27 Kasım 2015 Cuma

Rusya emperyalist ise ABD emperyalizmini mazur mu görelim?



Rusya emperyalist ise ABD emperyalizmini mazur mu görelim?
Rusya Suriye’de emperyalist bir ilişki kurabilir, bu mümkün ve muhtemeldir; ama Marxistler, mümkün olandan değil, bugün gerçek olan ne ise onun üzerinden hareket ederler; bu gerçeklik dururken ihtimal üzerinden konuşmak her halde abesle iştigaldir!
Gerçeklik ise apaçık ortadadır, eğer Rusya'nın daha katı, diğerlerinin daha esnek karşı duruşu olmasa idi, ABD-AB emperyalizmi daha uzun süre bu bölgede borazanını öttürecek bir imkânı çoktan gerçekleştirmiş olacaktı; ama şimdi son derece sıkışmış durumdadır ve bu durum, bölge halklarına, ilerici-devrimcilerine, sosyalistlerine önemli bir zaman ve hatta verdiği umut göz önünde bulundurulursa, güç de kazandırmıştır.
 Ancak tartışmalar “Rusya Suriye’de emperyalist bir ilişki kurabilir”e evriliyorsa, bunu sadece ahmaklık olarak görmemek gerek, Putin'in Suriye'deki varlığı ABD ile birlikte tüm işbirlikçilerini oldukça ürkütmüş ve bölge halkları açısından doğru bir yörüngeye oturmuş demektir; bu  varlık ile birlikte, en azından şimdilik, ABD-AB emperyalizminin ve elbette İsrail'in  ya da kısaca Yenidünya düzencilerinin planları epey bir bozulmuş, hatta sıkışmaları bir doz daha artmıştır; eh artık bundan sonrasını da o çok ince düşünenler,"Rusya emperyalisttir, o da Suriye’yi sömürge yaparsa halimiz ne olur?" yollu fal bakanlar düşünsün; düşünsün ki, bu değişen dengeden yararlanarak, bu bölgede Rusya'ya emperyalistlik yapma fırsatı vermeyecek olan bir bölgesel devrim yaratmanın teorisini geliştirsinler, biz de yararlanalım!
Bence öteden beri konuşulan ve şu tarihin mantığı dediğimiz şey tarafından da işaret edilen onun içinde kendini biriktiren "BÖLGE DEVRİMİ" ya da,"Büyük Ortadoğu Halk Devrimi" ve elbette sosyalizme açık, ilerici, devrimci, laik, halkçı, antiemperyalist, antisiyonist bir "Birleşik Halk Cumhuriyeti", bu bölgenin halklarına, ilericilerine, devrimcilerine ve belki de en çok da Kürtlere uzun zamandır fısıldanmaktadır.
Duyduklarına emin olabiliriz!
Ayrıca, şu da bir gerçek ki, dipten gelen dalga, ya da gökten esen rüzgâr, tüm sessizliğine karşın hem hissedilenden güçlü hem de soldan soldan akmakta, esmektedir; bunun bir şekilde fizik güç haline gelmemesi mümkün değildir; işte mümkün olana pek meraklı bu kişilerin bu iki mümkünatı mümkün olan ve tarihin mantığının da desteklediği  ihtimal üzerinde düşünmeleri kafa yormaları çok daha yararlı olacaktır!
Fikret Uzun
27 Kasım 2015

18 Kasım 2015 Çarşamba

UFUK URAS SOL İÇİNDEKİ HİÇBİR ZAMAN SOL OLMAMIŞ BİR TRUVA ATIDIR



UFUK URAS SOL İÇİNDEKİ HİÇBİR ZAMAN SOL OLMAMIŞ BİR TRUVA ATIDIR

Daha önce AKSEYMEN’e de yazmıştım, bu gün ve hatta çok uzun zamandır, Türkiye'de en büyük sektör solu bırakan ama sol alanları bırakmayanlardan oluşmaktadır.
Bu, solun içinde cirit atan gizli sağ demektir; onları solda görmek demek, sol alanları bataklığa teslim etmek ya da bataklık haline getirmek demektir!
Dün ÖDP bu sektöre, öncesi de var ama Ufuk Uras’ın başkanlığında çok güzel yataklık yapıyordu ve şimdi sırada HDP var, hepsi budur ve bunu anlamak o kadar zor değildir!
Bunlar manyak mı ki, sol olmadıkları halde sol alanlarda dolaşsınlar diye soranlar olmuştur, siz de sorabilirsiniz ama cevabı basittir; manyak değiller ama sol hâlâ en büyük onur olduğu için, solu bırakanların çoğu sol alanlardan ayrılmıyorlar; üstelik solda görünmek solcu olmanın risklerini taşımıyor ve en önemlisi birçok çıkarı beraberinde getiriyor.
Ve 12 Eylül rejiminin kendisini toparlar toparlamaz yaptığı en başarılı işlerden biri budur; yani solu bırakanlara, solda görünmeyi özendirip durmuştur!
Havuç-sopa taktiğini artık herkes biliyor ve artık bu da aşılmıştır, sola bütün kapılar, bütün sığınaklar kapatılıp, tek bir kapı, devlet kapısı açık bırakılınca, kimseyi teşvik etmeye gerek kalmıyor, devlet kapısında ikbal gören sol kaçkınları, bu kapıdan girip kendini kanıtlayarak, solda görünmeye ve çıkarlarından yararlanmaya hak kazanıyor!
Ertuğrul Kürkçü ÖDP'de iken ÖDP, pek mi devrimci olmuştur? Ya da Ufuk Uras, DTP’ den saylav olunca, DTP sosyalist mi olmuştur?
Hayır, ne Kürkçü ÖDP’yi çok devrimci yapmıştır, ne de Ufuk ÖDP'yi ve DTP’ yi sosyalist yapmıştır; fakat daha önce edindikleri etiketler ile iki partinin de solda görünmesini kolaylaştırılmışlardır; daha doğrusu, bu iki figür ile her iki “parti”nin de Türkiye solunun ve sosyalist hareketinin bütün mevzi ve kalelerini devlet’e ve Devlet Partisi’ne teslim etmek ve Kürt yükselişinin önünü kesmek için kotarılan bir devlet projesi olduğunun üzeri “sol” bir renkle örtülmeye çalışılmıştır; sonuçta Kürt yükselişinin nerelere kadar düştüğü bugün ortadadır; hepsi bu!
ÖDP’nin ve Ufuk Uras’ın ne olduğunu ise, şimdi değil, en tam zamanında ortaya koyanlar gene bu toprakların gerçek devrimcileri olmuştur ve bu gün HDP ye katılmadığı için, ÖDP’ye tımar vermek için tehdit edenler, o gün ne biçim konuşuyoruz diye bizi tehdit ediyorlardı! Oysa birbirlerinden habersiz, bazıları ki en çok Öcalan’dır, bütün suçları ÖDP’nin bileşeni olan Dev yol’un üzerine bırakarak kendilerini zemzem suyu ile yıkamış oluyorlardı!
Üstüne de belki hasan cemalden bile daha fazla devlet durumu içinde olan Ufuk Uras’ı Kürtlerin milletvekili yaparak kurnazlık yaptıklarını sanıyorlardı.
Bunları niye hatırlattığıma gelince: Bazıları, “Nerede yazdığı değil, ne yazdığı önemli… Ufuk Uras ve benzerlerinin (liberal sol) sol tandanslı bir gazete yerine AKP yandaşı bir gazetede yazması bize yarar sağlar…” buyurmuşlar!
Ben de, Ufuk Uras’ın artık sol içinde Truva Atı olma imkânını kaybetmiş olduğu için sol alanları bırakıp sağ alanda yerini almış olduğunu ve daha önemlisi, sol alanlarda sağın bir Truva Atı olan Uras’ın, sağ alanlarda solun Truva Atı olamayacak denli sağda olduğunu ve artık ait olduğu yere döndüğünü hatırlatmak istedim!
BORGA’nın inceden ve Ufuk Uras’ın yazdığı yer üzerinden Marx ve Engels’e nefretini kusmasına ise girmiyorum, başka türlü bir akıl bozma işidir ve herhalde en çok BORGA’nın üzerine yüklenmiş bir iştir; cehalet değil, en ince burjuva işidir!
Doğru, Marx, Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü’ nün büyük bir entelektüel rüzgâr estirdiği bir zamanda, Köln’de yayınlanan Rheinische Zeitung Gazetesinin yazı işleri müdürüdür; bu gazete radikal burjuva dünya görüşüne sahiptir. Bu zamanda, komünizm, bazen sosyalizm, bazen de komünizm etiketiyle bilinmekte ve Fransa’da sosyalist ve komünist hareketler, Almanca yayınlanmaya başlamış olsa da Marx burada sadece bir demokrattır. Sözü edilen tarih,1842-43 yıllarıdır.

Ancak buradan hareketle, bir bilim adamı olan ve egemen sınıfların hâlâ korkulu rüyası olan bir teorinin kurucusu olan Marx ile en başından devletin sadık bir aktörü olan Ufuk Uras arasında korelâsyon kurmak, cehaletten öte, kötü niyetin ve bir burjuva işin yansımasından başka şey değildir!
Marx, o sırada komünizm üzerinde söz söylemeyi bir tür heveskârlık ya da acemi işi, ”dilettantism” sayıyor ve öte yandan da, önceki çalışmalarının “Fransız teorilerinin içeriği üzerinde bir görüş açıklamaya “ imkân vermediğini ileri sürüyor.
İlk olgun çalışması saydığı A contribution to the Critique of Political Economy( Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı)nın önsözünde, şöyle yazıyor:“Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu, felsefe ile tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmama karşın, hukuktu. 1842-43'te Rheinische Zeitung'un başyazarı olarak, ilk defa, maddi çıkarlar denen şey üzerine yazı yazmak gibi zor bir yükümlülükle karşılaştım…
Öte yandan, "öne geçme" yolunda iyi niyetin sık sık bilginin yerini aldığı o dönemde, Rheinische Zeitung'da, Fransız felsefesine, sosyalizmine ve komünizmine hafif çalan bir yankı duyulmaktaydı. Ben, bu acemi işine karşı çıktım, ama aynı zamanda, Allgemeine Augsburger Zeitung ile giriştiğim bir tartışmada, o zamana kadar yapmış olduğum incelemelerin, Fransız eğilimlerininin asıl niteliği üzerinde herhangi bir hükme varma cesaretini göstermeme olanak vermediğini açıkça itiraf ettim. Bunun yerine gazeteleri için verilmiş ölüm fermanını, gazeteye daha ılımlı bir tutum vererek affettirebileceklerini sanan Rheinische Zeitung yöneticilerinin bu hayalinden özenle yararlanmayı, politika sahnesini terk etmek ve çalışma odama kapanmak için yeğliyordum.“
Hepimizin bildiği, üretici güçler gelişirse ve gelişme belli noktalara ulaşırsa ve de üretim ilişkileri buna engel ise, bir toplumsal devrimler çağı başlar önermesi, Marx’ın sınıf mücadelesi dinamiğindeki en önemli önermesidir.
Marx ayrıca bunun için bilince işaret etmiştir.
Rusya’da işçi sınıfına ve onun sınıf bilinci kazanacağına inanmayanlar, reformlar yoluyla dönüşümleri savunuyordu. Lenin ise, işçi sınıfının yalnızca üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklana bir devrimci bakış açısının olamayacağını söylüyordu. Yani bu şu demekti; işçi sınıfının kendiliğinden bilinci olamaz.
Marx,“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” nın önsözünde, insanların varlığını belirleyen şeyin bilinçleri olmadığını; tam tersine, onların bilincini belirleyen şeyin toplumsal varlıkları olduğunu ortaya koyar.
Demek ki, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik düzeyine erişmesi yetmiyor. Dahası, bu gelişmişlik düzeyinin ileriye doğru devam edebilmesinin önündeki engel olan üretim ilişkilerinin biçimi de, kendi kendine değişmiyor. Bir altüst oluş yaşanması gerekiyor. Ve buna ilaveten, tümüyle bu bütünün maddi varlığının yansıması olan bilinç gerekiyor. Ve bu bilinçle, bu altüst oluşun maddi hayata yansıttığı, hukuki, siyasal, dinsel, sanatsal ya da felsefi ve elbette ekonomik alandaki çatışmanın vardığı ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekiyor.
Ve bunun da, bu altüst oluşun yansıttığı çelişkilerin, yani üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan doğan çelişkilerin bu bilinçle görülmesi gerekiyor.
Bu bilinçle görme mekanizması, bu çatışmalı süreçten bağımsız olmadığı gibi, bu altüst oluşu hazırlayan üretici güçlerin gelişmişliği ile bağlıdır. Dolayısıyla bu gelişmişlik, bu gelişmişliğin önündeki üretim ilişkilerinin çatışmalı karakterinin ortaya koyduğu çelişki, kendini göstermezse, bilincin gelişmişliğinden de söz edemeyiz.
Yani yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerinin biçimi, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında filizlenmeden görülemezler.
Ve o nedenle, yine Marks demiştir ki, “insanlık önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar”; ve “sorunun kendisinin, ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşullar mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıktığını” söyler.

Bilinç bu dinamikten bağımsız olarak gelişemez.
O nedenle, nesnelliğin önemine ve anlamına hep vurgu yapmaya, hiçbir teorinin nesnel olandan daha zengin olmadığına ve elbette nesnel gerçeklikle bağlı olarak geliştirilmesi gerektiğine ve ancak öyle pratikle buluşup bir güç oluşturacağına vurgu yapıyoruz.
Marks bu nesnelliğe, bilincin, bilinçli devrimcinin ve devrimlerin üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak dizilişine damgasını vuran nesnellik olarak bakıyor.
Öyleyse bu nesnellik yoksa bu diziliş de öznel olarak yaratılamaz. Yani nesnellik yoksa örgütlü çabalarla bu dizilişe müdahale etmek de fayda vermez. Hatta bu gün olduğu gibi, bu çabaları maddileştirecek bir örgüt bile yaratılamayabilir.
Öyleyse işçi sınıfına bilinç taşıyan bir mekanizma gerekiyor!
Peki, ama nasıl?
Reçete değil ama Lenin'in Ne Yapmalı kitabı bu soruya en önemli cevapları ve hâlâ veriyor. Propaganda ve ajitasyonun önemi yanında, ulusal düzeyde bir günlük gazeteden söz ediyor. Ve devrimci işçilerin, öncü kadroların önemine dikkat çekiyor. Ve elbette örgütün temellerini atıyor. “En”lerle başlayan, savaşkan, bilinçli, özverili kadroların öncülüğünden söz ediyor. Şüphesiz buradaki ağırlığı ideolojik öncülük almaktadır. Böylece sınıf bilinci almış işçilere, politik bilinç taşımak gerektiğine işaret ediyor.
Lenin'in devrimci anlamda ve Marks'ta kalarak yaptığı en önemli revizyonun adıdır Ne Yapmalı. Ne Yapmalı ile Lenin, işçi sınıfının bilinci kendiliğinden ve kendi iç dinamiğinden alamayacağını, aksine ona bilincin dışarıdan verilmesi gerektiğini, bu nedenle de o bilinci taşıyacak devrimci kadroların gerekliliğini işaret etmiştir. Öyleyse sosyalistlere bu bilinci taşımada nesnel olarak görev düşüyor.
Bunları söyledikten sonra gelelim, bu güne ve bu bilinci taşımanın mekanizmasına doğru ilerleyelim.
Bu gün işçi sınıfına ki sınıf bilincinden yoksunlaştırılmış olduğunu görebiliyoruz, eskisinden çok daha fazla bilinç taşıyan bir mekanizma gerektiği açıktır.
Bugün ülkenin toplumsal yapısı tekelci düzen olarak kendini gösteriyor ve tekelci düzen az sayıda egemenin parasal egemenliği yanında, siyasal ve ideolojik egemenliğidir de. Dolayısıyla, az sayıda olması nedeniyle, bir tabana dayanmıyor. Dayandığı tek güç paranın gücü! Ancak buna ilaveten bu yetmiyor kendine taban yaratmak için ideolojik olarak mücadele araçları geliştiriyor. En önemlisi, aydınları soldan devşirerek ideolojik hegemonyasını güçlendiriyor. Bunu paranın gücü ile sağlıyor.
Başka etmenler elbette var ama bugünden söz ettiğimize göre, belirleyici olan, ideolojik şaşırtma araçları ile kitleleri kendine taban yaratmasıdır. Bunun pratikteki yansıması şudur:
Kitleler apolitikleşiyor ve anlamaya ve anlatmaya karşı isteksizliğe itiliyor. Bu kitleler, tekellerin ideolojik hegemonyasına bağlanarak, bir anlamda yok hale getiriliyor. Yani emekçi halk ve sosyalist kadrolar dahi tekellerin ideolojik kuşatması altına giriyor. Bu da, en belirgin çelişkilerin bile anlatılarak gösterilmesine, gösterilse bile bunun karşılığında yapılması gerekenlerin bilince çıkartılmasına engel oluyor. Ve haliyle, kitleler önüne konulanları bir yanıyla güvenli yol olarak görüyor, diğer yanıyla da olması gereken en makul seçenek olarak görüyor.
Öyleyse, tekrarlamak gerekirse, hem bu güvenli görünen ve umut olarak gösterilen yolun gerçekte, asıl olması gereken mücadeleden uzaklaştırmak demek olduğunu göremiyor; hep tartışırız, “birbirimizi anlamıyoruz, empati kuramıyoruz” diyerek eleştiririz, işte bu mekanizma içerisinde kalarak, öncelikle hep ideolojik hegemonyadan yansıyan anlatılanlara, sempati duymasak da, empati ile yaklaşıyoruz, ne kadar farklı düşünülse de, farklı düşünceler, o empati mekanizması içinde, tekelci düzenin ideolojik hegemonyasına bağlanıveriyor.
Dışında kalanlar empatik olmadığı için dışlanmış oluyor. Bu, hegemonyanın yansıttıklarıyla taban tabana zıt olduğu için de zenginlik sayılmıyor; bölücü, itici, kin ve nefret yayan görüşler oluyor. Böylece, tekellerin ideolojik hegemonyasının dışındaki görüşler bozguncu görüş olarak kabul edilerek, sınıf çatışmasından ideolojik planda uzaklaşılmış olunuyor.
Ve haliyle, ne anlamaya, ne de anlatmaya yönelik, kitleleri, hatta solcu olmuş, sosyalist olmaya aday olanları, ne yapmalı sorusu ile dolaşan gençleri hareketlendirmek ve heyecanlandırmak için, ne yapmalı sorusunu bulmak için, bulduktan sonra sabırla anlatmak için, tek başına kalmayı da göze alabilecek bir mekanizmaya bağlamak mümkün olmuyor.
Olmayacak mı?
Elbette olacak ama yine, elbette öncelikle bu mekanizmayı iyi anlamak ve anladıktan sonra da, anlatabilmek için sabretmek gerekiyor. İşte bütün bunlar için ideolojik yetkinlik gerekiyor. İdeolojik yetkinlik olmazsa, ne teori üretilebiliyor, ne de ideolojik mücadele yapılabiliyor. Dolayısıyla tekelci düzenin ideolojik kuşatması yarılamaz. İdeolojik hegemonyasından kitleler çıkartılamıyor.
Geçmişte bu yöndeki mekanizma hem kolay gelişiyor ve sıçramalı ilerliyordu ve bu, daha çok öğrenci gençlikten yayılıyordu.
Ama diğer taraftan sakıncaları da vardı; çünkü dünyadaki devrimci yükseliş rüzgârlarına paralel olarak gelişen devrimci rüzgâr, burjuvazinin ideolojik kuşatması olmasa da, devrimci hareketin ideolojik yetkinliğinin önemli oranda eksiklerinin olduğu bir dönemde gelmişti.
Buna rağmen Türkiye'de, burjuvazinin ideolojik saldırı alanını önemli oranda daralttığını, egemen sınıfı politik alanda da yenişememe durumu ile karşı karşıya bıraktığını biliyoruz.
Ancak bunun, kısa zamanda, burjuvazinin karşı devrimini hareketlendirdiğini de biliyoruz ve bildiğimiz sonucu içersinde şimdi burada olduğumuzun da farkındayız; elbette ısrarla bunun farkında olmamayı politika sayanları ayırıyorum.
Sakıncaların sürüklediği nokta burasıdır. Kadrolardaki bilincin ve işçi sınıfının örgütlülük, ya da daha doğru deyişle örgütsüzlük düzeyi bir yana, bilinç düzeyinin zayıf olması, bilinç taşıyan ve elbette bunun pratik sonucu olarak sosyalist hareketin yönetici konumuna geçen kadroların eksikli görüşleri, hem o günkü yenişememe durumunun burjuvazi lehine dengeye getirilmesine ve hem de, o eksikli bakışların hâlâ eksikli olduğunun anlaşılamamasına neden olmuş ve hâlâ olmaktadır.
İşte bugüne sürüklenen sakınca budur ve bu sakıncanın bugüne sürüklenmesiyle kitleleri burjuvazinin düzen içi çözümlerinin peşine takanların bunu bir eksikli bakışla mı yoksa öğretilen bir bakışla mı yaptığının anlaşılması engellenmiştir.
Ve haliyle buraya gelene kadar, sosyalist hareketten ve elbette, üretici güçlerin gelişmişliği ile üretim ilişkilerinin çatışması söz konusu olduğu halde, kitlelerden herhangi bir sonuç alıcı dinamikler ya da tekellerin, oligarşinin ideolojik kuşatmasını yarabilecek dinamikler açığa çıkartılamadı.
Sonuç olarak, bugün tekelci düzen, işçi sınıfının sendikal bilincine bile izin vermemektedir ve sendikaları hemen hemen tümüyle kendine bağlamıştır.
Öyleyse ne yapacağız?
Birbirimiz arasında ideolojik, teorik, hatta politik tartışmalarda en acımasız eleştirileri de alsak, bunların düşmanca olmadığının, tekellerin ağır ideolojik saldırısı ve kuşatması altında olan gerçekleri açığa çıkarmak, özgür kılmak ve sahip çıkılmasına ön ayak olmak için gerekli olan ideolojik mücadelenin şiddetinin yansıması olduğunun peşinen bilincinde olarak başlayacağız. Ve eleştirmezsek canlı kalamayacağımızı, ideolojik kuşatmayı yaramayacağımızı bilince çıkartacağız. Ve böylece eninde sonunda anlayacak ve anlatabilmiş olacağız.
İşte şimdi bu noktadayız, buradan devam ediyoruz fakat önümüze çıkan hep aynı sakıncanın taşıdığı engellerdir!
Öyleyse sosyalistlere düşen nedir?
Anlamaya devam etmek, anlatmak için kendini yetiştirmek ve bunun nasıl yapılacağını yani anlamaya ve anlatmaya karşı yerleşen kayıtsızlığı nasıl ortadan kaldıracağımızı ve biraz eleştiri alınca gösterilen isyanın, gerçekte sınıf düşmanları için biriktirilmesi gerektiğini bilince çıkarmaktır.
Böylece kendi aramızda şiddetle tartışsak da, dostlar arasında olduğumuzu unutmamak, ama sınıf düşmanlarına karşı ve onlarla dirsek temasına dizilmiş yaranmacı aydınlara, yazarlara,
sahtekâr solculara karşı, kelimenin tam anlamıyla sınıf kinini ve tiksintisini yükselten bir ideolojik mücadeleye dört elle sarılmamız gerekmektedir.
Bu ideolojik kuşatmayı yaracak, yoldaşlık yapacağımız, sırtımızı güvenle dönerek örgütsel anlamda dizilebileceğimiz, ittifak kuracağımız alanı genişletecek olan ideolojik mücadele, aynı zamanda aklı geriletilmiş, tutsak edilmiş emekçi kitlelerin aklını özgürleştirecek, onların akıllarını da, adımlarını da bu genişleyen alana çekecektir.
Bu ne DİSK'in sahte nutuklarla işçileri oyalaması ile, ne STK'larla hükümete, tekelci düzene talepnameler hazırlanması ile, ne imza kampanyalarında kitlelerin gazının alınması ile,ne de emekçi kitleleri sandığa mahkûm ve teslim edip, sandıktan bir iyilik beklemekle mümkündür.
Artık, düzenin kendi araçları yanında, düzene karşı olan muhalif araçların da düzenin tekelinde dizildiği ortadadır. Ve tekelci düzen, bu dizilişi rahatlıkla demokrasi diye yutturabilmekte, düzene karşı gelişen bütün muhalefeti de, demokrasi karşıtı gibi
gösterebilmektedir.
Belirleyici olan emek süreci, emek-sermaye çelişkisi, rahatlıkla demokrasiye karşı tehlike var şaşırtmacalarının gölgesine hapsedilebilmekte, buradaki sıkışmanın gazı demokrasi mücadelesi adı altında dışarı verilerek tekellerin, düzenlerini dinci-gerici-faşist bir düzleme oturtmada emekçi kitleleri kendine taban yapmasına olanak sağlamaktadır.
Öyleyse, hemen hemen tümü geçmişten gelen ve sakıncaların kuşatması altında olan dinamiklerin hepsini tekelci düzenin ideolojik hegemonyası içinde sayıp, bütün bu dinamikleri en şiddetli ideolojik mücadele ile sarsmak ve tekellerin ideolojik kuşatmasından çıkarmak, emekçi kitlelerin kininin emek-sermaye çelişkisi düzleminde yükseltilmesi için, hem onlara ve hem de onların içindeki devrimci, öncü kadroların kendini göstermesine, devrimci faaliyetine alan açmak gerekmektedir.
Emek sermaye çelişkisinin emekçi kitlelerin sınıf dinamiğini görmesine olanak verecek olan böyle bir alan açmak ve genişletmek, tekelci düzene yaranmak için, tekellerin, oligarkların düzenini şirin gösteren, değiştirilemez, alternatifsiz gösteren ve toplumdaki, emekçi sınıflardaki öfkeyi düzenden uzaklaştırıp, kendi içine yönelten, sosyalist kadroların, aydınların aklını şaşırtan, sol gömlekli devşirme aydınların alanı ve elbette tekelci düzenin illuzyon alanı, ideolojik kuşatma alanı, ideolojik hegemonyası geriletilebilecektir.
İşte bunun için çeliğe su verir gibi, ideolojik olarak yetkinleşmek için, düzenin ideolojik argümanlarının dışında düşünebilmek, özgür bir akılla teorik olarak konum alabilmek için, Marksist-Leninist teorinin yol göstericiliğine daha sıkı sarılmak gerekir.
Bunu yaparken, yaşamdan kopmayacağız, anlamayanların ve anlatamayanların çokluğu sabrımızı azaltmayacak, umudumuzu kırmayacak ve bu dinamiğin büyük kısmının tekelci düzeni benimsetmeye çalışanlarla bulaşık olmaktan kaynaklandığını bilince çıkartacağız.
İçlerindeki tekellere kement atmış olanları deşifre etmek ve bunun yanında, onlardan ayrılmak, onlarla bulaşıklıktan kurtulmak dinamiği yaratarak, anlayanları ve anlatanları çoğaltacağız.
Ancak bu şekilde sosyalist mücadele alanı genişletilebilir, tekelci düzene, onun dinci-gerici faşist diktatörlüğüne karşı mücadele dinamikleri uykudan uyandırılabilinir.
Ondan sonrası sınıf mücadelesinin kendi iç dinamiği içersinde nesnel gerçekliğin işaret ettiği, yönlendirdiği düzleme doğru ilerler ve böylece bağımsız akılla hareket eden devrimcilerin, sosyalist kadroların, sınıf bilinçli işçilerin bu dinamik içersinde emekçi kitleleri, tekelci düzene karşı genişletilen alana çekmesi ve bütün çelişkilerin emek-sermaye çelişkisine bağlanabilmesi, emekçi kitlelerin sınıfsal müdahalesinin bir potada toplanması, sosyalist iktidar yürüyüşü için biriktirilmesi sıçramalı ve kalıcı olarak gelişebilir.

Bu yol izlenmeden, bu yol eksik bırakılarak, kitleler, tekellerin ideolojik hegemonyasından kurtarılamaz; kurtarılamazsa da, emek sürecinden yükselen çelişkilerin baskı altında tutulması, düzen içi kanallara akıtılması ve böylece işlevsiz ve hareketsiz bırakılması, güç haline gelmesinin engellenmesi engellenemez!
Böyle olunca da kitleler sınıf mücadelesinin gerçek düzleminden her zaman uzaklaştırılıp, bu temeldeki hareketlilikleri, düzen içi kanallara kolaylıkla akıtılabilir ve böylece hoşnutsuzluklarının öfke dozu yüksek olan kitleler, nesnel olarak tabansız olan, gerçekte dayanacağı bir tabanı olmayan tekellerin işçi ve emekçi düşmanı manevralarında onlara taban yapılması kolaylaşır.
Tekellere bu taban sağlanınca da, ne DİSK’in ve diğer sendikaların ve elbette Parti ve/veya STK’ların 1 MAYIS ta birkaç bin kişiyi TAKSİM e sokma inadı kırılıp, her neresi olursa olsun, kitlelerin topyekün o alanda bir kitlesel güç olarak biriktirilmesi ve bu gücün şiddeti oranında Taksim’e girilmesinin koşullarının yaratılması ve beraberinde emekçilerin üretimden gelen gücünü kullanma istek ve kararlılığı açığa çıkartılabilir; ne demokrasi için, hayat pahalılığı için, işsizlik için ve bir dizi kapitalizme özgü sorunun yarattığı bunalım nedeniyle emekçi kitlelerin talepnamelerle oyalanması, beklenti içine sokulması önlenebilir; ne de en önemlisi, kitleleri düzene bağlayan umutlara hapseden, daha açıkçası, onları bu umutlarla gazlarını almak üzere tertiplenen yürüyüş ya da mitinglerle oyalamak önlenebilir;ve ne de STK'ların tekelci düzenin söküklerinin dikilmesine yönelik öneriler için imza toplayarak kitleleri hem oyalaması, hem de bilincini şaşırtması engellenebilir ve ne de, emekçi kitlelerin, kapitalizmin bitmiş ömrüne ömür katmak, tekelci düzenin keskinleşen çelişkilerinin ve emperyalist kapitalizmin müzmin bunalımından kaynaklanan çaresizliğinin ve hatta güçsüzlüğünün üstünü örtmek demek olan, fakat tek çare gibi gösterilen, burjuva demokrasisinin peşine takılarak yoldan çıkartılması, tekellere taban yapılması engellenebilir!
Aksine, bu engelleri engelleyecek olan, bütün bu dinamiklerden ayrı, bu dinamiklere karşı yepyeni bir dinamiğin filizlenerek, sıçramalı bir şekilde gelişmesi için, düzenin en zayıf karnında hareket halinde olan, nesnellik içeren çelişkileri ve onun yarattığı dinamikleri, bu dinamiklerde biriken gücü, emek-sermaye çelişkisine, bu çelişki ile şekillenen sınıf hattına yönlendirmek ve sınıf mücadelesi ile birleştirmek için sabırla, inatla ve akılla bağlı ama ille de ideolojik mücadele ve ideolojik yetkinlik dinamiği içersinde, uzun erimli ve kararlı ve şiddet katsayısı yüksek bir ideolojik-politik mücadeledir.
Bunun için de, sistemli, disiplinli ve geliştirici bir okuma çalışması, okuduklarını anlamak ve anladığını test etmek için etrafında olup bitenleri izlemek, o yerlerde anlatacaklarını ve anlatabilmenin olanaklarını geliştirmek, bunları yaparken sadece kendine, yüreğine, aklına ve bilime, bilimsel teorinin yol göstericiliğine güvenmek gerekmektedir.
Ve bunu yapabilmek için teknoloji de, yaşamın önümüze koydukları da, nesnel olarak kaderimizin solcu olmakta düğümlendiğini anlamamız da, bize engin olanaklar sunuyor.
Yeter ki bu olanaklarla hem yüreğimizi, hem aklımızı ve hem de, ideolojik yetkinliğimizi geliştirelim, onları bağımlılıktan, bulaşıklıktan ve karanlığın baskısından kurtaralım!
Bütün cevapların, soruları soranlara ait olması gerektiğini, sorularla adeta oynayacak, onların üstüne üstüne giden cevapları seferber etmek gerektiğini ve böylece “Ne Yapmalı”nın sırrının kendiliğinden ortaya çıkacağını bilinçlere kazımalıyız.
İşte o zaman görülecek ki, tarihte olduğundan çok daha fazla birikmiş olarak önümüzde duran yegâne açılım; Ne Yapmalının sırrını bularak ortaya koyduktan sonra, yaşamın önüne getirdiği zorunlulukların, yani nesnelliklerin işaret ettiği ve hâlâ Ne Yapmalı sorusunun kilidini açamayanların anlamadığı, bu toprakların Nisan mevsimine sürüklenirken, Ekim mevsimine giden yol üzerinde ilerliyor olduğudur.
Bu görülünce, Ne Yapmalı sorusunun kilidi açılınca, artık sadece bir kişi değil, nisan mevsiminin geldiğini gören herkes bunu görecek ve yaşayacak, gittiği yere kadar takipçisi ve yol açıcısı olacaktır.
İşte düğüm buradadır ve bu düğümü çözecek olanın bilinç ya da farkındalık katsayısı yüksek olan sınıfsal bir kızgınlık olduğu apaçık ortadadır; tekellerin, emperyalizmin ideolojik saldırısıyla, kuşatmasıyla büyüttüğü hegemonyası içindeki bütün illuzyonu yerle bir edecek olan da, Kürt halkının, Türk halkı ile kardeşlik içinde yaratmaya çalıştığı, eşitlik, özgürlük ve ortaklık mücadelesini her alanda pekiştirecek olan da bu özgür kalmış kızgınlıktır.
Bu kızgınlık, tüm dinamiklerde, empatiye de, bulaşıklığa da, yılgınlığa da, sabırsızlığa da, umutsuzluğa da,bilgisizliğe de, akılsızlığa da, ahmaklığa da, sahtekârlığa da yer bırakmayacak yegâne ilaçtır!
Fiziksel hastalıkların da, ideolojik hastalıkların da kaynağı burasıdır. Ve biz tek başımıza da kalsak, bunlardan uzak olduğumuz müddetçe ayakta kalır, aklımızı da, yüreğimizi de koruyabilir, geriletilmiş, tutsak edilmiş akıllara çare olabiliriz.
İşte Ufuk Urasların, dün sosyalizm alanlarında, bugün sosyalizme düşman alanlarda “sosyalist” kimlikle karanlığın tellallığını yapması, tekellerin çaresizliğine çare üretmek için ideolojik tetikçilik yapmaya devam etmesi, yukarda resmini çizdiğim çareyi önlemek, daha doğru ifadeyle bu çarenin saldırısından tekellerin ideolojik hegemonyasının mevzilerini korumak içindir!
Bu ise, açıkça, Ufuk Uras’ların maskesiz kalmasının, sahte “sol” gömleklerinin işe yaramamasının ve tekellerin sömürü düzenine kalkan olmada kralın çıplaklığında kalmasının ifadesidir; devşirmeliklerinin, sahteliklerinin, düzenle uyumlu hale gelişlerinin hızla ve pratik olarak sırıtıyor olmasının, alanlarının daralmış olmasının ifadesidir!
Ve işte bu yüzden öteden beri vurguluyorum ki marifet, bu çıplaklığı, tam da bu çıplaklık içine girildiğinde görmek değil, sahte “sol” örtülerle örtünülmüş iken görüp göstermektir!
Akıl taşıyanlar, sol memelerinin altındaki cevahiri canlı tutanlar, dürüst, namuslu ve yürekleri, gerçekten ezilen ve sömürülen halkların, emekçilerin vazgeçilmez tarihsel çıkarları için atanlar, gerçeklerin ve doğruların yılmaz savaşçısı olanlar; yalnızca onlar, bu toprakların gerçek sosyalistlerinin bu gerçekliği uzun zamandır gösterdiklerini, bu sahtekârların giyindikleri sahte gömlekleri uzun zamandır parçaladıklarını ve uzun zamandır bu yüzden türlü çeşit yaftalar ile püskürtülmeye çalışıldıklarını görmüşler ve görmeye devam etmekte ve göstermek için üzerlerine düşeni yapmaktadırlar!
Hâlâ görmeyen ve görülmemesi için bin dereden su getirenler, işte bunlar, sosyalizm alanlarından kovulması, kovulamıyorsa, kesinkes kopulması, bulaşıklıklarından sıyrılınması ve tekellerin Ufuk Uras misli tetikçilerinin, resimde görüldüğü gibi varacakları yere yani ait oldukları yere gitmelerine yardım edilmesi gerekenlerdir!
Ve şimdi bu forumda bile görülen o ki, bu gerçeklik burnumuzu gıdıklarken bile onu görmemekte ve haliyle göstermemekte inatçı bir direnç sergilenmektedir!
Öyleyse ya son derece vahim bir akıl tutulması içindeki ahmaklıkta rekor kılınmaktadır; ya da bu değilse, son derece inatçı ve tükürsen yağmur sanan bir suratla gerçeklere karşı egemen sınıfın egemen düşüncelerinin hegemonyasını savunmanın ifadesi olan bir burjuva işi ile karşı karşıya olmamız devam ediyor demektir!
Ufuk Uraslar, daha önce de işaret ettiğim gibi, küresel çapta oynanan emperyalist oyunun aktörleri olarak, bu oyuna her boyutta direnmeye kararlı, küçük de olsa etkili ve oyun bozma gücüne sahip alt birimleri baştan enterne etmek için görevlidirler; bunlar, akıl yolunu kapatmak, yani akıllı olmanın, aklını kullanmanın imkânlarını ortadan kaldırmak ve haliyle aydınlığı karanlıkla boğmak için seferber olmuş sahte “sol” gömlekli devrim kaçkınlarıdır.
Tüm marifetleri, doğrunun gücüne, bu gücün büyümesine engel koymak içindir; doğruların üzerini örtmek yeterli gelmediği için,“doğruları” çeşitlendirmek ve hangisinin doğru olduğunun bilinmesini, görülmesini, idrak edilmesini önlemek için iş başındadırlar!
Akıllı olmanın, aklı kullanmanın yolları kapatılırsa, doğruya aynı anlama gelmek üzere gerçeğe ulaşmanın, onu idrak etmenin, gücünden güç almanın imkânları da ortadan kaldırılmış oluyor; bu ise insanların, ezilen halkların, emekçilerin, işçi sınıfının, toplumun doğruya, gerçeğe karşı kayıtsız kalmasını, doğrudan, gerçekten uzaklaşmasını sağlayan bir mekanizmadır!
İşte Ufuk Uraslar ve tüm açıklıklara rağmen, peşlerinden gitmeye can atan ve bunu model yapmak için çırpınanlar bu mekanizmanın sadık muhipleridir!
Öte yandan, bu tartışmada asıl sorun yaldızları çoktan dökülmüş Ufuk Uras’ın en sonu vardığı yer değildir; buraya kadar ifade ettiklerimle bundan farklısının beklenmesinin zaten mümkün olmayacağını gösterdiğime inanıyorum; öyleyse mesele, Ufuk Uras’a eleştiri ile Ufuk Uras’a hâlâ kalkan olmak üzerinden akıl bozmak ve bozarken de Marxizmin kurucularına karşı kin kusmayı ihmal etmemektir!
Fakat bunlar boş işler, nafile çabalardır, hatta daha çok turnusol yaratmaktadır; bu sahtekârlık dinamiklerinin içinde olanlardan ve onları dün göklere çıkartırken, şimdi yerden yere vurarak kendilerinin de onlarla aynı kalibrede ya da kalibresizlikte olduklarını gizlemeye çalışanlardan kesinkes ayrılmak gerektiğinin bilincine varmayı kolaylaştırmaktadır; artık gençlerin büyük çoğunluğu bu tür oyunlara kanmıyorlar; internette, buradaki bayların akıl bozucu lakırdılarından daha fazla Marxizm-Leninizmin kurucularının özgün ifadelerini bulmak mümkündür ve elbette Ufuk Uras’ın kendi icraatlarıyla dökülen yaldızlarının yol haritasını bulmak da mümkündür!
Dediğim gibi bu çabalar artık akıl bozamıyor; aksine, hâlâ bu tipolojileri sol ve solda saymanın bir burjuva işin muhipliğini yapmakla eşdeğer olduğunu gençlerin idrak etmesini daha da kolaylaştırıyor!

Fikret Uzun

13-Kasım-2015

EMPERYALİST KAPİTALİZMİN KUŞATMASI ALTINDAKİ DÜNYAMIZ 5



C- BOP-BİP (BÜYÜK KÜRDİSTAN) - YDD SARMALINDA YENİ OSMANLICILIK

Evet, buraya kadar açtığım ve içini azami oranda ve nitelikli gerçeklerle doldurduğum çerçevenin tam orta yerinden sarkıp, sadece gören gözlerin ve idrak eden akılların önüne dökülen ve görmemeyi, anlamamayı politika bellemiş bilumum sahte sol gömlekli devrim kaçkını aktörlerin görmezden geldiği ve üzerini örtmek için bin derden su getirdiği bir gerçeklik daha var ki, o da aslında bütün bu açtığım çerçeveyi kapsayan ama fazlasıyla aşan bir ABD-İsrail ve AB ve de elbette bilumum işbirlikçi dinamiklerin renklerini taşıyan emperyalist Yeni Dünya Düzeni ve bu düzenin motoru sayılabilecek “BOP –BİP”, yani “Büyük Kürdistan” projesi ve bunun onlarca belki de yüzlerce yıllık kutsal hikâyesidir!
Yani demek ki, Türkiye’nin ve elbette Tüm Kürt coğrafyalarının, aynı anlama gelmek üzere,Ortadoğu’nun ezilen ve sömürülen emekçilerinin, halklarının ABD-İsrail renkli bir tasarımın ifadesi olan islamlaştırılması da, Osmanlaştırılması da, ne Evren ile ne TSK ile ne de Kemalizme ihanet etmiş Kemalist kadrolar ile velhasıl ne de hala kendisini sürdüren faşist 12 Eylül rejimi ile sınırlıdır; yani sınırı çok geniştir ve bütün bir emperyalist dünyanın ve dahi, tekellerin düzeni olan 12 Eylül osmanik-islamik faşist rejiminin çaresizliğinin çaresi sınırındadır!
Yani İslamlaştırma ve Osmanlılaştırma bu bölgeye has bir temel politika olmakla birlikte, hem içeriyi, hem de dışarıyı kapsayan bir içiçelik, bir bütünsellik taşımaktadır; bu bütünsellik içinde, aşırı dincilik, aşırı ırkçılık, aşırı işçi düşmanlığı ve yanında ulusal-nihilizm ile kozmopolitizm içiçedir!
Kemalizm düşmanlığı ise bu aşırılıkları örten sinsi bir bahanedir!

Demek ki neymiş, Kemalizm ne kadar emperyalizmin içindeki bir burjuva işi ise, Kemalizm düşmanlığı da o kadar emperyalizm içi bir burjuva işidir; Osmanizasyon ve İslamizasyon politikasının içindedir!
Bu işi göremeyip, her yerde ve daha çok da bu işin bir burjuva işi olduğunu gören gözlerde, idrak eden akıllarda ısrarla burjuva işi görmek, emperyalizmin içindeki bu burjuva işlere teşne olmak, istikbali bu burjuva işlerde aramak demek olsa gerektir!
Osmanizasyonu,”osmanlıcılık” ya da “yeni Osmanlıcılık” olarak anlamak gerekiyor. Kökü, “Balfour Deklarasyonuna” kadar gider; ilk, 1917 yılında 2 Kasım tarihinde, Londra’da, Osmanlı mülkünde, bir “Yahudi Devleti” planlandığını ve ilan edildiğini biliyoruz; hazırlıkları bir yıl öncesinden başlayan ve Fransız Picot ile İngiliz Sykes’in bir araya gelip, kâğıt üzerinde, Osmanlı topraklarını bölmüş ve aralarında paylaşmış oldukları “sykes-Pikot protokolü” ne uygun olmuştur.

Naom Chomsky, aralarında Şaron’un planını, Osmanlı İmparatorluğu’ nun “millet sisteminin”, yani her bir dini-etnik grubun,Osmanlı (Türk) egemenliği altında kendi içsel yönetimlerine sahip bulundukları bir sistemin “yeniden canlandırılması” olarak tanımlayan Boaz Evron’un da bulunduğu pek çok kişi, İsrail’in bölgeyi bir tür Osmanlılaştırmak istediğine dikkat çekmektedirler.
Şaron’un bugün önerdiği şey, aynı dini-etnik kökenden gelenlerin birer ‘millet’ oluşturması, yalnız şu farkla ki, bu milletin silahlı olması ve mazlum halkına tiranlık, zorbalık, yapmasıdır. Üstelik “millet” teritoryal( toprak üzerinde hükümran) olmadığı, din ve etnik bakımdan örgütlendiği için, açık ve seçik tanımlanmış sınırlara sahip bulunması mümkün değildir.
Bu plan sömürgeci güçlerce Orta Doğu’ya dayatılmış, aslına bakılırsa, bitip tükenmek bilmeyen karışıklıklara ve acılara yol açtığı aşikâr bir yabancı aşı olan ulus-devlet sistemini yıkmayı amaçlamaktadır; ulus-devlet sisteminin Avrupa’da yerleşmeye başladığı yüzlerce yıl zarfında, hiçbir dış gücün gelişmelere müdahale etmediğini de hatırlatırım.( N. Chomsky-ABD, İsrail ve Filistinliler-Kader Üçgeni)
Chomsky’nin, İsrail’in bölgede bir “Osmanizasyon” politikasına mahkûm olduğu tespiti, yorum olmaktan çok, siyonist belgelerin okunmasından ibarettir. Bölgede, ülke sınırlarının anlamını yitirmesi, ulus-devlet sisteminin çökmesi, etnisite ve dinsel cemaatlere Osmanist ‘millet’ formunun verilmesi, Chomsky’nin analizine göre, İsrail’de bir devlet politikasıdır. Kısacası, mantıksal ucuna doğru yürütecek olursak, İsrail, yeni bir “Osmanlı İmparatorluğu” peşindedir. Önemli fark, Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde, İsrail’in olmasıdır.
İsrail işi Osmanizasyon için, her halde, ”kutsal topraklar” ı bilmek durumundayız;ilk başvurulacak yer elbette Tevrat olmalıdır; fakat bu konuda Tevrat net sınırlar vermemektedir; iki uç olarak Fırat ve Nil’den söz ediliyor ve Yahudilik “kayıp kabileler” bir yana,”Vaad Edilmiş” toprakları burada arıyor.
Ağustos 1937’de Zürih’te yapılan 20. Siyonist Kongresinde İsrail’in ilk Başbakanı David Ben- Gurion, Siyonist yöneticilere,” İsrail Devleti’nin kuruluşunun ardından büyük bir ordu olunca, taksimi reddederek bütün Filistin’e yayılacağız.” Diyordu.

(John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt-İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) Mossad kitabının yazarı İsrailli tarihçi M.Bar-Zohar da, Ben Gurion’un daha 1947’de,İsrail Devleti’nin ilan edildiği 1948 Mayısından hemen önce, karar tasarısındaki sınırı beğenmezsek, Yahudi Devleti’nin sınırlarını genişleteceğiz açıklamasını yaptığını haber vermektedir.
İlk gelişme, 1981 yılında, Suriye’ye ait olan Golan Tepelerinin İsrail tarafından işgal edilmesi ve burada İsrail kamu Hukukunun geçerli olduğunun ilan edilmesidir; ikincisi,1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesidir. “Kutsal Topraklar” haritası vücut bulmaya başlamıştı.

Dünya Siyonist Teşkilatının yayın organı olan “Kivunum”(yönelişler) dergisinde 1982 Şubat ayında “Dokuz yüz seksenli Yıllarda İsrail için Bir Strateji” incelemesi yayınlandı; Lübnan’ın işgali ve Irak’ın zapt’ı ile “Ottomanization” çok açık olarak buradadırlar.
Bu siyonist belgeyi ve önemini gören,”A Strategy for İsrael in the Nineteen Eihties” başlığıyla yayınlayan, Polonya asıllı İsrailli rofesör Shahak oldu. Chomsky ise bu belgeye bir doktrin açıklaması şeklinde bakıyordu; buna dayanarak, İsrail yayılmacılığını sistemleştiriyordu.
Bu yeni doktrinin iki işareti var:
Birincisi, İsrail artık bölgede bir destabilizatördür ve ikincisi bölge için tek yol “Osmanizasyondur”. Artık İsrail’i “destabilizasyon”, “ekspansiyon”, “hegemonya” ve “Osmanizasyon” sözcükleri anlatmaktadır.
Emekçi düşmanlığı ile bu düşmanlığın şiddeti yan yana gelince, İslamizasyon gerek şarttır; aynı şekilde, bölgede destabilizasyon ve hegemonya planı varsa, Osmanizasyon mecburidir.
1982 tarihli siyonist doktrinasyon belgesine göre, artık Rönesans’tan beri hâkim olan, akılcı ve insancıl düzenin yıkılışını yaşıyoruz; artık, insan davranışlarını yönetmede, ahlak etkisiz durumdadır. Öyleyse, siyonist doktrin, neo-konservatif felsefeye uymaktadır.


Chomsky, yeni siyonist doktrinde aydınlanma kapısının ki rasyonalizm ve hümanizm olarak da ifade edilebiliyor, kapanışının yeni olmadığına dikkat çekiyor; pek çok Yahudi kökenli düşünür, bunlardan biri ve baştaki Levi-Strauss’un, ilerleme ve bir türevi olan aydınlanma düşüncesine savaş açtıklarını biliyoruz; L. Strauss’un ilkel yaşamı sevdirmeye çalışması, bu savaşın bir parçası idi, eninde sonunda, “doğrusal ilerleme” teoremini yıkmak istiyordu.

Bunun çok basit bir nedeni var; Yahudilik, yahudi kimlik ve etnik yapının değişmemesine dayanıyor; ilerleme ve aydınlanma ise, kimlikte değişmeyi ve değişmenin “iyi” olduğunu gösteriyor ve de savunuyor. Demek ki aydınlanma felsefesi ile Yahudilik birbirinin karşısındadırlar; dolayısıyla, İsrail’de, aydınlanma karşıtlığının yeni bir tarafını göremiyoruz, siyonizm, aydınlanma karşıtlığıdır!
Böylece Chomsky’ nin doğru bir noktaya parmak bastığı kendiliğinden anlaşılıyor!
Öyleyse şurası açıktır, dünya Yahudiliği, İsrail’de Likud Partisi, Tahran’da Humeyni Devrimi, Vatikan’da Papa Karol ve Türkiye’de 12 Eylül darbesi ile rahatlamıştır; hepsi aydınlanma düşmanıdırlar!
Bu yeni doktrin, eninde sonunda, bazılarının “ottomizasyon” dedikleri modele indirgenebilmektedir; bu da, bölge, Osmanlı İmparatorluğu sistemine dönmek zorundadır, anlamına gelmektedir.
Doktrinde sözü edilen “yeni düzen” ,bir Osmanlı İmparatorluğu’ dur; güçlü bir merkez olmalıdır ve eskiden Türkiye idi, şimdi Amerikan desteğine sahip İsrail var; işte doktrin, böyle bir imparatorluk sistemini anlatmaktadır. Ancak bu yalnız başına “Osmanizasyon” olmaya yetmiyor ve gereken şudur; bölgenin, tercihen birbirine düşman etnik-dinsel topluluk ya da yerleşimlere bölünmüş olması elzemdir. Bunlara Filistin’e izafeten “yişuv” diyebiliriz.
Siyonist Osmanizasyon doktrininin açıklandığı 1982 yılından on yıl sonra 9 Aralık 1992 tarihinde, Ankara’da Diyanet Vakfı konferans Salonu’ndaki kürsüye, eski bakanlardan Ali Coşkun’un takdimi ile şimdi 11.Cumhurbaşkanı olarak takdim edilen “Doç. Dr. Abdullah Gül Beyefendi” çıkıyor ve konuşmasını şu şekilde bitiriyordu; “…Bu açıdan bu ikinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmanın ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum.”
Abdullah Gül, sadece bunları söylemiyordu, laiklik üzerine de vaaz veriyordu; “Şu da bir gerçek, tarih boyunca görülmüştür ki,en kalıcı birleştirici unsur din olmuştur. Ama bu demin dediğim gibi, Türkiye’ deki resmi ideoloji tarafından tehdit altına alınmış. Moral değerleri açısından yine Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş olan sistemin ilkelerinden birisi de laiklik ilkesidir.”
Her şey açık; demek ki, Osmanizasyon, Orta Doğu’da aranan, bu bölgeye yüzlerce yıl istikrar getirecek olan stabilizatörün adıdır; Osmanlı İmparatorluğu, eninde sonunda cehalet ve kayıtsızlıktan başka bir şey demek değildir; ancak böyle istikrar ve huzur sağlandığını biliyoruz.
Yıkılışının, modern, demokratik bir ülke olmak istemesinden ileri geldiğine inanılarak, buradan ders çıkartılmakta ve kadim Osmanlı mülkü olan Orta Doğu’da, bir devlet ya da modernite kesinlikle reddedilmektedir; cehalet, kayıtsızlık ve etnik ya da tarikat türünden cemaat yetmektedir; yani Tanzimat öncesi bir Osmanlı imparatorluğu aranmaktadır.
Öyleyse “karşı-devrim” sözünü uluorta kullananlara duyurulur; bizde karşı-devrim tam da budur; Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğuna dönmek içindir!


İşte BOP’un kıymeti harbiyesi buradadır; BOP aslında Büyük Kürdistan içinde büyütülecek olan BİP (Büyük İsrail projesi)’ dir ve bu bölgenin “Yeni Düzeni”dir; ABD emperyalizminin Yeni Dünya Düzeni’nin, yani Pax-Americana’ nın en önemli ve başat basamağıdır!
SONUÇ OLARAK

Bir; TC çökmüştür.
İki; çöken cumhuriyetle birlikte Kemalizm de çökmüştür; yıkılmıştır ve yıkılışı ile dönüşü çakışmıştır!
Üç; “yeni” rejimin ideolojisi İslamdır ve politikası hem İslamizasyon ve hem de Osmanizasyon’ dur; kısaca orta çağ diyoruz.
Dört; egemen sınıf yani büyük büyük zenginler, Kemalist ideolojiyi ve politikayı değil, İslamizasyonu istiyordu, buna ihtiyaç duyuyordu ve emretti, Kemalistler de bu emre uydu ve İslamizasyona kapıları sonuna kadar açtılar.
Beş; demek ki Kemalizm, egemen sınıf için olmazsa olmaz olmamaktadır ve şimdi olmazsa olmaz, İslamizasyon ve Osmanizasyon olmaktadır.
Altı; komünistler, yıkılan Kemalistlerle ittifak peşinde değiller, Kemalistleri de yıkan, en başta sosyalist hareketi karanlığa açılan kapılara kilitlemek isteyen egemen sınıfa ve onun egemen ideolojisine karşı, bütün muhalifler yanında ve en başta kendine dönen Kemalistleri de bir ve aynı yerde tasnifleyip, hem ideolojik ve hem politik ve ama ille de iktidar perspektifli bir sosyalist mücadele için seferber etmenin politikasını hüner bilmektedirler.
Bu, geçmişte toplanıp-toplanıp bölünmeye yol açan eylem birlikleri misli bir politika değildir. Bu, tamı tamına, egemen sınıfa ve onun ideolojik hegemonyasına karşı bütün güçleri seferber etme politikasıdır. Kemalistler, bu güçlerin içinde ve başındadır. Ama sosyalistler ve komünistler Kemalistlerin kuyruğunda değil, hem yanında ve hem de önündedir. Bu bir güç birliğidir ve Kürtlerin emekçi eğilimleri de aynı yerdedir ;olmak zorundadır!
Yedi; dolayısıyla yıkılması gereken Kemalist TC ve Kemalist ideoloji değildir, o zaten yıkılmıştır, yıkılması gereken, egemen sınıfın, tekellerin, plütokrasinin egemenlik aracı ve ideolojik hegemonyasıdır , “yeni” 12 Eylül rejimidir ve tekelci düzendir; İslamizasyonu ve Osmanizasyonu çare belleyen ABD emperyalizmi ve emperyalist kapitalizmin en tepesine çöreklenmiş olan Siyonist düzeneğin dünya hükümranlığıdır.
Sekiz; Lenin, Rusya’ya dönene kadar Çarlık zaten yıkılmış ve adı “sosyalist” kendisi burjuva olan bir hükümet kurulmuştur ve Rusya’ya dönen Lenin çarlıkla bin bir bağ ile bağlı Rus zenginlerini ve onların ideolojik hegemonyası yanında, bütün küçük-burjuva yılgınlarının hayallerini de yıkmış ve bunu, hiç vazgeçmediği iktidar hırsı ile yaparken ve de iktidar hırsı son derece baskın iken, bir süre, proletaryanın iktidarı burjuvaziye kendi elleri ile teslim etmesini sükûnetle sürdürmüş ve vakti geldiğinde, “bu kadar yeter, artık iktidar Sovyetlere!” demiştir.
Bu, tarihe Lenin’in ifadesiyle “ikili iktidar” olarak kaydedilmiştir. Şimdi tarihin cilvesidir ki, bu topraklarda da bir ikili iktidar var ve birbiriyle çarpışıyor. Bu çarpışmada, sınıftan ve de devrimden kaçanların dar ufuklu bakışları sayesinde ne yazık ki komünistler, sosyalistler ve elbette işçi sınıfı ve emekçiler, son derece cılız bir konumdadırlar, hatta seyirci bile diyebiliriz!


Neden?
Çünkü epeydir zihinleri bulanık, hafızaları kayıptır. Çünkü bir taraftan egemen sınıfa karşı nesnel olarak mücadele edecek olan ve eden güçler ile komünistler, sosyalistler ayırılmış; diğer taraftan, mücadelenin asıl hedefi olan egemen gücün üzeri örtülerek, kitleler yanlış düşmanın üzerine sürülmüştür ve bu, son derece koyu bir bulanıklık yaratmıştır. Bu bulanıklığın yaratılmasında sınıftan ve devrimden kaçanların ama sosyalizm alanlarını bırakmayanların da payının büyük olduğunu tarih gösteriyor.
Dokuz; son tahlilde ve yakın görünmektedir ki belirleyici olan emek sürecidir ve bu sürecin keskinleştirdiği çelişkiler, işte bu “yeni” ideolojik egemenlik aracı ile yani İslamlaştırma ile sessizleştirilmiştir; sınıfsal yaklaşımlar ve bakışlar, yine bu ideolojinin ve diğer ideolojik araçların hegemonyasında köreltilmişlerdir.

Bu hegemonyada Kemalizm’i göremiyoruz, burada 12 Eylül faşist rejiminin dinci-gerici, Osmanik-İslamik versiyonunu görüyoruz: Ama apaçık ortada olan bu gerçekleri görmezden gelenlerin, bu görünmesine imkân ve ihtimal olmayan “egemen” Kemalizm’i görmek gibi bir üstün yetenekleri olduğunu görerek gülümsüyoruz.
Akıl dışıdır ve illüzyondur. Ancak eninde sonunda emek sürecinin yükselttiği, keskinleştirdiği ve bütün çelişkilerin üstünü örttüğü çelişki baskın çıkacaktır.
On ve son; bunun için, benzerlerini sıkça yaşadığımız “kanlı Pazar”lara ihtiyaç yoktur; yaşamın yeşil ağacında yüklü olan pratik, teorinin önüne geçmiş olan pratik, kitlelerin sınıf bakışını yerine oturtmaya yeter de artar. Yeter ki, bu bakışa ihtiyacı olan proleter unsurları, küçük-burjuva unsurlardan koparabilelim, bulaşıklıktan kurtarabilelim. Yeter ki teoriyi pratiğin gerisinden kurtarabilelim; kurtarabilelim ki, son derece hırçın bir şekilde patlamalara gebe olan pratiği, sezaryene uğramadan kendi nesnel akışında ilerletelim ve doğması gerekeni doğurtacak olan devrimin teorisini ortaya çıkarabilelim.


Fikret Uzun


10 Kasım 2015