterdiği “komünist parti” yi ve Politika “gazetesi"ni ve Aydın Enginleri, Oya Baydarları, anlatırım!

Elbette Ürüncü T”K”P yi de, H”T”KP’yi de SİP-T”K” P’yi de diğerlerini de anlatırım; fakat mesele bu değil, mesele KÖH muhiplerinin köylü kurnazlıklarıdır; ABD emperyalizminin ve dinci-gerici, osmanik- islamik faşist 12 Eylül rejiminin politikaları ile senkronize hareket ettikleri gerçeğinin, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları doğrultusundaki UKKTH düsturundan çoktan vazgeçtikleri gerçeğinin, Marxizm-Leninizmi “aşıyorumculuk” oyunu ile, Marxizm-Leninizmden çoktan uzaklaştıkları ve Kürt hareketini de, Kürt halkını da devrimcisizleştirmek için ellerinden geleni yaptıkları gerçeğinin, Kürt hareketinin içindeki devrimci damarlara yönelik saldırılara, tertiplere, sinsiliklere göz yumdukları gerçeğinin ve elbette tüm bu sinsi çabalara karşın, pişkinlikle kendilerini devrimci, hatta en sosyalist göstermek için, türlü çeşit köylü kurnazlığı yaptıkları gerçeğinin üzerini örtmek için sürdürdükleri köylü kurnazlıklarıdır!

Velhasıl mesele, KÖH’ün, Öcalan’ın, HDP’nin ve tümümün tüm muhiplerinin ABD emperyalizminin bu bölgede bin yıl sürmesini planladığı bir pax-Amerikana borazanını öttürmeyi garantilemek için uyguladığı politikalarla senkronize hareket etmekte, bu borazanın sesinin Kürt tonunda olması karşılığında, beis görmedikleri gerçeğinin üzerini örtmek için sürdürdükleri köylü kurnazlıklarıdır!

Yani her şeyin, devrimci renkleri budanmış, hatta önemli oranda gericileştirilmiş, dincileştirilmiş, ABD emperyalizmi ve “yeni” 12 Eylül rejimi karşısında itaatkâr bir Kürt hareketi yaratmak için olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için sürdürülen köylü kurnazlıklarıdır!

Yoksa onlar için Ürüncü T”K”P’nin de, H”T”KP’nin de SİP-T”K” P’nin de ve hatta “İP” in de komünist olmamaları veya reformist olmaları, hatta devletin ipini tutuyor olmaları da dert değildir; tek dertleri, çatılarının altına girmeyerek, koyu bir karanlıkla örtünmeye mahkûm olan KÖH’ün, daha fazla devrimci renk çalmasına engel olmalarıdır!

Keza İP’in ve daha çok da Perinçek’in öteden beri ve hâlâ istedikleri tam da budur! Yani hem devrimci görünüp, hem de bütün devrimci damarları kurutulmuş ve 12 Eylül rejiminin bölge nezdinde emperyal emellerinin gerçekleşmesine yardım edecek bir KÖH'e itirazı yoktur!

Yani “kafası karışık” kardeşim, bu açıklamalara ve sorulara bigâne kalıp, AKSEYMEN abi’ nin “aydınlatıcı” ama bir o kadar da senin iddianı çürütmek için herhangi bir maddi kanıt koymadan olumsuzlayan açıklamalarına tereddütsüz biat etmiş olmakla, “kafası karışık olduğun“ dan çok, “bir tartışmacılık oyunu oynayan elmanın parçası” olma yönünde hızla ilerlemeye çalıştığını düşündürtüyorsun; ama gene de ve hâlâ, bunu en iyi sen bilirsin!

Bununla birlikte, kafanın karışıklığının kaynağında Kürt sorunu olduğunu ve bu işin içinde emperyalistlerin olduğunu ve buna karşın Lenin’in UKKTH ilkesi olduğunu bu ikisinin “çakıştığını” bunun da senin kafanı karıştırdığını söylemekle de daha çok “kafa karışıklığı” içinde olmanın resmini veriyorsun; dedim ya at izi ile it izinin karışık olduğu bir atmosferde buradaki farkı, maddi dayanaklarıyla kesinkes tespit etmek çok zor; ancak teorik olarak, o da gerçeğin yaklaşık ifadesi olan bir sonuca varılabilir; yani bunu en doğru olarak sen bilebilirsin!

Fakat bu vesile ile bir de düzeltme yapmamız gerekiyor; bu ikisi, yani işin içine emperyalizmin girmesi ve UKKTH, çakışmanın değil, çatışmanın ifadesidir!

UKKTH, işin içine emperyalizmin girmesini reddeder; çünkü emperyalizm, ezilen bir halkın vazgeçilmez tarihsel çıkarları çerçevesindeki bir KKTH’nın kesinkes karşısındadır ve düşmanıdır; bu yüzden işin içine emperyalizm girerse bu, UKKTH’nın selameti için değil, boğulması ya da emperyalizmin çıkarları çerçevesinde çözülmesi içindir!

Emperyalizm girdiği her yere sömürüsü ile birlikte, kan ve gözyaşı götürür ama hiçbir zaman ezilen halkların vazgeçilmez tarihsel çıkarları çerçevesindeki bir kurtuluşa kapı bile açmaz; doğası gereği açamaz; buradan hareketle emperyalizmle ittifak içinde UKKTH’nın kotarılmasının mümkün olmadığı sonucunu çıkarmak hiç de zor değildir ve tarihte hiçbir kurtuluş hareketi, emperyalizme karşı durmadan zafere erişememiştir!

Yani ulusal sorunun çözümü, kesinkes anti-emperyalist bir mücadele içinde verilen ulusal kurtuluş mücadelesi ile mümkündür.

En çarpıcı örnek Vietnam’dır ki, buraya da sırayla Japonlar, Fransızlar ve en sonu ABD emperyalizmi girmiş ve girerken Vietnam halkını “kalkındırmak” bahanesi ile tümüyle “barışçı” hatta “insancıl” niyetlerle girdiğini iddia ederek başlattığı “özel savaş” ile on binlerce Vietnamlıyı katletmekten geri durmamıştır, şimdi Kürtlerin hamisi rolünü oynayan “demokratik” Batı emperyalizminin pek “demokrat” vatandaşlarından ABD emperyalizmine “sana ne Vietnam halkının kalkınmasından, istemiyorlarsa bırak, zorla kalkındırmak için, insanları neden katlediyorsun? diye sormamıştır bile!

Aynısı Irak’ta da olmuştur; ABD emperyalizmi, kendi yetiştirmesi olan ve emperyalist emelleri için az hizmet etmeyen Saddam’ı bir köpek gibi öldürmekten ve yüz binlerce Iraklıyı katletmekten geri durmamıştır!

Hanginiz Irak’ta ABD emperyalizminin yürüttüğü özel savaşta katledilenleri görüp de lanet okudunuz?

Aksine ABD emperyalizminin paralı askerlerine alkış tuttunuz; ABD emperyalizmi kendi yetiştirdiği, kendi eliyle verdiği kimyasal silahlarla bir halkın üzerine sürdüğü Saddam diktatörünü asarken zevkten dört köşe oldunuz; neden? Çünkü Saddam’ın partisi Baas partisi idi!

Ya Libya’da Kaddafi’nin hunharca katledilmesi? Orada da ABD emperyalizminin özel savaşı devrededir; ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesi devrededir; Kaddafi katledilince Libya özgürleşti mi, demokrasiye mi kavuştu, yoksa ABD emperyalizmini mutlu eden bir ılımlı şeriatın pençesine mi düştü, hanginiz soruyorsunuz?

Kara sicilli ABD emperyalizmi, Vietnam’da ve Irak’ta ve dahi pek çok yerde katledemediklerinin hayatını cehenneme çevirmiştir ve Vietnamlı devrimciler, kurtuluş savaşçıları, Vietnam halkı ile bir bütün olarak, tün hainliklere ve ABD emperyalizmin insanlık dışı saldırılarına karşı hiçbir güç hesabı yapmadan, onu Vietnam’dan kovana kadar mücadele etmiştir!

Bir düşün bakalım, Vietnamlı devrimciler, ABD emperyalizminin gücünü arkalarına alıp, bir de ABD emperyalizminin işbirlikçisi Vietnam yönetimi ile bir “kurtuluş” pazarlığına girişseydi, zafere ulaşabilirler miydi?

Vietnam’ın ulusal kurtuluş savaşçıları, ABD emperyalizmine ve Vietnam’daki işbirlikçilerine karşı yürüttükleri savaşı şöyle anlatmışlardır:

“Bizim savaşımız ulusal kurtuluş ve ulusal savunma için, emperyalizmin haksız ve saldırgan savaşına karşı Vietnam halkının ve ulusun çıkarına devrimin hedeflerine varmak ve partinin siyasi çizgisini yerine getirmek için ve dünya devrimi uğruna verilmiş bir haklı savaştır.”

Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketi de çıkışında, Vietnam’ı örnek almıştır ama daha sonra bundan hızla uzaklaşmış, güç hesabı yapmaya başlamış ve üstelik dinci-gerici, osmanik-islamik bir renkle konuşlanmaya çalışan 12 Eylül faşizminin işini kolaylaştırarak, bu rejimin dayattığı karanlığın içine girmekte beis görmeyerek, uluslar arası sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin, velhasılı kelam ABD-AB emperyalizminin çıkarlarından başka bir şeye hizmet etmeyen “ çözüm” tiyatrosundan Kürtlere bir “kurtuluş” düşeceği yanılsamasını dayatmış ve doğallıkla da, elini güçlendirmek için, ya da güçlendireceğini zannettiği için, ABD emperyalizminin dostluğundan ya da gücünden sebeplenmeye çalışmıştır ve hâlâ da bu yoldan dönme işaretleri vermemektedir!

Öyleyse burada kafa karıştıracak bir durum yoktur; UKKTH, işin içine emperyalizmin girmesini değil, emperyalizme karşı olunmasını, yani anti-emperyalizmi var sayar!

Kafanı karıştırması gereken ise, birileri anti-emperyalizmi yüksek sesle konuştuğunda, başka birileri neden hemen anti-kapitalizm çağırmaktadırlar ve ilaveten bu anti-kapitalizm çığıranlar, gerçekte anti-kapitalizm içinde midirler? sorusudur; yoksa bu baylar, kapitalizmden u- dönüşü yaparak ortaçağa yönelen emperyalizmin politikalarıyla senkronize bir hareketin içinde oldukları için mi, anti-kapitalizm çığırarak, anti-emperyalizm ekseninden uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar? Sorusu olmalıdır!

Oysa sosyalistler, anti-emperyalist mücadele sınıfsal olmalıdır derken tam da anti-kapitalist mücadeleyi de içermesi gerektiğine işaret etmektedirler; ancak bunun için sınıf tabanının yüksek olması gerekmektedir!

Öyleyse, hem sınıf tabanı yüksek ve hem de ezen ulusun devrimci hareketi ile birlikte hareket ederek çözümler üreten bir anti-emperyalist mücadelenin başarı şansı daha yüksektir. Bu, ezen ulusun içindeki anti-emperyalist dinamikler ile birlikte hareket etmeyi de içermektedir.

Ulusal kurtuluş, iki ezilen ve sömürülen halkın kader birliğinde ve ortak düşmana karşı kendi anti-emperyalist renklerinde ama bu renklerin bütünleşik halinde mücadele etmelerindedir.

Bu nedenle nerede bir anti-emperyalist mücadele dinamiği var, hemen üzerine çullanılmakta, anti-kapitalizm lafları fırlatılmaktadır!

Öyleyse, hem sınıftan kaçıp, hem de boğazına kadar her şeyin çözümünü Kürt meselesine bağlayan KÖH muhiplerinin anti-kapitalizm lafları komik kaçmakta değil midir?

Diğer yandan kapitalizmin artık tekelci düzene açılmış ve yerleşmiş olduğu; tekelci düzeni ise henüz emperyalist olamamışsa bile, emperyalist senaryolara sahip ve illa ki emperyalizm ile entegrasyonunu tamamlamış ve burjuva unsurları tümüyle kendine bağlamış veya bağlayamadıklarını tümüyle karşı tarafa atmış olduğu günümüzde, tekelci düzenin sahibi olan ezen ulusun egemenlerini emperyalizmin içinde saymak, başka ifadeyle emperyalist saymak yerindedir ve bu, ezilen ulusun sömürülenleri açısından da, ezen ulusun sömürülenleri açısından da düşmanı netleştiren bir olgudur.

O halde anti-emperyalist mücadele olmazsa olmaz bir karakter taşımaktadır!

Ancak böyle dünya devrimine kapı açan bir bölge devriminin güçleri açığa çıkar ve sıralanarak, birbirine eklemlenebilir; bunun harcı da elbette ki halkların kardeşliğidir; bu, tarihin ilerleme çizgisinin üzerinde taşıdığı bir nesnellik olarak görünmektedir; ancak, sabah akşam, federasyon, federalizm, konfederalizm çığıran Kürtler, bu nesnelliğe gözlerini kapamaktadırlar!

İşte sınıfsal, yani sınıf tabanı yüksek, yani anti-kapitalizmi de beraberinde taşıyan bir anti-emperyalist mücadelenin ufku bu yönde olmalıdır ve meseleye sınıfsal bakanlar, anti-emperyalist mücadeleden söz ederken, bunu gözetirler ve “anti-kapitalist bir anti-emperyalist mücadele diyoruz haa!” diye vurgu yapmaya ihtiyaç duymazlar, sadece ve sadece bu ufka daha fazla odaklanırlar!

İşte bu yüzden, hızla akan tarihin taşıdığı bu nesnelliği gören ABD emperyalizmi, bu devrimin başını doğmadan ezmek için, bölgede kanayan bir yara olan ve çoğunlukla emperyalizmin çıkarları için kullanılmış olan ulusal sorunu, kendi emperyalist senaryoları çerçevesinde "çözmek" ve sorun yaşayan ve sorun yaratan ulusu, bağlı olduğu siyasi coğrafyalardan ayırarak, birbirine ve bir büyük devlet ile bağlamak ama aynı zamanda kendisine bağlamak istemektedir!
İşte bu yüzden de anti-emperyalist mücadele olmazsa olmaz bir karakterdedir!

Bence buradan başla ve şunu aklında tutarak başla; solcular, sosyalistler, komünistler ve elbette ulusal kurtuluş mücadelesi veren devrimci –demokratlar, dünya halklarını mahvetme konusunda kapkara bir sicili olan Amerikan emperyalizmine karşı olmaktan hiçbir koşulda uzak duramazlar ve Amerikan emperyalizminin de her zaman sola, sosyalistlere, komünistlere, işçi sınıfına, sosyalizme, Marxizm-Leninizm’e ve elbette ezilen ulusun kurtuluş mücadelesine, bu mücadele içindeki devrimci-demokratlara düşman olduğunu bilirler; bu yüzden, Amerikan emperyalizmine karşı olmak için güç hesabı yapmazlar; bu bir görev ve sorumluluktur; bunda güç hesabı yapılmaz!

Ve bilmeliyiz ki, ABD emperyalizminin bu bölge ile ilgili, başta Kürtler olmak üzere, bu bölgedeki halkların hiç de hayırlarına olmayan, tam tersine onların vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına ters, kendi çıkarlarına ise uygun bir “Kürdistan” politikası vardır; hem de uzun zamandır.

Ancak, Sovyet sosyalizminin çözülmesiyle, bu bölgenin tek yanlı olarak Amerikan emperyalizminin egemenliğine terk edilmesiyle birlikte, pek fütursuz hareket etmiş, “Kürdistan politikasını” bir an önce gerçekleştirmek için bütün imkânlarını seferber etmiştir!

Bütün hesabı, bu bölgede ve sonra bütün dünyada bin yıl sürecek pax-Amerikanayı tesis etmek olduğunu görmek için pek fazla zeki olmaya gerek yoktur!

Buna karşı çıkmaktan daha normal ne olabilir?

Amerikan emperyalizmine bu bölgede de karşı çıkmak, bizim de bir Kürt politikamız olması demektir; bizim Kürt politikamızı ise Marxist-Leninist UKKTH ilkesi şekillendirir ki bu politika kesinkes, hiçbir güç hesabı yapmadan Amerikan emperyalizmine karşı olmayı gerektirir; bu, Amerikan emperyalizmine karşı olup, diğerleri ile kanka olmak demek değildir; kapitalizme biat etmek hiç değildir; ya da bu bölgede ABD emperyalizminin politikalarına karşı çıkıp, Rusya’nın politikalarına biat etmek demek de değildir!

Amerikan emperyalizmine özellikle karşı olmamızı ise,antiemperyalist tutumumuzdaki ilkesellik belirlemektedir.

Amerikan emperyalizminin bu bölgedeki her türlü düşmanca hareketin içinde olmadığını kimse söyleyemez; bunu, “kendisine ve Kürt ulusal hareketine karşı her türlü düşmanca hareketin içinde Amerikan emperyalizminin parmağı olduğu” yollu Öcalan da söylüyordu; fakat şimdi, tıpkı Hakan Fidan’ın parmağını bu bölgede ya da başka herhangi bir yerde milyonda bir bile bulmadığını söylediği gibi, Kürt hareketinin devrimci damarlarına yönelik olarak ABD emperyalizminin de parmağını herhangi hiç bir düşmanlıkta bulmamaktadır; aramamaktadır da!

Buradan hareketle bizim, Rusya’nın ABD emperyalizminin politikaları ile değil, bizim politikalarımızla senkronize olmasına da itirazımız olmaz; ama Rusya ABD emperyalizmi ile aynı çizgiye girerse o zaman onun da karşısında oluruz; politikalarımızın düşmanı sayarız ve düşmanı da oluruz!

Ancak bu, solun, sosyalistlerin ilkesel olarak anti-emperyalist tutumundan bir kıl bile koparmaz!

Emperyalizm bu dünyadan def edilip, ait olduğu yere gömülmedikçe, ne katastrof finale güneş doğabilir, ne de ezilen sömürülen halklar ve sınıflar gün yüzü gösteren bir kurtuluşu görebilir!

Amerikan emperyalizminin “Kürdistan” politikası ise, bu bölgenin tüm halklarını, bir Kürt sorunu çerçevesinde ve tümüyle başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere diğer tüm emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına kölece boyun eğdirilmesine yöneliktir. Bu yüzden, Amerikan emperyalizminin “Kürdistan politikası”, bu bölgedeki bütün halkların ve devletlerin parça pinçik yapılarak akılsızlaştırılmasını, sürüleştirilmesini, silahsızlandırılmasını ve böylece anadan üryan bir savunmasızlık içinde Amerikan emperyalizmine kölece boyun eğdirilmesini şart koşmaktadır!

Dediğim gibi, işte bin yıl sürecek olan pax- Amerikana tam da budur!
Bu politika, artık beş yaşındaki çocukların zekâsının bile idrak edebileceği açıklıkta olan BOP’un-BİP’in ifadesidir!

Yani baş patronu ABD emperyalizmi olan; ya da ABD emperyalizmi ile bağlı devasa büyüklükteki ve aynı oranda acımasız olan, paradan, sermayeden başka hiçbir şeye tapınmayan küresel tekellerin hükümran olduğu emperyalist yenidünya düzeninin ilk atlama tahtası olan bir yıkım projesinin ifadesidir!

Ve bu projede, Küresel emperyalizmin çok fena halde sıkışmış olduğunun, duvara toslamış olduğunun, başka ifadeyle ilerleyecek bir genişlikten yoksun olduğunun, bu yüzden de geriye, kapitalizmin tarihinin gerisine yönelmekten başka çare göremediğinin, yani son derece korkutucu bir çaresizliğin işaretleri vardır; o halde, birileri anti-emperyalizmi yüksek sesle konuştuğunda, başka birilerinin anti-kapitalizm yollu seslerini yükseltmelerindeki kıymeti harbiyeyi burada aramak gerekmektedir!

Buraya derinlemesine bakınca, Kürtlerin kapitalizmden çıkmayı değil, kapitalizm sınırları içinde kalmayı ve bunu da emperyalizmin, özel olarak da ABD emperyalizminin ipine tutunarak yapmayı hedeflediklerini görememek mümkün değildir; bu, ancak körlüğe yatanların körlüğü ile görülemez; yani bunu gerçekten kör olup, birazcık akıl taşıyanlar bile görebilir!


Bu yüzden geç gelmiş dahi birey Öcalan, “Kapitalist modernitenin”, yani kapitalizmin karşısına yalnızca “demokratik” moderniteyi, yani küresel emperyalizmin, çıkarlarına hizmet eden türden “demokratik”liğin ifadesi olan bir “demokratik”liği içeren kapitalizmi koymaktadır; yani moderniteyi istemeyen, ulus-devleti istemeyen, etnik ya da dinsel cemaatleri, bir ümmet toplumunu koymaktadır; bu yüzden, bir TKP artığı olan ve bir Öcalan muhibbi olan Sarısözen, ümmet toplumu ile sosyalizmi özdeşleştirmektedir; “demokratik özerk komün” ütopyası da buna pek uygundur!

Bu kapitalizm, yani “demokratik modernite”, ABD emperyalizminin yöneldiği modern feodalizmin ifadesi olan emperyalist yenidünya düzeni ile ve bunun ideolojisi olan kozmopolitizm ve ulusal nihilizm ile uyumludur!

Yani kısaca, “kapitalist modernite” de ”demokratik modernite” de kapitalizmin ifadesidir ama HDP de, KÖH de, Öcalan da ve elbette türlü çeşit muhipleri, tilmizleri ve hatta “komünist” gömlekli müttefikleri de bundan bihaber görünmektedirler!

Ve bu baylar, hep bir ağızdan, anti-emperyalizm diyenlerin üzerine çok kolaylıkla anti-kapitalizm fırlatmaktadırlar!

Fırlattıkları bir Amerikan mandasıdır!

Kürt halkına vaad ettikleri “kurtuluş”ta, ne sosyalizm vardır ne de vaad ettikleri “kurtuluş”, sömürüyü, sermayeyi ve sermayedarı dışlamaktadır; dışlanan, yerine bir etnik ya da dinsel tarikat toplumunu, bir ümmet toplumunu ikame etmek üzere ulus-devlettir, laik cumhuriyettir; sömürü ile sermaye ve sermayedar yerli yerinde kalmaktadır!

Sosyalistler ise anti-emperyalizmle anti-kapitalizmi kesinkes birbirlerinden ayırmazlar!

Demek ki, KÖH’ün muhipleri, geç gelmiş özgün bir filozof edası ile “ hakiki sosyalist”lerin en geri ve gerici olanlarının felsefi nakaratlarını tekrar eden Öcalan’ın tilmizleri fena halde kafa karıştırmaktadırlar; bunun için köylü kurnazlığında sınır tanımamaktadırlar!

Sanki sosyalistler, dinci-gerici, osmanik –islamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünün özel savaşçılarının Kürtlere uyguladıkları vahşi katliamları onaylıyormuş gibi, eleştirilere tahammül gösteremeyen KÖH muhipleri şimdi ortada olan acı bilançoyu önümüze fırlatmaktadırlar ve utanmasalar bunun sorumluluğunu eleştirici sosyalistlerin omuzlarına yükleyeceklerdir; oysa buraya durup dururken ve bir melaikenin, aniden bozulup deccale dönmesiyle gelinmedi; buraya gelirken yollara döşenen taşlarda KÖH’çülerin fena halde sorumluluğu, hatta suç ortaklığı vardır; hepsi bir yana, en son anayasa referandumunda KÖH’çüler “BOYKOT” oyunu ile ki o zaman Gün Zileliler de başka cephede aynı “BOYKOT” oyunu ile buna omuz vermişti, şimdi son gaz konuşlanmasını sürdüren dinci-gerici 12 Eylül faşist diktatörlüğüne bütün yolları açmasında yardım etmeleri, tarihe hiç de sevimli harflerle kaydedilmedi!

Şimdi “faşist diktatörlük” yollu feveran edip, Türkiyenin emekçi halkını ayağa kalkmaya çağıran ve ayağa kalkmazlarsa İstanbul’un da, Ankara’ nın da velhasıl Türkiyenin bütün metropollerinin de birer Diyarbakır olacağını, yani kana bulanacağını, yani TAK’ın devreye gireceğini “müjdeleyen” KÖH’çüler, onca zaman “çözüm süreci” diye diye helak oldular; “barış olsun, analar ağlamasın “ ,”savaş bitsin, kardeşlik olsun” diye diye festivaller düzdüler; aman “çözüm süreci” zarar görmesin diyerek tarihe “Gezi direnişi” olarak geçen halk hareketine bile bigâne kaldılar; ancak iş işten geçtikten, biber gazı eşliğinde, bakkaldan ekmek almaya giden çocuklar bile katledildikten sonra, o da “Taksim Ergenekonculara bırakılmasın” yaklaşımı ile ucundan dâhil oldular!

Daha düne kadar, bugün de olduğu gibi güç hesabı yaparak ve dolayısıyla kapitalizmin, emperyalizmin güçlü ve yenilmez olduğunu kabul ederek, burnumuzun dibinde seyredenlere bigâne kalıp, ulusal sorunun çözümünü, ezen ulusun egemenleri ile ve düzenlerinin yönetimi ile ve aynı zamanda emperyalizmin baş aktörünün destek ve denetimi altında yürütülen bir "barış" a endekslemiş durumdaydılar!

Hani nerde barış, barışa ne oldu? Diye sormayacağım ama o zamandan beri sosyalistlerin dediklerini hatırlatacağım!

Bu toprakların gerçek sosyalistleri, tek tek savaşları bitirmenin solun, sosyalistlerin, devrimcilerin elinde olmadığını, aksine onların dışında olduğunu; devlet başkanlarının ya da hükümetlerin birbirlerine gıcık olmalarının sonucu da olmadığını; sınıf mücadelesinin bir sonucu olduğunu söylediler; Kürtlere yönelik yüz yıllardır süren düşmanca tutumların, Kürt halkına ya da liderlerine veyahut da pala bıyıklarına, şalvarlarına yönelik bir gıcıklığın ifadesi değildir, tümüyle sınıfsal nedenlerden sürdürülen bir kontrollü düşmanlığın ifadesidir; sömürü düzeninin temellerini sağlamlaştırmak üzere sürdürülen bir sınıfsal politika nın ifadesidir; bu yüzden çözüm de sınıfsaldır; sosyalistler bunu söylediler!

Köylü kurnazlıkları ile bir yere varılamayacağını ve bu yüzden savaşa rağmen kardeş olmak gerektiğini, savaşın Kürt halkının da Türk halkının da dışında olduğunu, ama kardeşliğin her iki halkın içlerinde olması gerektiğini, buna özen gösterilmesi gerektiğini söylediler!

Kürt sorununun çözümündeki düğümün kardeşlikte olduğunu ve kardeşliğin özünün de pekiştireninin de antiemperyalist mücadele olduğunu; Emperyalizmin ipine tutunmak olmadığını söylediler!

Ezilen ve sömürülen halkların emperyalizme karşı kararlı ve sarsılmaz bir kardeşlikle birlikte mücadelesi olmadan, ne Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını özgürce gerçekleştirmesinin, ne de Kürtlerin ulus olarak gelişimini ve formasyonunu tamamlamasının mümkün olabileceğini vurguladılar!

Halkların kardeşliği, her zaman Anti-emperyalist mücadeleyi içerir!

Fakat Kürtler hiç birini dinlemediler, Kürt halkının da duymasını, dinlemesini engellediler; sadece “demokratik” şuruplu vaazları dinletmeye çalıştılar!

Bugün ise, tam da sosyalistlerin dedikleri noktaya geldiler ama sırf sosyalistlerin dediklerine gelmemek için, tam içinde oldukları, ayak parmaklarına kadar hissettikleri için feveran ettikleri bu noktayı yanlış değerlendirmeyi tercih ediyorlar ve bunu da, Boochin’den, şundan bundan ithal “teori”leri vaaz ederek örtmeye çalışıyorlar!

Daha açığı, hatta apaçığı, Türkiye’nin bir Tanzimat öncesi karanlığın içine sokularak, bütün emekçilerin sınıf kimliklerinden arındırılıp, ümmet haline getirilmesine, böylece köle ticaretinin dinsel fetvalarla serbest ticaret mekanizmasının içine sokulmasına, yani Türkiye’nin laik cumhuriyetinin yerine, dinci-gerici, osmanik-islamik bir ümmet rejiminin ikame edilmesine göz yumarak, hatta buna destek olarak, hatta ve hatta bu çerçevede kendisini de dizayn ederek hareket etmekten vaz geçmedikleri için, işi hâlâ yokuşa sürüyorlar, bir türlü, sosyalistlerin doğruluğu ayan beyan ortada olan dediklerine gelmemek için kafa karışıklığını politika sayıyorlar; yeter ki, “çözüm masasına” dönme ihtimalleri tümüyle ortadan kalkmasın!

Velhasılı kelam, KÖH’çülerin peygamberi Öcalan’ın bizzat kendisinin sözleri ile AKP yi ve elbette dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünü, çoktan ABD emperyalizminin şefkatli kollarına sarılan KÖH’çüler palazlandırmış, bugünlere getirmiştir!

Diğer yandan hâlâ bizzat PKK’nin yetkilileri tarafından bile “yanlış” olarak niteledikleri “hendek” siyasetine yöneltilen hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen KÖH muhipleri, utanmasalar bu işin sorumluluğunu da eleştirici sosyalistlerin üzerine yıkacaklar!

Yani kafa karışıklığı ile köylü kurnazlığı arasında sıkışıp kalan biraderim, savaş zamanı da “barış zamanı” da uygulanan politikaların özü bir ve aynıdır; zalimlerin, sömürücülerin, kâr hırsları için dünyayı kana bulamaktan çekinmeyen, dünyaya hükümdar olmak isteyen egemen sınıfların ve emperyalist devletlerinin ezilen ve sömürülen halklar üzerindeki egemenliklerini sürdürmek, buna yardımcı olmayan devletleri zaptı rapta almak için uyguladıkları politikalardır; barış zamanı, bu politikalara biat etmeyen halka biber gazı sıkılır, plastik mermi atılır, soğuk bir sinsilik içinde, köşe başlarında pusular kurulur, ambargolar uygulanır, bu işe yaramazsa, ekonomik - politik ayak oyunları ile ezilen sömürülen halklar, sınıflar zapt edilemezse, dünyanın sonsuza kadar hükümdarı olmaktan vazgeçmeyen büyük büyük sermayedarların ve emperyal düzeneklerinin başka çaresi kalmaz ve “barış zamanı” uyguladıkları politikalarını, çok daha büyük bir şiddet ile yani savaş ile uygulamaya çalışırlar; bu şekilde uysal olmayan, emperyalist pax’a boyun eğmeyen ezilenleri, sömürülenleri ve buna yardımcı olmayan devletleri zapt-ı rapta almaya çalışırlar!

İşte bu bölgede olan tam da budur ve KÖH muhiplerinin bu durumun yanlış bir değerlendirmesini yapmaları, saçma sapan teorilere, mesela Boochinîn veya Kropotkinin vb. anarşist düşüncelerine sahip olmalarından değildir; bunlar bahanedir; yanlış değerlendirmelerde ısrar etmeleri, Amerikan emperyalizminin gözlüğü ile baktıkları içindir; eğer öyle olmasaydı, onca turnusole rağmen, hatta şimdi hep bir ağızdan onca zaman “ çözüm süreci” zarar görmesin gerekçesiyle sırtlarında taşıdıkları ve kritik anlarında yardımına koştukları AKP hükümetini ve RTE’yi “faşist diktatör” olarak ilan etmelerine ve Türkiye’nin emekçilerini buna karşı ayağa kalkmaya çağırmalarına rağmen hâlâ eleştirilere karşı azgın bir haleti ruhiye içinde saldırmazlardı!

Eğer öyle olmasaydı, hâlâ dün yani Evren diktatörlüğünün en azgın zamanında, Türkiye’nin devrimcilerini püskürttüğü bir zamanda, Kürt hareketinin yanında olup, bugün Kürt hareketinin dün bulunduğu yerde durmadığından hareketle KÖH’ü ve politikalarını eleştiren, hatta karşı duran sosyalistleri en büyük düşman ilan edip, dün Kürt hareketinin Evren diktatörlüğüne kök söktürdüğü zamanda, Eylülist diktatörlüğün Kürtlere sınıf kini yanında ırkçı bir kin ile de saldırıp, Diyarbakır zindanlarında işkencelerden geçirdiği, katlettiği zamanlarda Kürt hareketinin de Kürt halkının da yanında olmayan ama Eylülist rejimin uysal “solcu”ları ,”sosyalist”leri olan ve şimdi ise tümüyle ABD emperyalizminin ve dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist rejiminin işçi ve emekçi düşmanı, bilim düşmanı, aydınlık düşmanı, laiklik düşmanı, cumhuriyet düşmanı politikaları ile senkronize hareket eden KÖH’ün en sadık destekçisi rolünü üstlenen “yetmez ama evet”çi türünden bilumum sahte sol-sosyalist gömlekli zevatı çatılarının altında toplamaz, onların hiçbir zaman sahip olmadıkları “sosyalist” renkleri ile kendilerine devrimci bir renk vermeye ama gerçekte yobazizmin karanlığına girmeye çalışmaz, bu şekilde Kürt halkını ve Türkiye’nin devrimcilerini kandırmazdı dün de, bugün de Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarının savunucusu olan, KÖH’e yönelik eleştirilerini de Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarının yanında olmalarının gereği olarak yönelten sosyalistlere kulak verirlerdi!

Yani mesele, salt somut durumun yanlış bir değerlendirmesini yapmak, saçma sapan teorilere sahip olmak, yani senin de çabucak içinde olduğunu kabul etmekte zorlanmadığın karışık-bulanık bir kafaya sahip olmak değildir; mesele tümüyle ezilen, sömürülen halkların, sınıfların düşmanlarına ait politikalarına biat etmiş olmaktır!

Elbette kafa karışıklığı da var ve azımsanmayacak boyuttadır ama bu kendiliğinden olan bir durum değildir ve KÖH muhiplerinin asıl maluliyetleri bu değildir; onlar, ABD emperyalizminin politikaları ile bile isteye senkronize hareket etmekle maluldür!

Kimse kafası karışık doğmuyor; kafa karışıklığı, maddi üretim araçlarını elinde tuttuğu için, zihinsel üretim araçlarını da elinde tutan sınıfın, yani ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların doğal olarak düşmanı olan sınıfın, bu zihinsel üretim araçlarından yoksun olan halkların, sınıfların çocuklarının akıllarını, düşüncelerini kendisine tabi kılmak için türlü çeşit yönteme başvurması ile mümkün olmaktadır!

Haliyle bu düşmana ait politikalarla senkronize hareket eden KÖH muhiplerinin de bu çeşitli yöntemleri kullanarak, yüzünü Kürt sorununa dönmüş olan ve gerçekten de çözümü konusunda kaygı duyarak düşünce geliştirmeye çalışan ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların çocuklarının akıllarını karıştırmaya çalışmaları, bunun için burada olduğu gibi, muhtemelen senin de içinde olduğun, daha doğrusu taze ya da tazelenmiş bir üye olarak yerini aldığın bir tartışıyorumculuk tiyatrosunu, kendilerine has bir köylü kurnazlığı içinde oynamaları kaçınılmaz olmaktadır!

Bize de bu köylü kurnazlıklarının yarattığı akıl karışıklığını berraklaştırmak düşmektedir!

Ama nedense, alt alta dizdiğim onca cümle ile gerçeklerin aynasını tutmama rağmen, senin akıl karışıklığının değişmeyeceğini düşünüyorum ama yine de gerçekten Kürt meselesinde Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları temelinde bir çözüm konusunda hassasiyetin varsa, şu tartışıyorumculuk oyunundaki elmanın bir parçası mısın, yoksa gerçekten aklın mı karışık bir düşünmelisin; bunu delikanlıca düşündüğün takdirde, kafanın karışıklığının yerini, berraklığın aldığını görmekte zorlanmayacaksın; ama "tartışıyorum" culuk oyununun köylü kurnazlarından biri isen, ya da en azından bu yönde pratik yapıyorsan, bu dediklerimden sonra eminim sende de bir Ulak fobisi, ya da düşmanlığı tez zamanda hâsıl olacaktır!

Bakalım, göreceğiz!

Fikret Uzun
28-02-2016

27 Şubat 2016 Cumartesi

TAK MI PKK'NİN DIŞINDA PKK Mİ TAK'IN İÇİNDE...?




TAK MI PKK'NİN DIŞINDA PKK Mİ TAK'IN İÇİNDE...?

Ne oldu BORGA birader, “İNTİKAMCI TERÖRÜN İPİNİ TUTMAK MI KOLAY UMUDA SARILIP GERÇEKLERE SAHİP ÇIKMAK MI ZOR?” diye sorduğum mektubumda dediklerime bigâne kalmış, “dışardan, düşenden, yılandan, yorulandan akan İRİN “ diyemediği için ya da yalnızca “İRİN” diyemediği için, “geveleme” demekten başka bir söz bulamayan, gıcır gıcır taze ya da tazelenmiş bir üyenin, “Dostum uzun bir yazı yazmışsın ama gevelenmeleri çıkartırsak ortada yazı kalmıyor” sözleri ile pek bir mutlu olmuş ve bunu da göstererek sessize yatmıştın!

Fakat şimdi sessiz kalamamışsın!

Peki, öyleyse “ortada gevelemelerden başka bir şey bırakmayan” mektuplara bigâne kaldığına göre, bu eski ve muhtemelen atılmış PKK muhibbi olan kişinin sözlerine bigâne kalamayıp, “dışardan, düşenden, yılandan, yorulandan akan İRİN “ tekerlemesiyle cevap vermenden, bu kişinin sözlerinde bir geveleme olmadığını mı anlamalıyız?

Neyse sen düşüne dur ben devam ediyorum.

Evet, doğrudur, hatta 1989’un da öncesine dayanır, “dışardan, düşenden, yılandan, yorulandan” “İRİN” misli eleştiriler hep akıtılmıştır ve zannımca, bu yazının konularından biri olması bir yana, bu “İRİN” akıtanların akıbetleri de bellidir; ancak mesele bu değildir!

Mesele mi?

Evet, bu “PKK ye dair, bu güne dek, dışardan, düşenden, yılandan, yorulandan... akanlara”, dün “İRİN” diyordunuz ve haklıydınız; ama dün o “İRİN” dediklerinizi, bugün tatlı bir şerbet misli bizzat kendiniz , “içerden-içinizden” akıtarak, başta Kürt halkına ve TDH’ye, birlikte hepimize içirmeye çalışmaktasınız; içmek istemeyenleri ise Kürt düşmanı ilan etmektesiniz!

Çünkü biz dün “İRİN” dediklerinize, “İRİN” demiyorduk belki ama doğru da bulmuyorduk, daha doğrusu, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları açısından kesinkes yanlış buluyorduk; bugün de doğru bulmuyoruz ve siz şimdi, dün “İRİN” dediklerinizi, hem de hâlâ, bugün de (şekilde görüldüğü gibi-yani tekerlemende olduğu gibi) “İRİN” dediğiniz halde, bize “tatlı bir şerbet” misli içirmeye çalışıyorsunuz; içmeyince de etmediğiniz küfür, akıtmadığınız “irin” bırakmıyorsunuz!

İşte mesele budur BORGA Bey kardeşim!

Yani kimse mal bulmuş magribi gibi, her lakırdıya sarılmıyor!

Bir de TAK meselesi var ki, ben de tam bunu diyorum; 10 yıllık meseledir ve bugüne kadar gündeme oturmamış ve oturmadığından ötürü mesele olmamış bir meseledir; bugün gündemdedir ve PKK’den ayrılanların kurduğu bir örgüt olarak anlaşılmasının tercih edildiği gözlemlenmektedir!

Ve buradaki mesele, kendisi PKK’nin dışında olan bu örgütün, PKK neresinde olduğudur? Yani kendisinin dışında olan bu örgütün, içinde midir, yoksa dışında mıdır?

Meseledir, çünkü biz sözümüzü 10 sene önce de değil, onlarca yıl önce söylemiştik; şimdi söylediklerimiz ise o söylenenlerin şimdi de geçerli olduğunu hatırlatmaktan ibarettir!

Ne mi söylemiştik?

Mektubumda da “gevelediğim” gibi (yoksa “akıttığım” gibi mi demeliyim?):

“Ekonomistler ile bugünün teröristleri arasında ortak bir kök bulunmaktadır ve bu, kendiliğindenliğe kölece boyun eğiştir… Ekonomistlerle teröristler, kendiliğindenliğin yalnızca farklı uçlarına boyun eğmektedirler; ekonomistler "salt işçi hareketi" önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler… İnançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna hiçbir zaman inanmamış olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur… Siyasal eylemin, en iyi niyetlerle ya terör çağrısında bulunanların, ya da iktisadi mücadelenin kendisine bir siyasal nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan bir mantığı vardır. Cehenneme giden yol, iyi niyetle döşenmiştir ve bu durumda, iyi niyet, kişiyi "en az direnme çizgisine", katıksız burjuva Credo çizgisine kendiliğinden sürüklenmekten kurtaramaz… Hükümetin terörle "yıldırılamayacağı" nı ve bu yüzden de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi olarak programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir…” sözünü çok ama çok önce söylemiştik ve biz hep hatırlatıyoruz, siz hep "geveleme" diyorsunuz!

Ve hem “komünist” parti muhibbi, hem de KÖH muhibbi mi desem, HDP muhibbi mi desem bazı “bilgiç” vaizler, TAK’ ın, PKK’den ayrılan, bağımsız bir örgüt olduğunu söylemektedirler ve biz de netleştirmek istiyoruz; bunun için de bu netleştirmeye ve üstelik bazı kıssalara da vesile olması için azıcık zülfiyareye dokunmuş olabiliriz!

Hepsi budur!

Yani BORGA birader, TAK’ ın “intikamcı terörist” bir örgüt olduğunu biliyoruz ve Ankara’ya düşen bomba ile daha net gördük ama bilmediğimiz, TAK,PKK’nin içinde midir,dışında mıdır? Ve dahası, o PKK’nin dışında iken, PKK onun içinde midir, yoksa PKK de onun dışında mıdır?

Yani, tam da ben bu mektubu yazarken TV’lerde “ TAK’ ın canlı bomba eylemlerini kınıyoruz” diyen bu devletin cumhurbaşkanlığına da aday olmuş olan ve HDP’yi Türkiyelileştirmeye çalışan Demirtaş’ınıza mı, yoksa TAK’ a sahip çıkan, en azından dışında olmadıklarının sinyalini veren Kandildeki komutanlarınıza mı inanalım?

Ya da yoksa senin şu “dışardan, düşenden, yılandan, yorulandan akan İRİN “ nakaratına inanıp, biz de sessize mi yatalım?

Bu anlatılanlara gelince, anlaşıldığı kadarıyla PKK'den atılan bir eski PKK muhibbinin samimi ya da samimi olmayan beyanlarıdır; bunu en iyi bu konu ile ilgileri olan PKK üst kadroları bilir; bu ayrı, ama PKK'nin içinden biridir ve beyanları, burada hiç bir bilgi sahibi olmadıkları halde işkembe-i kübradan atanlarla, kulaktan dolma bilgilerle sırf tarafgirlik için kalkanımsı vaazlar verenlerin beyanlarından çok daha dikkate değerdir.

"Külliyen yalan" diyerek ya da "yok deve" diyerek yalanlamak da ve " Peki ne yapsaydık, intikamımızı almasa mıydık?" diyerek doğrulamak da mümkün; ama bu konuda, her ne kadar, olan bitenlere ve komiklik düzeyindeki beyanatlara bakarak elde etmekte zorluk çekmediğimiz bir çıkarsamamız olsa da, bunun doğruluğu ya da yalanlığı konusunda bir iddiada bulunmak bize düşmez, biz sadece gerçeğin peşindeyiz ve en az onun kadar ezilen ve sömürülen Kürt halkının tarihsel vazgeçilmez çıkarlarının ve halkların kardeşliğinin savunucusuyuz ve bunun "intikamcı terör"le mümkün olmadığına inanıyoruz; öyleyse bu, artık filozof düzeyinde, hem de bin yıl sonra gelen bir dahi birey edası ile bütün dünyayı ve bütün halkları "demokratize" ederek katastrof finali gerçekleştireceğini vaaz edenler ve bu dahi bireyin ağzından başka yere bakmamaya mahkûm olanlar ile bize göre, “kurtuluş” diye diye ,”özgürlük” diye diye,”özerklik” diye diye bir Tanzimat öncesi karanlığın içine sürükledikleri Kürt halkını, “vazgeçilmez tarihsel çıkarları doğrultusundaki bir kurtuluş için seferber etmeye çalıştıklarını” iddia edenlere düşmektedir!

Ve elbette bu konuya, ya da soruna dair, bir de, Kürt ve Türk emekçilerinin ne düşündüklerini ve belki de en çok bunu, hesaba katmak gerekmektedir!

Yani “ateş düştüğü yeri yakar deyişi” doğru ise ve ateşin şiddeti yüksek ise, Diyarbakır’ın bodrumlarına düşen ateşe karşı Kürtler bu ateşin, düştüğü yerden fazlasını yaktığını göstermek istercesine Türkiyenin emekçilerini duyarlılığa çağırıyorlarsa, Türklerin de kendi bağrına düştüğüne inandığı bu ateşin düştüğü yerden fazlasını yaktığını göstermek istercesine Kürt halkını duyarlılığa çağırma hakkları vardır!

Yanlış mı düşünüyoruz? Yoksa Kürtler, “kardeşlik, barış, özgürlük” derken, yalnızca kendilerine mi müslümandırlar? Yani herkes onların kardeşi olsun ama onlar kimsenin kardeşi olmasın; herkes onlarla barışık olsun ama onlar intikamlarını içlerinde büyütsün; kendileri özgür olsun ama Türk halkı dinci-gerici, İslamik-Osmanik 12 Eylül faşist diktatörlüğünün kölesi olsun, öyle mi?

Ve Kürtlerin, en azından KÖH ve muhiplerinin, hâlâ gericiliğe kalkan olduklarına göre, tam da böyle bir kendine Müslümanlık içinde olduklarını düşünmek yerinde değil midir?

O halde halkların kardeşliğine ve “demokratik” siyasete ne olacak; yoksa bütün bunlar, Dinci-gerici, Osmanik- İslamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünü “demokratik” siyaset için masaya, müzakereye dönmeye zorlamak için midir?

Fikret Uzun

26-Şubat 2016

TAK HİKÂYESİ VE NASIR’IN SIRRI



TAK HİKÂYESİ VE NASIR’IN SIRRI
Hıdır Sarıkaya

Kandil’de Osman Öcalan ve Cemil Bayık ile konuştum. Bana şunu söylediler: “Biz özel bir terörist güç kurduk. Tamamen bir terör dalgası yaratacak. PKK’den bağımsız bir güç olacak bu ve sadece Cuma ile ilişki içinde olacak. Güç sonuna kadar yetkili olacak ve istediği kadroları kendisi belirleyip alacak.”

Bayan gerilla komutanı Gulan’ın katli, 2002 baharında Cemil Bayık’ın emriyle Rumet adlı bir bayan tarafından gerçekleştirildi. Amaç, bayan yapısını tamamen kişisizleştirerek kendilerine bağlamaktı. Sonuçta bu büyük oranda başarıldı. Öte yandan Gulan’ın ölümünden de Nasır sorumlu tutuldu. Oysa Nasır o zaman hareket bile edemiyordu, gözlem altında veya tutukluydu.

Dikkat çekici bir şey var: Xinêre’de yapılan 2002 Eylül toplantısında doğrudan üzerimize geldiler.

Bu dikkat çekiciydi. Yönelim tepeden, en üstten gelişiyordu. En üstten. Türk devleti o zaman da açıklıyordu: Af çıkarılabilir, ama bir grup yönetici kadro dışında tutulmak kaydıyla. İşte tasfiye edilmek istenen kadro budur.

Tam o dönemlerde Amerikalıların dile getirdiği bir Norveç planı vardı. Bu da bir alternatif plandı. Buna göre de yönetici belli kadrolar Norveç’e sürgüne gidecekler, geri kalanlar ise bir af yasasıyla teslim alınacaklar.

O Eylül toplantısında farkettiğim temel şey, bir tasfiyenin gündemde olduğu ve bunun arkasında da devlet ve Öcalan’ın bulunduğu izlenimiydi.

Aslında Türk devleti kendi kadrolarını kullanarak bu tasfiyeyi gerçekleştirmeye kalksaydı, mümkün değil bu kadar başarılı olamazdı. İşte; daha ayrılmanın gündemde olmadığı bir dönemde, Botan’ı öldürmek için dağdan Musul’a bir tim gönderilmişti.

Botan orada vurulacak, direnişçilerin ya da teröristlerin veya islamilerin üzerine atılacaktı. Ya da MİT vurdu denecekti. Bir fark kalıyor: O zaman öldürülseydi şehit ya da kahraman olacaktı, bugün ise hain denmektedir.

O dönemlerde Şilan adlı bir bayanın da içinde olduğu bir grup esrarengiz biçimde Musul taraflarında imha edildi. Buna bağlı olarak hemen akabinde Kemalê Sor’u PKK timleri vurdu. Yani PKK burada kendi yaptığı bir eylemi başkasının üzerine atıyor, ardından bunu gerekçe yaparak cinayet zincirini devam ettiriyor.

2002 Eylül toplantısı, sözde legal sahadaki partinin genel başkan adaylarını tesbit etmeye ve yaklaşan seçimlerde ittifak politikasını belirlemeye yönelikti. Toplantının başlarında Konsey, bir konuda anlaşmazlığa düşmüş ve uzlaşamamıştı. Ve Konsey kendi arasında özel bir oturum talep etti.

Biz reddettik, merkez burada hazırken ayrıca dar bir Konsey toplantısı gerekli değildir dedik. En fazla usule yönelik toplantı gidişatını belirleyebilir dedik. Buna rağmen üç gün süren bir toplantı yaptılar. Ama sürekli gerginlik vardı, kavgaların yaşandığı anlaşılıyordu.

Ferhat daha sonra bunu izah ederken, “konu sizin tasfiyenizdi” dedi. Orada Konsey bizim tasfiyemiz konusunda bir uzlaşı sağlayamadı ve toplantıya öyle girildi. Bu toplantıyı anlatırken daha sonra Cemil Bayık, “yılanı o zaman yaralı bıraktık, ezemedik” demişti.

Toplantının ilerleyen gündemlerinde kadroların durumu tartışılırken, Murat Karayılan bir açıklama yaptı. Bunlar belgelidir. Açıklaması şuydu. “Yekiti Kandil’de Nasır’ın tutuklu bulunduğu birliğe saldırmış. Nasır’ı kaçırmak istemişler.

Çatışma çıkmış. Çatışma sonucunda nöbetçiler de paniğe girmiş. Nasır’ın hücresine giriyorlar. Ağır yaralı olduğunu görüyorlar. Yapacak bir şey yok. Kaçırılma olasılığı da olduğu için, nöbetçi kafasına sıkıyor ve öldürüyor.”

Bu açıklamadan sonra ara verildi. Ben Cemal’in yanına giderek, olayın gerçek biçimini bana anlatmasını istedim. “Anlattık ya” dedi. “Hiç bir şey anlatmadınız” dedim, “ben de tanıyorum Kandil’i, sen de tanıyorsun: Ben de savaş yürütücüsüyüm, sen de. Yekiti’yi de tanıyoruz.

Bu anlatılanların hiçbir mantıklı yanı yok. Ben gerçek neyse onu istiyorum. Benden de mi saklayacaksınız?” Karayılan başladı:
“Hevalê Ekrem, en güvendiğim kişi sensin. Senin bu tarzda bana yaklaşmana anlam veremiyorum. Benim ağzımdan çıkan söz benim namusum, şerefimdir.

Sen bana böylece şerefsiz demek istiyorsun. Çok alındım. Bana güvenin yoksa birlikte çalışamayız.

Ben sana olayı olduğu gibi anlatıyorum, sen bunun arkasında art niyet arıyorsun.” Böyle uzayıp giden bir konuşması oldu. Ama tam anlamıyla anlatımlarının doğruluğu konusunda ısrar etti.

Çok iyi hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu. Aradan bir ay kadar bir süre geçti, Ben bir araba kazası geçirdim, yaralandım ve tedaviye gittim. Tedaviden döndüğümde Kandil’e geldim. Cemal ile görüşüp Xinere’ye geçecektim.

Buradaki Özel Kuvvetler ve İstihbarat kadrolarından birçoğunu tanıyordum. Nasır olayının bizzat içinde yer alanların bana verdiği bilgi çok farklıydı.

Gerçek Cemal’in anlattıklarının tam tersiydi.

Ortadaki duruma göre Cemal üçkağıtçı, düzenbaz biri oluyordu. Olayı bizzat organize eden Cemal’di. Nasır’ı, lojistik kurumunun bulunduğu köyden alıyor, yukarıda kendi karargahına yakın bir yerde, bizzat düzenlediği bir özel kuvvet takımını da başına veriyor.

Takım özel seçilmiştir. Cemal, takım üyeleriyle özel konuşuyor ve şöyle diyor: “Kesin istihbarat almışız. Yekiti Nasır’ı bir baskınla kaçırmak amacıyla özel bir grup kurmuş. Buraya saldıracak. Nasır’ın yerini bu nedenle değiştiriyoruz. Ne pahasına olursa olsun Nasır kaçırılmamalı.

Sonuna kadar çatışacaksınız, direneceksiniz. Çaresiz kalırsanız da Nasır’ı bizzat vuracaksınız.

Çünkü Nasır’ın kaçırılması, Zeki’nin bizim başımıza açtığından daha fazlasını açacaktır. Zeki kaçırıldı, Önderliğin yakalanmasına yol açtı. Nasır kaçırılırsa PKK’yi bitirir. Bunun için ne pahasına olursa olsun kaçmamalı. Yoksa hepinizi sorumlu tutarız. Partinin emniyeti artık sizin omuzlarınızdadır.”

Daha sonra Cemal, oradaki Özel Kuvvetlerin başında bulunan Nemrut ile, Deli Akif ve galiba Serdar adlı biriyle özel konuşup bunları Nasır’ın komplo ile imha edilmesi için görevlendiriyor. Cemal, “ben Levje tarafına gidip bir süre kalacağım” diyerek karargahtan ayrılıyor. Aynı gece Nasır’ın bulunduğu yere sözde bir saldırı yapılıyor. Bizzat Nemrut’tan dinledim.

Cemal Nemrut’a şunu söylüyor: “Sen ayrılacaksın yerinden, bir iki ses bombası atıp biraz kurşun sıkacaksın.

Bu arada da nöbetçiler içeriye girip Nasır’ı vuracaklar.” Gerçekten de Nemrut, “yukarıdaki özel kuvvetler birliğinin yanına gideceğim” diyerek ayrılıyor. 15 dakika sonra bombalar patlıyor ve silah sesleri geliyor. Nöbetçiler Nasır’ın hücresine bombalar atıyorlar. Nasır ağır yaralanıyor.

Nöbetçi içeri girerek başından vuruyor. Sonra bilgi vermek için Nemrut’u arıyorlar cihazdan.

Yukarıdaki birlik Nemrut’un kendi yanlarına gelmediğini bildiriyor. Olaydan on dakika sonra Nemrut geri geliyor. “Yekitinin saldırısını püskürttünüz” diyor.

Hemen Cemal’e bilgi veriyorlar.

Cemal de, şurayı tutun, burayı tutun, şurdan kaçabilirler diyerek, özel kuvvetlerin tümünü harekete geçiren büyük bir operasyon düzenliyor.

Hayali bir düşmana yönelik bir operasyon. Bazı köylere baskınlar yapılıyor, Yekiti güçlerine yardım ettikleri iddiasıyla bazı köylüler de tutuklanıyor.

Daha sonra Osman Öcalan anlatmıştı. Cuma, Cemal, Abbas, Karasu ve Osman birlikte bir tartışma yürütüyorlar. Nasır’ın öldürülmesi burada kararlaştırılıyor. Osman kendisinin çekimser kaldığını söylüyordu. Uygulama görevini de Cemal’e veriyorlar. Cemal, “bana özel bir talimat verin, yapayım” diyor.

Cuma, “talimatı ben veriyorum” diyor. Ve böylece uygulamayı yapıyor. Biz bu olayı her toplantıda gündeme getirdik, peşini bırakmadık. Önce kabul etmediler, ancak olayı izleyen ilk Kongrede Cuma, Nasır’ı vurma talimatını kendisinin verdiğini herkesin önünde açıkladı.

Bunlar da gösteriyor ki, Cemal’in “gökten taş da düşse bizden bilecekler, benim adımı karalıyorlar” demesi boş laftır. Birkaç saf yurtseveri kandırabilir, ama Cemal’i ya da PKK’yi tanıyanlar açısından bu izahatlar gülünçtür.

İşte Nasır olayı. Ben de merkez komite üyesiyim ve özel olarak sormama karşın benden ve diğer merkez üyelerinden bile olayın gerçeğini gizlemişti. O zaman söylediği “benim sözüm şerefimdir” lafı ne kadar tersini içeriyor idiyse, şimdiki izahatları da öyledir. Kani Yılmaz cinayeti ardından Cemal’in yaptığı açıklamalar tamamen yalandır.

Cemal’in kaba bir cesaret tarafı olsa da, siyaseten hep ürkek, yaptığı hiçbir eylemin siyasal sorumluluğunu üstlenemeyecek kadar korkak bir kişidir. Cemal, Öcalan’ın çevresinde en çok kalan kişidir, Suriye’de kaldığı dönemde işlenen cinayetlerde imzası vardır ve o tarzını esas olarak oradan almıştır.

6. Kongrenin ardından, Öcalan’ın yakalanmasından sonra, özel bir terörist grup kurulmuştu. Bu grubun başına da Nasır’ı vermişlerdi. Nasır bir iki ay kaldıktan sonra, bir ara grupları Türkiye’ye geçirmek ve izlemek amacıyla Ermenistan’a kadar gitti. Döndükten sonra “ben bu işi yapmayacağım” dedi.

O zaman Nasır’ı Behdinan’a gönderdiler ve beni de şifreli bir talimatla acilen Kandil’e çağırdılar. Nasır ile o zaman konuştum. Şöyle dedi: “Beni harcamak istediler. Ben kendimi zor kurtardım. Sıra sende şimdi. Kendine dikkat et” dedi. Ne demek istediğini sordum. “Gidince görürsün” dedi.

Kandil’de Osman Öcalan ve Cemil Bayık ile konuştum. Bana şunu söylediler: “Biz özel bir terörist güç kurduk. Tamamen bir terör dalgası yaratacak. PKK’den bağımsız bir güç olacak bu ve sadece Cuma ile ilişki içinde olacak.

Güç sonuna kadar yetkili olacak ve istediği kadroları kendisi belirleyip alacak.”

Bu güç için ayrılan ödenek ise 1 Milyon Dolardı.

Bu gücün komutasını da bana vermek istediler.

Ben şunu söyledim: Bu benim tarzım değil. Ben yaptığım her eylemi üstlenirim ve üstlenmeyeceğim eylemi de yapmam. O halde ne düşündüğümü sordular.

Ben, eylem yapmayan ama istihbarat toplayan bir örgütün daha çok gerekli olduğunu söyledim. Böyle bir kurumu oluşturmaya varım, dedim.

Bu terör grubunun başında olmayı esasta Cemal istemişti. Çünkü “vur ama üslenme” tarzı ona uygundu. Ancak herhalde siyasal kaygılarla bu görev ona verilmemişti. Daha sonra 2003 Ağustos sonundaki askeri Konsey toplantısında Cemal, “yaptığımız öneri kabul edildi ve TAK kuruldu” dedi.

Özel kuvvetler içinde bir birimdir bu. Ama PKK dışında gibi gösterilmektedir. Bunun tutanakları mevcuttur. TAK, doğrudan özel kuvvetler komutanlığına bağlıdır. Ve yaptığı eylemleri PKK üslenmez. Bundan önce Nasır’a uygulatılmak istenen terör biriminin adı da, Kürt İntikam Tugayı’dır.

Bütün bu terör karmaşasının fikir babası ve onay mercii, Abbas ve Cuma’dır. Planlamasını ise Cemal yapmakta, pratik uygulama kısmı ise Bahoz’a verilmektedir. İşleyişi budur.

TAK örgütünün Türkiye’de yaptığı eylemler ile JİTEM’in eylemleri arasında bir benzerlik vardır. Hatta JİTEM’in eylemleri bazı durumlarda daha niteliklidir.

Şırnak’ta cumhuriyet savcısının arabasının bombalanması, Şemdinli’de bir karakolun önündeki patlama gibi JİTEM eylemleri ile TAK’ın İstanbul’da Galata köprüsüne bomba koyması, Boğaz köprüsüne bomba koyma girişimi, Bağcılar’da, pastanelerde veya çöp kutularında patlatılan bombaların mantığı aynıdır. Doğrudan bir ilişki var mıdır, bilemem. Ama bunlar dikkatle izlendiğinde her ikisinin de gizli bir yerden eşgüdüldüğü anlaşılabilir.

İlginç olan noktalardan biri ve belki de en önemlisi şudur: İçeriye, PKK kadrolarına karşı amansız bir savaş yürüten Cuma, uzaktan ya da yakından bir Türk askeri görmüş değildir.

Yine Türk ordusuna karşı herhangi bir eylem kararı da, proje düzeyinde de olsa bir uygulaması olmamıştır. Örgüt içi infazların temel sorumlusu ve emir merciidir. Ana karargah komutanlığı yaptığı dönemlerde dahi, yaptığı iş sadece tekmilleri almaktır.

Hiçbir savaş operasyonu kararı ya da planlaması olmamıştır. Gerek Öcalan’ın emriyle, gerekse de kendi inisiyatifiyle, bilinen 300’e yakın PKK kadrosunun öldürülmesinden doğrudan sorumludur.

İşte, 2002 baharında kadın kongresi sırasında gizlice Gulan adlı kadın komutan da, Cuma’nın emriyle Rumet adlı bir kadının eliyle öldürülmüştür. Daha sonra bu Rumet güya Avrupa’ya gönderiliyor. Şam’a kadar gidiyor, ondan sonra da kendisinden haber alınamıyor. Büyük ihtimalle Nasır’ı öldürten Nemrut’un başına gelen şey onun da başına geldi, öldürüldü.

Nasır komplosunun pratik uygulayıcı komutanı Nemrut, birkaç ay sonra Botan’a gönderildi.

Ve Güya Habur suyunu geçerken boğularak öldü. Nasır’ı öldüren mermiyi sıkan Serdar da, güya Amanos’lara gönderildi ve Suriye sınırını geçtikten sonra yakalandığı karakolda kayboldu. Bir tek Deli Akif kalıyor geriye, onun da nerde olduğu belli değil.

Kani Yılmaz’ın vurulmasının nedenleri şunlardır: Kuzey Kürdistanda geliştirilen Demokratik Çalışma Grubu’nun toplantıları, Kürt ulusal demokratik güç birliğinin gelişme göstermesi, hem geleneksel inkarcı Türk devlet çevrelerinin, hem de PKK’nin çıkarlarına aykırıdır.
Kürtler için demokrasi, devlet manipulasyonunu önemli oranda kıracağı için aykırıdır.

Kürtler adına söz söylemek için farklı kesimlerden kişi ve kurumların bir araya gelmesi, şimdilik zayıf da olsa ulusal birlik doğrultusunda bazı adımların atılmasının önünü kesmek için Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz cinayetleri işlenmiştir. Bu tamamen bir imha hareketidir.
Kani Yılmaz, Sabri Tori ve diğer arkadaşlarımızın öldürülmesinin Kürt halkına verdiği zarar ve Türk geleneksel inkarcı çevrelerine sağladığı yararı bir çocuk bile anlayabilir.

Dünün kahramanları, en değerli kadroları, bir çırpıda hain ilan edilerek öldürülüyor. Bu düşmanın isteyip de yapamadığı, ama ancak PKK eliyle başardığı bir iştir. Proses şudur: Bir af ilan edilecek, ama affedilmeyecek kadronun listesi generallerce çıkarılmıştır.

Ve bu ihalenin taşaronu da PKK olmuştur. Bu süreç PKK içinde de devam edecektir. Orada da tasfiyeler yaşanacaktır. Esas hedef şudur: Bir döneme öncülük etmiş komuta ve savaş kadrosunun ortadan kaldırılması. Af yasasının çıkartılması için önkoşulun bu olduğu anlaşılıyor. Ve tüm bu cinayetlerin arkasında, PKK eliyle pratiğe geçse de, Türk devletinin şoven güçleri vardır.

Çünkü PKK açısından da ele alındığında, siyasal olarak PKK Kani Yılmaz gibi bir eski öncü kadrosunun öldürülmesinden sadece zarar görebilir. Dolayısıyla burada siyasi bir amaç aranmamalıdır. Verilen bir emir vardır ve bu yerine getirilmektedir. Bir Türk emniyet yetkilisinin açıklamalarını hatırlıyorum: 500 kadar PKK özel kuvvet mensubunun ellerinde olduğunu söylüyordu. Bunların çoğu teslim olmuştur ve JİTEM’in elinde kullanılan güçler durumundadır.

Kani Yılmaz’ın katledilmesinden sonra, Küçükgüneyli Şahin’in 15 Şubat komplosunun gerçekleştirilmesinde Kani Yılmaz’ın payı gibi saçmalıklar dizisini ortaya atması, cinayeti meşru gösterme çabasıdır.

Ve Karayılan’ın cinayeti üslenmeyen açıklamaları da aynı komedinin başka bir perdesidir. Öcalan’ın yakalandığı dönemde Avrupa sorumlusu Şahin’dir.

Tek yetkilidir. Kani Yılmaz ise bizzat Öcalan tarafından Ali Haydar Kaytan ile birlikte apar topar Kürdistan’a gönderilmiştir. Komplo, büyük güçlerin bir planlamasıdır. Şu veya bu bireyin böyle devletlerarası bir düzenlemede rol alması düşünülemez.

Karayılan gerçeği söyleme gücü ve cesaretinden yoksundur.

O aldığı emirleri uygulamaktadır. Emirlerin kaynağı ise belirsizdir ve bunları ancak eylemlerin amacından yola çıkarak anlamak mümkündür. Buradan bakınca PKK’nin eylemleri, yalnızca Türk devletinin en şoven kesimlerine yarar sağlamaktadır.

Not: Ben yazıyı Kurdistanaktuel’ den aldım. Onlar nerden aldıklarını söylememişler.

Ama çok önemli bir tarihi belge. O nedenle BB’ ye alıyorum.

BB. Editörü

Ben de BB'den aldım ve "Gericiliğe karşı aydınlanma hareketi" başlığında tartışılırken, TAK' a kadar gelen sözünü ettiğim gericiliğin muhipliğinde kararlı olduklarını açık ederek işkembe-i kübradan atan vaizlerle, kulaktan dolma ve refleksi bilgilerin gezici vaizliğini yapanların zihinlerini açmak üzere katkım olsun diye aktarıyorum!

Fikret Uzun

26-Şubat-2015