17 Eylül 2015 Perşembe

BUGÜN EN BÜYÜK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 2



BUGÜN EN BÜYÜK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 2

Karataş arkadaş, bir düzeltme yaparak başlamak istiyorum ama daha önce, dediklerimin arkasında olduğumu vurgulamak için, eğer bütün emekçiler kardeş ise, asker ve polis kaputu altına sokulmuş olan ve son tahlilde kendileri de emekçi olan emekçi çocuklarının birbirlerini boğazlamalarını, hem de bunu intikamcı bir yaklaşımla yapmalarını kabul etmemek, bundan doğan acıları yüreklerde hissetmek ve paylaşmak, anlaşılmaz bir şey değildir, yadırganacak bir durum da değildir; kim ne derse desin, burada gerçek bir gönüllülük yoktur; hele asker kaputu giyenler açısından bu hiç yoktur; ama kapitalist üretim biçiminin dayattığı zor, burada da boylu boyunca vardır; bir silah fabrikasında silah üretmek için çalışan emekçilerin durumundan farklı bir durum da yoktur; hatta birinci savaşta da ikinci savaşta da birbirlerini boğazlayan emekçilerin durumundan farklı bir durum da yoktur ; ne ki, pratik farklıdır ve düşüncelerimizi pek de kale almamaktadır; buna karşın, kabul etmediğimiz bu olgunun karşısında, pratiğin zorlamasıyla çaresiz kalmak, bu kabul etmemek yaklaşımımızı yadırgamaya gerekçe yapılamaz!

Bunu idrak edememek, bir kafa karışıklığının ve/ya da olaylara intikamcı bir yaklaşımla bakmanın; yahut da Kürt meselesine fetiş bir biçimde yaklaşmanın ifadesidir; böyle olduğu, bir taraftan “barışın dili” fetişleştirilirken, öte yandan ille de “soykırım” çerçevesine sokulmak istenen Ermeni tehciri üzerinden, intikamcı duyguların, sınıfsal yaklaşımın önüne geçmesine çanak tutmakla çok açık biçimde görülmektedir!

Ve ne ilginçtir ki, burada da devlet politikaları ile en azından egemen sınıf açısından resmi politikalarla senkronize olan bir tutumun varlığı göze çarpmaktadır!

Düzeltme konusuna gelince, mektubumda “Kemalizm olmasaydı ne olurdu? “ şeklinde bir soru yoktu; bunu çağrıştıracak bir ifade de yoktu; sorsaydım da abesle iştigal etmiş olmazdım; üstelik böyle bir soru sormayacağımın açık işaretlerini taşıyan ifadelerim de mevcuttu; hatırlarsan, “Mustafa Kemal’in”, bu tarihsel-nesnel kategorinin dünyaya gelmesinde sadece bir vesile olduğunu; yani Mustafa Kemal olmasaydı da tarihin akışının öyle ya da böyle, ümmet kategorisini ulus ve halk kategorisine sürükleyeceğini” vurgulamıştım!

Bu ayrı, ama sormadığım bir soruyu dayanak yaparak, oradan ifade kurgulamak, pek alışık olduğum bir yaklaşım değildir!

Ayrıca Kemalizm’in gelmesine methiye düzmediğim de çok açıktır! Senin deyiminle Kemalizmin gelmesini muhteşem bir olay olarak da görmediğim açıktır!

Sadece şimdi değil, Kemalist politikaların en revaçta olduğu zamanda da bu yaklaşımı koruyorduk ve Türkiye’nin sol/sosyalist siyasal tarihinin önemli bir bölümünü, Kemalizmi aşmak isteyenlerle Kemalizmle sosyalizmi terbiye etmek isteyenler arasındaki mücadelenin doldurduğunu da görüyorduk!

Öyleyse, şimdilik bilerek bir çarpıtma içine girdiğini düşünmek istemediğimi ama bu yaklaşımının gözümden kaçmadığını bir yere not etmelisin!

Bu minvalde kurguladığın ifadelerinden ise ne yalan söyleyeyim, pek bir şey anlamak zor; ama eninde sonunda BORGA’nın ve türlerinin vardıkları noktaya ve takıntılı bir halet-i ruhiye içinde varmaktan başka bir sonuç taşımıyorlar ki, pek çok kere karşı savlarımı ve açıklamalarımı Marxist-Leninist teoriye dayanarak yaptığımı sen de biliyorsun ve hâlâ somut, bilimsel, hatta ikna edici bir açılım getirmeden bu vargılarını tekrarlaman, bana söz bırakmıyor; en azından bir süreliğine, en azından daha önce kurguladığım ifadelerden başka ifadeler kurgulayana kadar!

Örnek olsun,”Ortadoğu’da olup bitenler sermayelerin merkeze alınma girişimleridir. Sermaye kendi haline bırakıldığında merkeze doğru bir eğilim gösterir. Ancak yaşadığımız zamanda merkezlerdeki sermayenin eriyen eğilimi, toparlanan eğiliminden çok daha yüksek ilerlemektedir.” Diyorsun ki ben bundan bir şey anlamıyorum ama bir tutarsızlık içerdiğini görebiliyorum!

…olup bitenleri, hem sermayenin merkeze alınması girişimleri olarak niteliyorsun; hem de bir girişime gerek olmadan, yani kendi haline bırakıldığında, sermayenin eğiliminin merkeze doğru olduğunu söylüyorsun; eğilim merkeze doğru ise bu girişim niye ve zaten merkeze doğru bir eğilim varsa, merkeze çekme girişimlerine karşı bu çatışma nedendir? Diye sormak gerekmez mi?

Oysa hayır, olup bitenler, HDP’nin bu olup bitenler karşısında bile hâlâ çağırdığı ya da belki de yakardığı “çözüm”e ayar vermenin, bu formülasyonla elde edilecek kazanımları artırma çabasının acı yansımasıdır; ama asıl özü ise BOP’ tur,BİP’ tir ve Yeni Dünya Düzenidir; yani Ortadoğu’da da, dünyada da bir amerikan pax’ı için çırpınışların gelip dayandığı son noktadır!

Bu noktada ABD emperyalizmi, içini bir türlü fiziksel olarak dolduramadığı “yap-işlet-devret “misli,“ Eğit –donat-Arapların üzerine fırlat” formülasyonu ile Kürt savaşçılarla bir vasalite ilişkisi kurup, güçlendirmek ve Ortadoğu’da emperyalistlerin çıkarlarına karşı sorun çıkaran güçlerle savaştırmak ki bu noktada ABD emperyalizminin çıkarları ile Kürtlerin çıkarlarının senkronize olduğunu söylemeye bile gerek yoktur; diğer yandan, Türkiye’nin BOP Eşbaşkanlığını da IŞİD ile savaşımın merkez karargâhı yapmak, yani kimilerinin yaptığı gibi, ölmek üzere olan ata ne kırbaç vurmak, ne de tekme atmak ama ölmeden önce ateşteki son kestaneleri de aldırmak politikası vardır.

Öyleyse, olup bitenleri, Kürtleri ve Kürt siyasal hareketini devrimcisizleştirme operasyonu olarak da nitelemek mümkün ve yerindedir!

Bir başka örnek de şöyle; ben, “komünistlerin, başka bir bağ peşinde olduklarını; yani, ne bir devlet, ne bir ümmet, ne bir ulus, ne de piyasa peşinde olduklarını aksine, bütün bunların ötesinde, bir insanlar toplumu oluşturmanın peşinde olduklarını ve tarihin akışına içerilmiş mantığın da bunun peşinde olduğunu ve insanlığa da bunu önerdiğini ama önce bu önermenin muhatabı olan insana ulaşmak gerektiği konusunda yaşadığımız sorunları aşmamız gerektiğini vurguluyorum!


Sen ise, “Sorunların devlet ve sermaye kaynaklı olduğundan; devlet ve sermaye ilişkisini geriye çekmekten ve bu sorunlar ile ilgili kaldığımız oranda kırılma ve bilinç erimesi yaşamaktan, bunu yaşamamak için ise, devletle olan ilişkiyi kesmek gerektiğinden dem vuruyorsun ki işte ben bunlardan hiçbir şey anlamıyorum;yani neyi kastettiğini kestiremiyorum!

İnsan ile ilgili söylediklerin ise tam bir idealist nakarat mislidir; sınıflı toplumda, sınıfın önüne insanı koymak,zaten burjuva ideolojisinin en has marifetlerinden biri iken, bir M-L rengine bürünen senin bu soyutlamanın şampiyonluğuna soyunman çok daha anlaşılmazdır!

Bence, cümlelerde tasarrufa gitmeden, en uzun haliyle, bu derme çatma, kırık dökük ifadelerini bir bütünsellik arz edecek şekilde toparlayarak, tam olarak ne demek istediğini, M-L teorinin hangi aksiyomuna, hangi tezine,hangi temel teorisine dayandığını göstererek bize açıklaman oldukça netleştirici olacaktır; aksi taktirde, eleştirilerimizin de pek bir geçerliği olmayacaktır; birkaç şıklı cevaptan hangisini işaretlersek işaretleyelim, üretilen sorular senin bu derme çatma ifadelerinin üzerinden yükseleceğine ve cevaplarını da ona göre işaret edeceğimize göre, “hayır ben öyle demek istemedim” deme imkânın her zaman olacaktır!

Öyleyse, ya gene bir tekrarlar zincirinin fasit dairesi içinde devinme yoluna gireceğiz, ya da, zahmet edip, daha önce dediklerimi en sertinden eleştirerek süzgeçten geçirip, bozuk plak misli tekrar edilen bilim dışı ve üstelik resmi ideoloji ve politikalarla senkronize olan vargılarınıza yönelttiğim eleştirilerin nesine itiraz ediyorsunuz da, hâlâ somut, açıklayıcı, bilimsel dayanaklar ile desteklemeden, ikna edici açıklamalar yapmadan aynı vargılarda diretiyorsunuz, bize bunu anlatacaksınız!

Bu da olmazsa, dediklerimiz, tekrar da olsa, ya sırf tarihe not olmak üzere ortaya konulmuş olacak, ya da birbirimizi anlamak ve birbirimizi anlatabilmek için, başka ve daha önce kurgulanmamış ifadelerle aydınlatıcı sorular ve ikna edici cevaplar üreteceğiz!

Ancak böyle birbirimizi anlayabiliriz ve ortada bir sinsilik ve üçkâğıtçılık mı var, yoksa gerçekliğe dair bir eksikli kavrayış mı var veyahut da gerçeklere karşı müzmin bir düşmanlık mı var? Bu netleşecektir; ancak bundan sonra, tartışmamız son derece basit, anlaşılabilir ve anlatılabilir bir zemin üzerinden ilerleyecektir; böylece de, kimin sinsilikte ve üçkâğıtçılıkta ısrarcı olduğu, kimin bu sinsi ve üçkâğıtçı tutumların yüzüne gerçekliğin aynasını tutmada ısrarlı bir inat sergilediği açıklıkla ortaya dökülecektir!

Böyle bir zemini sağlayacağımıza inanarak, sıklıkla ve hiçbir zaman bilimin kuyruğunu bırakmadan açıklık getirdiğim, fakat bir arpa boyu bile ilerleme kaydedemeden bozuk plak gibi tekrarladığınız olgu ve kavramların (Kemalizm-Laiklik- devlet ) üzerinden bir kez daha tartışmayı başka bir zamana bırakarak, yani saklı tutarak, tartışmayı “din” ve “ tanrı” üzerinden sürdürmek istiyorum!

Çünkü kullandığın terimler, yer yer benim kullandıklarıma denk düşüyor ancak, bu terimlerle kurguladığın ifadelerinin, aynı sonucu yansıtıp yansıtmadığından, yani kastettiğinin tam olarak ne olduğundan emin değilim; bu yüzden de, sözünü ettiğim zemine ulaşmak için biraz uzun bir açılım yaparak, bu konuya Marxist-Leninist teori ile beslenen bir düşünsel bakışla açıklık getirmeye çalışacağım!

Ama önce, sormadığım sorunun yerine, gelecek açısından önemli olan, Laikliğe dair bir soru sorarak net bir şekilde yanıtlamak istiyorum!

Sorumuz şudur:“Cumhuriyetin kurucu kurumu neden laik cumhuriyetten vazgeçip ılımlı İslam cumhuriyetinde karar kılmıştır?”

En basit ve en net yanıtı ise şöyle olmalıdır:

“Egemen sınıflar ve onların yönetimi, ancak böyle yönetebileceklerini gördüler de ondan; yönetenler, Cumhuriyetin yarattığı yeni insan tipinin, bu biçimiyle yönetilmeye elverişli olmadığını gördü; büyük zenginler bu yeni insanın bu biçimiyle sömürülmeye yatkın olmadığını anladılar; korktular ve geri çekildiler; yönetim dinci akımların elinde kaldı.”

Bu formülasyon, Kemalist cumhuriyetin seksen yılda kendi insanını önemli oranda yaratmış olduğunu ve sol olarak andığımız topluluğun, bu cumhuriyetin verimi olduğunu ve de Kemalizmin, bu verime karşı mücadele ederek şekillendiğini; en sonu, ayaklarının altındaki toprağın eninde sonunda kayacağını gördüğü için, büyük bir korkuyla kendi öz evlatlarına saldırdığını hatırlatan formülasyon ile bütünüyle uyumludur ve hatırlarsan bu, bir önceki mektubumda öne çıkardığım bir hatırlatmadır!

Yani laiklikten vazgeçmek, laik burjuva cumhuriyetin kurucu iradesi olan Kemalist yüksek kadroların marifetidir ve bu, bir gecede olmamıştır; demek ki bir devlet politikasıdır ve öyleyse, laikliğe karşı anti-laik nutuklar atmanın “solculuğun” şanından olduğuna kimseyi inandıramazsınız ve öyleyse “devlet”e karşı anti-devlet nutuklarınız da inandırıcı olmamaktadır; çünkü içine düştüğünüz anti-laik ve anti- devlet çukuru, gerçekte bir devlet politikasının çukurudur ve bu politikanın bir yanı anti-laik ise öteki yanı anti-devlettir!

Yani, dinin devletin gözetiminde kamu yaşamının, hatta siyasi yaşamın sınırları içine alınması, yani statü ve meşruiyet kazandırılması; devletin İslamize edilmesidir!

Bu, laik devletten, dolayısıyla hem laisizmden ve hem de mevcut burjuva devletten kurtulmak ama yerine, moderniteyi kesinlikle kabul etmeyen, ulus-devleti reddeden, cehalet ile malul bir etnik ya da dini cemaat türü devleti; kısaca, Tanzimat öncesi bir Osmanlı İmparatorluğunu koymaktır!

Bunun anlamı, doğmanın, tanrısal hukukun yerini alan insan hukukunun, kilisenin yerini alan devletin asıllarına döndürülmesi, yani yeniden tanrı bilimci anlayışın cismanileştirilmesi çabasıdır!

Öyleyse bu bir devlet politikasının ifadesi olan çaba ile mücadele etmeyip, aksine bu çabanın neredeyse müridi olarak hareket ederken, devlet ile ve sadece devlet ile kavga etmek ve sadece onu ortadan kaldırarak bütün sorunların çözüleceğine inanmak; başka ifadeyle, devleti var eden, dolayısıyla devletin, devlet olarak yüklenmiş olduğu günahların hem yaratıcısı hem de yükleyicisi olan koşulların bütün gerçekliği ile ayakta durduğu bir tarihsel zamanda, bu koşulları değiştirmeden, devleti bir çırpıda ortadan kaldırarak bütün sorunların çözüleceğine inanmak ve inandırmaya çalışmak son derece yaman bir çelişkidir!

Ve bu çelişkinin üzerine yatarak aynı tas aynı hamam ilerlemek ise, gerçekte mevcut devletin vazgeçtiği bir devlet ile kavga etmek ve aynı devletin, içine girmek için çabaladığı başka tip bir devletin içinde kendine yer hazırlamaktır!

Oysa akıl taşıyanlar, en azından aklı hâlâ bozulmamış olanlar, dolayısıyla cehalete teslim olmayanlar biliyorlar ki, aslolan, bırakalım doğmaları ve tanrısal hukukun üzerini örttüğü gerçeklikleri, işçi sınıfının kendisi, ancak, şeylere kendi gerçeklikleri içinde, burjuvazinin dayattığı hukuksal renklerle boyanmış gözlükler olmadan bakarsa, içinde bulunduğu durumu tam olarak tanıyabilir olması gerçeğidir!

İşte bunun için ideolojinin eksikliğine ve bu yöndeki şiddetli ihtiyaca dikkat çekiyorum! Ve egemen sınıfların, bu ihtiyacın gerçekleşmesini büsbütün engellemek üzere, yeniden “din”e döndüğünü hatırlatıyorum!

Öyleyse, demek ki işçi sınıfı, tüm sessizliğine karşın ve hatta tam bilincine erişmemiş bile olsa, içinde bulunduğu durumu tam olarak tanıyabilme noktasına hızla yaklaşmaktadır ki bunun karşısında burjuva hukuku yetmemekte, bu nedenle de yeniden tanrıbilimci anlayışa dönmek, son çare olarak, egemen sınıfların hem ideolojik ve hem de politik yaklaşımı olmaktadır!

Oysa burjuva ideolojisinin, daha doğrusu siyasal iktisadın gerçeği bir görüntü haline çevirerek oluşturduğu görüntüyü proletaryaya bir gerçek olarak sunan kapitalist üretim biçiminde, proletaryayı sisteme absorbe eden; onu, sistemin maddi, kültürel ve ideolojik hegemonyasına esir eden; kapitalizme karakterini veren insan-doğa ilişkisini, bir itiraz yükseltmeden kabul edilir kılan; velhasıl proletaryayı düzenin sınırları içinde tutan ve sınıf mücadelesini gizleyen bütün kurumlar mevcuttur.

Bu gerçeğin, mistik bir kabuğa bürünmüş olduğu açıktır; bu ideolojik kabuk, tersine dönüşmüş kavramların kullanımıyla her geçen gün büyüyen ve derinleşen bir kabuktur!

Öyleyse, bilimin işlevi, aynı anlama gelmek üzere ideoloji ve teorinin işlevi, kâr, ücret, dolaşım, eşitlik, özgürlük, piyasa ve bu gibi kavramlarla cambazlık yapmak değil, bu kavramların altında yatan gerçekliği ortaya çıkarmaktır ve bunu yapacak bilim, asla ekonomi-politik değildir; burjuva ideolojisi de değildir; çünkü sorun bu kavramlarda değil, dönüşümün kendisinde, dönüşümün oluş tarihinde düğümlenmektedir.

Bu bizi ister istemez, başka bir alana, bir tarih alanına götürür.

Tarih ise bize başka bir alanı, gelişimin bütünsel alanını açar; topluma dışardan bakabilme olanağıdır bu ve böylece gerçekliğin bütünsel kavranışı mümkün olabilir.

Böyle bakıldığında,”din dünyası gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” Ama burada, tarihin bu aşamasında, tanrının yerinde meta bulunur, kutsal kitapların yerini siyasal iktisat alır, tanrının o muazzam güçleri ise burada piyasada cisimleşmiştir.

Ve proletarya bu yabancılaşmayı en derin yaşayan sınıftır; o,bütün bu vesveselerin gerçek taşıyıcısıdır ve o, dini kavramaya ve dolayısıyla dinsizliğe ne kadar yakınsa, piyasayı kavramaya ve piyasanın olmadığı bir toplumda yaşamaya da o denli yakın ve yatkındır.

Ancak,“Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik tülü, üretimin, serbestçe bir araya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir şekilde düzenlenmesi sağlanmadıkça soyulup atılamaz.

Ne var ki, bu da toplum için, belli bir maddi temeli ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendiliğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi varoluş koşulunun bulunmasını öngörür.” (Alman İdeolojisi)

Bunların hepsi, ideolojiye ne denli ihtiyacımız olduğunun ve bunun ne denli mümkün olduğunun göstergeleridir!

Fakat aynı zamanda ve daha önemlisi, egemen sınıfların yeniden neden “din”e döndüklerinin de açıklamasıdır!

Öyleyse cehalete gönüllü teslim olanların, egemen sınıfların tanrıbilimci anlayışını yansıtan ideolojik ve politik disiplinine de gönüllü olarak teslim olduklarını söyleyebiliriz!

Öyleyse bu türlerin dilindeki “sosyalizm”, gerçekte “hukukçular sosyalizmi”nin de gerisine düşen “papazlar sosyalizmi“ ile “feodal sosyalizm”in amalgamasyonundan başka bir şey olmamaktadır!

İşte bu türlerin bilimsel sosyalizmden kaçmak için bin dereden su getirmeleri, tam da bu nedenledir!

Diğer yandan,“parti” kavram ve olgusunun kıymeti harbiyesini idrak edebilmiş isek, bir sınıfın birçok partisi olabileceğini ve olduğunu kabul etmek gerekir; örnek olsun burjuvazi için pek çok parti olduğunu biliyoruz; cumhuriyetçiler, demokratlar,radikal-sosyalistler, bağımsız liberaller, muhafazakârlar vesaire vesaire, sayabiliriz.

Ancak bunların, zaman zaman bir birleri ile dalaşsalar da, birbirlerine sık sık tahta kılıçlar çekseler de, ayrı ve bağımsız partiler olmadıklarını, tersine burjuvazinin tek partisinin parçaları olduğunu da biliyoruz!

Uygulamada, temel sorunlarda ve özellikle de özel mülkiyet sorununda, bütün bu farklı partiler, bir ve tek burjuva partisi misli hareket ederler!

Bunu bu gün bile görmek mümkün ama ne komik ve ne acı ki, bu konuda ahkâm kesenler bile, bu yalın gerçeğin burnumuzu gıdıklayan pratiğini görmemek için gözlerini yummaktadırlar; örnek olsun, en son Mursi ‘ye destek, yani siyasal islama, Amerikan İslamına, Ilımlı İslama destek anlamında ama “darbeye karşı olmak” adına, birbirleri ile her gün tahta kılıçlarla cenk eden BDP(artık HDP)’ sinden CHP’sine ve MHP’sinden AKP’sine, hepsi tek bir bildiri altına yan yana imza atarak dosta düşmana taraflarını ilan etmişler ve taraflarının Ilımlı İslam olduğu ama daha önemlisi şeriata dayalı faşist diktatörlüğe pek bir itirazlarının olmadığı apaçık ortaya dökülmüştü; demek ki hepsinin tek bir parti olduğunu anlamak o kadar zor olmamaktadır!

Ve şimdi, bu bayrağı BDP’den klonlanarak “Türkiye’nin partisi” yollu şişirilen HDP’nin aldığını ve şu ucube ama ucube olduğu kadar da sinsi bir slogan olan “Yetmez ama evet” sloganının mucitlerini aratırcasına, “Devlet’e hayır ama TC yönetimine talibiz “ yollu nutuklarla, şeriata dayalı bir faşist diktatörlüğe pek bir itirazlarının olmadığını göstermeleri, şarkıdaki gibi,“ hepsinin kapkara bir fidanın kapkara güller açan dalları“ olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymuştur!

Buradan şu sonucu çıkarmak zor değildir, bütün bu partiler, egemen sınıfların bir ve tek politikasına hizmet eden partilerdir; dolayısıyla bu partilerin İslamcı bir parti olması için, İslamcı bir sermayeye veya İslamcı bir tabana dayanıyor olması gerekmemektedir!

Yani “siyasal İslamın, bir İslamcı sermayenin örgütü olarak iktidar kavgası verdiği” çıkarımı, beş yaşında çocuğun zekâsına bile hakaret olmaktadır.

Artık, Türkiye’nin ve dünyanın egemen sınıflarının çok önce döndükleri “din”e dönebiliriz!

Önceki mektubumda, en büyük sorunumuzun, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumu olduğunun altını çizip en önemli sorumuzun ve sorunumuzun, ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımız olduğunu ekleyerek; ikisi de tarihsel birer kategori olan “ümmeti” başımıza koyup, “devleti” en büyük sorun yapmanın, devletten çıkmak istememenin üstünü örtmek için değilse, ideolojisizliğin dışa vurumundan başka bir şey olmadığını vurgulamıştım!

Bu vurgumu ve bu vurguya bigane kaldığını hatırlattıktan sonra, ilk vurgum şöyle ve zeminimize giriş olsun:

Türkiye’de dinci politikanın yoğunlaştırılması ihtiyacı, Türkiye’nin sosyalist iktidara doğru yürüyüşünü, egemen sınıfın, yani büyük büyük ve tekelleşme sancısı çeken zenginler sınıfının, egemen ideolojisi olan ”laik” burjuva ideolojisiyle, yani Kemalizm ile durduramamasından doğmuştur!

Bugün bu yoğunluk en üst seviyededir ve eski rejim ile yeni rejim arasında, tarihin akışından ayıramayacağımız bir zorunluluk içinde durakladığı bir eşikte, bu eşiği eşeleyerek, misyonunu öteki tarafta, yani yeni rejimde sürdürmek için kapı açmaya çalışmaktadır!

Bu zorunlu duraktaki çaresizliğin önündeki en büyük engel, Türkiye’de her zaman dinci akımlarla tam bir karşıtlık içinde olan gerçek devrimci sosyalistlerdir ve bu çaresizliğe bilerek ya da bilmeyerek çare olmaya veya sağlamaya çalışanlar ise, Türkiye’de hiçbir ilkelerinden vazgeçmeksizin yasal bir komünist partisi kurulmasına izin vermekle, bu siyasal-dinci akımlara izin verilmesini, özgürlüklerle donatılmasını aynı kefeye koyan, bu dinci akımların özgürlüklere kesinkes inanmadıklarını göz ardı eden, hatta görülmesini önleyen, sahte sol/sosyalist gömlekleri ile sosyalizm alanlarında cirit atıp akılları bozan devrim kaçkını zebaniler ve onların etkisinde kalıp, bu dinci-siyasal akımların varlık sebeplerinin, Türkiye’yi burjuva dönemin gerisine çekmek olduğu, ilkelerinden vazgeçmemiş bir Komünist Partisinin varlık sebebinin ise, burjuva dönemin sonrasını hedeflemek olduğu gerçeğini kavrayamayan, vurgun yemiş “sosyalistler” dir!

Oysa gerçek devrimci sosyalistler, dine ve namaz kılanlara saygıdan vaz geçmeden, kimsenin dini inançlarına zorla müdahale etmeyi politika saymadan, bu konuda her türlü kolaylaştırıcı tedbirlere açık olarak, devleti de dini de, yavaş yavaş sistem dışına çıkarmayı temel ilke kabul ederler!

Tanrıya inanmak için, onun önceden var olduğunu kabul etmek gerekmektedir ve “var” mı “yok” mu tartışması inançsızlık sayılmaktadır; diğer yandan, bilimsel çabanın da başlangıcında böyle bir inanç vardır ancak, bu inanca temel teşkil eden “varoluş”, mutlak değişmez bir doğru, kesin bir sonuç değildir!

Tanrı, inananlar, iman edenler için, bir mutlak egemen düzenleyicidir; bilim ise, bilime inananlar için, doğadaki ve toplumdaki düzenlilikleri, yasa diyoruz, arama ve bulma çabasıdır!

Sosyalistler, bilime ve bilimin doğrularının doğayı ve toplumu daha hızlı dönüştüreceğine inanırlar; bu inançla buldukları doğruları, inançla paylaşırlar!

Demek ki din ile bilim, uyuşmaz iki dünya ve arayıştır, bu iki dünyayı uyuşturmaya çalışmak ise bilimi, dinin kuyruğuna ve öyleyse cehaletin peşine takmaktır; başka ifadeyle egemen sınıfların ideolojik hegemonyasının peşine takmaya çalışmaktır; çünkü din ile bilimin uyuşması, ütopya üstü ütopyadır!

Dinle ilgili büyük soruların sorulduğu çağın çok gerilerde kalmış olduğu bugün bunları konuşuyor olmamız, bilim yolundan ne denli uzaklaştığımızı göstermektedir.

Oysa çoğu derin bir biçimde dinsel olan son dönem aydınlanma filozoflarının, yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açmış olmaları ve bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yerleştirmiş olmaları uzun zaman önceydi!

Büyük Fransız Devriminin Kilise karşıtı girişimleri ise, bu konudaki radikalizmin doruğu olmuştu.

Bununla birlikte, doğrudur, bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı; ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değildi; bir kaza eseri idi!

Simyacıların, büyüye ulaşmak için denemekten başka şansları yoktu ve deneye deneye kimyaya vardılar!

Antik Yunan felsefe tarihçisi Laertios’a göre,” Mısırlıların tanrılar ve adaletle ilgili felsefeleri şöyledir: Onlara göre evrenin başlangıcında madde varmış, sonra bundan dört öğe ayrılmış ve kimi canlılar oluşmuş; güneş ve ay birer tanrı imiş; birinin adı osiris, diğerinin adı İsis imi… Onlara göre evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş; yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş; ay tutulması, ayın dünyanın gölgesi üstüne düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş; Hekataios ve Aristogoras’ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak açıklıyorlarmış; adalete dayalı ve Hermes’e yakıştırdıkları yasalar çıkarmışlar, yararlı hayvanları tanrı sayıyorlarmış; geometriyi, astrolojiyi ve aritmetiği onların bulduklarını söylerler.”

Dinleri de bilimleri de yaratanlar bizleriz ve tarihin aydınlık din adamlarının ve dar kafalı bilim papazlarının mümkün olduğunu gösterdiğini de biliyoruz; dinde olduğu gibi, bilimde de bir “anlayış” sorunu vardır; ya da belki de “anlayamama” sorunu demeliyiz; öyleyse, anlayışımızı daha kapsayıcı yapmak, dinde olduğu kadar, bilimde de dar kafalılığa düşmemek için çabalamak hepimizin temel ödevidir!

Bu temel ödevin mihenk noktası şudur; bilim, hiç olmazsa bizim anladığımız haliyle, dini eleştirmeye yetkili değildir; çünkü doğma, doğmadır ve doğmatik’ i doğmatik olmamaya çağırmak, eninde sonunda onu dinin dışına çağırmaktır!

Yani Kuran’daki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar, onun doğasındadır; çünkü o inanç sistemidir ve malzemesi eski inanışlardır; sünnet olur, aptes alır; çünkü Yahudiler de sünnet olur ve sabiler de aptes alırlar; Müslümanların bir göktaşına tavaf etmeleri, inanç sahibine bilimsel olarak nasıl anlatılabilir ki?

Öyleyse, bir Hıristiyan ve Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz; kınanacaksa, ancak bir Hıristiyan ve Müslüman olduğu için kınanabilir!
Bilimle yürümek, verilmemiş yanıtlarla yürümektir. Bu gerilimi kaldırmak ise bilimsel bir terbiye ister! Din bize, sonsuz evren karşısında, kısa hayatımızı rahatlatacak basit cevaplar sunar; deyim yerindeyse sadece nefsimizi köreltir.
Din karşısında Voltaire gibi durmak gerekir; bu eleştiri yapılmalıdır; ama bizim için esas olan din karşısında Marx gibi durmaktır; dinde, insan acıları karşısında derin bir iç çekişi var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da var; bilim onun acılarına çare bulamadığı sürece, din afyon olmaya devam edecektir.
Öyleyse bizim, bu iç çekişi eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok ve demek ki, dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir.

Fikret Uzun
15-Eylül 2015

BUGÜN EN BUYUK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 1




BUGÜN EN BUYUK SORUN İDEOLOJİK SALDIRI VE KUŞATMA ALTINDA İDEOLOJİSİZ BIRAKILMAKTIR 1
Hasan Karataş arkadaş,

Haklısın, komünistler sazan değildirler ve gene haklısın ki kimse onları sazan olmadıkları için yadırgayamaz ve daha pek çok vurguna eyvallah ancak, en büyük sorunumuz, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır en önemli sorumuz ve sorunumuz!

Dünyaya ve sorunlara neresinden bakacağını bilememek başlı başına bir sorun ve son derece önemli bir eksikliktir; bunun ayırdında olamamak ise ayrı bir sorundur; dolayısıyla Sovyet sosyalizminin çözülmesi ile birlikte emperyalist kapitalizmin ideologlarının kapitalizme karşı artık hiçbir ideoloji kalmadı anlamında türettikleri “ideolojilerin sonu” sözü ile hiçbir bağ kuramamak şaşırtıcı olmamalıdır!

Bu, kendisine ait bir ideolojisi olmadığını zanneden sınıf-insanın ya da halkın, ister istemez, toplumun egemen sınıfının ideolojisini, bir ideoloji olduğundan bihaber olarak benimsemiş olması demektir!

Oysa ideolojisi olmayan bir toplum ya da insan düşünmek mümkün değildir!

Çünkü sınıflı bir toplumda, ideoloji dediğimiz şeyin kaynağında eninde sonunda sınıfsal farklılıkları buluruz; yani eşitsizlik varsa, sömürü ve ezgi varsa, eninde sonunda, kapitalizme karşı ideolojiler de olacaktır.

Öyleyse kapitalizmin bugünkü geldiği yerde, yani çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun, kısaca bitmişliğinin zirvesinde olduğu ama bir o kadar da egemenliğini dayattığı koşullarda, kapitalizmin gücünün kaynağı kendisinde değildir; ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların ideolojisizliğindedir!

Öyleyse insanlığın kapitalizme karşı güçlü bir ideolojiye ihtiyacı vardır!

Demek ki asıl sorun ideolojisiz kalmış olmaktır!

Öyleyse, bu bir teslim olma halinin ifadesidir!

Bu ise, bizi şu yalın gerçeğe götürüyor; kapitalizm, bugün bir ideolojik saldırı altında değildir! Ancak buna karşın, yine son derece güçlü bir ideolojik saldırı ve kuşatma peşindedir!

Bunu şu şekilde de formüle edebiliriz; kapitalizm elindeki imkânlarla bütün ideolojileri tekeline almış ve ideolojisiz kalmış toplumları ideolojik hegemonyası altına almaktadır!

Gücü buradadır; gücü, karşısındakilerin ideolojisizliğindedir!
Buna karşın, yine de, dünyanın bu halinin kapitalizm olduğunu bilen insanlık, kapitalizmin ne anlama geldiğini 30-40 yıl öncesine göre daha iyi bilmekte ve görebilmektedir!

Çünkü artık pratik, teorinin önüne geçmiş ve kapitalizmi anlama klavuzu, pratik olmuştur; artık kapitalizmin ezilenler açısından ne anlama geldiğini anlamak için “Kapital”e gerek kalmamıştır; bu ise “teorik kalsaydı hâlâ anlaşılamayacaktı” demektir!

Bu durumda ve ideolojinin bir ihtiyaç olduğuna inanıyorsak, ideolojinin ve elbette güçlü bir ideolojinin keşfi de kaçınılmazdır; çünkü ihtiyaç, keşfin anasıdır!

İşte İslamizm bu boşluktan, yani ideolojisizliğin ve ideolojiye olan ihtiyacın üzerinden yükselmiştir; ne var ki, İslamizmin, önünde frenleyici bir sosyalizm de kalmamış olan kapitalist dünyanın bu yeni hali nedeniyle çekilen acılara karşı itirazı, İslam’ın ilk dönemlerine dediğin gibi 1400 yıl öncesine dönmeyi önermekten başka bir şey olmamaktadır ve bu tamı tamına bir teslim olma hali ve bir ideolojisiz kalma halidir!

Bu ise, ezilen ve sömürülenlerin bu haline ihtiyaç duyan emperyalist kapitalizmin keşfidir!

Güçlü bir ideolojinin keşfinin önüne geçmek için, emperyalist kapitalizm, bu ihtiyacı, örnek olsun, bu coğrafya’da İslamizm ile ve ılımlı İslam formunda karşılamayı, bir zorunluluk olarak, yol haritasının içine yerleştirmiştir!

Artık buradayız ve sorunumuz hâlâ ideolojisiz kalmış olmaktır!

İslamizm, bir din olmasının yanında, bir ideoloji ve güçlü bir ideolojidir de; ve doğuş yıllarını anlatanlardan öğrendiğimize göre İslam, doğuşunda eşitlikçidir; eşitleyerek birleştirir; kabile toplumundan devlete geçişin ideolojisidir; işin başında savaş vardır ve İslam, çatışa çatışa ilerler ya da yayılır; bunun anlamı, İslam inancının yayılmasında bir zorun iş başında olduğudur!

Demek ki hiçbir din devlet desteği olmadan din olamaz ve din olduktan sonra da devlet olması ya da daha kullanışlı ifadesi ile din devleti olması arasındaki mesafe çok kısadır!

Demek ki din, din olduğunda aynı zamanda devlet olmuştur; öyleyse devlet olmuş din, her halukârda fetihçidir, yayılmacıdır.

Bütün tek tanrılı dinler, şu ya da bu şekilde gücünü ve otoritesini devletten almışlardır; ilk Yahudi devletleri, Roma ve Emevi -Abbasi devletleri buna örnektirler!

Bu yüzden, yani devlet ile din olabildiklerinden, ezilenler için devlet ne ise din de odur; yani ironik biçimde ikisi de ezilenler için vardır; dinin ve devletin varlık nedeni ezilenlerdir!

Her defasında boş çıksa da, ezilenler, dinin ve devletin, daha kullanışlı ifadesiyle din devletinin toplanma çağrısına uyduklarında sırtlarındaki yükten kurtulacaklarını ummaktadırlar!

Yani, din, ezilenler için bu tepesi üstü duran dünyaya karşı mümkün olan tek protesto şeklidir ve öyleyse ”afyondur” diyerek kestirip atamayız; Ortadoğu’da pek çok halk ve elbette Türkiye’nin ezilen sömürülen halkları, işte o İslama tutunmaktadır; dünyevi acılar karşısındaki iç çekişlerinden İslama tutunarak kurtulmaya çalışmaktadırlar!

Demek ki halkın inancı ile ılımlı ve radikal İslam’ı birbirinden ayırmak zorundayız; tüm emperyalist çabalara karşın inanç, direnişe engel değildir; olmamaktadır; olmadığını, ABD emperyalizminin Yeni Dünya Düzenine bir sıçrama tahtası yapmak üzere dizayn etmeye çalıştığı bu geniş coğrafyada,çok net ve anlaşılır biçimde gördük!

Buna karşın, İslam’ın ilk dönemi, devletin oluşmamış ve statükonun henüz kurulmamış olması ile birlikte, yoğun bir dünyevi iktidar mücadelesidir ve hâlâ öyle olduğunu görebiliyoruz!

Ali’nin öldürülmesiyle birlikte, Emeviler yönetimi ele geçirdiler ve Halifeler döneminin ardından Arap devletini yönettiler ve dini kurallara pek uymadıkları halde, İslam’ı yayılma ideolojisi olarak kullandılar; ardından Emevileri deviren Abbasiler iktidarı ve halifeliği ele geçirdiler, Osmanlı dönemine kadar egemen oldular!

Sonunda Osmanlıya geçen halifelik, artık ölmüş bir kurumdu!

Demek ki bütün bağlılıklar eninde sonunda bağlılıktır, tarihsel ve nesneldir; bu anlamda kategoriktir ve zamanı geldiğinde değişirler!

Bu anlamda İslam, inançla kitleleri birleştirmiş ve yeni bir bağ yaratmıştır!

Bir doğrudan demokrasi olarak da tanımlanan Dört Halife döneminin bitmesinden sonra, Emevilerden, Osmanlı’ya kadar gelen egemenlik de bu bağ ile ayakta tutulmuştur!

Mustafa Kemal ise, halkına, halifeliği kaldırıp bir kenara koyarak, yeni bir bağ önerdi; tarihin akışı, ümmet olmaktan çıkıp, ulus ve halk olmaya yönelmişti; yani tarihin mantığı ümmeti değil ulusu ve halkı öneriyordu!

Bir tarihsel-nesnel kategori olan ulusun, kendisi gibi tarihsel-nesnel bir kategori olan ulus-devleti varsaydığını hatırlatmak ise yalnızca totolojidir ama görüldüğü üzere bundan hâlâ kurtulamıyoruz!

Yani, bir dahi bireyin icadı değildir ama tarihin dayattığı bir ihtiyacın doğurduğu keşiftir ve bu ihtiyaç için öne çıkmış olanlar, bu tarihsel-nesnel kategorinin yerinde ve zamanında tarih sahnesine çıkmasında sadece bir vesiledirler, elbette bu, bu kişilerin, bu tarihsel olaydaki katkılarını yadsımaz!

Politik olarak Osmanlı’da ve ümmet toplumunda keramet görenler yanında, temel görevleri İslamı yayarak dünyayı bir İslam devleti haline getirmek olan ve “egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır” diyenlerin de tarihin mantığına gözlerini kapatarak, Mustafa Kemale ve Kemalizme intikamcı bir yaklaşımla saldırmaları bundandır!
Yani, İslam tarihinin bir anlamda,”egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Mustafa Kemal tarafından kesintiye uğradığından hareketle Kemale Kemalizme saldırmaktadırlar!

Oysa Mustafa Kemal bu tarihsel-nesnel kategorinin dünyaya gelmesinde sadece bir vesiledir; yani Mustafa Kemal olmasaydı da tarihin akışı öyle ya da böyle, ümmet kategorisini ulus ve halk kategorisine sürükleyecekti!

Biz ise, yani komünistler, sazan olmayanları kastediyorum, başka bir bağ peşindeyiz; o bağ, ne bir devlettir, ne bir ümmettir, ne bir ulustur, ne de piyasadır; bütün bunların ötesinde, bir insanlar toplumu oluşturmanın peşindeyiz; tarihin akışına içerilmiş mantık da bunun peşindedir ve insanlığa bunu önermektedir; ama önce bu önermenin muhatabı olan insana ulaşmamız gerektiği konusunda yaşadığımız sorunları aşmamız gerekmektedir!

Ve bu bile ideolojisizlikten kurtulmuş olmakla bağlıdır!

Öyleyse en büyük sorunumuz, bir kez daha, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır asıl sorumuz ve sorunumuz!

Güçlü bir ideolojiye sahip olamazsak, hiçbirini alt edemeyeceğimiz apaçık ortadadır!

Sovyet sosyalizminin çökmesinden itibaren dünyanın, ikinci dünya savaşı koşullarının öncesine döndüğünü ve hemen ardından Ortadoğu’da, birinci dünya savaşı ile oluşan statükonun parçalandığını görüyoruz; ikisi arasında Irak’ın Amerikan emperyalizmi tarafından işgali var ve statükonun parçalanması, tüm hızıyla devam etmektedir!

Öyleyse, Ortadoğunun sınırlarının, birinci savaşın sınırlarının öncesine çekilmesi emperyalizm için kaçınılmazdır ve öyleyse vazgeçeceğini beklemek saflıktan ötedir; Türkiye’yi de bundan ayıramayız; masada da sahada da önümüzde duran “BOP”tur ve bunun, Türkiye açısından büyük ihtimali, küçülen bir Türkiye; küçük ihtimali ise, daha büyük, fakat daha zayıf bir iç birliğe sahip Türkiye olabilir!

BOP’un en önemli hedeflerinden biri, Avrupa’nın odak noktası olan İsrail’in çevresinde Arap olmayan bir çember oluşturmaktır; bu çemberin en önemli halkalarından biri olan Türkiye ise, artık bu önemini kaybetmiştir; önem kazanan, ABD emperyalizmin kırk yıldır güttüğü politikanın adı olan “Büyük Kürdistan”dır ve Türkiye’nin yerine ikame edilmektedir!

Bu, ABD emperyalizminin olduğu kadar, Türkiye’nin egemen sınıflarının istediğidir ve bir devlet politikasıdır!

Türkiye’nin, daha doğrusu egemen sınıfın, kendi ideolojisi olan Kemalizmden kurtulmak istemesi bu nedenledir!

Oysa Osmanlıyı reddetmesi eksikli olan Kemalizm, var olmayan bir ulusu icat etmek zorunda kalmış ve ümmetten bir millet çıkarmıştı; ancak artık görebiliyoruz ki, ümmetten çıkmış bir millet pek sorunludur!

Buna karşın, yine de Kemalist cumhuriyet seksen yılda kendi insanını önemli oranda yaratmıştır; sol olarak andığımız topluluk, bu cumhuriyetin verimidir; ne ki, Kemalizm, bu verime karşı mücadele ederek şekillendi; en sonu, ayaklarının altındaki toprağın eninde sonunda kayacağını gördü ve büyük bir korkuyla kendi öz evlatlarına saldırdı!

Bu saldırıyı tamamına erdirememiş olsa da, altından büyük bir karanlık çıkardığını biliyoruz ve buna İslamizasyon diyoruz ve ne “rastlantı” ki, “tarihin cilvesi” de diyebiliriz, kendi öz evlatlarına saldıran Kemalizm’in bu saldırısının altından çıkardığı karanlığa, Kürtler gönüllü olarak girdiler ve çıkmaya niyetleri olmadığı, aksine iktidarı paylaşma planları yaptıkları apaçık görülmektedir!

Demek ki hâlâ ideolojiye ihtiyacımız var ve solun, karanlıkla irtibatı olmayan, güçlü bir düşünceyi netlikle ortaya çıkarması kaçınılmazdır!

Yeter ki, solun içindeki bulanıklığı kovup, netliği egemen kılabilelim ki bunun bile ideolojiye ihtiyacı olduğunu görebilmek ve bilince çıkartabilmek için çok zeki olmaya gerek yoktur!

O halde özetin özeti niyetine altını çizerek tekrar etmeliyim ki, en büyük sorunumuz, hepsi tarihsel olarak zamanlarını tüketmiş kategoriler olan ne devlet, ne ümmet, ne ulus, ne de piyasa toplumudur; ideolojisiz kalmışlığımızdan nasıl kurtulacağımızdır en önemli sorumuz ve sorunumuz!

Ve ikisi de tarihsel birer kategori olan “ümmeti” başımıza koyup, “devleti” en büyük sorun yapmak, devletten çıkmak istememenin üstünü örtmek için değilse, ideolojisizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.

Saygıyla ve sevgiyle ve bu vesileyle asker postalı ve polis üniforması giymiş emekçi çocuklarının kayıpları ile analarının ve babalarının yüreklerine çöken acıyı yürekten hissettiğimi ve bu işte bir terslik olduğuna, bu işin Kürt siyasal hareketine bir getirisi olmadığına olan inancımı ifade ederek bitiriyorum!

Fikret Uzun

08-Eylül-2015


EZEN VE SÖMÜREN SINIFLAR ZAPT-I RAPTA ALINMADAN NE POGROM BİTER NE DE BARIŞ GELİR ________________________________________



EZEN VE SÖMÜREN SINIFLAR ZAPT-I RAPTA ALINMADAN NE POGROM BİTER NE DE BARIŞ GELİR

“POGROM” Rusça bir sözcük olup, katliamı, yakıp yıkmayı ve yağmalamayı anlatmaktadır.

Ancak asıl önemi ve öğreticiliği açısından, sözcüğün çıkış yerini hatırlamak gerekir!

Çıkış yeri, Ekim Devrimi öncesi, henüz Japonya’nın karşısında yenilgiyi tatmamış olan Rusya’da, ulusları kendi hapishanesinde tutmak üzere ve bir taraftan düşman uluslar yaratırken, diğer taraftan da onları yok saymanın dinamiğini geliştiren egemen olmaya çalışan ulusun korku salan saldırılarının başlı başına bir dinamik olarak yerleştiği Rusya topraklarıdır.

Halkın ve ulusların uyanmasını önlemek, önleyemediyse uyanışı söndürmek, yerin dibine gömmek için, bu uyanışa kıvılcımla başlayıp, ateş olan örgütü ile halklar arasındaki bağı koparmayı anlatmaktadır.


Halkları ve ulusları hep yenilmeye mahkûm yaşatmanın ifadesidir POGROM.

Yenilmez zannedilenin karşısındaki korkuyu ve bu korkunun önünde eğilmeyi anlatıyor. Yani POGROM buna yöneliktir.

Ne zamana kadar?

Ta ki, korkularından kurtulmak için ezilenlerin korkularını büyüten “yenilmezler” yenilene kadar.

Ta ki, korkutanların yenilemezliğinden değil, korkularını yenmek için korku ektiklerini ve POGROM'un tam da bunun ifadesi olduğunu korkuya esir olanlar anlayana kadar.

Yüzyıllarca dizüstü yaşandığı için görülmez olan, korkutanların aslında kendi korkularından kurtulmak için korku ektikleri olgusu, ancak böyle görülen olur; yani ancak korkutanların yenilgileri ile taşınmış olur, halkların, ulusların bilinçlerine.

Ezilen ve sömürülen halklar ve uluslar ve sınıflar, kaybettikleri örgütünü, örgüt ise koptuğu kitlesini, tam tükenirken dirilen misali kucaklar ve örgütüne, hafızasına kavuşan halklar, uluslar, sınıflar güzelleşirler, hafızalarındaki cesaretlerine kavuşarak kendilerini ve örgütlerini kendi dirilişlerinde yükseltirler!

Dizüstü durmak gerektiğinin bilincinden, dizüstü doğrularak başlarını yükseğe kaldırmanın iradi değişimine ulaşırlar!

Bu sözcük, yani POGROM, bugün de ve başka görüntülerle öne çıkarılıyor olsa da, tarihe dönük hafızaların hareketlenmesinin korkutuculuğu ile korkularından açığa çıkan korkuyu ezilen ve sömürülen başka coğrafyaların halklarının, uluslarının ve sınıflarının örgütleri ya da hafızaları arasına nasıl ekeceklerinin planlarında gezinenlerin halet-i ruhiyesini yansıtmaktadır.


Ancak, korkutanların korkuyu kitleselleştirmek ve kalıcı kılmak için başvurdukları POGROM, yenilmez Rus otokrasisinin korkularını akıttığı topraklarda, Japon saldırısı karşısında yenik düşmesi üzerine, uluslar hapishanesi olan Rusya’nın, özgürlüklere gebe bir alana dönüşmesi ile önce 1905 burjuva devrimine oradan da Ekim Devrimi'ne uzanan ve üzerinde ezilenlerin ve sömürülenlerin diz üstü doğrulup başlarını göğe kaldırıp kurtuluşlarına yürüdükleri bir özgürlük yolunun açılmasına neden olarak, korkutanların korkularını daha çok artırmıştır!

Bu yol, bu dizüstü yürüyüş yolu, dünyanın bir coğrafyasında, geri topraklarda ileri bir devrim olarak tarihe kazınan kodlara dönüşüp, bir kelebek misli, başka coğrafyalara uçarak, oralarda devrim çiçeklerinin açmasına, sınıfsal ve ulusal kurtuluşlara gebelikler yaşanmasına vesile olmuştur!

Bu vesile ile tarihin ve dünyanın bir kesitinde, geri topraklarda, ileri bir devrimi taşıyan en güzel günü müjdeleyen devrim çiçekleri, ulusal kurtuluş mücadelelerini ve sosyalist devrim mücadelelerini getirmişti dünyaya!

Ezilen ve sömürülen halklar, uluslar ve sınıflar, korkularından kurtulmuş ve aynı korkuyu bir daha yaşamamayı garanti edene kadar, yüzlerce yıldır korkutanları kendi korkularına hapsederek, zapt-ı rapt altına almışlardır!


POGROM’ a en güzel gün ile cevap veren devrim çiçekleri, hem dünyaya ve hem de özgürlük, kardeşlik ve eşitlik renginde açtığı ve boy attığı topraklara, dünyayı ve ezilen sömürülen halklarını, sınıflarını ancak korku ekerek zapt-ı rapta alan korkutanları, kendi korkularına hapsedip zapt-ı rapta alarak barışın gelebileceğini görmemize de vesile olmuşlardı!


Yani demek ki, ezilen ve sömürülen halklar ve sınıflar, ezen ve sömüren sınıfların zapt-ı raptı altında iken ne dünyaya ve ne de kendi coğrafyalarına barış gelebileceğini; yani ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların, ezen ve sömüren sınıflar ile barış içinde bir arada yaşamalarının bir barışın değil, barış kıyafetinde süren bir köleleştirme savaşının ifadesi olduğunu; yani ezilenler ve sömürülenlerin, ezen ve sömürenlerle, barış içinde değil, savaş içinde bir arada yaşamaya mahkûm olduklarını ve bu ilişkinin gerçek bir barış ilişkisine dönüşmesi için, ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların, ezen ve sömüren sınıfları zapt-ı rapta almış olmaları gerektiğini; yine ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların, tam “yok oldu” denirken, bir kıvılcımla ateş topu gibi olan örgütlerini kucaklayarak, ezen ve sömüren sınıfların yüzlerce yıldır sürdürdükleri POGROM’larına verdikleri “devrim” cevabı ile bütün dünyaya gösterdiklerini görmüş ve bilince çıkartmış olmalıyız!

Ve şimdi, öteden beri olduğu gibi hâlâ, Ermeni katliamının müsebbiplerinin, tertipçilerinin torunlarının, “özür dileme” kampanyaları ile korkularından arınmaya çalışmaları ve bu özürle kurtulamayacaklarının korkusunda yaşayarak, 6–7 Eylül POGROM’ unun mağdurlarının içine kendilerini de koymaya çalışmaları; diğer yandan, bir taraftan 6-7 Eylül POGROM’ unu lanetleyerek puan kazanmaya çalışılırken, diğer taraftan yeni POGROM’ların fitilini ateşlemekten medet umulması, sadece ve sadece, ezen ve sömüren sınıfların korkularından kurtulamadıklarını ve ezilen ve sömürülen halkların, ulusların ve sınıfların yerin dibine, örgütsüzlüğe, korkuya ve köleliğe POGROM’larla mahkûm edilemeyeceğini göstermektedir!

Başka ifadeyle, en güzel günü müjdeleyen kelebeklerin taşıdığı devrim çiçeklerinin ebeliklerinin hâlâ bitmediğini göstermektedir!

Bugün dünya ve POGROM’larla yerin dibine gönderilmeye çalışılan, köklerinden ve örgütlerinden koparılmaya çalışılan ezilen ve sömürülen halklar ve sınıflar, tüm bu üzerlerine ölü toprağı serpilmiş halet-i ruhiyelerine rağmen, bu kelebeklerin ve taşıdığı devrim çiçeklerinin, dirilişlerinin, sevinçlerinin, aydınlanmalarının ve insan olarak yükselmelerinin habercisi olduğunun farkında olarak POGROM’lara geçit vermeyeceklerini gösteren bir iradenin dirilişinde yaşamaktadırlar.

Bunu bugün çok net görebiliyoruz ve POGROM’ larla korkularından kurtulmak isteyenlerin, kendilerini korkularından kurtarmaları için görevlendirdikleri ideolojik tetikçilerinin görüp görmemeleriyle hiç ilgilenmiyoruz.

İlgilendiğimiz, tüm bu görevli olanların artık çıplak dolaşan krallar olduklarını daha çok göstermek ve bu çıplaklığı örtmeye çalışmak için önümüze çıkanların önlerine dikilmektir!

Fikret Uzun

7 Eylül 2015