9 Mayıs 2016 Pazartesi

Kürt kadınların “mal” yerine konulması mı, Paris suikastlerinin “İmralı'dan planlanması” mı değeri daha yüksek haberdir?



Kürt kadınların “mal” yerine konulması mı, Paris suikastlerinin “İmralı'dan planlanması” mı değeri daha yüksek haberdir?

Hep söylerim, bir yönetim ilkesi olarak kullanılan “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasının içine hapsolanlar anlamayı da düşünmeyi de unutmuşlardır; ama bu vurgumun kıymet-i harbiyesini çok iyi anladıkları için mi, yoksa dediklerimi teyit edercesine düşünmeyi ve anlamayı unutmuş oldukları için mi bilinmez, bu vurguma hiçbir zaman, ne bir itiraz ne de kabul belirten tepki gelmemiştir!

Bu habere gösterilen tepkiler, dediklerimi teyit eden bir örnek niteliğindedir!

Şöyle ki, “Ölçüsünün, sadece uygar, demokrat, birbirine saygılı ve milliyetçilikten arınmış bir dünya vatandaşlığından yana olmak” olduğunu vurgulayan M. Kırıkkanat hanımefendinin ağzından, ağzına neredeyse zorla yapıştırılan bir “Kürt kadınları maldır “ sözü çıkmamıştır; böyle anlaşılacak vurgusu da yoktur!

Ama PKK'nın Kürt kadınına bakışını eleştirdiği net olarak anlaşılmaktadır!

BirGün mülakatçısı’nın “Paris Suikasti’ni anlatan bir roman yazmak nasıl düştü aklınıza?” sorusuna, M. Kırıkkanat’ın verdiği cevap şöyledir:


“…kadınlar örgütün içerisinde, en az bizim toplumda veya herhangi bir dinci çevrede ezildiği şekilde eziliyorlar. Dolayısıyla bu romanda, her şeyden önce benim fikirlerime çok aykırı, farklı bir ortamda dahi olsa, kendisini kadın erkek, eşit olarak lanse eden bir örgütün içinde de kadınların ilk feda edilen, azarlanan, ezilen ve özellikle liderliğe yaklaşanların, ‘parya muamelesi gördüğü’nün altını çizmek istedim.”


Bu cevaptan, mülakatçı hanımefendi, Kürt kadınların “mal” olduğu sonucunu çıkardığı için, ya da kendisi de Kürt kadınlarını “mal” gibi gördüğü için soruyu (“mal gibi mi?” şeklinde değil), “Kadınlar mal gibi yani?” şeklinde yöneltiyor!


İşte Kürt kadınlarının “mal”lığı böyle “ortaya çıkıyor”; ama Kırıkkanat’ın ağzından “Kürt kadınları maldır” şeklinde, Kürt kadınlarını aşağılayan bir söz çıkmıyor!


Merak edenler için, Kırıkkanat’ın cevabı şöyledir:


“Aynen öyle. O yüzden toplumun genel durumunu yansıtıyor. Yaptıkları kadın erkek eşit propagandası son derece yanlış ve yalan…”


Bu cevaptan da böyle bir sonuç çıkarmak, yani Kırıkkanat’ın “Kürt kadınları ‘mal’dır” dediği sonucu çıkarmak mümkün değil; çünkü dediği, Kürt kadınlarının, ister “parya” ya da mülakatçının anladığı gibi, isterse “mal” olduğu anlaşılsın, bu Kırıkkanat’ın bir yaftası değildir ki, olsa bile sizin, PKK’ye ya da KÖH’e ya da Öcalan’a ve elbette HDP’ye eleştiri yönelten herkesin üzerine son derece ölçüsüzce fırlattığınız yaftalar yanında zemzemle yıkanmış mislidir!


Hatta Öcalan'ın Kürt kadınlara yüklediği sıfatlar yanında hafif bile kalır!

Dolayısıyla, Öcalan'ın Kürt kadınına yüklediği sıfatlar yanında, Kırıkkanat’ın aslında PKK'nın Kürt kadınına bakışını eleştirdiği mülakatta geçen ”parya” ve ”mal” sıfatı hafif kaldığı halde, bu sıfatlara bir itirazları olmayanların “Kürt kadını mal” dendiği için itiraz yükseltmeleri pek inandırıcı değildir!

"Belki bazılarına acayip gelebilir, ama açmakta yarar vardır. Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi hiç yoktur" ("Nasıl Yaşamalı" kitabının 91. Sayfası)

Bir önceki cevabında, “kendisini kadın erkek, ‘eşit’ olarak lanse eden bir örgütün içinde de kadınların ilk feda edilen, azarlanan, ezilen olduğunun ve özellikle liderliğe yaklaşanların kadınların parya muamelesi gördüğü’”nün ve “…(Kürt)kadınların, örgütün içerisinde, en az Türk toplumunda veya herhangi bir dinci çevrede ezildiği şekilde ezildiklerinin” altını çizen Kırıkkanat, Kürt siyasetinin yaptığı “kadın erkek eşit” propagandasının “yanlış ve yalan” olduğunu; ”toplumun genel durumunu yansıtmadığını” ekliyor ve sorusunu “Kürt kadını mal yani?” şeklinde formüle eden Mülakatçı’ ya ,“aynen öyle ” vurgusuyla verdiği cevabı ile Kürt coğrafyasındaki ve örgüt içindeki genel durumu, Nazım’ın “kadının yeri, öküzden sonra gelir” dediği gibi, Kürt kadınının yerinin erkeğin yerinden sonra geldiğini ifade etmiş oluyor!


Ve sonuçta ortaya, bu sanal ortamın, dışardaki canlı yaşamda kimi zaman sessizce, kimi zaman çalkantılı bir şekilde süren ve adına ister tartışma, ister tepki göstermek, ister siyaset, ister başka şey diyelim, sınıf mücadelesinden başka bir şey olmayan gürültü-patırtıdan bağımsız olmadığını teyit eden ama dışarıdaki yaşama oranla oldukça cılız görünen ve lisanı anlaşılmayan birinin el kol hareketleriyle, ya da mimikleriyle birlikte sarf ettiği sözlerinin “küfür“ olma ihtimaline karşı, “ben senin! ” yollu küfür iadesi yapan köylü kurnazı misli “mal senin anandır” yollu yükseltilen bir gürültü-patırtı çıkmış oluyor!


Fakat aynı Kırıkkanat’ın, gene kitabı ile ilintili olan ve kamuoyunun, en azından sosyal medyanın önüne düşen başka ifşaatlarına hem dışardaki canlı yaşamda, hem de ondan bağımsız olmayan burada, yani Sosyalist Forumda bigâne kalınmıştır ki, aslında, “mal” muhabbetinden çok daha vahimdir!


BirGün’ün mülakatçısına “…Ve zaten Öcalan konuşmalarında Sakine’ den, yani romandaki munise’den gereksiz diye söz ediyor.” Diyen Kırıkkanat, ifadesini şöyle tamamlıyor:

“ Fransa’da bu üçlü suikast yapıldığında, zaten ilk akla gelen şey Öcalan’ ın öldürttüğü oldu. Bu kitapta hiçbir şeyi uydurmadım bu konuda, çok yazıldı çizildi. Fakat düşündüm ki, bu cinayetler PKK’nın işi olamaz, biz PKK’nın nasıl suikast yaptığını biliyoruz. Ben bunun arkasında bir devlet teşkilatının olduğunu anlamıştım. Ayrıca bu cinayetlerin üstü örtülecek, Fransız devleti tarafından da örtülmek istenecek demiştim. Fransız istihbarat teşkilatı; Sakine Cansız’ı, öldürülen diğer kadınları, şoförü ve bütün PKK’lıları dinliyormuş. …Ben de 2013’te yazdıklarımın ne kadar doğru olduğunu görünce kitabı yazmaya başladım.” (BirGün özür diledi - Odatv.com)


Bu mülakattan bir gün önce, ODATV’de,” Gazeteci M. Kırıkkanat, Paris suikastlerini kurguladığı romanında suikastlerin İmralı'dan planlandığını yazdı...” başlıklı şu haber geçiyordu:

Hiç Kimse’ adını taşıyan son romanında Paris'te 9 Ocak 2013’te üç PKK’lı kadın militanın öldürülmesiyle sonuçlanan suikastı konu etti. Cinayetin her safhasını araştıran, oluşan boşlukları da roman kurgusuyla dolduran Kırıkkanat'ın en çarpıcı iddiası suikastlerin İmralı'da Öcalan ve MİT tarafından onaylanmasıyla gerçekleştiği…”


“Kırıkkanat’ın kitabında Sakine Cansız’ın Öcalan'ın yıllar önce ayrıldığı ve örgütünden kovduğu eşi Kesire Öcalan’a yazılmış bir mektuba da yer verdiğini” yazan haberde, mektupta yazılanlar şöyle aktarılıyordu:

“yıllar sonra seni anladım Heval Can(bu Kesire oluyor). Halkımızı, hem Türk devletinin boyunduruğu, Yavuz artıklarının zulmünden hem de ataerkil kölelikten kurtarmak, bilinçlendirmek ve bağımsızlaştırmak amacıyla kurduğumuz Parti’de kadının zamanı değildi. Büyük umutlarla başlattığımız ve kan pahasına sürdürdüğümüz devrimde; kadını gerçekten bilinçlendirmenin, özgürleştirmenin, eşitlemenin zamanı hiç gelmedi. Devrimi Önderlik yapıyordu ve Önderlik erkekti. Biz kadınlara, ancak ona itaat ettiğimiz ölçüde değer, eşitlik ve özgürlük veriliyordu. Ataerkil otoritenin yerini, devrimci önderlik almıştı, o kadar. Üstelik erkek yoldaşlarımız da ne daha değerli, ne daha eşit, ne daha özgürdü. Önderlik bizleri yanında tutuyor, söz hakkı veriyor, ama karar hakkı vermiyordu. O ne derse yapmak, başımızı eğmek, asla karşı çıkmamak; hatta bazen, kaprislerini devrim kuralları olarak kabul etmek zorundaydık. Bunları sadece içimi dökmek için yazıyorum. Yoksa sen her şeyi, hepsini biliyorsun zaten. Önderliğin kaprisine boyun eğmeyenlerin başına geleni, bizzat yaşadın. İtaat etmeyenlerin başına gelenleri de benim kovulduğum, Memolimin öldürüldüğü ve daha pek çok yoldaşımızın 'hain' diye infaz edildiği ceza süreçlerinde gördün. Önderlik tutsak edildiğinden beri, Parti’deki ayrımcı ve baskıcı zihniyet değişmedi. Komutanlara biat ve itaat ediliyor. Etmeyen, yine 'hain' suçlamasıyla infaz ediliyor.
Kadınlardan yine bir adım geride, aynı hizmet bekleniyor."

Bu ifadelerden sonra, Sakine Cansız satırlarını şöyle bitiriyordu:

"Düşman saflarında, Parti’nin Alevi vesayetinde olduğu yayılıyor. Devrimciler arasında, adeta T.C. hükümetinin politikasına paralel bir mezhep kavgası körükleniyor. Tutsak önderliğin, esir düştüğünden beri T.C. hükümetine biat ettiğini hepimiz biliyoruz. Kuşkusuz önceden de işbirliği vardı, sen doğrusunu bilirsin. Belki de sana atılan iftira, aslında onun için geçerlidir. Şimdi hükümetin muhatabı oldu. Ada’dan barış görüşmelerini yönetiyor. T.C.’nin bu süreçten Parti’ye para ve silah sağlayan kaynakları kurutmak için yararlanacağına emin olabilirsin. Tutsak Önderlik’ten kurban istenecek. O da verecek. Muhtemelen bizler arasından birkaç isim söyleyecek. O isimlerden biriyim. Önderliğin benden ne kadar nefret ettiğini biliyorsun. Bugüne kadar gerilladaki Alevi kadroların tepkisinden korktuğu için dokunmadı. Ama şimdi o kadrolar hedefte ve tutsağın elinde, barış süreci gerekçesi var. 'Kürt halkının zaferi için T.C.’ye taviz vermeliydim, birkaç gereksizi gözden çıkardım,' der, olur biter. Benden 'gereksiz' diye söz ettiğini, bilmem hatırlatmam gerekir mi? Çok zamanım kalmadı, seziyorum. Eğer sezgilerim doğru çıkar ve öldürülürsem, kanlımın kim olduğunu bil istedim. Çünkü sen de benim gibi Ay’ın kızısın. Hoşçakal, Heval."


Ve haber şöyle bitiyordu:

“Kırıkkanat'ın gerçekle kurgu arasında romanında yer verdiği bu mektup, cinayete dair bir özeti sunar gibi. Suikaste dair ne kadar gerçek ne kadar kurgu tartışılır bir teori sunuyor. Cinayetlere ilişkin davanın 3 buçuk senedir başlamadığı düşünülürse Kırıkkanat'ın soruşturmacılardan bile iyi çalıştığı söylenebilir.” (Mine G. Kırıkkanat: Paris Cinayetleri İmralı'da kurgulandı - Oda…)


İşte bu haberi, bizim anlamayı da düşünmeyi de unutan, köylü kurnazlığında ise rekor kıran pek “kürtsever” KÖH muhiplerimiz görmezden gelmiş, bu habere öfkelenmezden gelmişlerdir ki asıl dikkat çekici olan, haber değeri daha yüksek olan budur!

Öyle ya, her an her yerde mümkün olabilen, bir otomobilin bir insana, kediye ya da bir köpeğe çarpmasından; hatta bir trenin bir otomobile çarpmasından bile daha fazla haber değeri olan olay, her zaman vuku bulması pek fazla mümkün olmayan, bir insanın, bir kedinin ya da bir köpeğin, hatta bir ineğin veya bir kısrağın otomobile çarpması olayıdır!


İşte asıl dikkat çekici olan, haber değeri yüksek olan Sakine Cansız olayında forumun sevgili köylü kurnazlarının kıyamet koparmaları gerekirken bigâne kalmış olmalarıdır; çünkü kıyamet koparılacak bir olayı sessizlikle geçiştirmek de, haber değeri yüksek bir olaydır!

İşte Kürt siyasi hareketinin geldiği yer burasıdır!

Yani demem o ki, Kürt siyaseti Kürt halkını, kadın erkek, çoluk çocuk demeden bir Tanzimat öncesi karanlığının tam ortasına sürüklemekte beis görmezken, Kürt kadınının yeri öküzden sonra gelsin diye, en azından erinin yerinden sonra gelsin diye çırpınan Tanzimat öncesi karanlıkla katolik nikahı kıymışken, Kırıkkanat hanımefendi'nin, Kürt siyasal hareketinin, en çok da Öcalan'ın Kürt kadınına bakışını eleştirirken sarf ettiği sözlerinden,"Kürt kadını maldır" dediği sonucu çıkartan "çok bilmiş" köylü kurnazı KÖH muhiplerinin, Fransa'daki suikastlerde kopartmadıkları bir vaveyla kopartmaları, yalnızca "siz kimi kandırıyorsunuz" dedirten bir acıklı-güldürü tiyatrosudur!

Fikret Uzun

09-Mayıs-2016

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Laiklik ve sosyalist hareket



Alıntı:
Apé Che Nickli Üyeden Alıntı


Ulak emmi Kahraman'ın nasıl bir laik düşmanı olduğunu yazmışsınızda güzide devletinize olan sadakatini ve devletinizin bekaası için öldürdükleri Devrimcileri,yaptıkları katliam ve süikastları,tıpkı istihbarat örgütlerinin taktiği ile yaptıkları hemen her eylemi komandolara yıktıklarını,onlarında kabullendiğini,ABD 6. filosunu kıble edip namaz kılanların önderlerinden olduğunu,MTTB ekibinin dünden bu güne "sizce güzide,bizce ceberrut" devletinizi yönetenler olduğunu neden yazmazsınız?

Laiklik elden gidiyor he? İki sefer doğruyu gösteren bozuk saat alevli doğru bir cümle yazmış hakkını yemeyelim.
"diyanet aracılığıyla dinin ve belli bir mezhebin devlet eliyle güçlendirildiği, yönlendirildiği, diğer din ve mezheblere üvey evlat muamelesi yapıldığı, mecburî din derslerinin 12 eylül darbe anayasasından emanet alınıp korunduğu bir laiklik..." Geçmişten günümüze savunduğunuz laikliğin tarifi bu işte.

Laikliğe karşı söyleme "götün yiyorsa" diyenler aynı zamanda burjuvanın merasında otlayan öküzdürler.
Devlet varsa vardırlar,yoksa bir hiçtirler.

Bu sorularıma,mesajıma vereceğin yanıt sayfalar dolusuda olsa sadece bir cümleyi çağırıştıracak "Allah devletimize zeval vermesin" Laiklik işte bu cümlede sözü edilenin temelini teşkil ediyor.Bir dini,mezhebi,toplum içindeki baskıyı.

TÜSİAD'ın tepkisinede aynı duyarlılığı gösterdiğinden eminim.

"2) Erdoğan'a bu şekilde prim yaptırarak burjuva Laisiztleri de onun etrafında toplamaya çalışıyorlar." "kendinol"
Bak bölücü Kürt oyun u nasıl görmüş.

Bakurdaki ortaklığı tabut siyaseti ile batıya taşıyamıyorlar, gündem yaratarak ergenekon-Saray ortaklığını pekiştiriyorlar.

Ulak emmi cübbeli Ahmet şöyle diyor; "M Kemalde kim oluyor,en büyük Erdoğandır" bu cümlenin devamı gelecek ve kısa sürede o çokça korumaya çalıştığınız laisizmin baş savunucusu ve lideri konumuna Erdoğanı getirecekler tabi sizlerin çanak tutmasıyla.

Marks'dan Lenin'den alıntılarla destanlarını süsleyen,sosyalizmi ve Komünizmi kimseciklere bırakmayan ulak'ın gerçek yüzü nasılda ortaya çıkıyor.
Laisizm yaşamalı. yaşarsa devlet ayakta kalır.
Hangi devlet?
Kendi halkından başka hiçbir güçle karşılaşmamış,sahte tarihi ile yine kendi halkına karşı yaptığı katliamlarla ayakta durabilmiş devlet.

Sosyalistlikten ve Komünistlikten bahsediyorsun ama iş ceberrut devleti ayakta tutan oyunlara geldimi tarcihini anında devletten yana gösteriyorsun.
Sosyalistin Laisizmle ne iş olur ? Varmı Sosyalist devletlerin "sosyalist devletimiz laiktir" diyen bir anayasası?
Küba'dan örnek vereyim. (PARTİZAN yeni döndü ve anlattı) Fidel Castro dolayısıyla Küba Komünist partisi kiliseyi direk hedef göstermiştir.
Sovyetler Birliğinde de aynıydı (Revizyon yılları papazların boklu eteklerine yapıştığı yıllardı ne yazıkki)
Kiliseler var,müşterisi yok.

Laisziminiz batsın.
Dine küfür etmeye gelince şıppadanak "Din toplumların afyonudur,KARL MARKS" dersiniz,iş burjuva yasası laisizme gelince burjuvanın köpeği devleti ayakta tutmak için g.ötünüzü yırtarsınız.

Sonra o yırtık g.tle, "GÖTÜN YİYORSA DENE" dersiniz.

Bir özdeyişle kapatayımda destanına malzeme olsun.
Sosyaldemokrasi faşizmin ikiz kardeşidir. burjuvazi birinde sıkıştığında diğerini öne sürer.
Muhalefetinizin harbiyeti bu kadardır sevgili ulak emmim.

Not: Kübada köle ticaretiyle getirilmiş afrikalıların bilmediğimiz "din ya da geleneklerini" yaşatmaları içinde bizzat küba devleti yardımcı oluyor. (Bunu PARTIZAN detaylı anlatacaktır)




Of of of!

Zülfiyarene pek fena dokunmuşum, pardon, Özdil dokunmuş ben vesile olmuşum, gerçekler bir kezzap misli canını yakmış!

Benim diyeceklerim ise eminim yüreğini dağlayacak, şirazeni mirazeni büsbütün kaydıracaktır, kimbilir yakası açılmadık ne küfürler üretmene neden olacaktır!

Pek çoklarından daha fazla “çokbilmiş” bir köylü kurnazı olarak, akırsanız da, köpürseniz de, ağlasanız da, sızlasanız da, gerçeklerin önünü tıkayamayacak, üstünü örtemeyecek, etrafını bulandırarak ulaşılmasını engelleyemeyecek durumda olduğunuzu fena halde anlamışsın!

Ve bir kez daha gerçeklerin inadına karşı inatla gericiliğin ve ağa babalarının yalancısı olmaya gönüllü ve şiddetle kararlı olduğunu göstermişsin!

Bir kez daha, cumhuriyetin çok gerisindeki, bir Tanzimat öncesi karanlığın ifadesi olan, yani laikliği de, moderniteyi de, cumhuriyeti de, eşitliği de istemeyen, hatta cepheden saldıran, dinci ve etnik tarikat ya da cemaatleri yeter gören, bir ümmet toplumunu hedefleyen, yeni faşist 12 Eylül rejimine biat etmekte ve bununla birlikte ABD emperyalizminin dayattığı kozmopolitizm ile ulusal-nihilizm ile senkronize hareket etmekte kararlı olduğunuzu göstermişsin!

Bunda o kadar kararlısınız ve bunun farkındasınız ki, onca zamandır dillendirdiğim kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm de nedir diye soranınız olmamıştır!

Yani, Eş-Başkanınız Bese Hozat’ın ifadesiyle, “12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn ederek bir İslami ve milliyetçi neo faşist rejim projesi”nin peşinden koşanlara biat etmekte kararlı olduğunuzu daha bir açıklıkla göstermişsin!

Aynı Bese Hozat, “Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet rejimini hedefleyen demokratik özerklik” peşinde olduklarını; AKP’nin ise, “İslami ve milliyetçi neo faşist rejim” peşinde olduğunu söylemiş ve biz de sosyalistlerin, “İslami ve milliyetçi neo faşist rejim”e, dinci-gerici bir ümmet düzenine karşı, yepyeni bir laik, ilerici, özel çıkara karşı kamu çıkarını gözeten, yani halkçı bir emekçi cumhuriyetin, yani Türkiye’nin Tekellerini, Kürt şeyhlerini, mollalarını, Kürt ağalarını ve beylerini ve burjuvalarını değil, Kürt halkını ve Türkiyenin işçi ve emekçilerini mutlu edecek ve Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte inşa edecekleri bir emekçi cumhuriyetin peşinde olduklarını söylüyoruz!

Şirazeni öyle kaydırmışsın ki, dengesiz dengesiz konuşup, ölçü tutmayan vaazlarınla etrafa karanlığın tohumlarını saçarken, Bese Hozat’ın işaret ettiği “İslami ve milliyetçi neo faşist 12 Eylül rejimi”nin gericiliğinin şövalyeliğini yaptığını; ABD emperyalizminin gericiliğinin, milliyetçiliğinin öteki yüzü olan kozmopolitizmin, ulusal-nihilizmin şövalyesi olduğunu açık ettiğinin bile farkında değilsin!

Ama sen de haklısın; etrafınız o kadar çok kullanışlı “sol” (sen “yetmez ama evetçi” mahlûkat olarak da anlayabilirsin) ile çevrili idi ki, onların taşıdğı sahte “sol” gömlekler sayesinde ve elbette çıkışınızda ve bir süre giydiğiniz ve artık paramparça ederek üzerinizden attığınız Türkiye’nin devrimci gençlik hareketinin ve Vietnam ulusal kurtuluş hareketinin rengini taşıyan gömleğiniz sayesinde renginizi hep “sol” göstereceğinize öyle inanmıştınız ki, Türkiye’nin Kürt-Türk emekçileri, solcuları, ilerici, devrimci, devrimci-demokratları, sosyalistleri, komünistleri, aydınları, gençleri, emeklileri, kadınları, laisizm savunucuları, Kürt siyasal hareketinin AKP ile beraber anayasa değiştirmesinde, yeni yasalar yapmasında, sadece birkaç çivisi kalmış cumhuriyeti, bir anayasa değişikliği ile büsbütün yıkıp, yerine dinci-gerici bir ümmet düzenini yerleştirmesinde beis görmeyecekler ve bunlar yapılırken öylece uzaktan izleyip kaderlerine razı olacaklar kuruntusuna kapılmıştınız!

Şimdi bu yüzden şirazeniz kaymıştır ve dost bellediğiniz ABD-AB emperyalizminin bile Türkiye için gerçek bir laiklik olmasa da, bir tür de-islamizasyon politikası izleyeceğinin yeni dönem politikasında seküler Kürtler’e yer açtığının ve yükselttiğinin işaretlerini verdiği, hatta HDP’nin bile “laiklik olmazsa olmaz” dediği ve hatta “anayasada laiklik olmayacak” diyen şahsın bile tornistan yaptığı bir zamanda, yobazlardan, azılı antikomünistlerden bile daha cesurca gericiliğin şövalyeliğini yapıp, “laiklik olmazsa çok iyi olur” ;daha komiği “laiklik olursa gericilik, laiklik olmazsa ilericilik olur” diyorsun!

Belki de gerçeklerin inatçı tepiklerini yiye yiye şirazen kayınca ne dediğini, ne diyeceğini şaşırmış durumdasın!

Fakat fotoğrafta görüldüğü gibi, bu agresif durumun çok büyük bir açıklığı sergiliyor; velhasıl kullanışlı “sol” ile birlikte sizin de, yani hep birlikte döküldüğünüzü; kralın çıplaklığına doğru koşar adım ilerlediğinizi netlikle görebiliyoruz!

Sayen(iz)de, “Gerçeğin peşinden gitmekten korkmak ahmakların ve cahillerin işidir; gerçeğin önüne dikilmek ise hainlerin işidir” şeklinde formüle ettiğim ifade veciz bir söz haline gelmiştir ve senin şimdi sergilediğin halet-i ruhiyeye fena halde uyduğu netleşmiştir!

Şirazenin ne denli kaydığını anlaman için verdiğim ifadeler yetmedi ise başka ifadelerim de var onları da verebilirim ki anlamamak sen de bir politika olduğu için gene “çokbilmiş” ahmağa yatacaksın bu baştan belli ama ben gene de, ısrarla anlamazdan gelip, “devletli” deyyu bağırıp şirazesi kaymış halet- i ruhiyeni teskin etmeye çalışacağın ifadelerimi tekraren önüne koyacağım!

Evet, “Kurtuluş Türk –Kürt tüm emekçilerin birlikteliğinden doğacaktır: Kurtuluş, tüm ilerici-devrimci Kürtlerle, Tüm ilerici –devrimci Türklerin kardeşçe birlikteliği üzerinden yükselecektir: Kurtuluş, hem Kürtlerin, hem Türklerindir ve bu geniş coğrafyanın tüm ezilen, sömürülen halklarının, sınıflarınındır: Kürt ilerici-devrimcileri ile Türk ilerici-devrimcilerinin birlikteliği, Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakı önündeki en nesnel engeldir: Yaşasın Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte ve kendi elleri ile kuracakları laik, halkçı, eşitlikçi, ortakçı, emekçi cumhuriyeti: Yaşasın insana en çok yakışan sosyalizm!” demiştim, dut yemiş bülbül gibi susmuştun(uz)!

Hiç aklına geliyor mu? Şirazen kaymasaydı gelirdi, hatta sol memenin altındaki cevahirin ateşi (o da varsa) sönmemiş olsaydı, gerçekten Kürt ağa ve beylerinin, şeyhlerin, mollalarının değil de, Kürt ya da Türk zenginlerinin değil de, Kürt ve Türk emekçi halklarının vazgeçilmez tarihsel haklarının savunucusu olsaydın aklına da gelirdi, aklın başına da gelirdi!

Evet, siz yeni olmadınız, öteden beri, ABD emperyalizminin Kürt politikasının muhipliğine soyunduğunuzdan beri Kürt halkının değil, onları Türkiye’nin zenginleriyle birlikte sömüren, ezen Kürt zenginlerinin, ağalarının, beylerinin ve şeyhlerinin çıkarlarının savunucusu oldunuz; bu yüzden Kürt halkı KÖH’ün açık kapıları zorlamasına, yani hendek savaşına, yani kaybet-kaybet savaşına bir anlam veremeyip çağrılarına katılmayınca Kürt halkını “sizden bir b.k olmaz” yollu azarlayıverdin!

KÜRT SORUNU BAHANE EMPERYALİST ÇÖZÜMLER ŞAHANE ABD EMPERYALİZMİ PEK SEVİNMEKTE OPORTÜNİSTLER İSE ZİL TAKMIŞ OYNAMAKTA” başlığında şöyle sormuştum:

“Egemen sınıf, burjuvazi, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalist olarak yayıldığı bir dönemde, girdiği yere halkların kardeşliğini getirebilir mi? Tersinden sorarsak, girdiği yere sermayenin boyunduruğunu götüren bir emperyalizm, burada özgürlük sağlayabilir mi? Eşitlik ve kardeşlik sağlayabilir mi? Dahası, burada sermayenin boyunduruk altına aldığı halklarla “dost” olması mümkün olabilir mi?”

Ve eklemiştim:

“Daha somut sorarsak, bugün dinci-gerici Osmanik-İslamik bir faşist diktatörlük olarak konuşlanmasını son derece ileri bir seviyede gerçekleştirmiş olan ve emperyalist hevesler taşıyan 12 Eylül rejiminin, yani tekellerin, yani TÜSİAD patronlarının ve en yüksek düzeyde kenetlenmiş oldukları ABD emperyalizminin, dibine kadar içinde oldukları Kürt coğrafyasında ve Ortadoğu’da Kürt, Türk bütün halklara bir özgürlük ve eşitlik ve kardeşlik sağlaması mümkün mü? Hatta bunu, bölgede parçalı olarak yaşayan Kürtler kendi aralarında sağlayabilir mi?”


Peki, bunlar hiç aklına geliyor mu? Aklını başına getiriyor mu?

Ne aklına gelir, ne de aklını başına getirir; çünkü biz ayrı dünyaların insanlarıyız; sen gerçeklerin ezeli düşmanlarının yalancısısın, ben ise yalanların ezeli ve inatçı düşmanı gerçeklerin “yalancısı”yım!

Böyle olunca da, gerçeklere karşı çoktan tüketilmiş yalanlardan medet umarak, beş yaşında çocukların bile alay konusu olacak lakırdıları üfürüp üfürüp ipe dizerek şirazesi kaymış halet-i ruhiyeni teskin etmeye çalışırsın!

Peki, “çokbilmiş” CHE, Bir tarihsel-nesnel kategori olan ulusun, kendisi gibi tarihsel-nesnel bir kategori olan ulus-devleti varsaydığını; Yani, ulusun, bir dahi bireyin icadı dolmadığını ama tarihin dayattığı bir ihtiyacın doğurduğu bir keşif olduğunu ve bu ihtiyaç için öne çıkmış olanların, bu tarihsel-nesnel kategorinin yerinde ve zamanında tarih sahnesine çıkmasında sadece bir vesile olduklarını… Vb. tekrar tekrar hatırlattığım hiç aklına geliyor mu?

Gelmiyor değil mi? Aklına da gelmiyor, aklını başına da getirmiyor, öyle değil mi?

Çünkü senin aklın zaten başında; sen zaten ne yaptığını biliyorsun; yani sen bal gibi ABD emperyalizminin “Büyük Kürdistan” projesinin, gericiliğin, Bese Hozat’ın ifadesiyle “12 Eylül faşist rejimini, laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn ederek bir İslami ve milliyetçi neo faşist rejim” projesinin muhibbi olduğunu biliyorsun!


İşte bu yüzden şirazen kayıyor, gerçeklerden bu yüzden nefret ediyorsun!

TC NE YANA DÜŞER CUMHURİYET NE YANA DÜŞER başlığıyla önünüze koyduğum mektubumda:

Şu nefret ettiğin Engels’in, “Demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak kaldığı söylendiğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmez” diyerek, nasıl farkettiğini anlatmak için,“Sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına gelir.”sözünü eklediği ifadelerini hatırlatmıştım; hiç aklına geliyor mu?

Tabii ki gelmez; bu ifadeler, nefret ettiğin Engels’'e ait ifadeler olmasa idi de aklına gelmez, aklını başına getirmezdi!

Gene aynı mektupta, “Haziran direnişinin, bu kendiliğinden rengi yüksek olan devrimci halk hareketinin, bugün ve bir süredir burjuva cumhuriyete, içinde laisizmden ve demokratik yapı ve kurumlardan ne kaldı ise hepsine birden, tekellerle, büyük zenginlerle birlikte ve elbette bu sömürgenlerin düzeni olan bu cumhuriyetin üzerinde konuşlanarak dinci-gerici osmanik-islamik bir ortaçağ cumhuriyeti kurmak isteyen 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile birlikte saldıran ve bunu en devrimci iş olarak gösterenlerin içyüzünü Türkiye’nin işçi ve emekçilerine, ezilen yoksul Kürt halkına önemli oranda göstermiş olduğunu ve gösterir göstermez de, Türkiye’nin siyasal ve sınıfsal-toplumsal dengelerini önemli oranda sarsmış, değiştirmiş ve kralın çıplaklığını artırmış olduğunu; böylece karşısına dikilen herkesi “halk düşmanı” ve “diktatörlük yanlısı” ve hatta “faşsit” , ”ırkçı” bile gösteren ve bu cumhuriyete yönelik saldırıdan son derece ileri bir demokrasi çıkacağını savunan, küçük-burjuva sosyalistlerinin ve elbette üzerinde “sol/ sosyalist” ve “ulusal kurtuluş savaşçısı” yazan gömleklerle işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen yoksul emekçi halkların içinde dolaşan ve gerçekte dün de bugün de, dün Kemalist TC olarak ve onun damgasını taşıyan bir 12 Eylül faşist rejimi olarak örgütlenmiş olan ve bugün dinci-gerici, osmanik-islamik bir 12 Eylül faşist diktatörlük rejimi olarak örgütlenmeye çalışan aynı zenginlerin sömürü düzenine sahip çıkan, bu rejim yıkılmasın, ayakta dursun, kendilerine de alan açsın diye kalkan olan, kol kanat geren bilumum sahtekârların,bilumum devrim kaçkınlarının foyasını çok daha netlikle ortaya çıkarmış olduğunu” hatırlatmıştım!

Hiç aklına geliyor mu? Ola ki aklına geldiğinde, aklını başına getirdiği oluyor mu?

Gelmez ama bir köylü kurnazlığı kıvraklığında bu hepinizin foyasını ortaya döken; Türkiye’yi bir ortaçağ karanlığına sürükleyen dinci-gerici 12 Eylül rejiminin güçlerinin de kendi içlerinde dengelerini altüst eden; evdeki hesapları, çarşıya uymaz, giyilen sahte gömlekleri, ortaya saçılan yalanları dikiş tutmaz hale getiren; öteden beri ve hala savunduğunuz, hatta en devrimci iş saydığınız laiklik düşmanlığına karşı bir ayağa kalkışın ifadesi olan Gezi’ye de sahip çıkma ikiyüzlülüğünden utanıp sıkılmazsın!

“Sıkıntıya düşen TC’nin, dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünün ayakta durması, AKP iktidarının yıkılmaması için, laik-demokratik cumhuriyet düşmanlığından vazgeçmeden, sanki ortada bir burjuva cumhuriyeti kalmış gibi, işe yarar bir demokrasi kırıntısı mevcutmuş gibi, parlamentonun, genel oyun, seçimlerin, vesairenin, demokrasi için gerekliliğine, vazgeçilmezliğine dair nutuklar attığınızı ve dinci-gerici osmanik-islamik faşist 12 Eylül diktatörlüğüne, laisizm düşmanlığını ve şeriat özlemini saklamayan AKP iktidarının işçi ve emekçi düşmanı, ilerici-devrimci düşmanı baskı politikalarına ve açıkça bir iç savaş hazırlığı izlenimi veren yasal düzenlemelerine ve Türkiye’yi bir Tanzimat öncesi karanlığına sürükleme çabalarına karşı bigâne kaldığınızı…” yansıtan ifadelerim hiç aklına gelir m? Aklına gelip, aklını başına getirir mi?

“İçinde yaşadığımız cumhuriyette, siz Kürtlerin, TC’yi yani dinci-gerici, osmanik-islamik 12 Eylül faşist diktatörlüğünü sorun etmediğinizi, yani laiklikle kavga ederken, TC ile, dinci-gerici faşist diktatörlükle ve AKP ve tekeller tarafından cumhuriyetçi refleksleri silmek üzere, kamu haklarının son kırıntısına kadar çiğnenmesiyle hiçbir kavganız olmadığını; oysa sizin kavga etmediklerinizle hep kavgalı olan Türkiye’nin Marxist-Leninistlerinin, komünistlerinin, kamuculuğun, eşitçiliğin ve akılcılığın ifadesi olan burjuva cumhuriyetini, kapitalistlerini ve polisini, işsizlik ve sefaletini, mülkiyet ve fuhuşunu onaylamak için değil, tarih bilinciyle ve tarihten gelen derslerle ve dünyanın dört bir yanında, burjuvazinin kendi temel değerlerine ihanet etmiş olduğunun ve ’halk egemenliği’ nden olabildiğince uzaklaşmış olduğunun bilinciyle, yalnızca sınıf egemenliğinin son biçimi olarak, yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımına en elverişli alan olarak ve bir devrimci iş olarak savunduklarını… Lenin’in deyişiyle, bunu bize işlerin akışının kabul ettireceğini, pratik etkinlikteki güçlerimizi, tastamam bu yöne, işlerin gidişinin yönelteceğini ” ve bu noktaya çoktan yöneltmiş olduğunu yansıtan ifadelerim hiç aklına gelir mi?

Gelmez değil mi? Gelse de kovarsın değil mi? Çünkü gerçeklerden, gerçeklerin inatçı direnişinden o kadar öyle korkuyorsun ve o kadar öyle çaresizsin ki işte fotoğrafta görüldüğü gibi şirazesi kaymış halet-i ruhiyeni teskin etmek için her türlü yalana-dolana ve demagojiye sarılmakta beis görmüyorsun ama gene de teskin olamıyorsun!


Hatta bu mektubumu, “ yedi yaşında İmam-Hatip’e verilmiş babanın kızını kapama ‘özgürlüğünü’ ihlal eder korkusuyla akılcılıkta ve kamu çıkarında tutarlılığın ifadesi olan laikliğe savaş açmayı özgürlük mücadelesi sayarak, ‘kahrolsun cumhuriyetçi, akılcı, dayatmacı tahakküm!’ diye haykıran ahmak solculara inat” yazdığımı belirten bir de not düşmüştüm de ne senin, ne de senin gibi “çokbilmiş” türlerin gıkı çıkmıştı!

Eminim bu da aklına gelmiyordur!

Behey “çokbilmiş” likte rekora koşarken ahmaka yatmayı kurnazlık sayan CHE, ben dün ne dedi isem gene onu diyorum, yani demem o ki, beni yazılmış mektuplarımla birlikte buraya, bu foruma çağırdığında ne dedi isem, hala aynısını diyorum ama siz, en başta “önderiniz” ya da peygamberiniz, aynısını demiyorsunuz ve hatta dün “tasfiyecilik” tabir ettiğiniz “masada müzakere”nin en aktif ve en istekli tarafısınız; o kadar öyle ki diğer tarafınız masayı devirdi diye neredeyse kıyameti kopardınız ve hala “masa-müzakere” deyyu yalvar yakarsınız!

“Öcalan’ın feodal ‘kutsal aile’ çözülmeden Kürdistan’ın özgür olamayacağı inancını da aşıp, bir ‘demokratik özerk’ peçe ile örtülerek kapatılan bir feodal ‘kutsal aile’nin reisi olmaya sıçraması tesadüf değildir!” diyordum;

“Öcalan’ın, bir halkı ‘silahsızlandırma’ olarak tarif ettiği ‘Kemalizm’ den, Kürt halkını emperyalizm karşısında ‘silahsızlandır’maya geçmiş ve şimdi Kemalistlerden kalan TC ile birlikte bir masanın etrafında Kürt ve Türk emekçilerinin nasıl devrimcisizleştirileceğinin, yani nasıl silahsızlandırılacağının müzakeresine sıçramış olduğunu” söylüyordum;

“Öcalan’ın, daha önce, bizzat devlet tarafından finanse edildiklerine, on binlerce çocuğun aklını, yeniçeri ocaklarındaki gibi bozarak, kendilerine ve haliyle devlete kadro yaptıklarına (ki o kadroların, şimdi devletin hangi taşlarının altından, hangi paralel dehlizlerinden çıktığını hep beraber görüyor olduğumuzun da altını çizerek), yani tarikatlara, devletin en eski ideolojik silahına, yani bin yıllık din silahına sarıldığına, bununla Kürtlerin geri özelliklerinin öne çıkmasına, mezhepler ve tarikatlar eliyle daha çok parçalanmasına çalıştıklarına vurgudan, ‘Demokratik islam ‘ vurgulu açılımına sıçrayarak, Kürt halkını bin yıllık silahla donatma aşamasına geçmiş olduğunu” söylüyordum

“Ortada, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin, Kürt halkının bir zifiri karanlık içindeki faşist diktatörlüğüne köle yapılmaları pahasına ve ABD emperyalizminin bu bölgedeki “büyük Kürdistan “ projesini gerçekleştirmesinin payandası olma pahasına bir müzakere yapılan ve vurgusunu Kürtlere borçlu olduğumuz TC var, ama “ demokratik cumhuriyet” yok ve TC de ABD emperyalizmi de melaikedir ve var olmayan “ demokratik cumhuriyet” bütün melanetlerin taşıyıcısıdır!” diyordum ;

Ve “Kürtler için devletin, aynı anlama gelmek üzere TC’nin, korku demek olduğunu, zindan demek olduğunu, ölüm demek olduğunu ve aynı zamanda otorite ve otoriteye boyun eğmek demek olduğunu ve Kürt halkının bunu bilir, bunu duyumsar ve iliklerine kadar bunu yaşar olduğunu; ama örnek olsun, Maraş Katliamı’nın, Sivas Katliamı’nın, vb. bununla bağını kavrayamaz olduğunu; Kürtleri zorunlu göçe sevk eden Maraş Katliam’ının, bir nevi Ermeni tehciri olduğunu ne Kürt halkının ne de Kürt aydınının kavradığını” söylüyordum ;

Ve “Öcalan’ın dün bunu kavradığını; Maraş Katliamı’nın Kürt halkına gözdağı olduğunu vurguladığını ve buna cevap olarak partiyi dayattıklarını ve PKK’nin kuruluşuna karar verdiklerini ifade etmiş olduğunu; şimdi ise, ‘cumhuriyet’ yıkılırken, altında Maraş Katliam’cılarının değil, Maraş katliamına ve katliamcılarına karşı duranların kaldığını, TC nin değil, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının, savunma araçlarının, sığınma araçlarının kaldığını, TC’nin hiç elden bırakmadığı din silahının değil, zaten topal olan laikliğin kaldığını, TC’nin masasında müzakere ile meşgul olurken, yani Kürt halkını TC’nin ipine bağlayıp karanlık kuyulara göndermenin felsefi görüşmelerini yaparken Öcalan’ın kör olduğunu ve hatta Kürt ulusal hareketinin, tam da Maraş Katliamı’na bir cevap olarak, çıkışında aşiret düzenini hedef aldığını ama artık bundan vazgeçtiğini de göremiyor olduğunu ; daha önemlisi bunları göstermemek için, hep bir ‘demokratik özerk komün’ peçesine sarıldığını” söylüyordum ve hala bunları söylüyorum ve fotoğrafta görüldüğü gibi hala aklına da gelmiyor,geliyorsa da aklını da başına getirmiyorlar!


Neden?

Çünkü senin yalancısı olduğun gericiliğin ve ağa babası ABD emperyalizminin yalanları değil bunlar; bunlar süzme gerçeklerdir, uyarınıza gelmeyecek, görmekten de, anlamaktan da ve sürekli kaçacağınız ve hatta şirazenizi kaydıracak, halet-i ruhiyenizi bozacak hatırlatmalardır!

Biraz daha hatırlatabilir miyim?

KENAN EVRENİN ARDINDA KALAN BURNUMUZU GIDIKLAYAN GERÇEKLER başlıklı mektubumda;

“Herkesin bildiği sır misli, Öcalan’ın ağzından yayılan ‘İslamcılığın’, ne tarihsel mezhepleri ‘aştığını’ ne de kuşaklarca bunlara bağlı bir tabanı cezbettiğini, gören ve daha çok da görmek isteyen gözler görmektedir; ama aynı gözler, bu programla Kürt siyasetinin, artık solu vitrin olarak kullanarak da dengelenemeyecek bir sonuca ,’Kürt gericiliğine’ yürümekte olduğunu da görmektedirler!” demiştim

Ve “ Kürt siyasal hareketinin Türk gericiliği ile sarmaş-dolaş olmasının, yani Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakına yürümesinin kaçınılmaz olduğunu ve bunun diyalektik olduğunu; bu varsa, karşısında ilerici Kürtler ile İlerici Türklerin sarmaş dolaş birlikteliğinin yükselmesinin de kaçınılmaz olduğunu” söylemiş,

“Nerden nereye vardığınız sorusunun cevabının, ‘Medine Sözleşmesi’ sloganında ve öteden beri vurguladığımız ‘gelip gelip bir karanlığın içine girdiler’ sözünde olduğunu” eklemiştim!


Eminim bu duymazdan, görmezden geldiğin, hatırlamamak için ahmağa bile yattığın sözleri şimdi tekrar hatırlattığım için halet-i ruhiyenin şirazesi iyiden iyiye kayacaktır!

Israrla anlamak istemediğiniz bir konu daha var; Kemalizmin bütün kırmızıçizgileri, Kemalizm’in açtığı yolda kendilerine Kemalist diyenlerce çiğnendi; nasıl çiğnemesinler ki, nihayetinde egemen sınıfın ideolojisidir ve egemen sınıf rica etti emir bildiler; Kodifiye edildiği haliyle Kemalizm’in şu üç temel özelliği, yani 1) Büyük devletlerden uzak olmak; 2) Büyük sermayeden uzak olmak, 3) Dinle mesafeli olmak; hepsi ve hızla tekellerin çarkları arasında kaldı.

Altı ok mu, devletçilik ve milliyetçiliğin yerine özelleştirmeler; bağımsızlığın yerini NATO; laikliğin yerini imam-hatipler; cumhuriyetçiliğin yerini önce tarikatlara hoşgörü, sonra Osmanlıcılık ve ılımlı şeriat aldı. Devrimcilik ise, hatırlayanı bile kalmadı.
Neden çünkü 12 Eylül bir karşı-devrim hareketi idi ve sivri ucu sosyalist harekete idi ama kemalizme saldırı üzerinden sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin hemen hemen bütün savunma mekanizmalarını, sığınak ve barınaklarını ortadan kaldırdı.
Demek ki AKP’ye yarı-yarıya, belki daha da fazla tamamlanmış bir karşı-devrim bıraktı!

Türkiye’nin bir Tanzimat öncesi karanlığına mahkûm edilmesi ve ulusal kurtuluş hareketinin devrimcisizleştirilirek bu karanlığın içine sürüklenmesi, dinci-gerici bir rotaya yöneltilmesi, geriye kalan bu karşı-devrimin işi oldu!

Bu yüzden, Müzakere dedikleri “çözüm süreci”, bu karşı-devrimin işlerinden biridir ve AKP ile Kürt siyasetini birbirine bağlayan ve tılsımı bundan ibaret olan bir süreçtir; Gezi’de darbeci, Reyhanlı’da hükümete destek, Said-i Nursi heykelleri, islam şemsiyeleri çıkarmıştır.

Fakat bu ülkede cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, devrimci, laik, kamucu, Kürt düşmanlığı olmayan, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını sizi çileden çıkaracak denli savunan Kemalistler var ve zincirini koparmış yobazlık karşısında artmakla kalmayıp kendi çerçevelerinde radikalleşiyorlar. Kemalizm artık yok. Adı var, kendisi nesnel olarak yok. Ancak, cumhuriyetçiliğin, bağımsızlıkçılığın, laikliğin, kamuculuğun gerçek, yüksek, ivedi ve öncelikli kavgasını vermezse, sosyalizm de olmayacak.

Müzakere dedikleri “Çözüm süreci”, AKP ile Kürt siyasetini birbirine bağlayan ve tılsımı bundan ibaret olan bir süreçtir; Gezi’de darbeci, Reyhanlı’da hükümete destek, Said-i Nursi heykelleri, islam şemsiyeleri çıkarmıştır.

Bu yüzden, Erdoğan, AKP’ye karşı sesini yükselten ve CHP yönetiminin topyekün terk ettiği cumhuriyetçilerin desteğiyle siyaseten de yükselen HDP’yi yalnızlaştırabilmek ve Kürt siyasetini bir kez daha AKP yoluna mahkûm etmek umuduyla saldırırken, Çandarından, Nuray Mert’ine, Barzani’sine kadar “müzakereee”, “çözüm süreciii” feryatları yükseliyordu!

Yükseltilen Kürt savaşı, Erdoğan’ın sıkışmışlığı ile devletin Kürtlerin sekülerliğe ve sol ile temasa dönmesini asla istememesinden kaynaklanmıştır ve Yalçın Akdoğan’ın sıklıkla açıkladığı gibi hedef, bildikleri ve sevdikleri Öcalan ile bildikleri ve sevdikleri HDP’ye dönmekti.

Kürt hareketinde sola yakın kanat emperyalist cephenin her bileşeni için her dönem ve büyük dönemeçlerde her zaman özellikle hedeftir ve Suruç’ta hedeflerden birinin Kürt hareketi ile sol’un yakınlaşması olduğunu görmemek beş yaşında çocukları bile utandırır!

Yani, çözüm sürecine dönülmesi, Kürt siyasetinin Türkiye ilericileriyle birlik yolunun kapanması ve Kürt siyasetinin son seçimlerdeki kazanımlarının silinmesi anlamına gelmektedir ve öyleyse çözüm çözümsüzlüktür.

Demek ki, Kürt hareketi “çözümü” ya AKP ile ya da Türkiye’nin Kürt düşmanlığı olmayan, Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını ikircimsiz savunan cumhuriyetçileri, bağımsızlıkçıları, ilericileri, laikleri, halkçıları, devrimcileri, devrimci-demokratları, sosyalistleri ile arayacak. Ortası bulunmuyor.

İşte ne anlamak istediğiniz, ne de anlaşılmasına izin verdiğiniz bu gerçekler, senin halet-i ruhiyenin şirazesini kaydırıyor ve beş yaşındaki çocukların bile alaya alacağı lakırdıları söyletiyor!

Daha bitmedi ama şimdilik senin kimin muhibbi olduğunu, laiklik düşmanlığını nereden aldığını, gericiliğe ne kadar teşne olduğunu ya da hepsine birden hangi güdü ile gönüllü olarak mahkûm olduğunu göstermeye ve etrafa saçtığın yalan dolanla sarmalanmış zırvalarının bunu örtmek için olduğunu ve dahi senin ifadenle "kimin hangi merada otlayan öküz olmak için g.tünü yırttığını"ortaya koymaya yeter de artar!

Yani sen hele bir bunları hazmetmeye çalış, belli ki Özdil'in kelamları kısa kalmış ve beğenmemişsin ben uzunlamasına tamamlarım, Kahraman ve türlerinin bugünler için,yani sizin içine girmekte beis görmediğiniz ve neredeyse en devrimci iş diye yutturmaya çalıştığınız Tanzimat öncesi karanlığı egemen kılmak için yetiştirildiklerini daha önce hatırlatmış olsam da, hem o hatırlattıklarımı hatırlatırım,hem de bir kez daha ve daha ayrıntılı olarak dikkatine sunarım!


Fakat şimdiden besbelli ki,daha önce anlattıklarım aklına gelmeyeceği gibi, hatta aklını başına getirmeyeceği gibi,bunlara da bigane kalacağın kuvvetle muhtemeldir!

Ama olsun,nihayetinde her dediğimiz tarihe bir nottur!

Fikret Uzun


30-Nisan-2016

(1 Mayıs “bahar” bayramından bir gün önce ve yüzbinlerce işçiyi genel grevle birlikte ayağa kaldıran 1 Mayıs 1886 kalkışmasından 130 yıl sonra )

20 Nisan 2016 Çarşamba

TC Mİ YENİ BİR CUMHURİYET Mİ



Şıracının şahidi bozacı…
He he kurban, size göre biz cumhuriyete aşığız gayri… Başka bişii tanımıyoruz… Yani çağdışı bir rejime tapıyoruz… yani demokratik olmayan bir modernite olan, devletli olan sosyalizme tapıyoruz…ne yapak, biz Said-i Nursi’yi heç model almadık, sosyalizm kadar mübarek olan ümmet toplumunu model almadık, sosyalizmin anayasasından da ileri olan Medine Sözleşmesini referans almadık, işte bu yüzden yaşadığımız çağı aşamadık… Dünyanın her tarafı cumhuriyet’i aşan birer ümmet cenneti olduğu halde, hala ondan yüzyıllarca geride olan, çağdışı cumhuriyeti sayıklayıp duruyoruz… Üstelik cumhuriyet derken, ortaçağa göre demiyoruz, cumhuriyetten daha ileri bir rejimi reddederek cumhuriyet diye tutturuyoruz … Bu yüzden asıl gerici biziz öyle değil mi he kurban…
Sen  “çokbilmiş”ten de “çokbilmiş” çıktın Deletix, ama biz tam da senin dediğini diyoruz be birader!
Biz de cumhuriyet düşmanları ile saf tutmakta beis görmeyen “Hdp ve Kck bileşenlerinin açıklamalarının T.C ile masaya dönmeyi ve onunla çözüm yapmayı içerdiğini “ söylüyoruz!
Yani biz TC demiyoruz, onu siz diyorsunuz; biz cumhuriyet diyoruz; cumhuriyeti, cumhuriyet düşmanlarının sürüklemeye çalıştığı orta çağ karanlığına göre savunuyoruz; bunu anlayabiliyor musun; ayrımını idrak edebiliyor musun?
“…son kozlarını oynayıp köşeye sıkışmış birisi var” derken, “Suudiler dışında destekçisi yok…” derken ve şimdi senden duyduğum komiklik katsayısı çok yüksek olan “ o Suudiler de Rusya ile aşk yaşıyor” sözünü sarf ederken, “…eğer müzakere masasına dönerse, biz AKP’yi her türlü, anayasayı değiştirmesi için de destekleriz ..” diyerek  “çözüüm, çözüüm” yollu yakarmalarına  “ bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…” denmez mi, diyoruz!

Ama belli ki sana göre, lahana turşusunun perhize bir zararı yoktur; orta çağ karanlığı ise, sınıfı mınıfı, hatta ulusu yerin dibine batıran, ikisinden de yüksek gördüğünüz bir Tanzimat öncesi ümmet toplumu ise, çağı aşmıştır ve öyleyse cumhuriyet, bu aşkınlık karşısında çağdışı kalmıştır!
Yani TC diyen sizsiniz; cumhuriyeti inkâr edip, TC ile “çözümsel” ittifaklar kurmaktan vazgeçmeyen sizsiniz; ortada bir Kemalist TC olmadığı halde, ortada olan, lideriniz Bese Hozat’ın deyişiyle, “…laiklik kimliği yerine dini kimliği koyarak yeniden dizayn edilen, Kemalist TC’nin de devamı olan 12 Eylül rejimi…” olduğu halde, bu ortada olanı soyutlaştırıp, görünmez kılıp, asıl soyut olan cumhuriyetle ya da yok hükmündeki, yani olmayan demek istiyorum, Kemalist TC ile kavga üzerinden, yeni TC’de ,dinci-gerici, osmanik-islamik faşist 12 Eylül rejiminde kendinize alan açmak istiyorsunuz; bu yüzden,bombalar da yağdırsa, hakaretler de yağdırsa, isterse buzdolabına koyduğu, isterse buzdolabından çıkardığı kendi “çözüm”ünü, yani Kürt halkının sorunlarını çözmekle yakından uzaktan ilgisi olmayan bir “çözümü” de dayatsa, “senin çözümün eyidir, hoştur, bize uymuştur, demokratik özerk komüne de uymuştur…” yollu sızlanarak,ne olur ”çözüm“ e dön yollu yakarıyorsunuz!
Daha acıklısı, bu “çözüm” ün alâmetifarikası, yenidünyacı emperyalizmin kırk yıldır güttüğü ve dayattığı, gerçek olsun diye her türlü fırıldağı çevirdiği Kürt politikası’ndan geliyor ve uzun zamandır, kendisine en merkezi, dünya çapında merkezi bir cumhuriyeti, imparatorluk misli bir cumhuriyeti uygun gören emperyalizm, bunun için, daha rayları döşenmemişken hazırladığı orta çağ trenini, içinde Türkiye’nin de bulunduğu, Kürtlerin dört parçalı yaşadığı bu coğrafyaya döşemeyi sürdürdüğü rayların üzerinde ortaçağa ilerletmeye (sana göre de ona göre de böyledir ama bize göre geriletmektedir) çalışmakta, bu trene binmeyen kalmasın istemekte ama bu iş o kadar kolay olmadığı için, bir adım ileri, iki adım geri taktiğini izlemekte; takıldığı yerde yan çizmekte,sonra arkadan dolanıp gene aynı yere gelmekte, bunun için bu geniş coğrafyada yaşayan,en başta Kürtler olmak üzere, öteden beri kendisi ile DNA uyuşmazlığı yaşayan diğer tüm halklara, uluslara, “ulus-devlete ne gerek var,bağımsız cumhuriyete ne gerek var, bizde her derde deva kozmopolitizm var, ulusal-nihilizm var, bunları verelim, daha çok mutlu olursunuz, hatta bunlar yetmezse,yanında manda verelim, bonus olsun..”  demektedir; buna Kürtler de teşne olmakta ama herkesi teşne yapmaya güçleri yetmemekte, bu yüzden “sol” renkle donanmak için bütün vurgun yemiş döküntüleri siyasal hareketinin çatısına toplamakta, ama ille de şeriat isteriz, sosyalizm din düşmanlığıdır, Marxizm-Leninizm şeytanlıktır yollu vaaz veren yobazlardan da vazgeçmemekte, ama devrimi-devrimciliği de dilinden düşürmemekte, cumhuriyet düşmanlığını, cumhuriyetin yerine bir orta çağ karanlığını yeğ tutmayı, bu karanlığın içine girmekte beis görmemeyi devrimcilik saymakta,saydırmaya çalışmaktadırlar!
Ama gerici olan, çağdışı olan, bu çağa saplanıp kalan, devleti yücelten, gözünde büyüten, sınıfsız, sınırsız, ulussuz, devletsiz, demokrasisiz bir dünyayı katiyen istemeyen biz oluyoruz öyle mi?
Ama unuttuğun, ya da idrak edemediğin ama daha çok da uyarına gelmeyen bir şey var; istersen metre ile ölç, istersen matematiksel hesapla, istersen fikir jimnastiği yaparak sonuç çıkar, hepsi, ortaçağ karanlığı ile cumhuriyet arasında geriye doğru bir mesafe olduğu gibi, ileriye doğru, yani senin dediğin  “… o sınırların olmadığı, Dünyalı kimliğinin oluştuğu gezegen…” e, ortaçağ karanlığının cumhuriyetten daha uzak olduğunu, yani daha geri olduğunu gösterir!
Ve feodal cumhuriyet de, kapitalist cumhuriyet de, sosyalist cumhuriyet de, devlet olmayan devlet de ve elbette hepsinin ötesinde olan sınıfsız, ulussuz, devletsiz, demokrasisiz, sınırsız bir insanlık toplumu olan bir cennetten dünya da tarihsel ve nesneldir; bu anlamda kategoriktir ve zamanı geldiğinde, nesnel-tarihsel koşullara göre değişirler; yani bunların hiç birisi, Öcalan gibi, ya da senin gibi, bir “dahi birey”in fikirlerinin, ya da ütopyalarının “ol” denilerek “oldurulduğu” maddeden, zamandan ve mekândan, tarihsel-nesnel koşullardan bağımsız ve isteğe bağlı olarak ve istenildiği kadar varlığını koruyan süreçler değildir!
Fikret Uzun
19-04-2016