24 Ocak 2016 Pazar

GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİTMEKTEN KORKMAK AHMAKLARIN VE CAHİLLERİN İŞİDİR GERÇEĞİN ÖNÜNE DİKİLMEK İSE HAİNLERİN İŞİDİR!



GERÇEĞİN PEŞİNDEN GİTMEKTEN KORKMAK, AHMAKLARIN VE CAHİLLERİN İŞİDİR, GERÇEĞİN ÖNÜNE DİKİLMEK İSE HAİNLERİN İŞİDİR!

“…Politik –ekonomik kategorileri, gerçek, geçici, tarihsel toplumsal ilişkilerin soyut yasaları olarak görmek yerine Bay Proudhon, gizemli bir alabora sonucu, gerçek ilişkileri, bu soyutlamaların maddileşmesi gibi algılamaktadır. Bu soyutlamaların kendisi, dünyanın başlangıcından bu yana baba tanrının bağrında uyuyan formüllerdir.


Ama bu noktada, sevgili Proudhon’ umuz, entelektüel bir karışıklığın içine düşmektedir. Bütün bu ekonomik kategoriler tanrının bağrından çıkıyorsa, insanın gizli ve ölümsüz yaşamını oluşturuyorlarsa, nasıl oluyor da her şeyden önce, gelişme diye bir şey oluyor ve ikincisi Bay Proudhon neden bir muhafazakâr olmuyor? Bu apaçık çelişkileri Bay Proudhon bütün bir karşıtlıklar sistemiyle açıklıyor.

Bu karşıtlıklar sistemine ışık tutmak için bir örnek alalım.

Tekel iyi bir şey, çünkü ekonomik bir kategori ve bu nedenle de Tanrıdan çıkma. Rekabet iyi bir şey, çünkü o da ekonomik bir kategori. Ama iyi olmayan şey, tekel gerçeği ve rekabet gerçeği. Daha da kötü olan şey, tekel ile rekabetin birbirini yiyip bitirdiği gerçeği. Ne yapmalı? Tanrının bu önsüz-sonsuz iki fikri birbiriyle çeliştiğine göre, Proudhon’a bakılırsa apaçık olan şudur:

Tanrının bağrında bu iki fikrin bir de sentezi vardı; yani tekelin kötülükleri rekabetle dengelenir ya da tersi. Bu iki fikir arasındaki savaşımın sonucu, bu fikirlerin yalnızca iyi yanı kendini ortaya koyar. Birileri bu gizli fikri tanrının elinden kapmalı ve her şeye uygulamalıdır: O zaman her şey iyi olacak; insanlığın kişisel olmayan usunun karanlıklarında saklı yatan sentetik formül açıklanmalıdır. Bay Proudhon, bu formülü açıklayacak kişi olmak için öne fırlamakta bir an olsun duraksamıyor.

Ama bir an için gerçek yaşama bakalım. Günümüzün ekonomik yaşamında yalnızca rekabeti, yalnızca tekeli bulmakla kalmıyoruz; bu ikisinin, bir formül değil ama bir hareket olan sentezini de buluyoruz. Tekel rekabet üretiyor, rekabet tekel üretiyor. Ne var ki, bu denklem, burjuva iktisatçıların sandığının tersine, bugünkü durumun güçlüklerini ortadan kaldırmak şöyle dursun, daha güç ve daha karışık bir duruma yol açar. Bu nedenledir ki, günümüz ekonomik ilişkilerinin dayandığı temeli değiştirirseniz, üretimin bugünkü tarzını ortadan kaldırarak yalnızca rekabeti, tekeli ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını ortadan kaldırmakla kalmazsınız; onların birliğini, sentezini, rekabet ile tekelin gerçek eşitlenmesi olan devinimi de ortadan kaldırırsınız…” (“Genç –Marx” tan Paris’teki Pavel Vasilyevich Annenkov’a -Brüksel, 28 Aralık 1846)

BORGA bey, BORGA bey, besbelli ki gerçeklere karşı zalimlere bile duymadığın kinle karşı durmaktan vazgeçmeyeceksin, gene ninemin dediği türden ipe asmaya başlamışsın ki artık saman tadındadır astıkların; bu ne azim, bu ne pişkinlik anlamak zordur; yanlış anlama, sadece zordur diyorum; ben anlıyorum ve çok kez bu azminin, bu pişkinliğinin kıymet-i harbiyesini anlattım; ne ki, gerçekler karşısındaki bu azmin, bu pişkinliğin karşısında, taşlar, duvarlar bile dile gelmiş, pes artık demektedirler!

Sen ki Blanqui ile yatan, onunla kalkan, hayatını ve eylemciliğini model almış gibi görünen birisin; ama hatırladığın bir tek “mesleğini soran yargıca “işçi” olduğunu söylemesidir!

Fakat hayatının 33 yılını hapiste geçiren Blanqui’nin, 1872’de dördüncü kez tutuklandığında, yaptığı tek savunma konuşması şudur; hatırladığını sanmıyorum: "Burada 31 Ekim için bulunmuyorum, bu günahlarımın en küçüğüdür. Ben burada krallık düzeninin mahkemenizin sanık bölmesine sürüklediği Cumhuriyet’i temsil ediyorum. Hükümet komiseri, sırasıyla, 1789 Devrimi’ni, 1848 Devrimi’ni ve 4 Eylül Devrimi’ni suçladı. Krallık fikirleri adına, yeni hukukla çatışma halinde olan eski hukuk adına yargılanıyorum ve Cumhuriyet düzeni altında mahkûm edileceğim."

"Blanqui müebbet hapis cezasına mahkûm edildi. Mahkûm edildiğinde düzenin, yalnızca adı Cumhuriyet’ti; egemenler, Cumhuriyet için verilmiş onca fedakâr mücadeleden sonra rejimin adını başka türlü koyamamışlardı. Ama düzenlerini bu kılıfla sürdürebilmeleri, Cumhuriyet’i kuran devrimleri ve gerçek Cumhuriyetçiler’i mahkûm etmeye bağlıydı. Tahammülsüzlükleri, karalamalarla dolu iddianameleri, müebbet kararları büyük korku eseridir ve tercih değil, zorunluluktur.

Cumhuriyetçiler bu topraklarda da sanık sandalyesine oturtuldular. Belki de, tarihin bu kesitinde Blanqui’yi en açık şekilde doğrulayan, bu coğrafyadır.” (Deniz Hakan, “Cumhuriyet sanık sandalyesinde” başlıklı makalesinden.)

Ve haliyle, Marx’ın ,
“Amerikan Bağımsızlık Savaşı orta sınıf için nasıl bir yükseliş çağı başlattıysa, Amerikan Anti-Köleci Savaşının da aynı şeyi işçi sınıfları için yapacağından Avrupalı işçiler emindirler. Onlar, zincire vurulmuş bir ırkı kurtarma ve sosyal dünyayı yeniden inşa etme uğruna verilen eşsiz mücadelede ülkesine önderlik etmenin, işçi sınıfının, single-minded, münferit fikirli çocuğu olan Abraham Lincoln'a düşmüş olmasını, gelecek çağın başlangıcı olarak görüyorlar” yazan mektubunun kıymet-i harbiyesini idrak edemiyorsun; daha doğru ifadeyle idrak etmemeye mahkûm gibisin!

Ve sen, pek muhterem Blanquist BORGA, proletaryanın devleti ile burjuvazinin devletini aynı kefeye koyarak ve üstüne üstlük bu ikisinin yerine de Tanzimat öncesi karanlığının tek alternatif olarak konulmasında beis görmeyerek, sanki komünist toplumun öngünlerinde imişiz gibi, sanki kopardığınız bu kadar vaveyla bir Tanzimat öncesi karanlıkla bir an önce izdivaç kurmak için değilmiş de, "komünist toplum" içinmiş gibi, cumhuriyet hukuku ile şeriat hukuku arasına komünizmi sokuşturup, meselenin laik cumhuriyet ile Tanzimat öncesi gericiliğin çatışması olduğu gerçeğini örtmek için yüz bin defa çürüttüğüm zortlamalarını yine iplere dizmişsin.

“Ahlak”, öyle mi? Peki, içi boş bir “özgürlük” türküsü uğruna, her şeyi mübah görmek, mutluluğu, mutsuzluk vererek almayı hak saymak, “ahlak” ve “özgürlük” sözcüklerine sığar mı?

Bilgi özgürlüğün ön koşuludur. Aklın kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın önündeki engellerdir; devrimcisizleştirilerek, dahası cahilleştirilerek, gericileştirilerek, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin hemen her oyununda Kürt ve Türk emekçilerinin aklını kullanmasının engellenmesi, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın engellenmesi değil midir?

Burjuvazinin korkulu rüyası ve ezilen sınıflar için bir model olan Jakobenizm’e, Blanqui’ye gelince eyvallah, proletarya diktatörlüğüne gelince tü-kaka; sence olur mu böyle şaka?

Nasıl ki, kendi ihtilalinden korkan burjuvazi, feodal restorasyon umudunu yitirmemiş olanlar, tek kelime ile zamanın gericiliği, hep birlikte Fransız Devrimi’nde bulduğu tüm suçları Robespierre’e ve elbette cumhuriyete yükledi ise, bu topraklarda da tekellerin kendi cumhuriyetlerinden korkup, bir feodal restorasyonda çare görerek, düzenlerinin yönetimini dinci akımlara teslim etmeleri yeterince öğretici olduğu halde, bundan ders çıkarmayıp, gericiliğin şefkatli kollarında gelecek arayan siz Blanqui’ciliğe yatan zat-ı muhteremler, o sığ akıl ve fikirlerinizle utanmadan, pişkinlikle, bir taraftan Tanzimat öncesi karanlığa kalkan olup, laik cumhuriyete ateş püskürürken, diğer taraftan “komünizm” ve yanında “ahlak” sözcüğünü telaffuz edebiliyorsanız, Marx’ın mektubundan da ders çıkarmanızı beklemiyoruz elbette ama tarihe notumuzu düşmeyi de borç olarak görüyoruz!

Etrak-ı bi idrak mısınız, yoksa bizi etrak-ı bi idrak belleyip, gerçeklerin gözü önünde yalan, yanlış, anlaşılmaz lakırdıları ipe dizerek, Yeni Osmanlıcılara yaranmak için Osmanlıyı haklı çıkarmaya mı çalışırsınız; malum, Osmanlı Devleti’nin Türkleri Etrak-ı bi idrak olarak tarif ettiği söylenir.

Ancak emin olmalısınız ki, gerçeğin peşinden gitmekten korkmak, ahmakların ve cahillerin işidir, gerçeğin önüne dikilmek ise hainlerin işidir; oysa gerçeğin yapabileceği tek şey, cesaretle onun peşinden koşanları daha özgür kılmaktır… Tersi de doğrudur; yani cahillikten ve ihanetten kurtulma yolunu seçmeyen her proje, eninde sonunda “gericilik”tir ve bile –isteye esarete teslim olmaktır; teslim olarak değil, cehalete ve ihanete başkaldırarak esaretten kurtulabiliriz; ancak böyle özgürleşebiliriz…

Siz baştan beri, içi boş bir “özgürlük” türküsü tutturarak, gericiliğin ve ihanetin yolunu tuttunuz ve Kürt halkının gerçeğin peşinden gitmesinden korkarak ve onları korkutarak, bir Tanzimat öncesi karanlığa esir ettiniz ve bunu “özgürlük” olarak öğretmeye çalıştınız!

Şimdi bunun meyvelerini almaya başladığınız bu günlerde, bir taraftan “AKP’nin faşizmini lanetleme” modunda hareket ederken, diğer taraftan, gerçeklere karşı bu denli ahmakça ve haince bir tutum içinde olduğunuz için nedamet getireceğinize, hâlâ gerçeklerin önüne dikilme inadınızı koruyor ve açtırdığınız hendeklere, peşinden gitmekten korktuğunuz gerçekleri büsbütün gömmek ve yine yeniden “çözüm” masasına dönmek istercesine açık kapıları zorlamayı, “devrim” ya da “halk hareketi” olarak göstermeye çalışıyorsunuz!

Bu yüzden, “AKP faşizmi” nitelemesi ile “emperyalizm” sözcüğünü aynı anda kullandığınız bir zamanda, ABD emperyalizmine, tekellere, velhasıl zalimin ve zulmünün hiçbir çeşidine duymadığınız bir kinle gerçeklere karşı durmayı ve bunu dosta düşmana göstermek istercesine inatla Marx’ı, Marxizm’i aşındırmayı sürdürmenize şaşırmıyoruz!

Şimdi, yanlış anlamak için pusuda bekleyenlere bir kez daha arz ediyorum ki, elbette Marx ve Marxizm hiçbir zaman eleştiriden azade değildir, olmamıştır; aksine Marx’ı eleştirmeden onu en tam ifadesiyle anlamanın mümkün olmadığına inanılmıştır; yani Marx’ı eleştirmek mümkündür ve yapılmalıdır; fakat eleştirenlerden, eleştirdiği şeyi bilmelerini beklemenin hakkımız olduğunun da kabul edilmesi gerekmektedir.

Diğer yandan, destek gücü bizzat emperyalizmin ideolojik laboratuarları olan sağdan girişilen Marx’a ve Marxizm’e reddiye taarruzlarının, hem de “sol/sosyalist” gömleklerle yapılmasına pabuç bırakmamak gerektiğine de inanılmış, hâlâ da inanılmaktadır.

Marx’a ve Marxizm’e sağdan yapılan reddiye taarruzları, aynı zamanda ve asıl olarak, tarihsel materyalizme reddiye taarruzlarıdır ve sinsilik, yani taarruzu “sol/sosyalist” gömleklerle yapmak, bu nedenledir; çünkü işin önünde gerçeklerin, yani maddenin, yani tarihi materyalizmin aydınlatıcı, bilimsel taarruzu vardır ve buna karşı, reddiyecilerin taarruzları hiçbir bilimsel kılıfa sığdırılamamaktadırlar; sinsilikleri, “sol/sosyalist” gömlekleri, gerçeklerin bilimsel taarruzlarına karşı tek zırhları olmaktadır!

İşte BORGA kardeşimiz de, inatla sürdürdüğü gerçeklere karşı taarruzuna hiçbir bilimsel kılıf uyduramadığı için, nafile çaba olduğunu bile bile, Kıvılcımlı’nın deyişiyle zortlamayla ürettiği hurafeleri ipe dizerek zevahiri kurtarmaya ve gerçeklerin taarruzunu bertaraf etmeye çalışmakta ve fena halde gerçeklerin peşinden koşanların kafalarını ütülemektedir!

Emperyalist kapitalist sistemin tarihinin en derin bunalımı ile karşı karşıya olduğunu yinelemek bir totoloji sayılabilir belki ama hatırlatmadan durmak da olmuyor; bugün iktisadi olarak mevcut dinamikleriyle aşamadığı sınırlara dayanmış, kendi iç savaşında yönetsel merkezinde vurulmuş ve bu yüzden Ortaçağ’a yönelmekten medet uman bir emperyalist kapitalist sistem ile karşı karşıyayız; oysa bu sistem, kendisinin ilan ettiği, düşmanını kaybetmiş olmanın sevincini yaşıyordu; fakat belli ki bu sevinç kendisinin yaşam sevinci yaşaması için yetmiyor ve bir süredir, yaşamına yönelik bir tehdit olarak gördüğü, hepimizin tanıdığı bir hayaletin korkusu ile yine yeniden feveran etmekte ve kullanıla kullanıla Marxist’ liği kalmamış olanlarla, hiçbir zaman Marxist olmamış “Marx(özellikle de genç Marx) – sever” leri yardıma çağırmaktadır!

Yardım çağrısı, dünyayı topyekün bir Ortaçağ trenine doldurup, emperyalist sistemi tarihinin gerisine yönelterek ilerletmek içindir!

Nasıl çağırmasın, bitti saydıkları ve zil takıp oynadıkları bir zamanda sosyalizmin yıkıntılarının tozu dumanı arasından, daha önce de Avrupa’ya musallat olan o korkunç “hayalet”, yeniden ayakları üzerine dikilerek emperyalist kapitalistlerin gözlerinin içine içine bakıp, gözlerini yuvalarından fırlattığı, yüreklerini hoplattığı bu kapitalizm, kendisinden sosyalizmin yokluğunda dünyayı bir cennete çevireceğini bekleyenlere, hâlâ yıkıntılardan, savaşlardan ve açlıktan başka bir şey yaratamamaktadır!

Öyle görünüyor ki, şimdi yaygın olan, Kapital üzerine yazdığı zaman, kapital’i hiç okumamış olduğunu pişkinlikle itiraf etmiş Althusser tarzı bir Marx eleştiriciliği ya da “Marx sever” liği olsa gerektir ki; herhalde BORGA biraderimizin de, hatta bilumum Kürt aktivistlerin de ideolojik ya da teorik besin kaynağı, başka ifadeyle Marx’ı aşmalarının rehberi olmaya niyetli görünen, Ahmet İnsel gibi akademisyenler bir yana, “Teori ve Pratik” gibi dergiler de bu modaya uymuş görünmektedir; Kürt sorununu bir Tanzimat öncesi karanlığın içinde “çözmek” için yapmayacakları “teorisyenlik” yok gibi görünmektedir!

Neyse, belki buraya tekrar döneriz, şimdi BORGA biraderimizin ipe dizdiklerini, bizden önce gerçeklerin illaki esecek olan rüzgârı ile un-ufak olmadan önce, enine olmasa da, hiç olmazsa boyuna doğru gerçeklerin aynasını tutmaya çalışalım; çalışalım ki, gerçeklerin rüzgârına şimdiden katkımız olsun!

11-09-2011 tarihinde, yani şimdi faşizmine lanetler yağdırdığınız AKP’nin “ ileri demokrasi” getireceğini vaad ettiği anayasa referandumuna “EVET” demenin reformistçesi olan, hatta belki de haincesi demek daha doğrudur, “ BOYKOT ” ile arka çıktığınız, “HAYIR ” diyenleri ve denmesini önerenleri “ERGENEKONCU”,ya da yetmezse “12 Eylülcü” yaptığınız tarihten bir yıl kadar sonra, bu foruma bir mektup asılmıştı.

“YANLIŞ MEKTUP! YANLIŞ TERCİH!”başlıklı bu mektupta, ol tarihte bilumum devrim kaçkını azap zebanilerinin, ABD’ye başkan olduğu için “dünyayı kurtaracak adam”, “demokrasinin piri” vb. misli tasvir ederek zil takıp oynadıkları Barack Obama’ya hitaben şöyle yazıldığı aktarılıyordu:

“Öncelikle ABD devlet başkanlığına seçilmiş olmanızı, halkımız ve... Örgütümüz adına içtenlikle kutlar, yeni görevinizde size başarılar dilerken, bu seçimin dünyanın her tarafında barış, özgürlük, huzur ve refaha vesile olmasını dilleriz. Seçim kampanyanız, değişim, barış, özgürlük, eşitlik, adalet gibi yüksek ahlaki değerlere dayalı söyleminiz, dünyanın her tarafında olduğu gibi halkımız tarafından da ilgi ve sempatiyle izlendi.”

Ve mektubu kimin-kimlerin yazdığı ise şöyle aktarılıyordu:


“5 Kasım 2008'de Barack Obama, ABD'nin yeni başkanı olduğunda yukardaki satırlarla Barack Obama'yı kutlayanlar arasında K C K Yürütme Konseyi Başkanı sıfatıyla Murat Karayılan ve Kongra-Gel Başkanı sıfatıyla Zübeyir Aydar da vardı.”

Aslında bu mektup, 2008 yılında yazılmıştı ama mektuptan anlaşıldığına göre, geride kalmış bu mektubu hatırlatan ve gündeme taşıyan başka bir güncel mektup vardı: Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana'nın ABD Başkanı Barack Obama'ya gönderdiği mektup.

Amacım, bu mektubu gündeme taşıyıp, tartışmaya açmak değil; daha önemlisi, zat-ı âlinin ve türlerinin her zaman yaptığı kıyasa başvurmayacağım ama bu kıyas yöntemi ile gerçeklerin üzerini karartma çabalarına açıklık getirebilmek, deşifre edebilmek açısından kısaca hatırlanması gerekenlere vurgudan da kaçınmayacağım.

Öyleyse devam ediyorum.


ABD emperyalizminin kara siciline eklenenlerin bir envanterini de veren mektup, “Obamalar, halklara barış, özgürlük, demokrasi, çözüm getiremez. 5 Kasım 2008 yılından bugüne dünyada yaşananlara bakıldığında görünen sadece bu gerçektir” yazıyor ve Leyla Zana’nın mektubunda yazdıklarını aktarıyordu!

Yürüyüşçülerin foruma asılan mektuplarından aktarıldığına göre, 26 Ağustos 2011 tarihinde haberleştirilen bu mektubunda, Barack Obama'dan çözüm beklentilerini ifade eden, şimdilerde Recep Tayyip Erdoğan’dan “çözüm” için randevu talebine cevap bekleyen Leyla Zana, Obama'ya şöyle diyordu:

"Türkiye, İran, Suriye ve kısmi olarak sorun çözülmüş görünse de Irak Kürtleri’nin bir siyasi statüye kavuşmaması için tarihsel ittifaklarını halen sürdürüyor oldukları aşikârdır. Kürtler ve siyasi statüleri söz konusu olduğunda yaşanan hak ve sınır ihlallerine, kadın, erkek, çocuk veya yaşlı gözetmeden bombalanan evlere, köylere, sınır ötesi operasyonlara, hava harekâtlarına rağmen dünya kamuoyunun sessizliğini koruması ve bu insanlık dışı uygulamalara, sessiz kalınarak adeta göz yumuluyor olması, halkımız tarafından büyük bir şaşkınlıkla karşılanmaktadır. Aynı zamanda anlaşılması zor bir durum olarak nitelendirilmektedir."


Zana’ nın bu sözlerini eleştiren yürüyüşçüler, mektuplarında şöyle yazıyorlardı:

“…şaşıracak, anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur ortada. Her şey emperyalizmin onayı ve denetiminde olmaktadır. Emperyalizm, Kürt halkının devrimci, ilerici dinamiklerini yok etmek, tasfiye edip işbirlikçileştirmek istemektedir. Emperyalizmin ve onun işbirlikçisi oligarşinin politikasının özü budur. Ve amaçlarının PKK’yi "tasfiye etmek" olduğunu açıkça söylemektedirler.

Bu gerçek biline biline emperyalizmden çözüm beklenmektedir. Her şeyin çözümünü ABD'den bekliyorsanız o halde Kürdistan coğrafyasında yaşanan her şeyin ABD'nin denetimi dışında olmayacağını neden unutuyorsunuz?”


Eleştirel mektubun son satırları ise şöyle bitiyordu:

“Kürt sorununun çözümü, emperyalistlerin “çözüm” masalarında değildir. Çözüm halkların birleşik mücadelesindedir. Çözüm halkların anti-emperyalist mücadelesindedir… Halkların kurtuluşunun yolunun zor da olsa emperyalizme karşı mücadeleden geçtiği tarihin kanıtladığı bir gerçektir. Ve gerçek olan bir şey daha vardır ki emperyalistlerin vicdanlarına seslenerek bir çözümün gelmeyeceğidir. Çünkü emperyalistlerin vicdanı yoktur. Biz halklar adına hak kırıntıları istemiyoruz… Devrimci olmak anti-emperyalist olmaktır. Yurtsever olmak vatanının bağımsızlığını, halkların özgürlüğünü istemektir. Bunun için emperyalizme karşı savaşmaktır.”

O gün, bu mektuba hemen herkes ya bigâne kalmıştı, ya da sukut altındır düsturuna sığınmıştı; bigâne kalma ve sessize yatma katsayısını artırmak üzere BORGA birader, şimdi olduğu gibi, Kıvılcımlı’nın lisanıyla zortlaya zortlaya ipe astığı kelamlarla kıyas yaparak, gerçeğin aynasını karartmaya çalışıyordu; uzmanlık alanıdır ve bunu hep yapar!

“Bunun sorgulanmasını da önemserim. Ama bunu sorgulayan kendisine Marksist ya da Marksist Leninist diyorsa, hiçbir bölge hesabının ve sıcak çatışmanın ve hiç bir denge durumunun olmadığı bir ortamda yazılmış olan ve on yıllardır gözümüzün önünde duran ve halk cephesi kütüphanesinden aktardığım şu mektubu da sorgulamanızı arzu ederim “ diyordu; yani siz onu, yani Kürtlerin Obama’ya, yani kapkara sicilli ABD emperyalizmine yazdıkları mektubu bırakın da, şu Marx’ın Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Abraham Lincoln'a yazdığı mektubun kıymet-i harbiyesini açıklayın Ey M-L’ ler, diyordu!

Bunu derken, ne bir ölçü, ne bir utanma ve sıkılma vardı BORGA kardeşimizde; şimdi de yoktur ve artık kesinkes beklemiyoruz!


O günün (Kasım 1864)tarihsel koşulları ve bu koşullarda o zamanın ABD’sinin başkan seçilen Lincoln’ün tarihsel olarak yaptıkları ve bugünün koşullarındaki, bu güne kadar tarihe kaydedilen kara sicili paçalarından akan ABD’nin yeni başkanının bu kara sicile ekledikleri aklına hiç gelmemiş “denge durumundan ” söz eden BORGA’nın; ama Marxist-Leninistlerden “denge” isteyebiliyor!

Bu ölçüsüzlük ve pişkinlik BORGA’nın ayırt edici özelliğidir!

Fakat kabahat BORGA’da değil aslında, bir anlamda, ya da son tahlilde, kabahatin büyüğü bu pişkinliğini layıkıyla yerine getirebilmesi için ona asistanlık da etmiş olan, kâh susarak, kâh arka çıkarak, hatta kâh önünde kalkan olarak rolünü oynayanlardadır; yani gerçekler karşısındaki bu azmini, bu pişkinliğini el birliği ile diri tutması, diri tutarken kızarmayan yüzündeki ifadeyi suretiyle kapatarak pişkinliğe devam etmesi, gerçeklere bile şapka çıkartmaktadır. Ama eminim kendisi de biliyordur ki gerçeklerin eninde sonunda gerçekliğini kanıtlaması gibi kötü ve BORGA gibi pişkinleri üzen bir huyu vardır ve bu azminin ve pişkinliğinin varabileceği tek yer de işte fotoğrafta görüldüğü gibi ve her zaman olduğu gibi ninemin işaret ettiği misli ipe sapa gelmez lakırdıları dizdiği iptir ki, bir sonraki zortlamalara kadar, gerçeklerin estirdiği rüzgârla hep boş kalacaktır bu ip; fakat dedim ya BORGA’nın azmi de, pişkinliği de yerindedir ve vazgeçmeye niyeti yoktur; yani gerçeklere karşı her zaman zortlayarak o ipe dizilecek yalan-yanlış zırvaları cebindedir!

Evet, tarihe kaydedilmiş bir mektup var; Uluslararası İşçi Birliği Genel Konsey kararı ile Marx tarafından 22-29 Kasım 1864'te yazılmıştır. 7 Kasım 1865 tarihli The Bee-Hive Newspaper, no: 169'da yayımlanmıştır. Türkçe'ye çevirisi ise, Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 25-27, Temmuz 1977 Birinci Baskı, Sol Yayınları tarafından yapılmış ve Eriş Yayınları tarafından düzenlenerek internette de isteyen herkesin hizmetine sunulmuştur!

Orijinali, “The workingmen of Europe feel sure that, as the American War of Independence initiated a new era of ascendancy for the middle class, so the American Antislavery War will do for the working classes. They consider it an earnest of the epoch to come that it fell to the lot of Abraham Lincoln, the single-minded son of the working class,... to lead his country through the matchless struggle for the rescue of an enchained race and the reconstruction of a social world.” Şeklinde olan ifadeyi, aşağıdaki gibi Türkçeleştirerek daha anlaşılır kılabiliriz:

“Amerikan Bağımsızlık Savaşı orta sınıf için nasıl bir yükseliş çağı başlattıysa, Amerikan Anti-Köleci Savaşının da aynı şeyi işçi sınıfları için yapacağından Avrupalı işçiler emindirler. Onlar, zincire vurulmuş bir ırkı kurtarma ve sosyal dünyayı yeniden inşa etme uğruna verilen eşsiz mücadelede ülkesine önderlik etmenin, işçi sınıfının, single-minded, münferit fikirli (sol yayınları temiz yürekli demiş ki esası bozan bir durum yoktur) çocuğu olan Abraham Lincoln'a düşmüş olmasını, gelecek çağın başlangıcı olarak görüyorlar.”

Bu tarihin koşullarını Marx Kapitalde şöyle ifade eder:

“Kuzey Amerika Birleşik Devletleri'nde, her bağımsız işçi hareketi, kölelik cumhuriyetin bir bölümünü çarpıklaştırdığı için kötürümleşti. Emeğin, kara deriye damgalandığı yerde, beyaz deriden kendini kurtarması mümkün değildir. Ne var ki, köleliğin ölümüyle birlikte derhal yepyeni bir yaşam doğdu.

İç savaşın ilk meyvesi, Atlantik’ten Pasifik’e, New England'dan California'ya soluk soluğa gidip-gelen bir lokomotif hızıyla yayılan sekiz saatlik çalışma hareketi oldu.

Baltimore'da 6 Ağustos I866'da yapılan Genel Kongresi şu bildiriyi yayınladı: "Bugünün ilk ve en büyük zorunluluğu, bütün Amerika Birleşik Devletleri'nde, sekiz saatlik çalışmayı, normal işgünü kabul eden bir yasayı yürürlüğe koyarak, bu ülkenin emeğini kapitalist kölelikten kurtarmaktır. Bu şanlı sonuca erişene dek bütün gücümüzle çalışmaya kararlıyız."[*]

[*]"Biz Dunkirk işçileri, ilan ediyoruz ki, bugünkü sistem altında öngörülen çalışma zamanının uzunluğu çok fazladır ve işçiye dinlenme ve eğitim için zaman bırakmamakta ve onu kölelikten pek az farklı bir kul haline getirmektedir. İşte bunun için, 8 saatin bir işgünü için yeterli olduğu ve yasal olarak da yeterli sayılması gerektiği kararına vardık; güçlü bir araç olan basını yardımımıza çağırmamızın nedeni bu olduğu gibi... Bize bu yardımı yapmaya yanaşmayanlara, emek ve işçi haklarında yapılacak reformun düşmanı gözüyle bakmamızın nedeni de bu olacaktır." (Dunkirkli İşçilerin Kararı, New York State 1866.)

Aynı zaman aralığında, Uluslararası İşçi Birliğinin Cenevre'de yaptığı kongrede, Londra Genel Konseyinin önerisi üzerine şu karar alındı: "İşgününün sınırlandırılması önkoşuldur, bu sağlanmadan, kurtuluş yolunda atılacak diğer bütün adımlar başarısızlığa mahkûmdur. ... Kongre, sekiz saatlik süreyi, işgününün yasal sınırı olarak önerir."


Ama BORGA biraderimiz için bunun bir önemi yoktur; onun için önemli olan, gerçekler karşısında sıkı durabilmesi için kendisine bir kıyas yapabilme imkânı verilmiş olmasıdır!

Bu yüzden Marx’ın, Uluslararası İşçi Birliği adına, Lincoln’ün büyük bir çoğunlukla tekrar seçilmesi dolayısıyla Amerikan halkını kutladığı mektupta, “İlk seçilişinizin ihtiyatlı parolası Köleci iktidara karşı direnme idiyse, yeniden seçilişinizin muzaffer savaş çığlığı da Köleciliğe Ölümdür…” diye başlayıp, “…Kuzeyin gerçek siyasal gücü olan işçiler, köleliğin kendi cumhuriyetlerini pisletmesine göz yumdukları sürece, kendi rızası olmaksızın egemen olunan ve satılan zencinin karşısında, kendisini satmasının ve kendi efendisini seçmesinin beyaz tenli işçinin en yüce hakkı olmasıyla övündükleri sürece, gerçek emek özgürlüğünü sağlayamıyorlar, ya da Avrupalı kardeşlerini kurtuluş uğruna verdikleri mücadelede destekleyemiyorlardı; ama ilerlemenin önünde duran bu engel, iç savaşın kızıl deniziyle kaldırılıp atılmıştır…” diyerek devam ettiğini ve buradan “tartışmalı” ifadeye geldiğini görmüyor!

Dahası Marx’ın, bu tarihten yüz yıl önce, Kuzey Amerika'daki on üç İngiliz sömürgesinden gelen delegelerin 4 Temmuz 1776 tarihinde Philadelphia'da yaptıkları kongre tarafından kabul edilen Bağımsızlık Bildirgesi ile bu sömürgelerin Büyük Britanya'dan ayrıldıklarını ve Amerika Birleşik Devletleri adıyla bağımsız bir cumhuriyet kurduklarını ilan ettiklerini; ayrıca, kişisel özgürlüğü, yasa karşısında yurttaşların eşitliğini ve öteki burjuva-demokratik ilkeleri benimsediklerini; fakat Amerikan burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin, ilan olunan demokratik hakları daha baştan çiğnediklerini ve cumhuriyetin nüfusunun oldukça büyük bir kısmını oluşturan zencileri temel insan haklarından yoksun bırakarak, köleciliği sürdürdüklerini hatırlattığını, bizim “demokratik” özerklik diye ortalığı ayağa kaldırmaya çalışarak “açık kapıları” zorlayan Kürtlerin BORGA misli aktivistleri görmezden geliyorlar!

Daha sonra Marx, kendisinin kaleme aldığı ve Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin 11 Mayıs tarihli toplantısında, İngiltere ile ABD arasında 1869 ilkyazında çıkma olasılığı bulunan savaşa ilişkin olarak ABD Cumhuriyetçi Partisinin önderleri tarafından İngiltere'ye karşı başlatılan savaş hazırlıklarını açıkladığı ve ulusal ve uluslararası planda bağımsız bir siyasal güç olarak hareket etmesini istediği işçileri barışı korumak için mücadeleye çağırdığı ve oy birliği ile kabul edilerek gazete ve dergilerde yayınlanan “Birleşik Devletler Ulusal İşçi Birliğine Çağrı” (Address to the National Labour Union of the United States ) başlıklı bildiride şöyle yazıyordu:

“Yeniden başkanlığa seçilişi dolayısıyla Bay Lincoln'a yaptığımız bir kutlama çağrısında, Amerikan bağımsızlık savaşı orta sınıfın ilerlemesi için nasıl önemli olduysa, Amerikan iç savaşının da işçi sınıfının ilerlemesi için o kadar önemli olacağına inandığımızı ifade ettik. Ve gerçekten de, anti-köleci savaşın zaferle sonuçlanması işçi sınıfının tarihinde yeni bir çığır açmıştır. Bizzat Birleşik Devletler'de, eski partilerinizin ve bunların profesyonel siyasetçilerinin kötü gözle baktıkları bağımsız bir işçi sınıfı hareketi, gözlerini yaşama o tarihten itibaren açmıştır. Ürün verebilmesi için yıllarca süren bir barış gereklidir. Ezilmesi için ise, Birleşik Devletler ile İngiltere arasında bir savaş gerekir.”

Elbette BORGA biraderlerin buna da bigâne kaldıklarını hatırlatmaya bile gerek yoktur!

Neden? Çünkü dertleri gerçekler ve tarihten ders çıkarmak değil, kıyas yöntemi ile üzerlerine üzerlerine gelen gerçeklerin üzerini örtmektir, önüne set çekmektir; tarihten ders alınmasının önüne geçmektir!


Velhasıl, BORGA’nın görmek istemediği, ol günlerin sınıf mücadelesinin yarattığı somut-tarihsel koşullar ve bu koşulların, öncesindeki sınıf mücadelesinin yarattığı somut-tarihsel koşullardan özerk olmadığıdır; yani görmek istemediği, Marx’ın mektubuna konu olan tarihsel koşullara kadar geçen zamandaki sınıf mücadelesinin varlığı ve içeriğidir!

Tarih bilinci olmayınca da, ne olayların tarihsel farklılıklarını, ne de tarihin devamlılığını ve bütünselliğini kavrayabiliyor; ne de Marxist teorinin bir tezler yığını olmadığını ve dahası, ne de Marx’ın 11 teze indirgenemeyeceğini idrak edebiliyor!

Dahası benzerleri gibi, ya da belki de model aldıkları demeliyim, Borga kardeşimiz de, Orhan Gökdemir’in deyişiyle, toplumu ekonomiye tabi kılan bir sistemi eleştirirken, ekonomiyi topluma tabi kılmayı ”tahayyül” eden bir düşünürü aynı terimlerle eleştirmek için ya bütün iktisadi süreçleri unutmuş olmak, ya da daha kötüsü, bütün bu süreci hiç bilmiyor olmak gerektiğini anlamak istemiyor!

Yine Orhan Gökdemir’den ödünç aldığım ifadelerle, Marx’ta ne bir ekonomi teorisi vardır, ne de ondan böyle bir teori üretmek için açıklık vardır. Aksine Marx’ın itirazları bir disiplin olarak iktisadın varoluşunu imkânsız kılar. Bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının damgasını taşıyan bu formüller irrasyoneldir; sermayedarların günlük işlerini yürüttükleri hayali biçimdeki doğmatik bir yorumudur. İktisat bu irrasyonalizme mantık yüklemek gibi bir iki yüzlülükle maluldür ama bir bilim olarak kutsanmıştır, çünkü belli bir sınıfın çıkarına hizmet etmektedir. İktisat varoluşunu sınıfsal geçerliliğine borçludur.

Bütün bu sürecin – üretim-tüketim-bölüşüm-mübadele- toplumdan soyutlanmış olarak kavranması ve teknik bir süreç olarak tanımlanması, toplumun ekonomiye tabi kılınmasının bir sonucudur. Burada üretim üretim içindir, üretimin toplumsal ve bireysel ihtiyaçlarla ilişkisi kalmamıştır. Dolayısıyla kelimenin yalın anlamında bir “üretim tarzı” ile karşı karşıyayız; burada toplum, üretim tarzının bir sonucu olarak oluşur. Mevcut durumu inorganik olanın organik olana tahakkümü olarak da tarif edebiliriz. Kapitalist üretim toplumu dağıtır ve dağıtılarak yalıtılmış bireyleri ekonominin gereklerine göre yeniden dizayn eder. Ve bu üretim tarzının tarihi, ancak ekonominin diliyle tarif edilebilir. Ve işte bu yüzden “belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. Ve insanların tasarımları, düşünceleri ve zihinsel ilişkileri, burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatışı olarak kendini gösterir.”

Burada “ekonomizm”,teorinin bir keyfiyeti değildir; yani “ekonomizm” bir akıl ve ideoloji ürünü değildir; doğallıkla burada da akıl ve ideoloji, maddi koşulların bir tezahürü olarak beliriyor; ekonominin belirleyiciliği bir durum saptamasıdır ve saptama bizzat bu belirleyicilikten kurtulmak içindir.

“İktisat toplumu” bizzat kapitalizmin karşılığıdır; iktisat ideolojisinin egemenliği için “iktisadi toplumun” varlığı gerekiyor. Piyasa, Pazar, mübadele yoksa , “özgür emekçiler” yoksa “iktisat ideolojisi” de olamıyor.


Marx, dünya tarihinin düşüncede olup bittiği çağı çoktan kapattı ve artık açmak mümkün değildir; “fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar.” (Alman İdeolojisi)

Bizimki de, bilumum Marxist olmayan “Marx-sever”lerinki de böyledir. Ve hep hatırlatırız, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretimi de belirler; nasıl ki Ortaçağ’da teolojinin zihinsel üretimin diğer alanlarına egemen olması, kilise babalarının maddi üretimi elinde bulundurmasıyla örtüşüyorsa, modern çağda teolojinin bu rolünü felsefenin üstlenmesi burjuvazinin maddi üretim araçlarını ele geçirmesi ile örtüşür; belirleme budur ve bu ortadan kaldırılmadan bu devrim tamamlanamaz.

Henry Lefebre’nin deyişiyle, içinde, Kürtlere Marx’ı aştıran “çokbilmiş” Ahmet İnsel, Ömer Laçiner gibi, majestelerinin “sol/ sosyalist” teorisyenleri de olan pek çoklarınca, tilmizleri olarak BORGA’yı da bunlardan ayırmıyoruz, hâlâ, “iktisatçı olarak sık sık ele alınmakta olan Marx’a, fikirlerini eleştirmek için, bir ekonomik determinizm anlayışı atfedilmektedir. Ancak Marx’ın düşüncesi hakkında ileri sürülen bu yorum, Kapital’in alt başlığını, yani “Ekonomi Politiğin Eleştirilmesi” başlığını unutmaktadır; ekonomik gerçekliği, meta ve parayı, artı-değeri ve kârı, kendi temeli haline getiren kapitalizm değil midir? Kapital, bir toplumu, yani burjuva toplumunu, bir üretim biçimini, yani kapitalizmi inceler; bir bütün olarak ele alınan aynı gerçekliğin bu iki yönünü kavrar. Burada rekabetçi kapitalizmin, hem saptayan hem de ona itirazda bulunan bir düşünceyle kavranması söz konusudur. Bilim olarak ekonomi politiğe gelince; belli bir praksis hakkındaki bilgidir o; bolluğun hüküm sürmediği toplumda, eşit olmayan gruplar arasındaki mal mülk bölüşümü hakkındaki bilgidir. Ekonomi –politik sona ermektedir ve kendini aşabilir. Kapital’de bir ekonomi teorisi vardır ama bu bir ekonomi-politik kitabı değildir. Bu çalışma, başka bir şeyi, daha fazla bir şeyi kapsar; yani, köklü bir eleştirmeden geçirerek, ekonomi-politiğin aşılmasının yolunu gösterir. Demek ki, ekonomi politik kıtlığın bilimidir; her toplumun bir ekonomik temelinin mevcut bulunduğu ve bunun bugün de böyle olduğu doğrudur.”

Ekonomik determinizmin somut işleyişi, tarihle birlikte ve tarih içinde açıklanabilir. Salt ekonomik (tarih dışı) bir kategori olarak ele alınamaz; onu böyle alan ve tanımlayan iktisat bilimidir.

Marx ise, bu ekonomik temelde çok kesin ve açıktır. Şöyle yazar Kapital’de:

“ Her özel üretim tarzı ve ona tekabül eden toplumsal ilişkiler, kısaca toplumun ekonomik yapısı, hukuksal ve siyasi üst yapının gerçek temelidir ve buna belirli toplumsal biçimler tekabül eder; üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşamın niteliğini belirler şeklindeki görüşlerimin, maddi çıkarların egemen olduğu zamanımız için çok doğru oldukları, ama Hıristiyanlığın egemen olduğu Roma ve Atina için geçerli olmadığı öne sürülüyor. Her şeyden önce, ortaçağ ile eski dünya konusundaki bu kokuşmuş lafları bir başkasının bilmediğinin sanılması insana garip geliyor. Bununla birlikte şu kadarı besbellidir ki, ne orta çağ Katoliklik ile ne de eski dünya politika ile karnını doyurabilirdi. Tam tersine, şurada Katolikliğin, burada politikanın niçin başrolü oynadığını açıklayan şey, orada yaşayan insanların yaşamlarını kazanma biçimidir…” (Marx, Kapital, cilt, 1)

Aynı Marx, Grundrisse’de şöyle yazar; “Üretimin, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması, bizzat belli bir tarihi dönemde oluşmuş bir toplumsal ilişkiler sisteminin, yani piyasanın ifadesidir.”

Bu mantığa bağlı kaldığı sürece, Marx orada tek bir şey görür; her şeyi kapsayan ve her şeyi belirleyen bir üretim sistemi; bu mantığın ona sunduğu şey ekonomik determinizmdir; determinizm, mantığını ortaya koyduğu toplumsal ilişkiler sisteminin, piyasanın bir ifadesidir; böyle bir sistem olduğu için, maddi yaşam “üstyapıyı” belirler!

Ekonomik determinizm, Marx’ta insan-doğa ilişkisinin sınıflı toplumlara özgü biçimi nedeniyle yalnızca kapitalizme özgü bir kategori olarak ortaya çıkmaz; bütün tarih boyunca insan ile doğa arasındaki bir zorunluluk ilişkisi, tarihle birlikte değişen, giderek her ekonomik-toplumsal formasyona göre yeniden biçimlenen, insanları bu biçim içinde aldığı yere göre, şu ya da bu sınıf olarak belirleyen bir kategori olarak ortaya çıkar.

Egemen sınıflar bu ilişkide, özgürlüklerini diğer sınıfları bu zorunlulukla daha açık biçimde karşı karşıya bırakarak, onların zorunluluğunun derecesini yükselterek elde ederler. İnsanların bir bölümünün doğa karşısındaki özgürlüğü, diğer kısmının köleliğinin artması pahasına edinilmiştir. Bu özgürlük, doğaya karşı bir zaferin sonucu değil, tam tersine insanların büyük bir bölümünün ona kurban edilmesinin sonucudur. Egemen sınıfların bu özgürlüğü, doğanın kontrolü üzerine değil, insanın kontrolü üzerine edinildiği için, tek taraflı ve sahte bir özgürlüktür; insanların özgürlüğü değil, belli bir sınıfın özgürlüğüdür; özgürlüğün bu tek yanlılığı nedeniyle, sınıflı toplumlarda “insan” doğayı ve toplumu bilimsel olarak değil, sınıfsal olarak kavrayabilir.

İdeolojilerin ve ideolojik tarihlerin kökeni, bu tek yanlı özgürlüğe ve bu özgürlüğün insanın insanı kontrol etmesine dayanır.

“Marx ancak bir tek şeyi dert edinir: Katı bilimsel incelemelerle toplumsal koşulların birbirini izleyen sıralarının zorunluluğunu göstermek ve kendisine temel çıkış noktaları görevini yapacak gerçekleri elden geldiğince tarafsız saptamak. Bunun için, aynı zamanda, hem şeylerin bugünkü düzeninin zorunluluğunu ve hem de insanlar inansınlar ya da inanmasınlar, onun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, hepsi aynı şeydir, kaçınılmaz olarak içinden geçeceği bir başka düzenin zorunluluğunu kanıtlaması.” (K.Marx, Kapital, c.1,önsöz)

Demek ki Marx’ın iktisat çalışmaları, eninde sonunda tarihin belli aşamasındaki yasaları ortaya çıkarmayı amaçlar.

“ Marx bu görüş açısından, sermayenin ağırlığı ile kurulan ekonomik düzeni araştırmayı ve açıklamayı amaçlarken, o yalnızca, son derece bilimsel bir biçimde ekonomik yaşamın içinde her sağlıklı incelemenin amacını formüle etmiş oluyor. Böyle bir incelemenin bilimsel değeri, belirli bir toplumsal organizmanın, kökeni, varoluşu, gelişmesi ve ölümü ile onun yerini bir başka ve daha yüksek bir organizmanın alışını düzenleyen özel yasaların açıklanmasındadır.” (K.Marx, Kapital, c.1, önsöz)

Ve BORGA, Marx’ın, yukardakiler gibi, Kapitalde yazdığı aşağıdaki ifadelerinin de kıymet-i harbiyesini asla anlamak istemez; ya da bütün bunlardan “ekonomizm” çıkartır ve önümüze “devrimci” Weitling’i çıkartarak intikamını alır. Elbette amaç, Marx’ın eğiliminin “pasifist, reformist, barışçıl ve Aydınlanmacı”, Weitling’in eğiliminin ise “eylemden yana, komünist devrimci ” olduğunu kafalara yerleştirmektir:

“Her üretim tarzı ve ona tekabül eden toplumsal ilişkiler, kısaca toplumun ekonomik yapısı, hukuksal ve siyasal üst yapının gerçek temelidir ve buna belirli toplumsal biçimler tekabül eder; üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşamın niteliğini belirler şeklindeki görüşlerimin, maddi çıkarların egemen olduğu zamanımız için çok doğru oldukları ama Hıristiyanlığın egemen olduğu ortaçağ için, politikanın egemen olduğu Atina ve Roma için geçerli olmadığı öne sürülüyor. Her şeyden önce, ortaçağ ile eski dünya konusundaki bu kokuşmuş lafları bir başkasının bilmediğinin sanılması insana garip geliyor. Bununla birlikte şu kadarı besbellidir ki, ne ortaçağ Katoliklik ile ne de eski dünya politika ile karnını doyurabilirdi. Tam tersine, şurada katolikliğin, burada politikanın niçin başrolü oynadığını açıklayan şey, orada yaşayan insanların yaşamlarını kazanma biçimleridir... Üstelik gezginci şövalyeliğin toplumun her türlü ekonomik biçimleri ile bağdaşabileceğini sanmakla yaptığı yanılgının cezasını Don Kişot uzun zaman önce çekmiş bulunuyor.” ( Kapital, c. 1)

Çünkü BORGA’ya göre, Marx’ın kapitali yazarak yaptığı, bir tarih bilimi kurmak, bir materyalist tarih anlayışı temelinde ve artı-değer yoluyla kapitalist üretimin sırrını çözmek değil; hatta BORGA’ya göre, Marx’ın yaptığı, ekonomi politiği eleştirel olarak inceleyerek, ekonomi politiğin üzerini örttüğü sınıf mücadelesini ortaya çıkarmak da değil ama ”komünizmin gerçekleşmesi için önce burjuvazinin iktidara gelmesini sağlamaktır.”

Velhasıl BORGA biraderimiz, Kapital’de bir iktisat teorisi olmadığına; Kapital’in, kapitalizmin tarihi olduğuna ve bu toplumun tarihinin, ancak iktisadi terimlerle ve iktisadi bir dille yazılabileceğine; üretim, dolaşım, fabrika, mübadele, emek, sermaye, rant, kâr vb. terimleri kullanmadan bu tarihi oluşturmanın mümkün olmadığına katiyen inanmak istemez ama buna inandırmamak için bir bilimsel kılıf da uydurabilecek halde değildir!

İşte bu yüzden, gerçeklere karşı ne denli sıkı durursa dursun, yine de Marks için “devrimci değildir” diyemeyeceğini bilen BORGA, Marx’ın devrimci olmadığını, Marx’tan daha çok devrimci saydığı Wilhelm Weitling için devrimin hep mümkün olduğunu vurgulayarak ve Weitling’in Marx’a atfettiği, “Komünizmin gerçekleşmesi, ilk etapta söz konusu edilemez. Önce burjuvazi iktidara gelmelidir” şeklindeki ifade ile kanıtlamış olduğunu zannetmektedir!

Kendisinin de inandığı bu vaaza, herkesin inanması içindir, BORGA’nın gerçekler karşısındaki bu ölçüsüzlüğü ve pişkinliği!

Öte yandan, BORGA biraderin bu ölçüsüzlüğü ve pişkinliği,“devrimci ” Weitling’i konuşturarak ,”Komünizmin gerçekleşmesi, ilk etapta söz konusu edilemez. Önce burjuvazi iktidara gelmelidir” diyen bir “devrimcisiz” Marx icad ederek, daha doğrusu, Marx’ın tüm dediklerini, Weitling’in Marx’a atfettiği bu sözüne indirgeyerek, Diyarbakır’ın pek muhterem Sanayici ve İşadamları Derneği’nin bir araya getirdiği, biri AKP’li, diğeri HDP’li iki sanayici Vekilin “ne olacak bu bölgenin halleri” sorunu üzerinden burjuva “çözümler” için engin fikirlerinden yararlanma girişimlerindeki turnusolleri bertaraf etme gayretinin ifadesi olsa gerektir.

Nasıl diyorlar, “algı (ya da idrak) operasyonu” ! Eh ne de olsa, Türkler, “Etrak-ı bi idrak” vaziyettedir; öyleyse işiniz kolay sanırsınız öyle değil mi?

Wilhelm Weitling’ mi?


1808-1871 tarihleri arasında yaşamış, Alman dokuma işçisi, bana göre, komünizmi özgeciliğe indirgeyen, daha doğrusu, komünizm mücadelesini, özgeciliğe indirgediği Hıristiyanlık inancının gücü ile kazanacağına inanan ilk Alman ütopik komünizm teorisyenidir; 1846’dan sonra Marx ve Engels karşıtı olmuştur.

Daha düne kadar, Weitling’in, “sürekli barış vaaz edenler devrimci cesaret, şevk ve coşkuyu köreltirler” sözlerinden bihaber, sürekli olarak “Barışın dilini konuşalım” ,”Barış gelsin analar ağlamasın” türküsünü çığıran Kürtlerin, hâlihazırda, bir taraftan “açık kapıları” zorlarken, diğer taraftan “AKP faşizmini” telaffuz ettikleri ve bir “kalkışma” edebiyatı yaptıkları zamanda bile “üçüncü göz ve çözüm” sözlerini haykırmaktan vazgeçmedikleri ve Kürt aktivistlerin “Weitling’ in “devrimciliği” ile Marx’ın “devrimcisizliğini” karşılaştırdıkları bir zamanda, Weitling’ in,”İnsanlık Ne Haldedir, Nasıl Olmalıdır” başlıklı manifestosundaki şu ifadelerini es geçmeleri, traji-komik de olsa, gülümseten ifadelerdir:

“Düşmanınızla yapacağınız görüşmeler yoluyla durumunuzu iyileştireceğinize inanmayın. Umudunuz sadece elinizde tuttuğunuz kılıcınızdadır. Şimdiye kadar onunla yaptığınız görüşmeler hep sizin aleyhinize sonuçlandığından, şimdi bundan gerekli dersleri çıkarmanın tam zamanıdır. Hakikatin kendi yolunu kanla açmak zorunda olduğu acı bir tecrübedir. Bundan dolayı İsa der ki: ‘Bu dünyaya barış getirmek için geldiğim zannına kapılmayın, aksine kılıcı getirmek için geldim’ ( Matth. 10, 34.) ”

BORGA beyin, hiçbir zaman görmediği ve muhtemelen daha çok da “devrimcisizliğinin” kanıtı saydığı, Engels’in Anti-Dühring’te ve Ütopik Sosyalizm’de ifade ettiği aşağıdaki sözler de son derece öğretici ve zihin açıcıdır:

…Almanya'da Reform ve Köylüler savaşı döneminde Thomas Münzer eğilimi; büyük İngiliz devriminde eşitleştiriciler; büyük Fransız devriminde Babeuf gibi. Daha gelişmesinin ilk basamağında olan bir sınıfın bu devrimci ayaklanmasına karşılık düşen teorik belirtiler de vardı: 16. ve 17. yüzyıllarda, ülküsel (ideal) bir toplumun düş ülküsel (ütopik) betimlemeleri; 18. yüzyılda da, daha o zamandan açıktan açığa komünist teoriler. Eşitlik istemi artık siyasal haklarla sınırlanmıyordu; eşitlik, bireylerin toplumsal durumunu da kapsamalıydı; ortadan kaldırılması gereken şey, artık yalnızca sınıf ayrıcalıkları değil, sınıf ayrılıklarının ta kendisiydi. Yeni öğretinin ilk görünümü, böylece Isparta'ya öykünen çileci bir komünizm oldu. Sonra üç büyük ütopyacı geldi: Burjuva eğilimin proleter yönelim yanında henüz belirli bir ağırlık taşıdığı Saint-Simon; Fourier ve Owen: Bu sonuncusu en gelişmiş kapitalist üretim ülkesinde ve bu üretimin doğurduğu çelişkilerin etkisi altında, doğrudan doğruya, Fransız materyalizmine bağlanarak, sınıf ayrımlarının ortadan kaldırılması üzerindeki önerilerini sistemli olarak geliştirdi.

Bunların her üçünde de ortak olan şey, tarihin bu arada meydana getirdiği proletaryanın çıkarlarının temsilcileri olarak görünmemeleridir. Aydınlanma çağı filozofları gibi bunlar da, belirli bir sınıfı değil ama tüm insanlığı kurtarmak isterler. Onlar gibi, usun ve ölümsüz adaletin krallığını kurmak isterler.

Ama onların krallığı ile Aydınlanma çağı filozoflarının krallığı arasında dipsiz bir uçurum var. Bu filozofların ilkelerine göre örgütlenmiş olan burjuva dünyası da usdışı ve adaletsizdir ve bu nedenle mahkûm edilmeli ve feodalizm ve daha önceki öteki toplumsal durumlarla aynı torba içine konmalıdır. Eğer şimdiye değin gerçek us ve adalet dünyada egemen olmamışsa, bunun nedeni, onların henüz tastamam bilinmemiş olmasıdır. Eksik olan şey, şimdi gelmiş ve gerçeği görmüş bulunan deha sahibi bireyin ta kendisiydi; onun şimdi gelmiş, gerçeğin tam da şimdi görülmüş olması, tarihsel gelişim zincirinin, kaçınılmaz bir olay olarak, zorunlu sonucu değil, basit bir şans eseridir. Deha sahibi birey, pekâlâ 500 yıl önce de doğabilir ve insanlığı 500 yıllık yanılgı, savaşım ve acıdan esirgeyebilirdi.

Bu görüş biçimi, özsel olarak bütün İngiliz ve Fransız sosyalistleri ile Weitling dâhil, ilk Alman sosyalistlerinin görüş biçimidir. Sosyalizm mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adaletin dışavurumudur ve kendi öz gücü aracıyla dünyayı fethetmesi için bulgulanması yeter; mutlak doğruluk olarak zamandan, uzaydan ve insan tarihinin gelişmesinden bağımsızdır; bulgulanmasının tarihi ve yeri, yalnızca rastlantıya bağlıdır. Böyle olduğu için mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adalet, her okul kurucusu ile birlikte değişir ve her okul kurucusuna özgü mutlak doğruluk, mutlak us ve mutlak adalet türü, onun öznel anlayışına (müdrikesine), yaşam koşullarına, bilgi ve düşüncesinin oluşma derecesine bağlı olduğundan, bu mutlak doğruluklar çatışmasının tek olanaklı çözümü, bunların birbirini yıpratmasıdır…

Bundan dolayı, bir hiç olan bu sondan, ancak bir çeşit seçmeci, ortalama ve Fransa'daki ve İngiltere'deki sosyalist işçilerin pek çoğunun zihnine günümüze kadar gerçekten yön vermiş bir sosyalizm çıkabilirdi. Bundan ötürü, bir kanının en çeşitli renklerine izin veren şaşırtıcı bir karışım; farklı çığırlar açanların en az itiraza yol açan eleştirel demeçlerinin, ekonomik teorilerinin, toplumun geleceği konusundaki taşanlarının şaşırtıcı bir karışımı; tek tek bileştirenlerinin belirli keskin kenarları tartışma akıntısında tıpkı bir derede yuvarlaklaşmış çakıllar gibi aşındıkça daha da kolay kükreyen bir karışımı ortaya çıkabilirdi.

(Oysa)Sosyalizmi bir bilim yapmak için, onun önce gerçek bir tabana oturtulması gerekiyordu…

Diğer yandan Marx ünlü tezlerinin on’uncusunda,“Eski materyalizmin bakış noktası, ‘sivil’ toplumdur; yenisinin ise insani toplum, ya da toplumsallaşmış insanlıktır” diyordu ki, bununla devrimcileştiren toplumsal eylemliliği sisteme sokmaktadır!

6. tezde ise, “insanın özünün bir bireyin özünün soyutlanması olmadığını, gerçekte insan özünün mutlaka toplumsal ilişkilerin bir bütünlüğü olduğunu” belirterek, örgütsel ve siyasal eylemliliğe işaret etmektedir ve 7. Tezde ise, ”İşte bu nedenledir ki, Feuerbach, ’dinsel düşünüş’ün kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve incelediği soyut bireyin belirli bir toplum biçimine ait olduğunu görmediğini”, yazmaktadır.

Ayrıca, Marx’ta burjuva demokrasisi ile diktatörlük aynı kategori içindedir; bunun anlamı, diktatörlük ile demokrasi arasında, bir nitelik değil, nicelik farkı olmasıdır.

Demokrasi bir devlet biçimidir; bu karakteri, demokrasinin mutlaka özel mülkiyetle ve zor uygulamasıyla birlikte olmasını gerektirmektedir. Bu ise, ister “saf”, isterse burjuva olsun, demokrasi ile diktatörlüğü aynı kategori içine sokmaktadır. Burjuva devletin bir biçimi demokrasi ve diğer biçimi diktatörlüktür ve aralarındaki ilişki tek yönlü değildir.

Sosyalizmin özgürlük tanımının ise demokrasi kategorisi ile hiçbir ilgisi yoktur.


Ama bütün bunlarla, hatta laf aramızda, taa milattan önce 500 yıl öncesinden beri var olan ve çöküşünden sonra imparatorlukla yer değiştiren cumhuriyet olgusu ile de, hatta ve hatta şimdilerde KÖH’ çü Kürtlerin “demokratik cumhuriyet” telaffuz etmelerine rağmen, BORGA biraderimiz ilgilenmez; kim bilir pirimiz belki de cumhuriyeti Kemalistlerin icad ettiğini sanıyordur!

İlgilendiği tek şey, Kürtlerin sorunlarının, cumhuriyetin çok gerisindeki bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen “yeni” faşist 12 Eylül rejiminde onun Kürtler için de biçilmiş kaftan olacak olan pek “demokratik” ve pek “yeni” anayasası ile “çözüleceğine” inandırmak için, önce Marx’ı ıskartaya çıkarmak gerektiğine inanmak ve inandırmaktır!

Fikret Uzun

24-Ocak-2016


12 Ocak 2016 Salı

EY KARANLIĞIN “ÇÖZÜM” SEVER “İSLAM”SEVER MUHİPLERİ, KURTULUŞ KARANLIKTA DEĞİL, AYDINLIKTADIR: BUNU KÜRT HALKI DA TÜM KARANLIĞINIZA RAĞMEN ERGEÇ GÖRECEKTİR



EY KARANLIĞIN “ÇÖZÜM” SEVER “İSLAM”SEVER MUHİPLERİ, KURTULUŞ KARANLIKTA DEĞİL, AYDINLIKTADIR: BUNU KÜRT HALKI DA TÜM KARANLIĞINIZA RAĞMEN ERGEÇ GÖRECEKTİR

Cimcime suretli forum üyesi merhaba, TDK sözlüğünün tarif ettiği cin mısırı [Derleme Sözlüğü c: 3]) gibi görünüyorsun ama herhalde dışına patlamayı unutmuş içine patlamışsın ve kör lakırdılarla hepimizi acıklı bir komedi seyreder misli buruk buruk şenlendiriyorsun!

Kemal Okuyan’ı azarladığın bu mektubunda hem düşünmeyi unutmuş ya da unutmuşa yatarak düşünmeyi unutturmaya çalışan Amerikan muhiplerinin profilini vermişsin, hem de bir süre önce ilerici, devrimci, devrimci-demokrat ve sol/ sosyalist Kürt gençlerine seslenirken, Türkiye’de, “çözüm” sever ve “islam” sever bir “yeni sol”un türediğini söylemekle haksızlık etmediğimi teyit eder misli kelam etmişsin!

Evet, gerçekten de, 12 Eylül faşist darbesi ile birlikte yerleştirilen 12 Eylül faşist rejiminin Türk gericiliğine hediyesi olmuştur bu “yeni sol”!

Ne gericileşme, ne dinselleşme, ne 12 Eylül faşist diktatörlüğü, ne karanlık, ne sömürü, ne sendikasızlık, ne örgütsüzlük, ne işçi haklarına saldırı, ne kamu çıkarı, ne laiklik, ne emekçi halka saldırı, ne Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarına saldırı, ne de örneğin kuran kursuna gönderilen çocukların cinsel istismarı bu “yeni sol” için mesele olmuştur!

Bu “yeni sol”un iki temel meselesi “çözüm” ve “islam”dır ki bu meseleler, ABD emperyalizminin ve “yeni” 12 Eylül rejiminin de meselesidir!

Ancak bu iki temel mesele, beş yaşında bebelerin kapatılma “özgürlüğünü” de sorumluluk alanına alan ama şimdilerde “AKP’nin, 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışması”ndan söz ederek “Türkiye toplumunu” “demokratik cumhuriyet rejimini hedefleyen demokratik özerklik” inşası için, emreden bir tonla ayağa kalkmaya, Kürtlerin kuyruğuna takılmaya davet eden KÖH için de temel meseledir ki Öcalan’ın buyruğu ile “demokratik islam kongresi” girişimleriyle tüm sarıklıların KÖH’ün kapsama alanına alınması ve elbette Said-i Nursileri vitrinlere koyarak, uluların ulusu bir KÖH’ün ilanının yapılması ve de çatısı altına “yeni sol”un en mürteci kadrolarını ve yobazları dolduran HDP’nin şimdilerde “tekke ve zaviyeler açılsın” diye meclisi harekete geçirmeye çalışması, fotoğrafı tamamlamaktadır!

İşte sonucu ve yansıması budur; artık tüm cin mısırları içe doğru patlayarak “engin din bilgilerini” beş yaşında bebelerin kapatılma “özgürlüğü” lehinde konuşturarak nefesini son derece keyifle Türkiye toplumunun” kara bahtına üfleyip durabilirler!

Üfleyip dururlar ki, KÖH’ün tarifi ile “12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalışan AKP” ye tek bir toz konduran olursa kendi tozlarında boğulsun!


Öyleyse “yeni sol” derken ,”resmi sol”u dolayısıyla resmi politikayı anlamak gerekmektedir!

Ve azıcık matematik bilgisi olan anlar ki, sonuçta KÖH de, tam da bu “yeni sol”un içinde olduğu resmi politikanın sadık bir muhibbi gibi hareket etmektedir; karanlıktan vazgeçemiyor ve aydınlıktan korkuyor!

Öyleyse “yeni sol” ya da “resmi sol” derken, KÖH de aynı yerdedir ve elbette HDP’yi ayırmıyoruz, çoktandır sınıftan kaçan, sınıfı aşağılayan, devletçiliğe, hatta laikliğe bile “faşizm” diyen, halkın vazgeçilmez çıkarları yerine, şu ünlü dinden kurtarmayan ama din özgürlüğü veren, mülkiyetten kurtarmayan ama mülkiyet hakkı veren, çalışmaktan kurtarmayan ama girişim hakkı veren, “doğuştan gelen insan hakları” veren; cumhuriyet yerine, şu devletin biçimlerinden biri olduğu, sınıfların varlığında ortaya çıktığı unutulan ve bir kültürler toplamına, bir “ambiance” a indirgenen, “demokrasi”yi veren; sınıfsal kimlik yerine, etnik “kimlik” veren; “özgürlük” deyince, beş yaşında bebelerin ”kapatılma özgürlüğü”nü anlayan, aynı coğrafyada bir devlete deccal muamelesi yaparken, bir diğer devlet ile yönetişen “sivil” mi “sivil” toplum örgütlerini anlamak gerekmektedir!


Önüne son derece geniş yelpazeli bir konsensüs ile Türkiyelileştirilen bir HDP’nin yerleştirilmeye çalışıldığı bu en az 30 yıllık mazisi olan “yeni sol”un bu iki temel meseleye verdiği cevap ise apaçık ortadadır:

“Kürt mücadelesinin ortaya çıkardığı dinamikleri, Batı’da cumhuriyetçi ve laik eksene kaydırmamak” ve “halkın ılımlı mı ılımlı islamına” dokunmamak, dokundurtmamak!

Bu cevap, ABD emperyalizminin, Türkiye’nin ve Kürt coğrafyasının egemen sınıflarının Büyük Ortadoğu Planları ile uyumlu ve hem Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin ve hem de Kürt emekçi halkının tarihsel ve vazgeçilmez çıkarları ile uyumsuzdur; hatta eşyanın tabiatına uygun olarak, karşısındadır; başka türlüsü de mümkün değildir; çünkü ortada, ne Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin cephesinde, ne de Kürt emekçi halkının cephesinde elde edilmiş, elde edilmesi muhtemel bir kurtuluş vardır!

“Devrim”i ve “devrimciliği” telaffuz edenlerle, ”çözüm” ve “İslam” hususunda tereddüt edenlere ise hem bacalar ve hem de kapılar sımsıkı kapalıdır!

Ve biz biliyoruz ki bu ”yeni sol”un birinci vazifesi, Amerikan himayesinde, amerikan Paxı’nın selametinin yüzü suyu hürmetine, bir amerikan mandası misli ilkel bir aşiret komünü uğruna, Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin özgürce tayin haklarından vazgeçmeyi, ABD emperyalizminin, Türk ve Kürt egemen sınıflarının ve bilumum işbirlikçilerinin sorunlarının “çözümünü” ve ”seküler vitrinli islamlaştırmayı” sevmek ve sevdirmektir.

Mevcudiyetinin yegâne temeli budur ve bu temel, ABD emperyalizmi ve Kürt, Türk egemenleri için en kıymetli hazinedir!

Peki, senin birinci vazifen ve vazgeçilmez vazifen nedir, bunu düşünmeyi hiç düşündün mü Cimcime kardeş?


Düşünmeyi unutmadıysan, düşünmeyi düşünmeye başladı isen, şu gerçeği hatırlayarak vazgeçilmez vazifeni de hatırlayabilirsin!

Egemen sınıflar, ideolojilerine sadık değillerdir; bu nedenle Kemalizmden vazgeçmekte zorluk çekmediler; dinci ideolojiyi benimsemekte ise hiç zorlanmadılar; ayrıca ABD emperyalizmi ve bağlaşıkları, son tahlilde sınıfsal doğaları gereği, onurlu, emekçiden yana, devrimci ve özgürlükçü hiçbir Kürdü kabul edemez, etmemiştir; sadakatleri burada katıdır ve Kürt gericiliği ile Türk gericiliğini kaynaştırmak hâlâ temel politikalarıdır; ne var ki, Suriye’de Esad rejimini düşürememiş olmalarının ve bu çerçevede besledikleri ve büyüttükleri adamlarını istedikleri gibi kontrol edememiş olmalarının getirdiği sıkışmışlık içinde, Barzani’nin gücüne ve Erdoğan’a güvenemeyeceğini de anlamış olmalarının güvensizliğinde, kendilerine yeni ve modern vasaller aramaktadırlar; imkânlar da imkânsızlıklar da bir yumak misli buradadır ve en tercih edilebilir vasallerinin PKK’nin genç potansiyel muhipleri olduğu bir sır değildir; buna, Türkiye’nin büyük büyük zenginlerinin ve Kürtlerin ağalarının, beylerinin, aşiret reislerinin, tarikat şeyhlerinin ve elbette daha da zenginleşmek isteyen burjuvalarının yanında, HDP’nin de, KÖH’ün de ve elbette bir önde giden “önder” olarak Öcalan’ın da hem taraf olduğu aşikârdır!


İşte bence Kemal Okuyan’a o kıt, kendi içine patlayan aklınla laf yetiştirerek etraftan alkış koparmaya çalışacağına, şiddetle hatırlaman gereken budur; tarihin, maddi yaşamın gerçekleri üzerinden şekillenen mantığının işaret ettiği bu gerçekliği aklında tutmaya çalışmalısın!

Unutmazsan, nerede duracağına, nerede durmayacağına, yani, resmi ideoloji ve politikalara boğazına kadar batmış, anti-laik, halktan uzaklaşmış, sınıftan uzaklaşmış, resmi politikalara ve yeni mürteciliğe sonuna kadar açık, “yeni sol”un durduğu yerde mi, yoksa laik, ilerici Kürt devrimcileri ile laik, ilerici Türk devrimcilerinin birlikteliğinin durduğu yerde ve ezilen ve sömürülen Kürt ve Türk emekçilerinin vazgeçilmez tarihsel hakları için mücadele ekseninde mi ve Kürt ve Türk emekçilerinin laiklik, halkçılık, ilericilik, devrimcilik, eşitlikçilik, özgürlükçülük ve kardeşlik ve elbette ortakçılık ekseninde konuşlanarak kuracakları, sosyalizme açık emekçi cumhuriyeti için, Türk devrimcileri ile birlikte mihmandarlık ekseninde mi duracağına, devrimci bir özne olarak kendi insiyatifinde, kendi bağımsız iradenle karar verip, tarihe ve Kürt, Türk ezilen ve sömürülen bütün halkların işçi ve emekçilerine, gençlerine mahcup olmazsın!

Cimcime kardeş, dinci siyasal akımlar, ülkeyi burjuva dönemin de gerisine çekmek içindir; sosyalizm ise kendisini burjuva dönemin sonrası olarak tanıtıyor; öyleyse bu ikisi yan yana getirilemez!


Yan yana getirilirse, o dediğin olur; “yani bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demeyi hak eder!


Hep vurguluyoruz ki, elbette Türkiye’de insanlar, okullara, sokakta yasak olmayan her kıyafetle girebilmelidirler; isteyen sakalla ve isteyen türban ile okullara, üniversitelere girebilmelidirler.


Bu ayrıdır, ancak, belki sana vız gelip, tırıs gidiyordur ama Türkiye’de bir laisizm sorunu vardır ve türban, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürülmüştür; dinci siyasal akımlar, türban özgürlüğünü, türbanla üniversiteye girebilme özgürlüğünü, özgürlüklere inandıkları için değil, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürmüş ve önemli oranda başarılı olmuşlardır; öyle ki artık “özgürlük” deyince, beş yaşında bebelerin ”kapatılma özgürlüğü” anlaşılmaktadır!


Öyleyse sosyalistlerin buna karşı çıkmış olması normaldir ve hem hakkı, hem de görevidir ve bu da ayrıdır ama daha önemlidir.


Dün de bugün de bir erkeğin ya da bir bayanın kısa şort ile camiye girmesi mümkün değildir; hatta ayakkabı ile girmek de yasaktır; camiye girerken giysi ve abdest koşulları aranırken, üniversitelere girerken, üniversite yönetiminin koyduğu kuralları “zulüm” saymak, bunun için ayaklanmak, çifte standarttır; hatta daha ötesidir; bu ancak faşistlere ve yobazlara yakışır!


Hatırlar mısınız bilmem ama Türkiye’nin yakın tarihine “Gezi Direnişi” olarak kaydedilen halk hareketi sırasında, polisin biber bombaları ile yaralananların tedavi amaçlı camilere sığınmaları sırasında “ayakkabılarla girildi” gerekçesiyle az vaveyla koparılmamıştır!


Bu anlamda ilerici, devrimci gençlerin, sosyalistlerin, “türban özgürlüğü” gerekçesiyle, yobazlarla ve faşistlerle aynı çizgiye gelmeleri, ortak eylemlere girişmeleri, dinci akımlarla empati kurmaları, tarihe pek de hoş harflerle kaydedilmemiştir.


Hiçbir gerekçe, ilerici – devrimci gençlerimizi, sosyalistlerimizi yobazlarla ve faşistlerle bir eylem birliği içinde olmasını, aynı çizgiye gelmesini haklı göstermez!


Solculuk ve devrimcilik, tutarlılık ve süreklilik isteyen bir yaşam biçimidir; evlerinde ve pek çok üniversitede, hatta İstanbul hapishanelerinde, Diyarbakır hapishanelerinde, devrimci gençlerimizi katledenler faşistlerdir, yobazlardır; önderiniz Öcalan’ın sık sık model olarak gösterdiği devrimci gençlik ABD emperyalizmine karşı yürüyüşe geçtiğinde, üzerlerine palalarla, silahlarla saldıranlar, yobazlardı; daha dün tarihe “Gezi Direnişi” olarak kaydedilen halk hareketinde gençlere palalarla saldıran, kurşun ve biber gazı sıkan, gençlerin yaralanmalarına ve ölmelerine sebep olan, yobazlığın dürtüsüyle hareket eden siviller ve polislerdi!


“Türbana özgürlük” gibi, ”darbelere dur de” gibi kampanyaların arkasındakiler de, geçmişte devlet denetimli “komünizmle mücadele derneklerinin” içinde örgütlenmiş, şimdi devletin kilit noktalarında kadrolaşmış oldukları resmi olarak tescillenmiş, dinci-gerici, yobaz kadrolardır, onların izleyicileridir.


Bunları unutup, ABD emperyalizminin fetvasıyla, yobazların türbanlarını savunmak, “Demokratik İslam Açılım”larıyla sarıklı yobazlara alan açmak, tarikat şeyhlerini meşrulaştırmak, devrimcilerimize, sosyalistlerimize düşmez!


Sosyalizme, sınıfsız bir dünyaya, onun insanına vurgu ile dolaşırken, Türkiye’ye karanlığın, “Komünizmle Mücadele Dernekleri “ içindeki yobazlarla geldiğini unutmak, bu yobazlarla kol kola omuz omuza, “yobazlığa özgürlük” demek olan eylemlerde bir araya gelmek, yobazların kestanelerini ateşten almak gafletinde bulunmak, devrimcilere, sosyalistlere hiç yakışmaz, yakışmamıştır, yakışmıyor!


İlerici-devrimci, devrimci-demokrat gençlerimiz, sosyalistlerimiz, kendi mücadelesini kendileri vermek zorundadır; mücadelelerinde yobazlara ve faşistlere ihtiyaçları yoktur, buralardan taban yapmaya çalışmak beyhude çabadır; daha kötüsü ahmaklıktır!


Elbette bu alanda izlenen sinsi politikaların, bu yobaz kampanyaların yobazlığa alan açmasında önemi büyüktür; bu aşırı yasakçı politikalar da, bu politikaların tuzaklarına gelmek de sosyalistlerden bağımsızdır, onlara uzaktır ve bu aşırı yasakçı politikalar, TC’nin yönetimini çoktan dinci akımlara teslim etmiş olan, laisizmden de kemalizmden de çoktan uzaklaşmış olan “Kemalist” yüksek kadrolar eliyle uygulanmıştır!


Fakat bu politikaların asıl sahipleri, egemen sınıflardır, büyük büyük zenginlerdir, oligarşidir, plütokrasidir ve uzun süredir “Kemalizm” ya da “Atatürk” diye diye Türkiye’ye bir Tanzimat öncesi karanlığını yerleştirmeye çalışan 12 Eylül faşist rejiminin de sahibi olan bu egemen sınıfları her şeyden masun ve masum tutarak, kahve seanslarında kırk yıllık hatırlarını kazanmaya çalışarak ve dahi beş yaşında kız çocuklarının örtünme “özgürlüğü” nün arkasına saklanarak özgürlük savaşçısı olunmaz, devrimci de olunmaz, sosyalist hiç olunmaz; böyle olsa olsa, dinci-gericilikle katolik nikâhı kıymaya yelken açılmış olunur!


İnsanlık tarihi aynı zamanda bir ilericilik - gericilik tarihidir; dünyanın hiçbir yerinde ilericilik-gericilik ayrımını ve tartışmasını ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır; ancak ilerici ya da gerici olarak nitelenen kişiler yer değiştirebilir.


İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele kendiliğinden ileri ve ilericidir ve de sınıf mücadelesinin içindedir.


Aydınlık, eşitlikçi, ortakçı geleceğimizde, yobazlığın, yobazların yeri yoktur; katkısı da olamaz; olsa olsa köstek olurlar ve olmuşlardır; aydınlık ve ortakçı geleceğimizin gecikmesinde en büyük pay onlarındır!


Yobazlıklarının özgürlüğünden, bu toplumu ilerletecek herhangi bir şey çıkmaz, çıkmamıştır; aksine, toplumsal gelişmenin, ilerlemenin, hatta aklın önündeki en büyük engel olmuşlar, olmaktadırlar!


Öyleyse, bir kez daha vurgulamalıyım ki, yobazların türbanlarını savunmak, ilerici, devrimci, devrimci-demokrat gençlerimize, sosyalistlerimize düşmez; onlara aydınlık, eşitlikçi, ortakçı geleceğimiz için kendi şanlı mücadeleleri yeter!


Dinsellik, kendine güvenini yitirenlerin sığınağıdır. Aşırı dinsellik, insanın tümüyle çöküşü, tükenişidir! Bu anlamda Türkiye’de dine dönme yükselmiş insanı çökertme operasyonu idi; egemen sınıf, çok büyük zenginler ve onların emirlerini uygulayan yüksek komutanlar, yükselmiş insandan çok korktular ve çökertmek için dine dönmekte çare buldular!


Bu bir egemen sınıf politikasıdır; çaresizliği tavan yapmış emperyalist kapitalizmin, son çare olarak, ulu önderiniz Öcalan’ın bir zamanlar tarif ettiği “bin yıllık “silaha sarılmasıdır!


Dünyevi işleri kontrol dışı kaynak ve otoritelere bağlamak, eninde sonunda yobaz yaratmaktır!


Türkiye’de İslam’ın tarikatlar halinde teşkilatlandırılması, Türkiye’de sol düşüncenin ve Marxizm’in yayılmasından ve kitleselleşmesinden sonradır; tarikatlarda hem ruhban sınıfı var ve hem de itaat öğretimi ve disiplini çok ciddidir! Tarikat mensupları, normal bir dindardan daha az akıllı ve daha çok biat halindedirler!

Türkiye’de İslamizasyon tarikatçılıktır!

Her türlü tarikatçılığı, her türlü gericilikten ayıramayız!


Ayrıca, tarikatçılık hem insanı hem de İslamı bozma operasyonudur. Tarikatlar, insandan aklı alma mekanizmalarıdır ve tarikatçılık bir devlet politikası olarak ilerlemiştir! Başka ifadeyle islamlaşmayı, İslamcılar değil, devlet yapmıştır!


Öyleyse şu açıktır; sosyalistler hiç kimsenin dinine, imanına, ibadetine karışmaz, karşı da durmaz; karşı durdukları, durmak zorunda oldukları dinin, Öcalan’ın milattan önceki ifadesiyle “bin yıllık silah” olarak ezilen ve sömürülen halkları daha da köleleştirmek için kullanılmasınadır; egemen sınıfların elinde mazlumları daha kolay ve ucuz disipline eden, daha kolay köleleştiren, daha sinsi bir şekilde insanlıktan çıkararak, edilgenleştirerek, sürüleştirerek, Huxley’in, Orwel’ in, Kafka’nın, Diderot’nun insanına dönüştürerek yok eden bir silah olmasınadır!


Umarım o cimcimeliğinde birazcık olumlu cinlik vardır da, bu dediklerimdeki zihin açıcı dersleri idrak edebilirsin; yoksa o çoktan karanlığa teslim olmuş aklın, kendi içine patlayarak karanlık adına, doğuştan gelen insan hakları adına, ya da beş yaşında bebelerin kapanma “özgürlüğü” adına en acıklı güldürüleri üzerimize fırlatıp fırlatıp kendinden geçmeye devam edeceksin!


Amerika’nın ünlü CIA şeflerinden olan ve “Yükselen Bölgesel Aktör- Yeni Türkiye Cumhuriyeti” nin yazarı Graham Fuller,”60’larda ve 70’lerde Türkiye’de sol çok güçlüydü; Komünizmi zayıflatmak için sağ iktidarları destekledik” diyordu ve gazetelerin baş sayfasında yerini buluyordu ve ayrıca,” Komünizme karşı İslamı desteklediklerini” ekliyordu ki yıl 2004’ü gösteriyordu ama ortada “vay anasını!” diyen bile yoktu, işte o gün sessiz kalanlar ve o günden beri ve hâlâ ve artık pek çoğu “HDP’nin çatısı altında, Graham Fuller’in çerçevesini çizdiği “Yükselen Bölgesel Aktör Türkiye” için, yani bu gün KÖH’ün tarif ettiği “AKP’nin, 12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn etmeye çalıştığı” “ dinci-gerici, osmanik-islamik, yeni Türkiye”nin inşası için iş başındadırlar!


Senin gibi cimcimeler, pardon cin mısırları ise bu kuyruğun en sonundaki tilmizleridir!

Aslında Kemalist yüksek komutanlar, her şey “kemalizm” için diye diye, 12 Eylül rejiminin bu günlere açılan yollarını döşemek üzere çok öncesinden harekete geçmişlerdi; hareket alanlarında Türk İslam Birliği vardı ve bir yanında (diyanet işleri-Türk İslam Birliği sözcüklerinden elde edilmiş olan) DİTİB diğer yanında Uğur Mumcu’nun deşifre ettiği, Suudi Arabistan tarafından finanse edilen “Rabıta” (Rabıtat-ül Âlem –ül İslam) adlı İslamcı örgüt vardı; bu örgütün Kemalizmin yerine konulan “Türk –islam sentezi “ düşüncesinin yayıcılığını üstlendiği apaçık belli idi!

İlk kez 1984 yılında Almanya’da Köln’de bir cami ve bir birlik bürosu açtığı ve Türkiye büyükelçiliğinin yönetiminde olduğu bilinmektedir; kısa zamanda Almanya’daki göçmen Türklerin en büyük örgütü olmuştu; 1980 darbesi olunca yakalanmadan yurt dışına kaçan solcuların büyük kısmı ve daha sonra birkaç yıl hapis yatıp çıkanları da Avrupa’ya ve daha çok Almanya’da Köln’e göçmüşlerdi; böylece Köln, neredeyse tamamıyla bir Türk vilayeti olmuştu; demek ki Türk hükümeti, İslamlaştırma operasyonuna Köln’den ve solculardan başlamıştı ki bugünün “yeni solu”na dikkatle bakarsak, bu hiç şaşırtıcı gelmemektedir!

Şimdi bu solcu eskilerinin hemen hepsi yeni mürteciliklerinden gurur duymakta ve HDP’nin çatısı altında “Çözüm” ve “İslam” meselesi için yırtınmakta ve bir proje olarak HDP’nin “Türkiyelileşmesi” için engin “solcu” birikimlerini konuşturmaktadırlar!


“Solcu”luklarının yanına mürteciliği de ekleyenlerin büyük çoğunluğunun Köln’de göçmenlik deneyimi yaşamış olması şaşırtıcı değildir ki bunlardan bazıları Oya Baydar, Aydın Engin ve ünlü politika cambazı Nabi Yağcı’ dır, Veysi Sarısözen de buradan mıdır hatırlamıyorum ama aynı rengi vermektedir ve sen gibi cimcime tilmizleri de çoktur; demek ki solcuların döküntüleri eninde sonunda mürteci olmaktadırlar!


Bunu, mutlaklaştırmamakla birlikte önemli bir önerme olarak kaydediyorum.


Diyalektiği devreye sokarsak, “islamın altın çağı”nın, ezilen ve sömürülen sınıflar için, orta çağ olduğunu görebiliriz!


Demek ki “İslam’ın altın çağı” büyük büyük zenginlerin altınlarının artmasını içermektedir; demek ki bir yerde altın değerinde kazanımlar vardır ve öyleyse kayıplar da olmalıdır ki kayıpların ezilen ve sömürülen sınıflara düştüğünü biliyoruz!


Öyleyse İslamizasyonu, 12 Eylül rejiminin ekonomi politiği içinde saymak yerindedir!

General Boğuşlu, dinden “en ucuz disiplin” olarak boşuna söz etmemektedir!

Hepsi apaçık gözlerimizin ve aklımızın bakış açısının sınırlarında cereyan etmekte ve öncesinde habercileri var ama hem gözler ve hem de akıllar kör ve egemen sınıfın egemen düşüncelerine tutuklu olduğu için kimse bir şey görmemektedir!


Bu bir paradoks mislidir ki açıklıkla cereyan edenleri görmek ve göstermek için bilimsel bakışa ihtiyaç olmaktadır


Aslında bu açıklıkları gösterenler var ve bunlardan biri, sola kapalı olsa da, Türk İslam Sentezi ideolojisinin ve kadrolarının devleti nasıl ele geçirdiklerini, bunun nasıl bir devlet politikası olduğunu gösteren Fransız araştırıcı Dr. Etienne Copeaux’tur. Bu, aynı zamanda solu yenmek için kendisini yok eden veya düzenini dinci akımlara bırakan Kemalistlerin hikâyesinin anlatımı olmuştur.


Bu kayda değer bilgileri veren Copeaux, hem Aydınlar Ocağı’nın ve hem de “Türk İslam Sentezi” kampanyasının, solun ve sosyalist düşüncenin çok güçlenmiş olmasına bir tepki olduğu görüşünü de eklemektedir. Hümanizm, Marxizmin ilerleme teoremi misli, kemalizm ile sosyalizmin ortak paydasıdır ve Türk gericiliği, sosyalist ideolojinin yayılması ile birlikte, hümanizme karşı da savaş açmıştır.

Copeaux’a göre Aydınlar Ocağı işte budur ve Eylülist cunta ile desteklenmiş ve iktidara gelmiştir.

Demek ki bir tekrar ile hatırlamak gerek;


Dine dönüş, sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertiptir.


Bu noktada, 1950 ya da 1956 yılında İstanbul'da kurulan Komünizmle Mücadele Derneğini hatırlamak yerinde olur; amacı kısaca şuydu: “Milli bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah'a bağlılığı kökleştirmek”


Aynı yıl dernekle aynı ismi taşıyan bir de dergi yayın hayatına başladı; Komünizme Karşı Mücadele Dergisi...


Dergi’de, Bediüzzaman Said-i Nursi'den el almış bir nur talebesi olan Avukat Bekir Berk’ten, şu ünlü şarkıcı Tarkan’ın dedesi Fethi Tevetoğlu'na, İsmail Hakkı Danişmend' den, İslamcı sosyalist olarak bilinen Nurettin Topçu'ya kadar birçok ünlü isim yazıyordu.

1969 yılındaki tarihe Kanlı Pazar olarak geçen ve solcu gençlerin düzenlediği “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” nün kana bulanmasında başrol İlhan Darendelioğlu yönetimindeki, Komünizmle Mücadele Derneğine aitti!


Dernek; Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi AKP kurmaylarının içerisinden çıktığı "Milli Görüş" hareketinin kuruluşunda da etkili olmuştur.


Şimdi Hükümet tarafından “paralel yapı” olarak ilan edilen tarikatın lideri Fettullah Gülen 1965 sonrasında bu derneğin Erzurum şubesi kurucuları arasında bulundu. Saadet Partisinin eski başkanı Recai Kutan Diyarbakır şube başkanıydı. Derneğin ziyaretçileri arasındaki bir başka ilginç isim ise Abdullah Öcalan'dı. Uğur Mumcu'nun bulduğu bu bilgiyi gazeteci Avni Özgürel derinleştirdi. Özgürel, 1993'te Bekaa'ya yaptığı ziyarette yaşananları şöyle anlatıyor:


“Basın toplantısından sonra Öcalan'la dergi için özel söyleşi de yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. 'Ankara'da İzmir caddesinde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende 'seni orda gördüm' gibi bir his uyandı, dedim. Bana 'yoo, doğru hatırlıyorsun. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi.”


Milli Türk Talebe Birliği ve İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği'nin türevleri olarak hayat buldular. Oradan yetişen bir kuşak bugün Türk Siyasal yaşamına yön veriyor. Bülent ARINÇ, Abdullah GÜL, R.T.ERDOĞAN, Abdulkadir AKSU, Hüseyin ÇELİK, Ticaret Bakanlığı yapmış Ali COŞKUN gibi birçok isim, Millî Türk Talebe Birliğine üye olmuş, Türk siyasetinde öne çıkan isimlerdir.


Türk Milliyetçiliği ülküsüyle kurulan bir dernek zamanla Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir kuruluşa dönüştü. Hem MİT hem CIA bu dernekte çok etkin oldu. Yetiştirdiği kadrolar ise devlet idaresine uzun yıllar yön verdiler.


Yakın zamana kadar “Darbelere dur de!” miting ve yürüyüşlerinde, 12 Eylül rejiminin devşirmeleri sahte sol gömlekli azap zebanileri ile birlikte kol kola bu derneklerin ardıllarını görmek şaşırtıcı olmamıştır!


Derneğin tarihine ve İslamcı kadroların bu derneklerdeki konumuna bakıldığında görülmektedir ki, Türkiye’deki İslamcı hareketlerin gelişimi, emperyalizmden bağımsız değildir. Türkiye’deki İslamcı hareketler yukarıdan aşağıya direkt olarak devlet eliyle örgütlenmiştir.


Bugün devletin üst kademelerinde boy gösteren İslamcı kadrolar, yeni 12 Eylül faşizminin inşaası sürecinde sola karşı yürütülen kontrgerilla operasyonlarının başında yer almış ve toplumsal muhalefete karşı yapılan kanlı saldırıların yürütücülüğünü üstlenmişlerdir.


Bunları hatırlamadan, bu gün Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile birlikte hızlandırılan ve Eylülist rejimle bugünlere getirilen dine dönüş operasyonunun, İslamizasyon’un kodları çözülmüş olmaz; sol’un yükselişine karşı bulunan en önemli tertibin bu olduğunun bilincine varılamaz!


Bu bilince varılamazsa, islâmi hareketlere, naif bir “halk hareketi” olarak bakma aymazlığından kurtulunamaz; dine dönüş operasyonunun, islamizasyonun, ABD emperyalizminden bağımsız olmadığı, bu operasyonun, kapitalist enternasyonalin bütün dünyada yapmak zorunda kaldığı bir karşı devrim örgütlenmesinin en somut biçimi olduğu idrak edilemez! Dolayısıyla bu operasyonun gizli muhipleri olan sahte sol gömlekli yeni mürtecilerin sahtekârlıkları kavranamaz!


Bugün, dine dönüş operasyonunun da bu kanaldan kotarıldığı artık daha açıklıkla görülebilmektedir; TSK’nin üst kademeleri, bu büyük dönüşü, “Kemalizm” edebiyatını yüksek tutarak gizlemeyi başardılar; öyleyse bir açıklığa ulaşmış durumda olmalıyız ki birinci iç savaştan Tanzimat çıkmıştır ve ikincisinden ise cumhuriyetin çıktığını tespit edebiliyoruz; üçüncüsünde ise yani şimdilerde eşiğinde eşelenilen ikinci cumhuriyet olarak adlandırılan, ortaçağa döndüğümüz apaçık görülmektedir!

Ancak yerleştirmekte sıkıntı yaşanmaktadır ve yerleştirmek için kararlı olduklarını görebiliyoruz, bir mahkûmiyettir ve başka çareleri yoktur ama çareleri gene de çaresizlikten öte değildir!

Demek ki 12 Eylül darbesi ve sonrasında hüküm süren 12 Eylül rejimi, koyu bir dinsellik ile orta çağa dönüş hedeflerinin tam ortasındadır ve bu faşist darbenin, bu iki hedefi en tam ifadesiyle gerçekleştirmek üzere gerçekleştirildiği apaçık anlaşılmaktadır; hâlâ anlamak istemeyenleri ayırıyorum, çünkü buna mahkûmdurlar; yani egemen sınıfın egemen düşüncelerini taşımaya ve yaymaya mahkûmdurlar; bu nedenle anlamalarını beklemiyorum!


Tasfiyeler ve katliamlar, örnek olsun, Maraş ve Sivas katliamlar'ı, laisizmin, rasyonalizmin ve Kemalizmin kökünü kazıyarak sosyalizmi tarihe gömmek hedefini yakınlaştırmak ve garantilemek için gerekliydi; bellek kazıma ancak, öldürmek ve korkutmakla mümkündür ve Huizinga bu duruma “yitik akıl “ diyordu; öldürmekle birlikte, işsizlik ve korkutmak, bellek kazımak için, en kestirme yol olmaktadır; böylece ve sürekli olarak daha az akıllı yapmak kolaylaşmaktadır.


Ancak Orta çağda, ne kadar daha az akıllı yapmaya çalışılsa da, aydın hep vardı ve bu, aydınları her yerde bulmak mümkündür anlamındadır; ortaçağda var iseler, her yerde vardırlar demek istiyorum ve demek ki aydınlar tükenmiyorlar!


Artık buradayız ve aydının uzun zamandır yaşadığı sancılı döneminden çıkışının eşiğindeyiz!

Bu eşikte senin gibi cimcimeler için pek bir istikbal yoktur!

Bir kez daha vurguluyorum ki, isteyen buradan devam edecek, isteyen buraya hücum edecektir; bu, antagonist çıkarlar açısından kaçınılmazdır ve turnusoller de kuvvetle muhtemel daha çok buradan açığa çıkacaktır!


Diğer yandan, İslamın bütün tarihi, siyasal iktidar savaşıdır ve Türkiye’de İslam hep, öyle ya da böyle, iktidarlara ortak ve baskıcı olmuştur; şimdi artık iktidardadırlar; demek ki kendisi baskı altına alınıncaya kadar, ciddi bir işbirliği yapılması mümkün görünmemektedir.


Sosyalistler ancak ezilenlerle işbirliği yapabilir. İslam, Türkiye’de ezilmiyor, aksine eziyor; ezilmeye başladığı zaman, işbirliğinin imkânları düşünülebilir.


Bununla birlikte, İslami akımların ilerici öğeler taşımadığı da apaçık ortadadır; dolayısıyla İslami akımlarla demokratik bir birlik yapılabileceğine de inanmak ham hayaldir; öyle olsa idi bu, İran’da mümkün olurdu; üstelik Muaviye’den bu yana İslam’ın tek mücadele silahı takiyedir ve bugün çok daha net ortaya çıkmıştır ki İslam, siyasal iktidar kavgasının dışında hiçbir tartışması olmayan tek dindir!


Bunun yanında, İslamda “istiklal” kavramı ve düşüncesi de yoktur; İslamda “milli” kavramı da yoktur ve bunun yerine aynı iman sahiplerini anlatan “ ümmet” kavramı vardır; İslam düşüncesinde topraklar, dar-ül-harp ve dar-ül-islam olarak ikiye ayrılır ve zıtlaştırılır.


Kâfir bir hükümdarın egemen olduğu yerler ve Müslümanlarla gayrimüslümler arasında henüz barış akdedilmemiş olan memleketler, İslam hukukunda dar-ül-harp sayılır; Müslümanların hürriyet ve emniyetlerinin garanti altında olmadığı ve İslami düzenin esas alınmadığı modellerin hâkim olduğu topraklar dar-ül-harp’tir; yöneticileri ve halkı müslüman olan, islam kurallarının geçerli olduğu ya da olması gereken topraklar ise dar-ül-islam’dır; İslami görüşe göre Dar-ül-harb’i, Dar-ül-islam haline getirmek cihadın amacıdır.


İşte senin o cimcime aklının almadığı da budur; yani idrak edemediğin resmi bir tatil ile herkesi Cuma namazına, camilere yönlendirmenin, Dar-ül-harb’i, Dar-ül-islam haline getirmenin içinde olduğu gerçeğidir!


Fikret Uzun


09-Ocak-2016