20 Ekim 2015 Salı

SINIFTAN KAÇIP MERKEZE İNSANI KOYMAK GERÇEKTE İNSANDAN KAÇMAKTIR YA DA PRATİK HÜMANİZMDEN KAÇMAKTIR




SINIFTAN KAÇIP MERKEZE İNSANI KOYMAK GERÇEKTE İNSANDAN KAÇMAKTIR YA DA PRATİK HÜMANİZMDEN KAÇMAKTIR
“Gerçek insancılığın yerine, Almanya’da, gerçek bireysel insan yerine, “Kendinin Bilinci” ya da “Tin”i koyan ve İncil yazarları(Evangeliste) ile birlikte: “Her şeye can veren tindir, ten hiçbir işe yaramaz” diye öğreten tinselcilik (Spiritualizm) ya da kurgucu (spekülatif) idealizmden daha tehlikeli bir düşman yoktur.” (Marx ve Engels-Kutsal Aile-önsöz)

Hasan Arkadaş,

Bugün İnsanın öne çıkması, ya da şöyle de söyleyebiliriz, sınıfı değil de insanı öne çıkarmak, ya da sınıftan değil de insandan hareket etmek, yani sınıftan kaçıp, merkeze insanı, insan bireyleri koymak, komünizmi anlatmaz, hümanizmi anlatır; çünkü komünizm pratik hümanizmdir; bugünün hümanizmi ise teoriktir ve bunun için insandan değil de, sınıftan hareket ediyoruz ve bunun için anti-hümanistiz; ama bu, insanı sevmemek demek değildir; tam tersine, insanı sevdiğimiz için, insanın yeniden insan olmasının koşulları için savaşım veriyoruz ve bunun içindir ki, komünistler insandan değil, en zayıf zamanında bile sınıftan hareket ediyorlar; çünkü mevcut, elde olan insan, sınıf-insandır; henüz insan olan insan, ya da daha neti komünizmin insanı elimizde yok; sadece bu bilince ermiş, pratik hümanizmi iliklerinde hissederek komünist toplumun kurulması için mücadele edenler var elimizde ve işte bu insanlar, pratik hümanizme varana kadar anti-hümanist olmak zorundadırlar; çünkü hümanizm egemen sınıfın bakışını ifade eder!

Ve işte bu yüzden, sınıftan kaçmak, gerçekte insandan kaçmaktır; başka ifadeyle pratik hümanizmden kaçmaktır; yani insanın toplumsal kurtuluşundan kaçmaktır; bu kaçakların en “iyileri”, toplumsal kurtuluştan kaçıp, salt siyasal kurtuluşunun peşinde koşanlardır!

Siyasal kurtuluş, insanı insanlıktan uzaklaştıran yabancılaştırmalardan kurtarmaz, özgürlüksüzlüğü ve eşitsizliği de ortadan kaldırmaz; aksine onları daha da pekiştirir ve gerçek kurtuluşun, özel mülkiyetin bütünsel kaldırılışını gerektiren ve ancak komünizm aracılığıyla gerçekleştirilebilecek olan insanal kurtuluşun karşıtıdır.

Toplumsal kurtuluş, sınıflara bölünerek varlığı ortadan kaldırılmış insanlığa yeniden insanlaşma önerisidir.
Siyasal devletin başta gelen görevi, burjuva toplumsal düzeni güvence altına almaktır. Onun özünü oluşturan “özgürlük”, burjuva toplumu karakterize eden insandışılıktan, üretici anarşinin ideolojik yansımasından başka bir şey değildir. Burjuva devlet ile burjuva toplum birbirlerini karşılıklı olarak belirler ve tümlerler. Burjuva toplumda bireylerin özgürlüğü, onlardan bağımsız duruma gelmiş ve onların kendi öz özgürlükleri ile karıştırdıkları, mülkiyet, ticaret, sanayi gibi, yaşamlarının yabancılaşmış öğelerinin zincirden boşanmasından başka bir şey değildir; siyasal devletin temelini işte bu “özgürlük” oluşturur ve siyasal devlet de işte bu “özgürlüğü” onaylar.

İnsanı, içinde bulunduğu ortamdan soyutlayarak, bu ortamla kurulan ilişkinin sınıfsal niteliğini gizleyerek tanımlama, burjuva bakış açısının sonucudur.

Bir düşün bakalım, bir taraftan “insan bitti” derken öte taraftan “insanı” öne çıkartmak ve üstelik, aynı nedenle, yani “insan bitti” diyerek, ezen ve ezilen sınıfların, farklı boyutlardaki insanal yabancılaşmasına işaret ediyorken, bu iki zıt karakterli sınıfı “insan” ana başlığı altında toplamak doğru mudur? Daha doğrusu bu tür yaklaşım kime ait bir yaklaşımdır?

Demek ki biraz derin düşünürsen sen de göreceksin ki, bugün özne “insan” değildir, sınıftır!

Soyut insanlık adına hareket etmek, egemen sınıfların tarihsel alışkanlığıdır. Onlar kendi somut insanlığında, bütün insanlığın temsil edildiğine inanmakta ve inandırmaya çalışmaktadırlar. Onun için bu soyut insanlık idealinden hareket eden her felsefe, ister istemez egemen sınıfların düşünceleri olmaktan, bu uygunluktan kurtulamamıştır.

Burada püf noktası “insan hakları”dır ; “insan” ve “hakları” bir kez ortaya çıktıkları tarihsel dönemden ve tarihsel şartlardan soyutlandı mı, onları tarihin üstünde asılı duran gerçekler olarak bir takım geç gelmiş dahi bireylerin keşfettiğine inanmak çok kolaydır.

İşte sınıftan kaçanların peşinde koştuğu hak ve özgürlük budur; geç gelmiş dahi birey olarak tanımladığım Öcalan’ın da Kürtleri, peşinden koşturduğu hak ve özgürlükler üzerinden Amerikan emperyalizminin şefkatli kollarına teslim etmeye çalışması buradadır; yani egemen sınıfın tanıdığını ilan ettiği ve gerçekte ilkçağ devleti tarafından tanınan kölelikten başka bir şey olmayan bu “insan hakları” içindedir!

Burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına insan hakları ilan ederek, kendi öz kökenini ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yapmaz. Modern devlet tarafından tanınan insan hakları, ilkçağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlama gelmez ve bu çoktan tanıtlanmış bir gerçekliktir. Burjuva toplum insanı, yani öbür insanlara özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir.

Burjuva devletin doğal temeli budur ve Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde tanıdığı işte bu köleliktir.

“Özgür insan” burjuva toplumun temeliyse; insan hakları insanı dinden kurtarmaz ama ona din özgürlüğü sağlar; insan hakları onu mülkiyetten kurtarmaz ama ona mülkiyet özgürlüğü sağlar; onu yaşamını kazanma zorunluluğundan kurtarmaz ama ona girişim özgürlüğü sağlar.

Mülkiyet edinme özgürlüğü ise, mülkiyet edinememe olasılığını içerir ve mülkiyetten özgürleştirilmiş kitleler için teorik olarak girişim özgürlüğünün tanınmasının hem bir önemi yoktur ve hem de mülk sahipleri açısından bir sakıncası yoktur; din özgürlüğü ise, bu tablonun tamamlayıcı parçasıdır; Bütün dinler, eninde sonunda cennette çalışmadan yaşamayı vaat etiklerine göre, mülk sahibi için emek-gücünden başka satacak bir şeyleri olamayanların hangi Tanrı’dan yardım isteyeceğinin bir önemi yoktur ve ilke olarak bu, mülk sahibi sınıfını ilgilendirmez!

Oysa “insan”ı insan yapacak olan, ancak “üretimde özgürlük” tür ve gerçekte özgürlük budur!

Kapitalist toplumda ise insanın “özgürlük ve eşitliği” dolaşım alanında mümkündür; fabrikanın kapısında bu özgürlük ve eşitlikten eser kalmaz ve kölelik başlar; yani özgürlüksüzlük ve eşitsizlik başlar!

Ve sen şimdi, aksine hareket ettiğin halde ve bunun da farkında olduğun halde benim dediklerimi teyit eder mahiyette konuşarak, yani “hümanizmin işçi ile kapitalist arasındaki çelişkiyi saklayarak, insani yaklaşımı öne çıkarması, bir nevi sahteciliği anlatan düşünce biçimidir. Hümanizm tutarsız ve sahtecidir.”  diyerek, aynı zamanda, “Mektubumun başında öne çıkardığım iki deyişi rastgele ortaya atmadım; burada tartışmaya katılan pek çoğunun, Karataş ve BORGA en başındadır, mektubumun başından itibaren dikkat çektiklerime, inanıyor olup olmamalarından bağımsız, kendilerinin de vakıf oldukları açıkken, yine de, üstelik duygusal şokun etkilerinden önemli oranda uzaklaşmış oldukları halde, Karataş’ın önerdiği veya talep ettiği kayıkçı kavgası misli tartışmaya balıklama dalmaları, düşüncelerimi bu deyişler üzerinden kurgulamamı zorunlu kılmıştır!”
biçimindeki ifadelerime de haklılık kazandırmış oluyorsun!

Üstelik, öne çıkardığın doğrunun üzerini, doğru ile yanlışı, ya da gerçek ile yalan’ı (hadi yumuşatalım ve demagoji diyelim) birbirine dolayarak, örtüyorsun!

“İnsanın öne çıkması hümanizmi anlatmaz, komünizmi anlatır.” diyorsun.

Bunun ne denli yanlış ve demagojik olduğunu, insanı öne çıkarmanın egemen sınıfın bir cingözlüğü olduğunu mektubumun girişinde ifade ettim ve görünen o ki sen de bu cingözlükle yarış ediyor gibisin! Otopsiye geçmeden önce, şu pek çok diline doladığın insan ve hümanizm konusuna biraz daha değindikten sonra, diğer ifadelerin üzerinde de duracağım!

Hümanizme ve insana bu vurgu, her durumda kesin bir biçimde sınıfın geri plana itilmesine, unutulmasına, ondan kaçışa yol açtı. Oysa Marksizm insandan değil, sınıftan yola çıkar; insan, toplumsal bir çözümleme aracı olarak Marksizm’in bir aracı değildir. Özgürlük ve eşitlikten söz ettiğimizde, hangi sınıfa ait bir kavram olduğunu açıklama zorunluluğumuz vardır ve sınıfı atlayarak “insan özgürlüğü” üzerinden konuşmak, düşüncelerimizde bir sakatlık, bulanıklık olduğuna işarettir!

Bu düzen eşitlikçidir, çünkü doğuştan gelen ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kendini ayrıcalıklı kılar; özgürlükçüdür, çünkü ancak özgür insanlar birbiriyle mübadele ilişkisine girer. İşçi sermayedar karşısına bir tüketici ve bir ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmalı, yani özgür olmalıdır. Emeğine zor aracılığıyla el koyulmamalıdır, kendi emek gücünü kiralayıp kiralamamaya tamamen kendi özgür iradesiyle karar vermelidir. İşçi burada, sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olarak işçi belirlemesini yitirir, bir alıcı veya satıcı kimliğiyle, piyasadaki herkesle eşit olur.

Demek ki, dolaşım alanının “sonsuz” olanakları olmadan eşitlik ve özgürlük olmaz.

Bu mükemmel mekanizmanın bir tek sorunu vardır; bütün hikâye boyunca üretim alanı, fabrika, sürecin dışında bırakılmıştır.

Tartıştığımız bu alan, piyasanın, dolaşımın alanıdır; zaten burjuva ideolojisi de dolaşım alanında üretimi unutur. Demek ki, burjuva karakterli özgürlüğü tartışabileceğimiz yer, bunun bir kandırmaca olmasında değil, dolaşım alanıyla sınırlanmış olmasındadır. Üretim alanına geçer geçmez bütün bu özgürlük görüntüsü sona erer ve zorunlulukların egemen olduğu gerçek somut bir dünya, sınıflı bir dünya başlar.

Üretim alanında ne eşitlik ne de özgürlük vardır; çünkü emekçi, emek gücünü daha işin başında sermayedara kiralayarak devreden çıkmıştır. Emek gücü, insanın bu yeteneği kiralanarak insandan ayrıldığı, devredildiği için “emek” biçimine bürünür. Oysa insandan ayrılmış bir “emek” yoktur, emek insanın yaratıcı yeteneğidir, potansiyel gücüdür.

Problem de tam bu alana, üretim alanına aittir; yoksa dolaşım alanı, emek gücü alım-satımının sürüp gittiği bir garip âlem insanın doğuştan gelen haklarının tam bir cennetidir. Burada egemen olan yalnızca özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve çıkardır.

Özgürlüktür, çünkü emek gücü dâhil bütün malların alıcı ve satıcıları yalnızca özgür iradeleri ile hareket eder. Tamamen özgür kişiler olarak anlaşmaya varırlar ve bu ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü taraflar bir meta sahibi olarak ilişki içindedirler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar kendi malları üzerinde tasarrufta bulunurlar ve çıkardır, her iki taraf da yalnızca kendi çıkarını düşünür. Demek ki burada ilke olarak hiçbir sınıfın ayrıcalığı yoktur; hukuk burada ayrıcalığın yerini almıştır.

Demek ki, mevcut bireyleri “insan” olarak tasarlamak, sınıfsal bir ilişkinin varlığına rağmen, özgür ve eşit bir toplumdan söz etmenin imkânını yaratıyor, ezilen sınıfın yanılsamasını destekliyor, derinleştiriyor.

Diğer yandan, bu düzenin insan üzerinde yaptığı tahrifat ve özgürlük ihtiyacıdır bize sınıfsız toplumun yolunu açan. Bu hukuk ve bu ideoloji, insanın yabancılaşmasını ve iç sıkıntısını ortadan kaldırmaz; tam tersine ondan beslenir. Ama işte, burjuva devlet artık eskimiş bir biçim olarak bu görüntüyü de taşıyamamaktadır. Egemen sınıfın içinde bulunduğu durum, bir ideoloji olarak hümanizmi gereksiz ve olanaksız kıldığı gibi, hukukun yeniden ayrıcalığın hukuku olmaya yönelmesi onun himayesi altında gerçekleşmektedir.

İşte bu yapı bize hukuku, eşitliği ve özgürlüğü önermektedir!

Tamam kavramlar masum görünüyor, yemin etsen başın ağrımaz ama sınıfsal kirlenmeden azade değildirler. Temizlik gereklidir ve bunu yapmayanın aklı kirlenir. Benim yaptığım da budur.

“Bugün çelişki insan ve insan dışılık arasındadır” Diyorsun ki, al sana bir yalan misli demagoji daha; kavramların da, olguların da içine etmekte üstünüze yok!

Hayır Karataş, bugün çelişki hala sınıf çelişkisidir; emek ile sermaye arasındaki çelişkidir; bu yüzden tarihin motoru sınıf mücadelesidir; insan hakları ideolojisi bu gerçeği gizlemek içindir; tam da senin de dediğin gibi, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkiyi, başka ve en tam ifadesi ile ezilen ve sömürülen sınıf ile ezen ve sömüren sınıf, yani egemen sınıf arasındaki çelişkiyi saklamak içindir.

İnsandışılık, bir yabancılaşmanın konusu ve ifadesidir; ve bu yabancılaşmayı, daha 1844 yılında Marx ve Engels, “Kutsal Aile” de şöyle açıklamışlardır:

“Proletarya ve zenginlik, karşıtlardır. Bu karşıt oluş durumları içinde bir bütünlük meydana getirirler. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır. Her birinin bu çelişki içinde hangi belirli yeri kapladığını bilmektir asıl sorun. Bunların bir bütünün iki yüzü olduklarını söylemek yetmez.

Özel mülkiyet olarak zenginlik, zenginlik olarak özel mülkiyet, kendi öz var oluşunu sürdürmek zorundadır ve bundan ötürü, özel mülkiyet, kendi karşıtı olan proletaryanın varoluşunu da sürdürmek zorundadır. Kendi doyumunu kendinde bulmuş olan özel mülkiyet, çelişkinin olumlu yanıdır.

Bunun tersine, proletarya, proletarya olarak kendi kendini kaldırmak ve böylece, bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtını, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır. Proletarya, çelişkinin olumsuz yanıdır; çelişkinin yüreğindeki kuşku, yok olmuş ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir.

Mülkiyet sahibi sınıfla proleter sınıf, aynı insan yabancılaşmasını temsil ederler. Ama birincisi, bu yabancılaşmanın içinde, kendini kendi yerinde duymaktadır; bu kendinin yabancılaşmasında kendisi için bir doğrulama bulmakta, bu kendinin yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görmekte ve onda insani bir var oluşun görüntüsüne kavuşmaktadır; ikincisi ise, kendini bu yabancılaşmada yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada, kendi erksizliğini ve insandışı bir varoluşun gerçekliğini görür. O, Hegel’in bir deyimiyle söyleyecek olursak, alçalma içinde, bu alçalmaya karşı başkaldırmadır; onun insani doğası’nı hayattaki durumuna karşıt kılan, bu doğanın açık, kesin, bütüncül yadsınmasını oluşturan çelişkinin, onu zorunlu olarak götürdüğü bir başkaldırma!

Öyleyse bu çelişkinin bağrında: Özel mülkiyet sahibi, tutucu partidir; proletarya ise, yıkıcı parti. Çelişkiyi koruyup sürdüren etkinlik birincisinden, yok eden etki ise ikincisinden gelmektedir.”

Diyebilirsin ki, “eleştirmekte acele etmişsin, sonraki ifademde, ‘İnsan ve insan dışılık, gerçekte emek sermaye çelişkisidir’ demiştim.

Doğru, bunu görebiliyorum, gerçekten de demişsin ama bu deyişin, önceki deyişindeki yanlışlığı engellemiyor, düzeltmiyor da; devamında ise, Emeğin türevi insandır” demişsin ki buna da hayır! Gerçi insandan ayrılmış bir “emek” yoktur, emek insanın yaratıcı yeteneğidir, potansiyel gücüdür ama emek gücü, insanın bu yeteneği kiralanarak insandan ayrıldığı, devredildiği için “emek” biçimine bürünür; işte bu yüzden emek, insanı değil, sınıfı yani proletaryayı varsayar; işte burada da ve artık daha çok eminim, bilerek çuvallamışsın!

“Sermayenin türevi ise devlet ve şirket bürokrasisidir “ demişsin ki, buna da hayır!

Çünkü sermaye de sınıfı varsayar, yani burjuva sınıfını, yani egemen sınıfı, yani “kişilik kazanmış sermaye” olarak nitelenen sermayedarı varsayar!

Bilinçli çuvallaman bitmiyor!

“Bu kavga emek ve sermaye kavgasıdır” diyorsun ki çuvallamanın daniskasıdır ve bilinçli bir çuvallama olduğu çok bellidir; niye emekçi ile sermayedarı buhar ediyorsun ki?

Belli ki burjuva insan hakları ideolojisinin sakladığı gerçeği, ince fırça darbeleri ile “sol” renkle örtmektir bu çuvallamanın amacı ve anlamı!

Emek proletaryayı ve sermaye de sermayedarı var sayar; öyleyse kavga proletarya ile sermayedar arasındadır!

Ve en sonu “bu kavga komünizm kavgasıdır.” Demişsin ki en komiği de budur!

Sınıfsız toplum talebi, bu ihtiyacı karşılama yönünde, sosyal, tarihsel ve bilimsel çabaların ifadesidir; öyleyse komünizm, eşitlik ve özgürlüğü yeniden tanımlamak ve yaratmakla yüz yüzedir.

“Komünizm, şimdiye kadar kendinden önce gelen bütün hareketlerden, daha önceki bütün üretim ilişkilerinin ve değişimlerin temelini altüst etmesi bakımından ve ilk kez olarak bütün doğal öncülleri, şimdiye kadar bizden önce gelmiş olan insanların yarattıkları koşullar olarak bilinçle ele alması bakımından, bu koşulları doğal niteliklerinden soyup onları birleşmiş bireylerin gücüne bağlaması bakımından, ayrılır.

Bundan ötürü, komünizmin örgütlenmesi, esas olarak, ekonomiktir, bu örgütlenme, bu birlik koşullarının maddi üretimidir; mevcut koşulları, bu birliğin koşulları haline getirir.

Komünizmin yarattığı durum ve koşullar, kesin olarak, bireylerden bağımsız olarak bireylerden bağımsız olarak mevcut olan her şeyi olanak-dışı kılan gerçek temelin ta kendisidir.

Komünistler, demek ki, kendilerinden önceki üretimle ve ticaretle yaratılan koşulları, inorganik etkenler olarak ele alırlar. Ama önceki kuşakların planının ya da bu kuşakların varoluş nedeninin kendilerine malzeme sağlamak olduğunu düşünmezler ve bu koşulların, o koşulları yaratanların gözünde de inorganik olduklarına inanmazlar.” (Marx –Engels,Alman İdeolojisi)

Yani, önceki kuşakların koşulları, onları yaratanların gözünde inorganik değilse, eşitlik gereğinin olağan dışa vuruşu (yani iç çekişi), sınıfsız toplum hareketi için malzeme yaratmaz.

Demek ki, sınıfsız toplum savaşçıları, kendilerinden önce var olan inorganik etkenlerden yola çıkmazlar; bunun için, içinde yer aldıkları yapının ürünü olan “iç çekişleri” dönüştürmeleri gerekir; bu modern dinlerle savaşmaları gerekir.

Sınıfsız toplum hareketinin tarihinde, sloganların, ilkelerin ve değerlerin bir bölümü, tarih boyutundan yoksun(ekonomik) ve felsefidir: Sınıfsız toplumun geleceği açısından sorunlardan bir kısmını, bu yanıyla hazırladı ama bunlar, Marxizm’in devrimciliğine halel getiremedi, onu törpüleyemedi; çözümleri ise Marxizm hazırlıyor.

Sınıfsız toplum için sınır, devrimci Marxizmdir!

Yani hayır!

Sözünü ettiğimiz kavga, sınıf kavgasıdır; ezilen ve sömürülen sınıf ile ezen ve sömüren sınıf, yani egemen sınıf arasındadır bu kavga; ve esaret altında olan, insanal yabancılaşmanın içinde, hatta dibinde olan sınıftır bu ve bu sınıf egemen sınıfın esareti altındadır.

Ama “bu sınıf mücadelesinin aktörleri olan insanlar, içinde yaşadıkları, eylemde bulundukları, katıldıkları bu mücadeleyi, bir mücadele olarak kavrayamazlar. Mücadele hep bu mücadeleyi saklayan bir kurumsal yapının gerisinde cereyan eder. İnsanlar, toplumda giriştikleri bilinçli ilişkilerde hep bu kurumsal yapı çerçevesinde eylemde bulunurlar.”

Diğer yandan emek ile sermaye kendi başlarına hiçbir şey yapamaz; emek dolaşım alanında, pazarda “özgür” insan kılığındaki emekçi tarafından satılıp, üretim alanına, fabrikaya dönüldüğünde emekçinin “özgürlüğü” biter ve “özgürlüksüzlük” başlar ve artık emek emekçinin değildir, onu satın alan sermayedarındır, yani kapitalist sınıfındır, yani egemen sınıfındır, yani “insan hakları” ideolojisi ile bu çelişkili ilişkiyi gizleyen kapitalist sınıfındır!

Doğrudan doğruya zora dayalı emek, antik dünyanın temelidir; oysa modern toplumda emek zora dayalı değildir; yani iyi bir kölenin ya da serfin kendisini efendisiyle eşit saymasını (sanmasını) gerektirecek bir ortam yoktur; fakat modern köleler için durum biraz farklıdır.

Marx bu farkı Grundrisse’de şöyle açıklıyor;” Sermayeyi efendi- uşak ilişkisinden ayıran temel ayırım, işçinin sermaye karşısına bir tüketici ve ödeyici olarak, bir para sahibi biçiminde, para biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır, işçi burada sonsuz sayıdaki dolaşım odağından biri olarak işçi belirlemesini yitirir.”

Yani “Her iki taraf da bir ‘kişi’dir; aralarındaki biçimsel (resmi) ilişki, eşit ve özgür mübadelecilerin ilişkisidir; bu biçimin bir yanılsama olduğu hususu, hukuki ilişki açısından bakıldığında, tümüyle dışsal bir konudur.”

Öyleyse, burjuva “özgürlüklerini” sahteleştiren şey, bunların bir kandırmaca olmaları değil, dolaşım alanından doğuyor gibi gösterilmiş olmalarıdır; dolaşım, bu özgürlüklerin ön varsayımıdır; ancak üretim alanına geçildiğinde bunların burjuvazinin kendi özgürlüğü olduğu açıkça ortaya çıkar!

Burada insanı ve sınıfı anlamak üzere Marx’ın Grundrisse’de ifade ettikleri oldukça öğreticidir!

“Burjuva ‘eşitlik’ toplumunun temeli bir sınıfın öbüründen artı-değer emme mücadelesidir. Ama bu sınıf mücadelesinin aktörleri olan insanlar, içinde yaşadıkları, eylemde bulundukları, katıldıkları mücadeleyi bir mücadele olarak kavrayamazlar. Mücadele hep bu mücadeleyi saklayan bir kurumsal yapının gerisinde cereyan eder.

İnsanlar, toplumda giriştikleri bilinçli ilişkilerde hep bu kurumsal yapı çerçevesinde eylemde bulunurlar. Bu kurumsal yapının kendi kendine kavrayış şekli olan ideoloji ile düşünürler. Mücadeleyi hep ideoloji gözlükleri altından görürler. Oysa işlevi sınıf mücadelesini gizlemek olan kurumsal yapı ve bu yapıyı ifade eden ideoloji, tanımı gereği mücadelenin varlığını inkâr etmek zorundadır” der Marx.

Bu saptamadan çıkarılacak sonuçlardan biri şudur: bu sınıfsal konumlanış içinde taraflar konumlarını nesnel olarak değil, sınıfsal olarak değil, “ideololojik” olarak kavramaktadırlar. Bu “ideolojik “ kavrayış, var olan, olması gereken mücadeleyi gizlemektedir.

Öyleyse, sis perdesinin kaldırılması, gizli olanı, var olan çelişkiyi ve mücadeleyi açığa çıkarmaya ve kurumsal yapıları deşifre etmeye bağlıdır.

Bu kurumsal yapıları da ilk önce ideolojinin içinde arayıp bulmak gerekir.

Örneğin “eşitlik” ve “özgürlük” kavramları, kendiliğinden var olan sınıfsal çelişkiyi gizlemektedir; çünkü sınıfları değil, “insanı” ön varsaymaktadır. Oysa “insan”ın en temel ilişkisi, bir parçası olduğu doğayla ilişkisi, insani olarak değil, sınıfsal olarak kurulmuştur.

“Eşitlik ve özgürlük” bu sınıfsal ilişkiyi gizlemekte, ya da yok saymaktadır. Böylece bir burjuva, “benim özgürlüğüm ve eşitliğim” demese de bu, “sahip olma” ilişkisini değiştirmez. “Eşitlik ve özgürlük” yalnızca onun için geçerlidir.

“Eşitlik” ve “özgürlük” ten bir proleter de söz eder ve ona inanır. Ama bu inanmışlığı onun yoksunluğunu ortadan kaldırmaz. “Özgürlük” ve “eşitliğin” genel kabulünü sağlayan ise bu ilkelerin her sınıf için taşıdığı somut değer değil, bu ilkelerin ön varsayımıdır. Bu ön varsayım sayesinde proleter kendisini proleter olarak değil, insan olarak görür ve öyle düşünür.

Öyle düşündüğü için, burjuva sınıfın değerleri, proletaryanın gözünde meşrulaşır. Proleter, kendini insan olarak tanımladığı ölçüde proleter olarak tanımlamaktan uzaklaşır. Bu süreç diğer bütün kurumlar için de geçerlidir. Parlamento, sendikalar, siyasi partiler, milliyetçilik hepsi bu işleyişe uygun olarak çalışır.

Demek ki,“üstyapı”daki bu ilişkinin üretim tarzına, üretim ilişkilerine uygun olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yoktur.

“Eşitlik ve özgürlük” ün fabrika ve üretim yerine pazara ve mübadeleye dayanması, yani dolaşım alanında mümkün olması, bunu doğrulamaktadır. Burjuvazi fabrika ve üretimdeki egemenliğini mübadele ve Pazar aracılığıyla kurar. Proleterin üretim alanındaki köleliği, pazar ve mübadele aracılığıyla gerçekleşir. Yani “özgür emekçi” pazarda emek gücünü hangi sermayedara satacağı konusunda son derece özgürdür ama bir kez satış işlemi gerçekleştikten sonra, üretim alanında hiçbir özgürlüğü yoktur. Fabrikanın kapısı proleter için özgürlüğün bittiği ve köleliğin başladığı yerdir.

Demek ki birinin özgürlüğünün ve diğerinin köleliğinin oluş nedeni bir ve aynıdır; Marx, Grundrisse’de şöyle yazar; “Onların ne oldukları, öyleyse, onların üretimiyle, ne ürettiklerine bağlıdır.”

“Onların ne oldukları” bir kez bu biçimde belirlendikten sonra; yani üretim içindeki “kimlikleri” belirlendikten sonra, toplumsal, siyasal, kültürel vb. ilişkilere bu kimliklerden arınarak giremezler. Tam tersine, gene Marx’ın dediği gibi, “belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkiler içine girerler.”

Ancak, elbette bu gerçeklik, herkesin görebileceği biçimde apaçık değildir.”İnsanların” içinde düşündüğü-düşünebildiği kurumsal yapılar, bu gerçekliği başkalaştırır, tersyüz eder, sınıfsal özünü saklar. Üretim biçimi ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal ilişkiler, bu “kurumsal yapılar” tarafından meşrulaştırılır, doğallaştırılır.

Toplumsal, siyasal, kültürel, vb. ilişkiler “insanların “ üretiş biçiminden bağımsızlaştırılır.

Böylece, ahlak, din, fikirler, tasarımlar, felsefe, her şey toplumun üzerinde zamandan ve mekândan bağımsız olarak asılı duruyormuş gibi gösterilir; buna göre de,“insanlar” şundan ya da bundan etkilenir, şöyle veya böyle düşünür.

Ensonu varılan yer,“Üstyapı”nın bağımsızlığı ve kendi bildiğini okumasıdır!

Ancak bu, gerçeklik karşısında utanmazca bir direniştir ve sınıflı toplumların değişmez karakteridir !

Fakat böyle bir bağımsızlığın kesinlikle mümkün olmadığı Marx’ la birlikte anlaşılmıştır!

Spekülatif ya da bağımsız felsefe, en bağımsız göründüğü bir zamanda bile bu belirlemeden kurtulamamıştır. Felsefenin bağımsızlaşması, ancak onun bu gerçekliği ve gerçeklik içindeki bağımlılığı görebilmeleriyle mümkün olabilir.

Marx, Grundrisse’de, “Gerçekliğin kendini göstermesiyle, bağımsız felsefe varlık ortamını yitirir” der ve şöyle devam eder; “İnsanlarla birlikte, felsefenin kurtuluşu da tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değildir ve bunu, tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın durumu meydan getirir.”

Ve işte bir çuvallama örneği daha:

“Çünkü Tarihin motoru sınıf kavgasıdır, diyoruz da motorun kayışları gevşemişse tarih ilerler mi? “ diyorsun ve ekliyorsun: ”Evet, tarihin sonuna gelinmiştir.”

Hangi tarihin bittiği konusunda bir açıklık getirmiş olmaman bir yana, demagojik fırça darbelerin burada tüy gibi hafif ve tüy gibi ince; sınıf kavgasının bittiğini söylemiyorsun ama bunun yerine “motorun kayışlarının gevşediğini” söylüyorsun; hakkını vermeliyim, son derece kurnazca; ama atladığın bir şey var, sınıf mücadelesinin bitmesi, bir tarihin bitip, başka bir tarihin, yani sınıfsız toplumun, yani insanlığın tarihinin başladığını varsayar; üstelik, sınıf mücadelesinin “kayışlarının gevşemesi” hem sınıf mücadelesinin bittiğini varsaymaz ve dolayısıyla hem de tarihin bittiğini varsaymaz, bu durumda tarih biraz yavaşlayabilir ama sonlanmış olmaz; sınıf mücadelesi de aynı ölçüde devam eder ve egemen sınıfın ideologları bile bu kanıda olduklarını ilan ederek, egemen sınıfları telaşa düşürdüler; hatta pek çok işçi düşmanlığı tescilli kapitalist, birden bire Marx’ın haklılığını hatırlayıverdiler, sen hâlâ milleti sınıftan, sınıf mücadelesinden uzaklaştırmak, bunun yerine soyut insana ve insan ile insandışılık arasındaki savaşa inandırmaya çalışıyorsun!

Anlayabileceğin gibi, tespit olarak öne çıkardığın “sıkışma”nın kaynağında sınıf mücadelesi vardır; bu sıkışma, sınıf mücadelesinin keskinleştiğinin ifadesidir ; ”tarihin sonu ”nun ifadesi değildir!

Diğer yandan felsefi olarak söylersek, bu “sıkışma” da, “sınıf mücadelesi” de, kapitalizmin iktisadi hareketinin doğasından gelir; yani “ özel mülkiyetin, iktisadi hareket içinde, kendi iradesine karşı gerçekleşen ve işlerin doğasının koşullandırdığı kendinden bağımsız ve bilinçsiz bir evrim aracılığıyla, kendi öz yok oluşuna doğru yol almasının” ifadesidir.

“Özel mülkiyet bunu, sadece ve sadece, proletaryayı proletarya olarak yaratmakla yapar; yani bu moral ve fizik sefaletin bilinçli sefaleti olan, bu insandışılığın bilinçli insan dışılığı olan ve bu bilinç dolayısıyla kendi kendini aşarak ortadan kaldıran proletaryayı yaratarak yapar. Bu durumda, proletaryayı yaratmakla özel mülkiyetin kendi kendine vermiş olduğu hükmü infaz etmektedir proletarya; tıpkı ücretli emeğin de başkasının zenginliğini ve kendi sefaletini yaratmakla kendi kendine vermiş olduğu hükmü infaz ettiği gibi. Proletarya zaferi kazanacak olursa, bu, katiyen proletaryanın toplumun mutlak yanı halini almış olduğu anlamına gelmez; çünkü proletarya, bu zaferi ancak kendi kendini ve kendisiyle birlikte kendi karşıtını da yok ederek kazanmaktadır. Zafer kazandığı anda proletarya, kendini içeren karşıtıyla, özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkmış olur.

Sosyalist düşünürlerin proletaryaya bu tarihsel rolü yüklemelerinin nedeni, proleterleri tanrılar olarak göz önüne almaları değildir.

Burada tam tersi bir durum söz konusudur. Sonuna değin gelişmiş proletaryada, her türlü insanlığın, hatta insanlık görüntüsünün soyutlaması pratik olarak tamamlanmış bulunmaktadır; bugünkü toplumun bütün hayat koşulları, en insandışı yanlarıyla, proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir haldedirler. Proletaryada insan, gerçekten kendi kendini yitirmiş; ama aynı zamanda da bu yitirişin teorik bilincine ermiştir. Proletaryada, bunun yanı sıra, bir şeye daha ermiştir insan: Sefalete!

Artık sefaletten kaçınamamaktadır, sefaleti kendi kendine mazur gösterememektedir; sefalet, zorunluluk’un pratikte dile gelişi olarak, kaçınılmaz bir şekilde kendini kabul ettirmektedir ona ve onu, böyle bir insandışılığa karşı doğrudan doğruya isyana zorlamaktadır.

İşte bunun içindir ki proletarya, kendi kendini özgürleştirebilir ve zorunlu olarak da özgürleştirecektir. Ne var ki, proletarya, ancak kendi hayat koşullarını yıkarak özgürleştirebilir kendi kendini. Ve proletarya, kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insandışı hayat koşullarını (proletaryanın kendi durumunda özetini bulan bu koşulları) ortadan kaldırıp yıkmaksızın yıkamaz.

Proletaryanın o amansız, ama güçlendirici emek okulundan geçişi boşuna değildir. Artık burada söz konusu olan, şu ya da bu proleterin, ya da hatta tüm proletaryanın, şu an için hangi ereği tasarladığını bilmek değildir. Söz konusu olan, proletaryanın ne olduğudur; ve bu varlığı’na uygun olarak, tarihsel bakımdan neyi yapmak zorunda kalacağıdır. Proletaryanın ereği ve tarihsel eylemi, bugünkü kendi durumunda ve bugünkü burjuva toplumunun tüm örgütünde, elle tutulur ve önüne geçilemez bir şekilde çizilmiş bulunmaktadır.” Lenin-Felsefe Defterleri.

Çoktan reddettiğin anlaşılan sınıf mücadelesine gelince,bunun üzerinde uzun uzadıya duracak değilim ancak, Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları Manifesto’da tarihe düştükleri not ile Marx’ın “Emek ve Sermaye” başlıklı broşürün başında yazdıkları, sınıf mücadelesini reddetmenin yersiz olduğunu göstermeye yeter!

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi,sınıf savaşımları tarihidir” diye not düşen Marx ve Engels, Manifesto’da şöyle yazarlar:

“Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.”

Kaynağını Marx’ın, 1847 ‘de, Brüksel Alman İşçileri Birliği’nde verdiği konferanslardan alan Ücretli Emek ve Sermaye başlıklı broşürün başında ise Marx, “Çeşitli yerlerden, günümüzde, sınıf savaşlarının ve ulusal mücadelelerin maddi temelini oluşturan ekonomik ilişkileri açıklamamış olmakla suçlandıklarını” işaret ederek, şöyle yazıyordu;

“ Biz bu ilişkilere, kasıtlı olarak, sadece doğrudan doğruya siyasal çatışma biçiminde patlak verdikleri yerde değiniverdik.

Her şeyden önce, sınıf mücadelesini günü gününe izlemek ve ampirik bir biçimde, mevcut ve her gün yenilenen tarih alanı üzerinde, işçi sınıfının Şubat ve Mart ile( 1848 devrimi) gerçekleştirilen bağımlılığının, aynı zamanda işçi sınıfının karşıtlarının da ( Fransa’da cumhuriyetçi burjuvaların ve bütün Avrupa kıtası üzerinde feodal mutlakıyete karşı mücadele eden burjuva ve köylü sınıflarının da) yenilgisine yol açtığını;

Fransa’da “Namuslu Cumhuriyet”in zaferinin aynı zamanda Şubat Devrim’ine kahramanca bağımsızlık savaşları ile yanıt vermiş olan ulusların da düşüşü olduğunu ve son olarak, Avrupa’nın devrimci işçilerin yenilgisi ile yeniden eski çifte köleliğine, İngiliz-Rus köleliğine düştüğünü tanıtlamak söz konusu idi.

Paris’te Haziran savaşları, Viyana’nın düşüşü, Kasım 1848 ‘de Berlin’deki acıklı güldürü, Polonya’nın, İtalya’nın ve Macaristan’ın umutsuz çabaları, İrlanda’nın açlıktan kırılması – işte Avrupa’da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı noktalar ve işte bize, her devrimci mücadelenin, amacı sınıf mücadelesinden ne kadar uzak görünürse görünsün, devrimci işçi sınıfının zaferi kazanacağı ana kadar, zorunlu olarak başarısızlığa uğramak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı devrimin, bir dünya savaşı içinde, silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar bir ütopya olarak kalacağını göstermek olanağını veren belli başlı noktalar bunlar olmuştur.

Bizim gösterdiğimiz biçimiyle, gerçekte de olduğu gibi, Belçika ve İsviçre, büyük tarih freski içinde, biri burjuva monarşisinin örnek devleti, öteki burjuva cumhuriyetinin örnek devleti olarak ve her ikisi de sınıf mücadelesinden olduğu kadar, Avrupa devriminden de bağımsız olmayı düşleyen devletler olarak sunulmuş acıklı-güldürü ve karikatürümsü tarzda tablolar idi.”

İnsan-doğa ilişkisinde sorun egemen sınıfların özgürlüğü değil, köle sınıfların zorunluğudur. Çünkü bu özgürlük, zorunluluğun en katı, en ilkel biçimiyle sürmesine yol açmıştır. Bu özgürlük, doğaya karşı kazanılmış olmadığı için, tek yanlı olduğu için, tahakküme dayalı olduğu için sınıf savaşları tarihin motoru olmuştur.

Ne demiştim, topluma korku yayanlar ve bunu artırmayı çare görenler, bunu korkularından kurtulmak için yaparlar; yani bütün bu olup bitenlerde bu gerçeklik vardır ve hatta tarihte tüm pogromların derininde bu gerçeklik yatar; korkanlar, bu korkularından kurtulmak için, her zaman ellerindeki baskı mekanizmasını korku jeneratörü olarak kullanırlar!

Bu tespit olarak öne çıkardığın “sıkışma” , egemen sınıfların bu korkusu için en temel nedendir!

Bu korkunun ve korku üretmenin kaynağında, keskinleşen sınıf çelişkisi var; keskinleşen sınıf mücadelesi var; ve bu keskinlik, emek sürecinden yükselen çelişkilerin keskinliğidir; belirleyici olan bu çelişkidir; yani emek sermaye çelişkisidir!

Karataş arkadaş, çeşitli kereler, belli vesilelerle hatırlattığım gibi, bu gün hala Türkiye’de ve dünyada bütün kaygılar kaynaklarını emek süreçlerinde buluyorsa ki burada bulduğunu görmemek için kör ya da çok fena halde alık olma gerekir, emek süreci hala belirleyiciliğini korumaktadır!

Diğer yandan, tarihin motoru, sınıf mücadelesi olmaya devam ediyor ki; gelişmiş veya gelişmemiş ülkelerin politikalarının odağını, hala sınıf mücadelesini köreltme çabaları oluşturuyor!

Fabrikadan sınıf bilincini atıp, ümmet bilincini yerleştirmeye çalışmaları nedendir sanıyorsun?

TKP artığı yeni mürteci Veysi Sarısözen’in sosyalizmi “ümmet toplumu” ile özdeşleştirmesinin alıklığından olduğunu mu düşünüyorsun?

Karataş arkadaş, bence şansını daha fazla zorlama, gerçekler karşısında, ne denli, ince fırçalar kullanarak, kulağa ve göze hoş gelen renk ve şekillerde sis bulutu yaratıp, sinsi bir direnişin aktörü olmakta inat etsen de, gerçeklerin inadı ve direnişi senin inadın ve direnişinden daha büyüktür; bu yüzden gerçekler karşısındaki bu direnişinin sonu kesinkes hüsran ile sonuçlanacaktır!

Ayrıca, olabilir, bu günün insanı tarihi yazamıyor olabilir, bunda şaşılacak bir şey yok; ezilen sınıfların hiçbir zaman bir tarihi olamamıştır. Bunun nedeni daha Marx’ın ilk çalışmalarında, ortaya konulmuştu:

“Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur; bunlar, o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”

İşte Marx tarafından keşfedilen tarih bilimi bu noktada başlar. Bu öz Kapital’de ekonomik biçimde belirebilmiştir; kapitalizmin tarihi ancak ekonomik bir biçimde yazılabilirdi ve Kapitalde bir ekonomi bilimi değil, bir tarih bilimi kurulmuştur.

Ama mesele bu değil, tarih her zaman, o tarihin sonunda yazılır, bugün ise o tarih yaşanıyor ve demek ki tarih bugünün insanına rağmen gene de yaşanıyor, dolayısıyla yapılıyor; yazımı ise sonra olacaktır ve hep böyle olmuştur!

Ve bence bugünün asıl gerçekliği motorun kayışlarının gevşemesi değil, tam tersine sıkışmasıdır ve motoru hızlı döndürmesidir ve böyle giderse motor yanacak ve kızılca kıyamet kopacaktır; ve işte bu nedenle, yani ufukta gördüğü bu kızılca kıyametin varlığını göstermemek, hissettirmemek için, başta ABD emperyalizmi, egemen sınıflar, bir taraftan bir adım ileri, iki adım geri atarken ve bir sonraki ileri adımında o iki adımının gerilemesini telafi etmek için türlü sinsilikler ve daha çok da şiddetin dozunu artırırken, diğer taraftan, insanal tabancılaştırma konusunda laboratuar harikaları yaratmaya çalışmaktadır.

Bu kadar yeter, diğer çuvallamalarını, engin görüşleri olan başka forumdaşların, örnek olsun BORGA biraderimin, o olmazsa, BORGA ile özdeşleştirdiğim sanılmasın ama İ.Seçil arkadaşımızın eleştirel analizlerine bırakıyorum!

Devlet konusuna ise artık girmek istemiyorum, bir önceki mektubumda, beş yaşındaki cingöz çocukların zekâsının bile anlayacağı sadelikte ve soyutlamalarla bugüne kadar olmadığı kadar açıklıkla anlattığımı düşünüyorum!

Ancak yine de bu konuda diğer forumdaşların engin bilgi ve bilinçlerinden de yararlanmak isterim!

Başka nasıl ilerleyeceğiz? Başka nasıl gerçeklerle yalanları ayırt edebileceğiz? Başka nasıl gerçekliğin aynasında mıyız, yoksa gerçekliğin aynasının tam karşı cephesinde olup, bu aynaya bakarak sinsi sinsi gülüyor muyuz, anlayabileceğiz?

Başka nasıl bu günün gençlerine ve gelecek kuşaklara borcumuzu ödeyeceğiz?

Bir de küçük bir düzeltme; “Devlet karşısında paralize edilmekten” ben de söz etmedim; ben “devletin paralize olmasından” söz ettim; ” yani devleti, karşısında hareketsiz kalarak paralize etmek, hareketsiz hale getirmek, yıkmak mümkün değildir” dedim!

Çünkü sen, 38 nolu mektubunda,“… biz hareket etmediğimizde devleti hareketsiz bırakırız” demiştin!

Paralize etmek, “kıpırdayamaz hale, yani hareketsiz hale getirmek” demektir!

“hareketsiz hale getirmek” ,”Devletin dışına çıkalım, yani devleti terk edelim” demek değildir!

Ve şimdi bunu kastettiğini bu vesile ile anlamış oluyoruz; ancak, yanlış hatırlamıyorsam, tam da bu konuda galiba BORGA kardeşimiz gerekli cevabı vermişti; fazla uzatmaya gerek yoktur, ama düzeltme düzeltmedir ve düzelttim bitti; mektubum da bitti.

Fikret Uzun

18-Ekim-2015


19 Ekim 2015 Pazartesi

AN KARA SONRASI SİZE DAHA NE ANLATAYIM



Merhaba,

Bizde çok anlamlı deyişler vardır:

“Olanla ölene çare yoktur!”

“Aklını kıçına takmak!”

Evet, bir miting için yola çıkılmıştır, henüz miting başlamadan patlayan bir bomba ile miting başlamadan dağılmıştır ve seçim propagandaları için yapılacak pek çok mitingten de vazgeçilmiştir!

Ve ölenlerin analarının, babalarının ailelerinin en yakınlarının ocaklarına kor gibi ölüm acısı düşmüştür!

İşte olan budur ve ölenler bizim insanlarımızdır; yani ezilen ve sömürülenlerin evlatlarıdır!

Bu olanlara ve ölenlere çare yoktur ama bundan sonrası için çareler vardır!

Peki bundan sonra ne yapacağız? Yani bundan sonrası için çare nedir, hiç düşünüyor muyuz?

Mesele budur!

“Olmasaydı, ölmezlerdi!” çıkışı ise, Karataş’ın genel çizgisi ile tutarlıdır; hayatın her alanında, insanı ve haliyle hümanizmi öne çıkarmakta ve buna sadık kalmaya çalışmaktadır; bu anlamda insana ve yaşama vurgusu anlaşılırdır; ancak bu kendi içinde tutarlı olan çizgisi, gerçeklerle olduğu kadar, devleti reddeden yaklaşımı ile de çelişkilidir; bununla birlikte, geçmişte olsun, şimdi olsun, ucundan olsun, bütünüyle olsun, diyalektik ve tarihsel materyalizmi tutarak referans alıyorsa bu, devleti reddetme yaklaşımı ile bağdaşmaz ve çelişki burada daha vahimdir; ve hepsini topladığımızda, bir, Karataş, gerçekte kapitalizm sınırlarında bir çözüm peşindedir; iki, Karataş’ın düşüncelerini şekillendiren materyalizm değil, idealizmdir!

Marxizm ise anti-hümanisttir ve bu teorik bir sorundur; komünizm ise pratik hümanizmdir; bu da pratik bir sorundur!

Yani Marxizm, insana değil, bir ideoloji olarak “insancılığa” karşıdır!

Çünkü “genel olarak insan” tanımı ve bu tanımdan kaynaklanan hümanizm, belli bir sınıfın bakışını ve daha çok da yanılsamasını ifade eder; hümanizmin kaynağı,”doğuştan gelen haklar” düşüncesidir; buna göre toplumsal konumdan soyutlanmış olarak alınan insana “doğuştan elde ettiği” bir takım haklar ithaf edilir; sadece doğarak elde edilen bu haklar, burjuva özgürlük anlayışının temellerini oluşturur; burjuva özgürlüğünün ayırıcı özelliği sınıfa değil, genel olarak insana dayanıyor görünmesidir!

Ve evet, çok doğrudur; “Türkiye çok kötü sıkışmıştır. Böylesi vahşi oyunlarla kendisini kurtarmaya çalışabilir.”

Peki ama bu önermenin içi nerede? İçine ne koyarsak doldurabiliriz?

Elbette ki bu önerme, emek-sürecinin belirleyiciliğini ve hâlâ belirleyici olduğunu varsayar; tarihin motorunun sınıf kavgası olduğu önermesinin hâlâ geçerli olduğunu varsayar; öyleyse emek-sürecinden yükselen, keskinleşen çelişkilerdir bu sıkışmayı yaratan; sınıf savaşının keskinleşmesinin ifadesidir bu sıkışma ve öyleyse, bu çelişkilerden, bu çelişkilerin keskinliğinden kimse kurtaramaz kendisini; demek ki kimsenin hareketi, bu çelişkilerden bağımsız değildir; demek ki, hareketlilik de, hareketsizlik de, bu çelişkilere bağımlıdır!

Demek ki öyleyse, “olmasaydı ölmezlerdi” demekle mesele çözülmüyor!

Ve evet, 1- “Devlet iyi şeyler yapamaz”, bu da doğrudur ama hem soyuttur ve hem de, bu soyutluğa rağmen, yani onu biz anlıyor olsak da, yine de eksiktir; 2- “Devlet bize ait değildir”, bu da doğrudur ama bir çelişki içeriyor; bu çelişki de,” bize ait olsaydı (Karataş’ın “devlet” tahliline ve yaklaşımına göre) iyi şeyler yapabilir miydi? Sorusunu içeriyor; 3- “Devlet bizim hareketlerimizi kullanıyor”, bu da doğrudur ama bunun karşılığı devletin yanlış politikalarının karşısına dikilmeden, hareketsiz kalarak durmak değildir; fakat bu, devletin elbette yanlış hareketlerden yararlandığı, o halde doğru hareketler içinde olmak gerektiği önermesini varsayar ki, Karataş bunu “Komün kültürünü geliştirmek zorundayız” diyerek dile getirmiş; ama bunun da hareketsiz kalmayı varsaymadığı açıktır ki, öyleyse Karataş çelişkiyi daha da derinleştirmiştir!

Ancak devlet, karşısında hiç hareket olmasa da, olması gereken kendi hareketinden vazgeçmez, dolayısıyla karşısında yaprak kımıldamasa, gene de hareketsiz kalmaz; yani devleti, karşısında hareketsiz kalarak paralize etmek, hareketsiz hale getirmek, yıkmak mümkün değildir; böylesi düşünceler, bugünün beş yaşındaki cingöz çocuklarının zekâsı için bile alay konusudur!

Evet, burjuvazinin devleti, ezilen ve sömürülenler için iyi şeyler yapamaz; yapmaz; ama tekellerin devleti, sadece ezilen ve sömürülenler için değil, sınıfsal konumu nedeniyle, kendisine yakın dursa da zenginlik katsayısı hızla düşen burjuva katmanlar için de bir şey yapmaz; hele proleterleşmenin eşiğinde eski günlerini arayan küçük burjuvalar için hiç iyi şeyler yapmaz; kendi sınıfı için iyi şeyler yapan burjuva devlet; tekellerin elinde, yalnızca az sayıdaki devasa zenginlik sahibi tekeller ve onlarla eşit olmasa da, onların bu zenginliğinden az da olsa pay alan gene sınırlı sayıdaki zenginler için iyi şeyler yapabilir; demek ki, burada asıl eyleyen burjuvalardır, tekel sahipleridir, devasa büyüklükteki zenginlikleri üreten şirketlerin sahipleridir; ve işte kapitalizmin gelip dayandığı yer burasıdır ve işte burası, bu devasa zenginlerin elindeki sömürü ve zulüm düzeninin çürüdüğü, kokuştuğu, can çekiştiği yerdir!

İşte bunun için, bu insanlık düşmanı yaratıklar, karşısındaki devasa büyüklükteki kitleyi, köle sürüsünü, canlı cenaze misli ayakta tutarak, düzenlerinin, bu düzeni ayakta tutmak için kullandıkları devletlerinin pratik ölümlerine çare yaratmaya çalışmaktadırlar!

Ve işte bu yüzden, devlet, bir süreliğine, ezilen ve sömürülen sınıflara ait olmalıdır; olmalıdır ki, ezilen ve sömürülen sınıfların hem ezgiden ve sömürüden kurtulmasının, hem bu ezgi ve sömürünün baş aktörleri olan sınıfların zapt-ı rapta alınmasının ve hem de onlarla birlikte kendilerinin de varlığını sonlandırmanın tarihsel – nesnel zamanını ve koşullarını sağlayacak kapıları ardına kadar açabilsin ve böylece, dünyayı sınıf - insanlardan, insan gibi insanların eline bırakabilecek tarihsel-nesnel koşulların yaratılmasının önündeki engelleri kaldırabilsin!

Bunda bir kez ve hatta iki kez başarısız olundu diye, bunun olmayacağına kanaat getirmek ve bu kanaat ile birlikte devlete karşı inkârcı bir yaklaşım sergilemek, tiyatro değilse ve bir burjuva işi değilse, ahmaklığın dik alasıdır!

Yani demek ki, işçi sınıfının ideolojisine sadık kalan ve bundan güç alanların, hesaplarını devlet üzerinden, devlete bağlılık üzerinden, devletsiz yapamayacaklarını düşündükleri için değil, devletin tarihsel-nesnel koşullarını ortadan kaldırmak, dolayısıyla onu da ortadan kaldırmak üzere hesap yapmaktadırlar!

İşte bunun için, devletin, bir çırpıda, tarihsel –nesnel şartları oluşmadan ortadan kalkamayacağını söylemekten geri durmazlar; işte devlete karşı en tutarlı yaklaşım budur; öyleyse örnek olsun, Karataş’ın yaklaşımı da, BORGA’nın yaklaşımı da bu durumda en tutarsız ve en anlamsız yaklaşımdır!

Diğer yandan Karataş, “…dünyanın birçok yerinde komünler yayılmaktadır” diyerek çarenin adresini vurguluyor ve biz biliyoruz ki, örnek olsun Kürtler Rojava’da, İsviçre’deki Kantonal yapıyı referans almıştır ve bunu ilan da etmiştir; ancak, İsviçre ile birlikte, Avrupa’da bazı ülkelerde de, mesela Fransa’da da var olan Kantonal yapı, oralarda, bir “ortakçı “ ve “eşitlikçi” yapının, yani “sosyalist” bir yapının olduğunu ve ilaveten “devlet”in olmadığını değil; kapitalist bir düzenin ve devletin var olduğunu gösteriyor!

Sosyalistler, Kantonal yapıya evet, komüne evet ve devlete de evet ama kapitalist devlete değil, sosyalist devlete evet diyorlar; yani bir sosyalist devletle birlikte komüne, kantona evet diyorlar; işte BORGAgillerden de, Karataşgillerden de sosyalistlerin ayrıldığı nokta burasıdır!

Demek ki, Kürtler gibi, Karataş’ın önerisi ya da talebi de, başka ya da bambaşka bir dünya önerisi değildir; her ikisi de, insanal kurtuluşun gerçekleşebileceği bir dünyayı önermiyor ya da talep etmiyorlar; bunun yerine, Karataş, hareketsiz durmayı ve böylece devleti hareketsiz bırakmayı öneriyor; ya da hareket olarak, insanlara komün kültürünü aşılamayı öneriyor; bunu da daha önceki referans noktalarından anladığımız kadarıyla, tek tek bireylerden; bu bireylerin bireysel kurtuluş için ayağa kalkmalarından talep ediyor!

Yani,”Farklı bir devrimci mücadele kültürü geliştirmek zorundayız” doğru sayabileceğimiz önermesinin içini, bu yanlış önermeler ile doldurmaya çalışıyor!

Demek ki, Karataş’ın “çaresini” referans alırsak, bu önermelerinin peşine takılırsak, ölmekten, kırılmaktan ve “devlet” ten, daha çoook zaman kurtulamayacağımız anlaşılıyor!

Oysa çare çok karmaşık değil ama doğru dürüst soyutlama yapılamadığı için karmaşık kalıyor ve belli ki istenen tam da budur; oysa “devlet” tahlili, tarih felsefesiyle, tarih bilinci ile yapılırsa, daha önce insanlar “devlet” olmadan yaşayabildi ise ve bu yaşamı koruyamayıp,”devlet”in varlığı ile karşı karşıya geldi ise, “devlet”in olmadığı bir tarihsel-nesnel zamanın geleceğini de kabul etmek durumunda olduğumuz kendiliğinden ortaya çıkacaktır!

Fakat bunun, yani devletin olmadığı bir tarihsel-nesnel zamanın ve koşulların kendi kendine olmayacağı ama uzaydan gelen insanlarla ya da ruhani bir gücün dahli ile de olmayacağı çok açıktır; elbette devletin karşısında hareketsiz durarak da olmayacaktır; öyleyse bu işin kapısı, bugünün tersine dönmüş dünyasının, tersine dönmüş bilincinden kurtulmuş insanları ile açılacak ve devlete gereksinim duymayacak bir nesnel-tarihsel zamanın şartları oluştuktan sonra, devletsizlik kapısı ardına kadar açılmış, devlet kapısı ise ardına kadar kapatılmış olacaktır!

Bu da, öncelikle az sayıda insan dışındaki insanoğlunu sonsuza kadar zapt-ı rapta almak için dünya çapında bir mekanizma olarak dizayn edilmeye çalışılan devleti elinden kesinlikle bırakmak istemeyen egemen sınıfların az sayıdaki üyelerinin ve baş aktörleriyle birlikte işbirlikçilerinin her anlamdaki egemenliğinin ve ardından bu egemen sınıflarla birlikte, egemen olmayan, ezilen ve sömürülen sınıfların da ortadan kaldırılmış olması demektir!

İşte bu tarihsel-nesnel zamanın koşullarında, sınıflar ve elbette kavgası olmadığı için, devlete de demokrasiye de ihtiyaç olmayacaktır!

Ancak bu koşullar, hele ki, ABD emperyalizminin ve onun tepesinde kurulu olan ve az sayıda zengin ama devasa zengin bir sınıfsal zümre, kendileri dışındaki insanoğlunu topyekün köleleştirmek ve ona dünyayı cehenneme çevirerek, kendisine sonsuza kadar süreceğini sandığı bir cennet inşa etmenin planlarını yaparken, bu planlarını gerçekleştirmek için dünyanın neredeyse her coğrafyasında kanlı ayak izleri bırakmışken ve hâlâ daha yüzlerce hatta binlerce, milyonlarca insanı öldürme pahasına bu planlarını uygulamaya devam ederken, bu kara yüzlü, kanlı elli, taş vicdanlı, paraya tapan insanlık düşmanlarının karşısında, bu insanlık düşmanları karşısındakilerin yanlış ya da doğru hareketlerinden yararlanıp, onları öldürüyor, kırıyor diye hareketsiz durmayı ve bunun yerine, bu insanlık düşmanı, karayüzlü, eli kanlı, vicdanı taş tutmuş, paraya tapan zebanileri zapt-ı rapta almadan, egemenliklerini bastırmadan, onların egemen olduğu ve bu egemenlikleri karşısında hareketsiz durmaktan başka çare gösterilemeyen bir iklimde, insanların kafasına bir kültür misli soka soka, “komün” adacıkları biriktirerek hareket etmeyi önermek, insanoğlundan bunu talep etmek, akılla bağlı değildir ve ahmaklık değilse, ruhani bir gücün eseri de değilse, tamı tamına bir burjuva işidir ki bu da bugünün gelmiş ve gelecek suçlarına bile- isteye ortak olmak demektir!

Bu suçu, insana ve hümanizme vurgu yaparak, bir milim hafifsetemeyiz!

Ve en sonu, bu tür yaklaşımlarla sarmalanmış tartışmalarda insanları, “olmasaydı mı ölmezlerdi?” , ”olsaydı da ölürler miydi ?”; “hareketsiz durunca mı yıkılır, inadına hareketle mi yıkılır?” sorularını taşıyan kayıklara bindirmek için ama asıl sorunların ve çelişkilerin bulunduğu kayıklardan indirmek ya da binilmesini engellemek için akılların takılı kalmasına hizmet etmekten kurtulamayız!

Demek ki, vardığımız yerde, bir kayıkçı kavgası misli, duygusal hezeyanlar eşliğinde süren bu tartışmada, nerede durduğunu netleştirmek için, herkesin, yukarda işaret ettiğim iki deyişi dikkatle süzgeçten geçirmesinin gerekliliği açığa çıkmıştır!

Bu açıklık, “çare var ve bu çare, hareketsizliği varsaymamaktadır; hatta kabul bile etmemektedir! Ve işte bu kayıkçı kavgasının ve şaka gibi önermelerin, bu açıklığı örtmek için" olduğunu işaret etmektedir!

Ama akıl var izan var, bu demek değildir ki, yanlış hareketleri varsaymak ve hatta onları kabul etmek gerekir!

İşte sosyalistler bu yüzden aklı referans alıyor, akla vurgu yapıyor; işte bu yüzden Kürtlere, girdikleri o aklı yedi kat yerin dibine sokan karanlıktan çıkması için haykırıyor ve “o karanlıkta olduğunuz sürece sizinle birlik olmayız!” diyorlar; çünkü aklımızı da fikrimizi de elimizden almaya çalışan bu karanlık mekanizmaların kuşatması altındayız; bu kuşatmayı yaramazsak, aklı egemen kılamazsak, dolaysıyla hangi teorinin bize ait olduğunu kavrayamazsak, hangi kayığa bindiğimizin pek bir önemi olmadığını da anlayamayız ve her halükârda egemen sınıflar kazançlı çıkarlar; bu kazançlarıyla egemenliklerine egemenlik katarlar, ezilen ve sömürülen sınıflar ise biraz daha düşkünleşirler!

Öyleyse demek ki asıl olan neymiş? Çare nerede imiş?

Egemenliğin, ezilen ve sömürülen sınıfların, yani emekçi halkın, işçi sınıfının ellerine geçmesi imiş; yani zulmeden ve sömüren sınıfların elinden alınması imiş; ve yeryüzünden “egemenlik” sözcüğünün bile kazınması imiş; ve bunun ise, herhangi bir egemenlik kurmadan olmayacağı imiş; egemenlik kurmadan, egemenliğin zapt-ı rapta alınmasının mümkün olmadığı imiş; bu olmazsa da egemenlik sittin sene egemenliğinden bir şey kaybetmez imiş!

Mektubumun başında öne çıkardığım iki deyişi rastgele ortaya atmadım; burada tartışmaya katılan pek çoğunun, Karataş ve BORGA en başındadır, mektubumun başından itibaren dikkat çektiklerime, inanıyor olup olmamalarından bağımsız, kendilerinin de vakıf oldukları açıkken, yine de, üstelik duygusal şokun etkilerinden önemli oranda uzaklaşmış oldukları halde, Karataş’ın önerdiği veya talep ettiği kayıkçı kavgası misli tartışmaya balıklama dalmaları, düşüncelerimi bu deyişler üzerinden kurgulamamı zorunlu kılmıştır!

Ne demiştim? “Size daha ne anlatayım?” Kim ipledi? Hiç kimse!

Peki bu anlattıklarımın, daha önce anlattıklarımdan farkı var mı?

Peki kim ipleyecek? Kuvvetle muhtemeldir ki, gene hiç kimse (istisnalar her zaman olur ve en baştan ayırdığımı dikkatli okuyucu anlamıştır)!

Öyleyse niye konuşuyoruz? Boşa mı?

Hayır, boşa konuşmuyoruz; elimizde tek kalan “tarihe not düşmek” için konuşuyoruz!

Tarih mi?

Çok hızlı akıyor ve her gün yığınla turnusol taşıyor; hepsi burnumuzu gıdıklıyor ve bizi herhalde ağlanacak halimize güldürüyor ki, görmezden, duymazdan, anlamazdan gelmeyi marifet sayıyoruz!

Çok mu ağır konuştum?

Öyleyse Karataş’ın dedikleri ile tartın, belki Karataş’ın dediklerine kalkan, benim dediklerime mızrak olup “devrimciliğinizi” konuşturursunuz!

Benim gibiler de olmasa, “devrimciliğinizi” bile konuşturmaya ihtiyaç duymayacağınızın farkına varırsınız!

Olmadı mı? O halde BORGA’nın, en sonu, Karataş’ı “bu tartışmayı ne iyi ettin de açtın” der misli,“teşekkür”le uğurlayan mektubunu okuyun!

Fikret Uzun

16- Ekim-2015

16 Ekim 2015 Cuma

Devrim ile Darbe



Devrim ile darbe
Engels, ölümünden bir yıl önce, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850” kitabına yazdığı “Giriş”te, 19. yüzyılda hemen her yerde kabul edilmiş, halkların “devrim hakkı”ndan söz eder. Egemen sınıflar bile, iktidarı ele geçirmek için giriştikleri komploları bu meşru “devrim hakkı”na dayandırmaya çalışırlar. 20 yüzyılda “devrim hakkı”nı emperyalist Avrupa ülkelerinin işçi sınıfları değil, başta Rusya işçi sınıfı olmak üzere, Türkiye, İran, Çin, Kore, Vietnam, Meksika, Küba benzeri emperyalizmin saldırısı ve sömürüsü altında yaşayan halklar kullanır. İkinci Paylaşım Savaşının içinden doğan Doğu Avrupa “halk demokrasileri”ni de bu halkaya ekleyebiliriz. Emperyalist kapitalist sistemin temel politikası insanlığı devrimsizleştirmek için savaş, işkence, eğitim, edebiyat, hukuk, kilise ve cami, seçim ve parlamento vb. her türlü aracı seferber etmek olmuştur. İnsanlığın kapitalist üretim ilişkileri dışında bir toplumsal yaşam oluşturabileceği düşüncesi ve iradesini kırmak için dev bir silah sanayiinin yanıbaşında ondan daha büyük bir ideolojik araçlar sanayii yükselir. Artık meşru olan emekçilerin “devrim hakkı” değil, sermayenin “karşı-devrim hakkı”dır.
Göz kırpan devrimin peşinde
Engels, Marx’ın 1848’i çözümleyen eserini, “çağdaş tarihin bir parçasını, verili ekonomik temeli üzerinde kendi materyalist anlayışıyla ilk açıklama girişimi” olarak değerlendirir. Marx, 1848 Devriminin Fransa’daki gelişimini, devrimde etkin sınıfların ve partilerin her dönemeçte aldıkları tutumu, ayrıntılı biçimde inceler. Cumhuriyeti yeniden kurmak isterken, Louis Napolyon’un diktatörlüğüyle sonuçlanan devrim, proletaryanın ilk kez bağımsız politik varlığıyla sahneye çıkmasını sağlamıştır, ancak bu sınıf deneyimsiz ve yeterince örgütlü olmadığı için, devrimin kazananı burjuva sınıfı olmuştur.
Marx, politik söz ve taleplerin ardında yatan çıkarları araştırır; söylenen, yapılan ve ideolojik yanılsama içinde algılanan arasındaki bağları somut olayların gelişimi içinde ortaya koyar. Bugünün baştan aşağı yalan ve entrika üzerine kurulu burjuva politikasını, bu kitapta, bir devrimin büyük olayları içinde ve henüz başlangıç düzeyinde görüp tanımak mümkündür. Marx, burjuva toplumunun gerçek işleyişini örten perdeleri yırtarak, tarihi ve toplumu belirleyen dinamikleri gün ışığına çıkarır. Marx’ın eseri, büyük Haziran Ayaklanmasında bize “göz kırpan devrim”in peşinden koşarken, “devrim hakkı”nı yeniden kazanma ve yaşama geçirmede başvurulacak temel kaynaklardan biridir.
“Darbe” karşıtlığının anlamı
Devrimler sınıf savaşımlarının en net ve keskin çizgileriyle ortaya çıktıkları zamanlardır. Böyle olmakla birlikte, Marx’ın çözümlemesi, her şeyin ne kadar bulanık ve açıklıktan uzak olduğunu göstermektedir. Her sınıf, isteklerini elde etmek isterken, bambaşka sonuçlarla buluşmaktadır. Bugün “Arapa Baharı” diye kodlanan ayaklanmaların, Arapların 1848’i olarak değerlendirilmeleri boşuna değildir; ortaya çıkan İslami ve askeri rejimlerle, ayaklananlara karşı hapishaneye dönüşen Arap ülkelerinde görüldüğü gibi, 1848’de, işçi sınıfının burjuvalarca çalınmış devrimleridir.
“Devrim hakkı”nı elimizden alanlar, “darbe hakkı”nı tepe tepe kullanıyorlar. Seçimleri darbeye, darbeleri seçime çıkıyor; ama emekçi sınıfların sömürüsü ve toplumsal kaynakların yağması üzerinde yükselen iktidarlarının temel niteliği değişmiyor. 1848’den beri ve Marksizmin bilinç açıcı katkısıyla onların ne denli “demokrat”, ne denli “darbeci” ve “devrim düşmanı” olduklarını pek iyi biliyoruz. Onların lafta “darbe karşıtlığı”, gerçekte duydukları devrim korkusunu bastırma girişimidir.
8.9.2013
Fikret Uzun