26 Ağustos 2015 Çarşamba

LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE 2



LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE 2



Ortaçağ, yüksek bir kültürün düşük kültürler tarafından işgali demektir; barbarlık dediğimiz budur ve artık barbarlığın, ancak barbarlıkla yenilebileceği bir zamanda yaşıyoruz; bugün hepsi var ve öyleyse ortaçağ da vardır; işte “devlet işi” bu var olanın üzerini örtme işidir, bir devlet işi olan ortaçağ trenini görünmez kılmak içindir!



Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum!

Engels’in,”…bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...” diye bitirdiği sözlerini hatırlatarak, “İşte Engels böyle söylüyordu ve eminim, o zamanki anarşistlere olduğu gibi, bugünün anarşist de takılan ve burjuva devletin yıkılmasından itibaren sönüp giden bir devletten söz ettiklerini ve şu “demokratik komün" vurgusunu da bu çerçevede yaptıklarını gördüğümüz Kürt aktivistlerinin kulaklarına da pek hoş gelmiyordur” demiş ve “Peki, neden hoş gelmiyordur?” sorusunu sormuştum!

Evet, Engelsin dedikleri elbette “anarşist” de takılan Kürt aktivistlerin hoşlarına gitmez; çünkü aslında bu anarşist de takılan Kürt aktivistlerin reddettikleri, “devlet” değil; yani TC değil; yani senin deyiminle “harami devlet” de değil; haramilerin devleti de değil; haramiler ise hiç değil!

Reddettikleri, tamı tamına, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak varacağı ”proletarya diktatörlüğüdür”!

Bu yüzden, “anarşist” de takılan ,“Marx’ı aşıyorum”culuk da oynayan bu dar kafalı bilim papazları, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları 150 yıl önceki görüşlerinin billurlaşmış bir özetini veren “devlet” öğretisinin özüne, “eskimiş” yollu yaklaşarak, “yeni” olarak ise gene 150 yıl önceki ve Marx ve Engels’in çürütmüş oldukları anarşist düşleri koymaktan, Lenin'in ifadesiyle, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tabiyet olmadan devletin "sönüp gidebileceği" düşünü dayatmaktan vazgeçmezler!

Proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren böylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır. Bu düş, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder. Oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de, izinleri de yoktur.

Bu gerçekliği iliklerine kadar hissettikleri halde, hatta “komünizm”e de yüksek değer verir görünerek “bilimsel” takıldıkları halde, Marxizm’i aşmak bahanesi ile görmezden gelip, bu günün çürümüş ve kokuşmuşluğu içinde, bu yabancılaşmanın bile yetmediğinden hareketle, “gerçeğin öteki dünyası” nı dayatarak bu yabancılaşmanın nesnel koşullarına, bu koşulların direkt müsebbibi olan emperyalist kapitalizmin çaresizliğini ortadan kaldıracak çabalara su taşımak anlamında, bir tersine çevrilmiş dünya ve tersine çevrilmiş bilinç yaratmak için, dünyanın genel teorisi olan, gerçek bir gerçekliğe sahip bulunmayan insanal özün doğaüstü gerçekleşmesi olan dini dayatan emperyalizm ile ve tekelci düzen ile ve onun en canavar aleti olan devlet ile senkronize hareket ederken, soyut bir “devlet” ile kavga etmeleri son derece yaman bir çelişkidir!

Ayrıca, Türkiye’de faşizmin tırmanması, dinselleşme ile ve laisizmden kopmayla el eledir; Türk İslam sentezi, bu tırmanışın ideolojisidir; bir taraftan siyasal islam partileşirken, diğer taraftan faşistler İslamlaşıyordu ve artık bunun kemikleştiğini görüyoruz; CHP’nin AKP’leştirilmesini, MHP’nin ve Bahçeli’nin AKP’den daha çok AKP’ci olduğunun izlerini taşıyan zikzaklarını bu kemikleşmede aramak gerekir!

Sosyalistlerin önce “devrimci demokrat”, sonra sadece “demokrat” ve sonunda “mürteci” olmalarını da bu kemikleşmede aramak gerekir.

Bu kemikleşmeyi, yükselmiş insandan korkan egemen sınıftan ayıramayız; bunu, yüksen Kürtlerin devrimcisizleştirilmesi ameliyesinden de ayıramayız; bu kemikleşme, yükselmiş insanı çökertme işidir; bu iş,Marx’ın tarih aracılığıyla ortaya koyduğu “egemen düşüncelerin her çağda egemen sınıfın düşünceleri” olduğu yönünde açılım sağlayan aksiyom ile de, “kendisine güvenini kaybetmiş insan aşırı dindardır” aksiyomu ile de uyumludur!

Türkiye’de çökertilmiş insanın dine ve aşırı bir şekilde sarıldığını görmemek mümkün değildir!

Korku ve acı insan aklını çökertebilmektedir ve bunun üstüne gelen tarikat dinamiği insandan aklını alma mekanizmasıdır; bu nedenle tarikatçılık hep bir devlet politikası olmuştur!

Bu kemikleşme, büyük sermayenin, tekellerin ihtiyacı ve keşfidir; anti-laisizm olmadan bu kemikleşme kotarılamazdı! Bu kemikleşme dinselleşmenin ta kendisidir ve sürüleştirmenin en ucuz yoludur; sürüleştirme gerekiyorsa, insan aklına hücumla birlikte, hüküm verme yeteneğini körelten her türlü hareket yanı başımızdadır, kısaca, dinselleşme sürüleştirmedir!

Demek ki bu kemikleşme bir devlet işidir ve solun yükselişine karşı bulunan en ucuz tertip olmuştur!

Öyleyse, Türkiye’nin bu pratik gerçekliğini dolduran bu devlet işine bigâne kalıp, hatta bu gerçekliğin içinde yer beğenip, daha kötüsü, hatta bu devletin yönetimine talip olup, öte yandan “devlet”sizliği merkeze koyarak, bütün kavgayı soyut bir “devlet”e yöneltmek son derece ahmakçadır; değilse, bir devlet işinin içinde olunduğunu düşünmek zorundayız!

Dahası, önceki mektubumda hatırlattım, siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistlerin paylaştıkları gerçeğini de bildikleri, hatta iliklerine kadar hissettikleri halde, bir “devletçi, ya da “devletli sosyalist” lafzını vitrine koyarak, sosyalistlere fırlatmak için model yafta yapmaya çalışmaları; bu yaman çelişkideki keskinliği törpülemek içindir; aynı zamanda, bu “devletçi”,ya da“devletli sosyalist” lafzı üzerinden, içinde oldukları ve yönetimine talip oldukları “devletle senkronize hareket etme“ durumlarını sosyalistlere mal ederek örtmeye çalışmaktadırlar!

Aynı anlama gelmek üzere, yılanın kurnazlığı ile güvercinin suçsuzluğunu birleştirerek köylü kurnazlıklarına sevimli bir ton katan bu köy imamı kafalı vaizler, soyut bir “devlet” e düşmanlık üzerinden, tersine çevrilmiş bir dünyayı ortadan kaldırmak suretiyle bu tersine çevrilmiş dünyanın kaçınılmaz olarak yarattığı tersine çevrilmiş bilincini ortadan kaldırmak yerine, ABD emperyalizminin karasularında, bu çürümüş ve kokuşmuş insanlık dışı düzenin sahipleri ile “barış içinde bir arada” yaşamayı, daha somut ifadesi ile,bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ ını bir reçete misli, allayıp-pullayarak önermeye cüret edebileceklerine inanmaktadırlar; hatta türlü çeşit demagojilerle dayatmalarının yaman bir çelişki olmaktan kurtulacağına inanmaktadırlar!

Oysa Roma imparatorluğunun ezmeye çalıştığı ama başarılı olamadığı için benimsemek zorunda kaldığı, bu da imparatorluğu kurtarmaya yetmeyince, bu çökmek üzere olan Roma imparatorluğunun mirasını devralan Hıristiyanlık kilisesinin geçici ama uzun süren Roma barışından yararlandığını ve böylece Roma İmparatorluğunun kurmak istediği barışı, yani uzun sürecek bir Roma pax’ ını, kilisenin kurmuş olduğunu onlar da bilmektedirler!

Altı bin kölenin çarmıha gerilmesiyle yenilemeyen Spartacus hareketi, Kilise’nin ideolojik hegemonyası altında etkisini yitirmişti; Kilisenin şefkatli kolları, Marx’ı haklı çıkarırcasına, uyuşturucu etkisi gösterivermişti; böylece uzun ortaçağın ortamı hazırlanıvermişti!

Şimdi sıranın ezilen ve sömürülenlerin bol olduğu coğrafyalara “demokrasi” götürme yarışı içindeki Amerika’nın Pax’ ında olduğunu ve yine Kilise’nin ve/ya da ruhban sınıfının başrolde olduğunu görmezden gelen bu “anarşist” de takılan Kürt aktivistlerinin, Pax Romana’dan bihaber olduklarını düşünmek için hiçbir nedenimiz yoktur; ama şimdi, hâkim azınlığın zulmünün, uzun bir barış mevsimini ki biz buna, yeni ortaçağ diyoruz ve bunun için nedenlerimiz çoktur, dayatmak için olduğunu katiyen anlamak istememektedirler!

Egemen sınıfların “pax”ı bitmiyor; bitmedi; daha dün gibi hatırladığımız Alman pax’ı öncesi, dünyayı, Alman toplumuna dayatılan ve daha çok komünistler ve Yahudiler üzerinden, “komünizmin tehdidi” altında olan bütün dünyaya dayatılan Hitler’in zulmünden kurtarmak için, “iyiliksever anti-faşist aydınlar”, “demokrasi” adına Amerika’yı göreve çağırmışlar ve geciktiği için ağıtlar yakmışlardı!

Amerika’nın birdenbire dünyanın kurtarıcı meleği olup, kendi “pax” ını hazırladığı hafızalarımızdadır!

Ama bu,“anarşist” de takılan aktivistlerin ilgisini hiç ama hiç çekmemektedir ve sanki “yar bize de uzun sürecek bir Amerikan pax’ı ver” dercesine, ”yar bize de uzun sürecek bir demokrasi ver ne olur” dilekleriyle zılgıt çekerek, dünyanın en kötü sicilli emperyalist canavarı olan Amerikan emperyalizmine “kurtarıcı melek” muamelesi yapmakta,“Amerika’ya laf söyleyenler, karşısında bizi bulur” anlamında “antiemperyalizmin modası geçmiş olduğunu, hiç inandırıcılığı kalmadığını” haykırmaktadırlar!

Oysa, bu “anarşist” de takılan aktivistler, bir din misli fetişleştirdikleri “demokrasi” nin, “anarşist” takılmalarının ifadesi olarak reddettikleri devletin, yani onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bugünden yarına, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istedikleri “devlet” in bir durumu olduğunu ve bu durumun sosyalist hareketin önüne dikilen bir engel, sosyalizmin üzerine örtülen bir örtü olduğunu sağır sultan bile duyup, bu gerçekliği çoktan idrak etmişken, bu bizim “anarşist” de takılan aynı aktivistlerimiz hala idrak etmemekte direnerek kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler!

Ancak, asıl idrak etmek istemedikleri, Roma barışı ne ise, Alman barışının o olduğu; alman barışı ne ise Amerikan barışının da o olduğu gerçeğidir; öyleyse idrak etmek istemedikleri, bir “pax amerikana” nın öngünlerinde yaşadığımız gerçeğidir; en son ucunda uzun süren ve pastırmasız bir pastırma yazı misli gelecek olan yeni ortaçağ düzeni olduğunu ise katiyen kabul etmemektedirler!

Diğer yandan, ortada ve burun kıvırılan “150 yıl önce söylenmiş bir söz” olarak duran, insanoğlunun en yüksek yabancılaşmaya ulaştığı kapitalizmde, “dinin vaat ettiği göksel mutluluk egoizminin, zorunlu olarak dinsel bireyin maddi egoizmine, göksel gereksinimin yersel gereksinime, öznelciliğin ise özel çıkarlara dönüştüğü” biçimindeki açıklama varken ve bu açıklama, ne bu açıklamaya bigâne kalanların sessizliği ile ne türlü çeşit bahaneyle üzerinin örtülmeye çalışılması ile ve ne de pratiğin doğrulayıcılığı ile yadsınabilmişken, “göksel gereksinimler” bahane edilerek, yabancılaşmanın en uç noktasına sürüklenmiş kitleleri, “demokratik din açılımları” ile “gerçeğin öteki dünyası”na sürükleyerek, dünyanın maddi gerçeklerinden uzaklaştırmak için hala bin dereden su getirmek de pek yaman bir çelişkidir!

Öyleyse, behey gerçeklere gözlerini yumarak gerçeklerden kurtulacağını sanan bugünün modern ama modern olduğu kadar ilkel Berkeleyleri, bu çelişkilerden daha ne kadar sakınabileceksiniz? Daha ne kadar siz gözlerinizi yumarak görmüyorsunuz diye gerçeklere bütün dünyanın kör ve sağır olduğu kuruntusu ile fütursuzca Berkeleylik yapacaksınız? Daha ne kadar size inanan insanları dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp, gerçeğin öteki dünyasına hapis edebilecek siniz? Diye sorma hakkımızı kullanmak anamızın ak sütü gibi helal değil midir?

Bu soruların cevaplarını düşünecek kadar vicdanınız var mıdır?
Yoksa gerçekten ümitsiz vaka olarak kalacaksınız demektir!
O halde dersimiz son tahlilde hala sizin için değildir; yüzünü size dönmüş ama dediklerinize, yine gerçeğin öteki dünyasını dünyanın gerçeği diye yutturmak üzere verdiğiniz vaazlarınızın marifetiyle dayattığınız “inanıyorum öyleyse doğrudur” doğmasına fetiş bir yaklaşımla teslim oldukları için, yani dediklerinize size inandıkları için inananları, sayenizde gerçeğin öteki dünyasında yaşadıkları illuzyondan çıkarıp, bugünün gerçeklerine döndürmek içindir!

Siz ise, dünya, en azgın canavar olan emperyalizm tarafından ortaçağa döndürülmeye çalışılırken, bigâne kalmanız yetmiyormuş gibi, bugünün dünyasının bu gerçekliğine işaret edenleri meczuplukla püskürtmeye çalışarak, size inananları, burnunuzun ucunu gıdıklayan dünyanın bu gerçeklerinden uzaklaştırmak çabasındasınız!

Oysa bugünün canlı pratiği, dünyanın çoktan ve belki de hiç çıkmadığı ortaçağa dönüştüğünü apaçık göstermektedir!

Fak-Fuk-Fon’dan, yandaş özel sektöre, gönüllü kuruluşlara, oradan da Deniz Feneri türü vakıf ve derneklere bağımlı bir “düşkün toplum”un yaratılmış olduğu günümüzde, yabancılaşmanın varmış olduğu boyutları ve bu yabancılaşmada işin içine bir de extradan neyin karıştığını görmemeniz mümkün müdür?

Bunun, yabancılaşma yanında, bu yabancılaşmanın doğal koşullarını yaratan kölelikten kurtulmuş olan ücretli özgür köleliğin varmış olduğu boyutları göstermesi açısından son derece öğretici olduğunu görmemeniz mümkün mü?

Peygamberiniz de, bin yıl sonra gelmiş dahi birey Öcalan’ı kastediyorum, demiyor mu, en yüksek nokta, en kötü düşülen noktadır; hem daha yükseğe çıkacak takati de yolu da kalmamıştır ve hem de öyleyse kaçınılmaz olarak düşecektir; düşerken de elbette oraya gelirken geçtiği yolları gene kaçınılmaz olarak kullanacaktır!

Ama artık o yollarda, bizzat kapitalizmin kendisinin biriktirdiği devrim beklemektedir, ortaçağ treninin ağır aksak ilerlemesi, belki de bu bekleyen devrim ihtimalinden korkunun ifadesidir!

İşte bu yüzdendir bu körlüğünüz, sağırlığınız ve pabuç gibi dillerle saldırmanız, bunlar tutmayınca kafanızı leylek muhabbetlerine gömmeniz; bütün bunlar, dünyayı bu karanlığın eşiğine getiren emperyalist kapitalizmin geriye döndüğü ve bu denli çaresiz olduğu gerçeğinin üzerini örtmek içindir!

Yani işte bugün filozof olmayan dilenci papazların cübbesini giyerek Berkeleyleri hortlatmak bu nedenledir!

Bu, bilimi, bilimselliği, model yapılmak istenen karanlığın vaizi Berkeleylerin cübbelerinin altına hapsetmek; dolayısıyla düşkünlerin düşkün kalmasını sonsuzlaştırmak için dayatılan gerçeğin öteki dünyasına bütün insanlığı hapsetmek içindir!

Düşkünlük salt bugünün gerçeği değildir; yaşı kapitalizmin rüştünü ıspat ettiği tarihe kadar eskidir ve bu tarihten itibaren düşkünlüğün egemen sınıflar için tehdit oluşturduğu, egemen sınıflarca, ya da belki de onlardan önce ideologlarınca fark edilmiş, sonunda uzun süre bulamadıkları çareyi, düşkünlere yardımda ve bunu bir “hayır” işi ameliyesi ile uygulamakta bulmuşlardır!

Bundan sonraki neredeyse iki yüz yıl, bu yardımın “hayır” olmaktan çıkarılıp kamu “hak” kına dönüştürülmesi mücadelesi ile geçmiştir!

Böylece yardımlar “hayır” olmaktan çıkıp kamu “hak”kına dönüşmüştür; buradan işçi sınıfının yardım değil, iktidar talep etmesine mesafe çok kısadır!

Ekim Devrimi ile başlayan yüzyılda, işçi sınıfının “yardım” değil, her şeyi talep edebileceği çok net anlaşılmıştır.

Ve şimdi, sosyalist sistemin çözüldüğü bugün, kapitalizmin dört yüz yıl öncesinin yoksul yardımlarını bir yük olarak gören vahşi anlayışı yeniden hortladı; kapitalist sistem yeniden açlık kırbacını eline aldı ve bu kırbacın acılarından kurtuluşu, bir taraftan sadakaya, diğer taraftan gerçeğin öteki dünyası olan dinsel dünyaya bağladı ve böylece bu kırbaca daha çok sarılacağının işaretlerini verdi!

Şimdi “yeni” dünyanın insanı için “hak” yoktur ama “hayır” vardır ve elbette bu, açlık kırbacının üzerini imgesel çiçeklerle süslemek içindir!

İşte akıl taşıyanların bu “hayır”lara itirazları, insanlığın mahkûm edildiği açlık kırbacının üzerindeki imgesel çiçekleri atması ve canlı çiçeği devşirerek bu açlık kırbacının yabancılaştırıcı etkisinden kurtulması içindir! Size göre ise bu, anti-hümanizm demektir!

Demek ki bugünün dünyasının gerçeğinde, üzerinde yaşadığımız topraklara dönersek, Fak-Fuk-Fon’dan, Deniz Feneri türü vakıf ve derneklere bağımlı hale getirilmiş bir düşkün toplumun yaratılmış olması, hak’ kı hayır’a dönüştürerek, yardıma tekrar dini bir içerik kazandırması vardır!

Böylece yoksul gene düşküne çevrilmiştir!

Düşkün için artık “hak” yoktur, “hayır” vardır ve hayır da ancak dini bir çerçevede anlamlandırılabilirdi.

Bu da, sosyal politikaların bir kamusal yükümlülük olarak zayıflatılmış olmasıdır!

Bütün bunlar, sınıfın sınıf olmaktan uzaklaştırılmasının bu denli kitlesel olmasını ve düşkünlüğün kitleselleşerek, çürümenin toplumsal bir hal almasını netlikle açıklamaktadır; demek ki sınıfın sınıf olması için ve elbette düşkünün düşkünlükten kurtulması için ve elbette çürümenin önüne geçilmesi için öncelikle sadakadan kurtulması gerekir.

İşte “hak geldi batıl yok oldu” diyenlere, “bugünün gerçekliği bunu mu işaret ediyor?” sorusu, bugünün pratiğinin, bunun tam tersi olduğuna, bugünün gerçeğinde, batılın gelip “hak” kı kovduğuna, yerine “ hayır”ı koyduğuna vurgu olmuştur!

Ve hepsi, egemen düzenin de, insanlığın da sürüklendiği güzergâhtadır ve bu güzergâhta ilerleyen (gerileyen de denilebilir) emperyalist kapitalist yenidünya treninin varacağı yerin modern bir ortaçağ olduğu apaçık ortadadır!

Bu apaçıklığa inadına bigâne kalmak ise şaşırtıcı değildir, aksine bir açıklık sağlamaktadır; çünkü ortada bir devlet işi var, buna “burjuva iş”i de diyebiliriz ve bu açıklığa inatla gözlerini kapatanların, bu devlet işi”nin içinde oldukları, gizlenemez biçimde görülmektedir!

Ortaçağ, yüksek bir kültürün düşük kültürler tarafından işgali demektir; barbarlık dediğimiz budur ve artık barbarlığın, ancak barbarlıkla yenilebileceği bir zamanda yaşıyoruz; bugün hepsi var ve öyleyse ortaçağ da vardır; işte “devlet işi” bu var olanın üzerini örtme işidir, bir devlet işi olan ortaçağ trenini görünmez kılmak içindir!

Bu iş, köy imamı kafalı bilim papazlarına çok yakışmaktadır!

Bütün bu çabalar, katastrof finalin önüne demirden de güçlü ve demirden bile ucuz bir duvar örmek içindir; dünyanın gerçeklerini örten, gerçeğin öteki dünyasını yerleştirmek içindir!

Ama nafile çabadır!

Çünkü bütün bunlar, işçi sınıfının doğasında “yardım” ya da “hayır” değil, “iktidar” talebi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmez; yetmedi; gene yetmeyecek!

Nasıl ki daha önce de yardımlar “ sadaka” olmaktan çıkıp, bir kamusal hak oldu ise ve sonunda işçi sınıfının her şeyi talep edebileceği ve söke söke alacağı anlaşıldıysa bu yine olacaktır; çünkü bir kere olmuş ve işçi sınıfı yeterince insan olamadığı için yarım kalmıştı ama yaklaşan katastrofun ayak sesleri bunun bir daha yarım kalmayacağını duyurmaktadır!

Bunun için, işçi sınıfının ve onun en bilinçli unsurlarının fenerleri doğru yerlere tutması gerekmektedir; çünkü yukarda vurguladım, egemen sınıfların, emperyalist kapitalizmin çaresi için yöneldiği yenidünya treni ortaçağa doğru ilerlemekte ya da gerilemektedir; öyleyse daha önce geçtiği yoldan geçecektir ve bu yoldan daha önce geçerken biriktirdiği, bugünkü çaresizliğinin çaresi değildir; tam tersine, onun çaresini çaresizliğe döndüren ve bu nedenle onu çıktığı en yüksek yerden gerisin geri döndüren katastrof finalin birikimidir; öyleyse katastrof final, katastrof finaldir ve pek de uzakta değildir!

Fikret Uzun


14-Ağustos -2015

LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE



LAİKLİK DEVLET VE OTORİTE ÜZERİNE

“demokratik” lafazanlık ile beraber “devletin reddedilmesi” lafazanlığı, birbirinden farkı olmayan bir burjuva lafazanlığıdır"

“Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.

Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.

Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.(Engels, Otorite Üzerine.)”

Ve işte yine bir "tarihe not" tadında ders ile buradayız ve az da olsalar, hatta şimdi Berkeley kılıklı bilim papazlarının etkisinden kurtulamamış da olsalar, burayı gerçekten "sosyalizm okulu" bellemiş olanlar için dersimize, "İnanç özgürlüğü!" ile başlayıp, "devlet" ile devam edip,"laikliği" de unutmadan,"demokrasi"ye de "Materyalizm" e de değinerek ve komün" e dair de zihinleri açarak başlıyorum!

"İnanç özgürlüğü!" mü?

Bu, öyle pek karmaşık ve halledilemeyecek bir sorun olmamakla birlikte, yüz elli yıl önce çözümüne dair en açıklıklı sözler ile netleştirilmiş bir konudur!

“Eğer” der Marx,“şu anında liberalizme kendi eski sloganları, yani 'Kültürkampf'ı, anımsatılmak isteniyorsa, bu, ancak şöyle yapılabilirdi:“

"Herkes, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel gereksinmelerini yerine getirebilmelidir. Ama işçi partisi, burada, burjuva ‘inanç Özgürlüğü’nün, akla gelebilecek her türden dinsel inanç özgürlüğünün hoşgörüyle karşılanmasından başka bir şey olmadığının farkında bulunduğunu ve partinin, kendi payına, inancı, dinin göz bağıcılığından kurtarma çabasında olduğunu ifade edebilirdi. Ama ne çare ki, "burjuva" düzeyini aşmama yolu seçiliyor.”


Hepsi budur ve eğer burjuva liberaller, geçmişte Bismarck hükümetinin yaptığı gibi, “laiklik” adı altında, egemen sınıfın egemen dini dışındaki dinleri ve mezhepleri hedef alarak, bu bahane ile gerçekte ulusal baskıyı şiddetlendirdiği ve şiddetlendiriyor olduğu için ama daha çok bu dine uygulanan baskı ile dinsel arzuları daha çok körükleyerek, işçileri sınıf savaşımından uzak tutmayı amaçladığı için ve sonunda, gelişmekte olan işçi sınıfı hareketini göz önünde bulundurarak, gerici politikalarını pekiştirmek üzere, bu laiklik” adını verdiği ve dine uyguladığı kendi baskı politikalarını uygulamadan kaldırdı diye, daha önce laik olmaması bir yana, kaldırdıktan sonra da özgürlük şampiyonu da olamayacağı gibi, sosyalistler de bunun için “özgürlük şampiyonluğuna” soyunmayacak olmaları bir yana, laiklikten de vazgeçecek değillerdir; bu, egemen sınıflar ve yönetimleri, dinin üzerinden kaldırdıkları baskı uygulamalarını, bunu ”laiklik” olarak sunup, dizginleyemedikleri sosyalist hareketin yükselmesini göz önünde bulundurarak, gerici politikalarını pekiştirmek üzere “laiklik” e saldırmalarına sessiz kalmayacaklardır!

Bunu anlamayıp,“inanç özgürlüğü” konusunda, daha çok “Türban özgürlüğünü” ve “tarikat özgürlüğünü” öne çıkararak nutuk atanların sosyalist düşünce ile yakından uzaktan ilgileri yoktur!

Laikliği “dinsizlik” ya da din düşmanlığı” olarak görmeleri ve göstermeleri ise, tam bir ham kafalılıktır!

Değilse, bir burjuva işin içinde oldukları kesindir!

Laiklik mi?

Laisizm bir iktidar kavgasıdır; bir politik mücadele demektir; doğru bilgiyi kilisenin, ya da tanrının hükmü altından çıkarıp, aklın hükmü altına alma mücadelesidir!

Bunun “dinsizlik” olduğunu kim söyleyebilir ki?

Feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş, aynı zamanda laik savaştır!

Çünkü feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş aynı zamanda bilgiyi hükmü altında tutan kiliseye karşı savaştır; bilgiyi kilisenin, ya da ruhban sınıfının hükmünde bırakıp, toprağı asillerin hükümranlığından çıkarmak ve böylece ulusallaştırmak mümkün değildir!

Batı’da mülkiyetin biçim değiştirme savaşı bitince, yani feodal mülkiyet ilişkilerine karşı savaş bitince, laisizm de hükmünü kaybetmeye başlıyor; aydınlanmış, Avrupa, yoğun bir dinselliğin içine savruluyor!

Öyleyse Türkiye’yi bundan ayrı tutamayız; zaten içinde olan Türkiye’nin de akıl yolundan ayrılıp, dinci-gerici bir yolun içine daha fazla girmesi kaçınılmaz olmuştur; öyleyse laisizme karşı mücadele resmi mücadele olmuştur!

Materyalizm, antik olanı dâhil, bir bilim ve bir bilme yoludur; bilimsel bir bilgi kaynağıdır; doğru bilgiyi hükmü altında tutan bir akıl yoludur; bir doğma değildir; öyleyse eleştirel bir akıl yoludur!

Öyleyse Materyalizmi, sonsuz bir eleştiriye dayanan aydınlanmadan ayrı tutamayız; Marx’ın ve Engels’in en önemli yapıtlarında eleştiri, ya bütünü kapsamakta ya da en büyük yeri kaplamaktadır; Lenin’inkiler de aynıdır!

"Hobbes, Bacon materyalizminin tanrıcı önyargılarını yıkmıştı; Collins,Dodwell, Coward, Hartley, Priestley de Locke'un duyumsalcılığını kuşatan son tanrıbilimsel engelleri yıktılar.

Ne olursa olsun, pratik materyalist için, Tanrı fikrini âlemin kişisel olmayan ilk nedeni olarak kabul eden ve doğaya ve insan yaşamına müdahale etmediğini ileri süren bir dinsel-felsefi eğilim olan Yaradancılık (deism),  dinden kurtulmanın yalnızca kolay bir yoludur.” (Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi)


“Bilinemezcilik” de bir materyalizmdir; en azından, "utangaç" bir materyalizmdir; bilinemezci doğa kavramı, baştan sona materyalisttir.


Bizim bilinemezcimiz, Bizim bildiğimiz kadarıyla, maddenin ve hareketin ya da şimdi dendiği gibi, enerjinin, ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir olduğunu, ama elimizde, herhangi bir zamanda yaratılmamış oldukları konusunda tanıt bulunmadığını söyleyebilir; ama kabul ettiği bu gerçeği herhangi özel bir halde kendisine karşı kullanmayı denerseniz, sizi hemen tersleyecektir.


Tinselciliğin (Spiritualism) olabilirliğini soyut olarak kabul etse de, onun somut olarak ele alınmasını istemez.

Bize şöyle diyecektir:

Bildiğimiz ve bilebildiğimiz kadarıyla, evrenin bir Yaradanı ve Düzenleyicisi yoktur; madde ve enerji, bizim bakımımızdan, ne yaratılabilir ve ne de yok edilebilir; bizce, akıl, enerjinin özel bir biçimi, beynin bir işlevidir, bütün bildiğimiz, maddesel âlemin değişmez yasalarla yönetildiğidir, yb..

Velhasıl, bilinemezci, bir bilim adamı olduğu ölçüde, herhangi bir şey bildiği ölçüde, bir materyalisttir; biliminin dışında, hiçbir şey bilmediği alanlarda, bilgisizliğini Yunancaya çevirmekte ve ona bilinemezcilik (agnostisizm)demektedir.


Ne olursa olsun, bir şey anlaşılır görünüyor: bir bilinemezci olsaydım bile, besbelli, bu küçük kitapta kabataslak sunulan tarih kavramını "tarihsel bilinemezcilik" diye niteleyemezdim. Dindar kimseler bana gülerdi, bilinemezciler ise kendileriyle alay mı ettiğimi öfkeyle sorardı. Onun için, önemli bütün tarihsel olayların sonal nedenini ve büyük itici gücünü, toplumun ekonomik gelişiminde; üretim ve değişim tarzlarındaki dönüşümlerde ve bunların ardından toplumun farklı sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirlerine karşı savaşımlarında arayan görüşü adlandırmak için, başka birçok dilde olduğu gibi, İngilizcede de "tarihsel materyalizm" terimini kullanırsam, bundan, İngiliz saygınlığının bile pek sarsılmayacağını umuyorum. (
F.Engels: Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm)
Öyleyse asıl soru şudur; doğru bilgi tanrının mı yoksa aklın mı hükmü altındadır?

Bu, Türkiye’nin topraklarının kimin mülkiyetinde olacağı sorusuyla bir ve aynıdır!

Öte yandan, erken gelmiş bir dahi rolünü çabuk benimseyen Öcalan’ın Marx’ın “devleti iyi tahlil edemediğini, bunu Kropotkin’in daha iyi tahlil ettiğini” vaaz etmesi ise Marx’ın, devlet tahlilinin merkezine, egemen sınıfların ölümüne korktuğu “proletarya diktatörlüğü” nü koymasındandır!

Egemen sınıfın düşünceleri ile senkronize hareket edenler, doğal olarak korkuları ile de senkronizedir!

Oysa Marx’ın bu tahlili son derece anlaşılırdır; Marx, kapitalizmden komünizme geçişte özel bir aşamanın ve buna tekabül eden "proletaryanın devrimci diktatörlüğü" nün tarihsel zorunluluğuna ilişkin önemli bir önermede bulunmaktadır.

Diğer yandan, Öcalan’ın ve tilmizlerinin ki artık iyiden iyiye köy imamı kafası taşıdıklarını saklamıyorlar, “Marx’ı aşıyorum”culuk oyunlarının merkezine “devlet” söz konusu olduğunda Kropotkinleri koyarken, “Marx’ın Hegel’den kurtulamadığını” vaaz etmeleri son derece ahmakçadır; tekrar olacak ama ahmakça değilse, kesinkes bir burjuva işidir!

Marx’ın, Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi, “devlet”in eleştirisinden başka bir şey değildir, siz bunu “tahlil”i olarak kabul edebilirsiniz; Hegelci marksolog Kostas Papaioannou çevirisi, “Hegelci devletin eleştirisi, 1843 Elyazmaları başlığını taşıyordu.

Sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıtıldığı ve belli bir süreç içinde ve gelişen toplumsal koşullar altında yok olduğunun açıkça söylenmiş olması ”150 yıl önceki eskimiş bilgi ya da önerme” olarak kabul edilirken, bugün bu bilgiye ya da önermeye karşı yeni bir şey konulmamıştır; “yeni” diye koydukları, yine 150 yıl önce ortaya konulan ve Marx ve Engels tarafından aynı zaman aralığında çürütülmüş olan önermelerdir!

Lenin'i, 20. yüzyılın başında, iktidara yürürken eleştiren, Lenin’in felsefi çalışmalarına siyasi hasımlarını ezme ve siyasi merkeziyetçiliği tesis etme gayretinin damga vurduğunu ve Lenin’in "din karşıtlığı" biçimindeki materyalizminin Marksizm'den geri bir noktaya düştüğünü iddia eden Hollandalı sosyalist Pannekoek, "Proletaryanın savaşımı, yalnızca burjuvaziye karşı devlet iktidarı için bir savaşım değildir; aynı zamanda devlet iktidarına karşı bir savaşımdır da... Proleter devrim, devlet gücünün aletlerini parçalamaya ve onları proletarya gücünün aletleriyle ortadan kaldırmaya (yok etmeye, dağıtmaya) dayanır... Savaşım, ancak nihai sonuç alındığı anda, ancak devlet örgütü tamamen yıkıldığı anda biter. Çoğunluk örgütü, egemen azınlık örgütünü yok ederek, üstünlüğünü tanıtlar" diye yazar!

Sosyal-demokratlarla anarşistler arasında tamamen yanlış bir ayrım kurup, marksizmi kesin olarak çarpıtmış ve alçaltmış olan Kautsky, Pannekoek’in sözlerini
"Şimdiye dek, sosyal-demokratlarla anarşistler arasındaki karşıtlık, sosyal-demokratların devlet iktidarını ele geçirmek, anarşistlerin ise onu yıkmak istemelerinden ibaretti; Pannekoek ikisini birden istiyor" diyerek yanıtlar!

Lenin buna karşılık şu açıklamayı yapar:

1) Marksistler, devleti tamamen ortadan kaldırmak istemekte devam ederek, bunun ancak sosyalist devrimle sınıfların ortadan kalkmasından sonra, devletin yok olmasına götüren sosyalizmin kuruluşu sonucu olarak, gerçekleşebilir bir şey olduğuna inanırlar; anarşistlerse, bunu olanaklı duruma getiren koşulları anlamaksızın, devletin bugünden yarına tamamen ortadan kalkmasını isterler.

2) Marksistler, proletarya için, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski devlet makinesini tamamen yıkmanın ve onu silahlı işçilerin Komün örneğine göre örgütlenmesine dayanan yeni bir devlet makinesiyle değiştirmenin zorunlu bir şey olduğunu söylerler; anarşistler ise, devlet makinesinin yıkılmasından yana olmakla birlikte, proletaryanın onu ne ile değiştireceğini ve devrimci iktidarı nasıl kullanacağını ancak çok belirsiz bir biçimde düşünürler; onlar devlet iktidarının devrimci proletarya tarafından kullanılmasını yadsımaya dek, devrimci diktatoryayı yadsımaya dek giderler.

3) Marksistler, çağcıl devletten yararlanarak, proletaryanın devrime hazırlanmasını isterler; anarşistler ise böyle bir davranışa karşıdırlar.

Bu polemikte, Pannekoek, Kautsky'ye karşı marksizmi temsil etmiştir; çünkü Marks, açıkça, proletaryanın devlet iktidarını ele geçirmekle yetinilemeyeceğini (eski devlet aygıtının yalnızca başka ellere geçmekle kalmaması anlamında), ama bu aygıtı kırmak, parçalamak ve onu bir yenisiyle değiştirmek zorunda da olunduğunu öğretmiştir.

Oportünist: "Eski devlet makinesini yıkmayı düşünmemeli bile; bakanlardan ve memurlardan nasıl vazgeçebiliriz?" diye akıl yürütür.

Anarşistler ise: "Yalnızca eski devlet makinesini yıkmayı düşünmek gerekir; daha önceki proleter devrimlerden çıkan somut dersleri derinleştirmek ve yıkılan şeyin yerine neyin ve nasıl konacağını çözümlemek yararsızdır" diye akıl yürütür; bu nedenle anarşistler, somut, gözü pek, sert, ama aynı zamanda yığın hareketinin pratik koşullarını da hesaba katan devrimci bir etkinliğe değil, umutsuzluk taktiğine varır.

Anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyan Marx, işçiler kapitalist boyunduruktan kurtulduklarında, "silahları bırakmalı mıdır, yoksa kapitalistlerin direnişini kırmak için bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyor ve bunun bir devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.

Anti-Dühring’te, “Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimiydi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti: ilk çağda köle sahibi yurttaşların, orta çağda feodal soyluluğun, çağımızda burjuvazinin devleti olduğu ölçüde böyleydi. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık bir baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem —üretim araçlarına toplum adına el konması—, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner” derken proletaryanın, devlet iktidarını eline geçirerek, "böylece devlet olarak devleti ortadan kaldırdığını" söyleyen Engels, anarşistleri devletin ortadan kaldırılmasından yana oldukları için değil, devletin bugünden yarına, onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bir vuruşta ortadan kaldırılması, yani, ilga edilmesi yolundaki istemlerini eleştiriyordu!

Yani Engels burada, proletarya devrimiyle burjuvazinin devletinin "ortadan kaldırılma"sından söz eder; oysa "sönme" üzerine söylediği şeyler, sosyalist devrimden sonra, proleter devletten ne kalmışsa onunla ilgilidir. Engels'e göre, burjuva devlet "sönmez"; devrim sırasında proletarya tarafından "ortadan kaldırılır".

Bu devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir.

İkinci olarak: Devlet "özel bir baskı gücüdür". Bundan şu sonuç çıkar: proletaryaya karşı burjuvazi tarafından milyonlarca emekçiye karşı bir avuç zengin tarafından kullanılan bu "özel baskı gücü" yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir "özel baskı gücü"nün (proletarya diktatoryası) geçmesi gerekir. "Devletin devlet olarak ortadan kalkması" nın anlamı, işte budur. Ve toplum adına üretim araçlarına el koyma "eylem"inin de anlamı budur. Kendiliğinden anlaşılır ki, bir "özel gücün" (burjuvazinin devleti) bir başka "özel güçle" (proletaryanın devleti) böylesine bir yer değiştirmesi hiçbir zaman "sönme" biçiminde olamaz.

Burjuva devlet, proleter devlete (proletarya diktatoryasına) yerini "sönme" yoluyla değil, genel kural olarak, ancak ve ancak zora dayanan bir devrimle bırakabilir.

Üçüncü olarak: Bu "sönme", ya da daha renkli bir deyimle, bu "uykuya dalma" yı, Engels, hiçbir anlam belirsizliğine yer vermeksizin, "devlet tarafından, toplumun tümü adına üretim araçlarına el koyma"dan sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki döneme erteliyor.

Hepimiz biliriz ki, "devlet"in o andaki siyasal biçimi en tam demokrasidir. Ama marksizmi utanıp sıkılmadan çarpıtan oportünistlerden hiçbirinin aklına gelmez ki, bu durumda Engels'te söz konusu olan şey,”devlet”in o andaki siyasal biçiminin, yani en tam demokrasinin "uykuya dalma"sı ve "sönme"sidir.

Bu, ilk bakışta çok garip görünür. Fakat bu ancak demokrasinin de bir devlet olduğu ve bunun sonucu, devlet yok olduğu zaman, aynı biçimde demokrasinin de yok olacağı gerçeğini düşünmeyen biri için "anlaşılmaz" bir şeydir.

Burjuvazinin devletini, ancak devrim "ortadan kaldırabilir". Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise, ancak "sönebilir".

Komün mü? Komün de bir devlettir ama devletsizliğe geçişin ifadesi olarak, devlet olmayan bir devlet anlamında!

Onun gerçek gizi, şudur:

Özsel olarak bir işçi sınıfı hükümeti, üreticilerin, temellükçüler sınıfına karşı sınıf savaşımının sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan en sonu bulunmuş siyasal biçimdir; bu son koşul olmaksızın, komünal kuruluş olanaksız bir şey ve bir aldatmaca olurdu...

Öyleyse, her türlü devleti reddedip, tıpkı devlet gibi, kendisi de bir devlet ve bir geçici, tarihsel-nesnel kategori olan komün’ü fetişleştirmek, dilim varmıyor ama ahmaklık değilse, bir burjuva işinden öteye değildir!

En sonu, komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir; çünkü o zaman, sırtı yere getirilecek hiç kimse, hiçbir sınıf anlamında "hiç kimse" yoktur; nüfusun belirli bir bölümüne karşı sistemli bir savaşım, artık yoktur.

Biz ütopyacı değiliz ve bireysel aşırılıkların olanaklı ve kaçınılmaz şeyler olduğunu hiçbir zaman yadsımıyoruz; ama bu aşırılıkları bastırmanın zorunlu olduğunu da yadsımıyoruz.

Nedir ki, her şeyden önce, bunun için özel bir makine, özel bir bastırma aygıtı hiç de gerekli değildir; silahlanmış halk, herhangi bir uygar insan topluluğunun, hatta bugünkü toplumda bile, dövüşen insanları ayırması, ya da bir kadına kötü davranılmasına göz yummaması kadar yalın ve kolay bir biçimde, bu görevi kendisi üstlenecektir.

Sonra, biliyoruz ki, toplum içinde yaşama kurallarına bir saldırı oluşturan aşırılıkların derindeki toplumsal nedeni, yoksulluğa, sefalete adanmış yığınların sömürülmesidir.

Bu temel neden, bir kez ortadan kaldırıldıktan sonra, aşırılıklar kuşkusuz "sönme"ye başlayacaklardır. Hangi hız ve hangi sırayla, onu bilmiyoruz; ama biliyoruz ki, söneceklerdir. Ve bu aşırılıklarla birlikte, devlet de sönecektir.

Demokrasi mi?

Demokrasi, özgürlük değil, ama eşitlik demektir; ama demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik anlamına gelir. Ve bütün toplum üyelerinin, üretim araçları mülkiyetine göre eşitliği, yani emek eşitliği, ücret eşitliği gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşitlikten gerçek eşitliğe, yani "herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre" ilkesinin gerçekleşmesine geçmek için, insanlığın karşısına tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir.

Demokrasi çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet gibi, demokrasi de, zorun, örgütlenmiş olarak, sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır; yani demokrasinin (burjuva demokrasisinden söz ediyorum) bir devlet biçimi olma karakteri, onun mutlaka özel mülkiyetle ve zor uygulamasıyla birlikte olmasını gerektirmektedir. İşin bir yanı, bu; ama öte yandan, demokrasi yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak, devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.

Öyleyse bu, bir yanda ister “saf”,”tam” da diyebilirsiniz, ister burjuva demokrasisi ile diğer yanda diktatörlüğü aynı kategori içine sokmaktadır; demek ki, diktatörlük ile demokrasi arasında, bir nitelik değil nicelik farkı vardır.

Öyleyse bundan şu sonuç çıkar ki, demokrasi, gelişmesinin belirli bir aşamasında, önce proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir; sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva devlet makinesini, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını, parçalamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine milise katılan silahlı işçi yığınları, sonra kerteli olarak, tüm halk biçimi altında, daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçirmesini sağlar.

Burada, "nicelik niteliğe dönüşür"!

Bu aşamaya eriştikten sonra “demokratizm”, burjuva toplum çerçevesinden çıkar ve sosyalizme doğru evrimleşmeye, sosyalizme dönüşmeye başlar. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa, kapitalizm artık tutunamaz.

Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz.

Ancak azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

Fakat sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak, genelde insanlara karşı zor kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğer kısmına tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağından da eminiz, çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın temel kurallarına zor ve tabiiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.

İşte bu nedenle, “demokrasi” yi ya da “demokratizm” i dilinden düşürmeyen ve anarşist de takılan Kürt aktivistlerin bayrak edindiği, yüz elli yıl öncesinin anarşistlerinin düşüncesi olan, devletin bugünden yarına, onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, bir vuruşta ortadan kaldırılması, yani, ilga edilmesi yolundaki istemlerinin eleştirisi ve karşısına Marx ve Engels’in yine yüz elli yıl önceki, bu anarşist düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyan düşüncelerinin konulması, son derece anlaşılır olmalıdır!

Devlete olan kölece inanç ile demokrasi mucizesine fetiş biçimde inanmak arasındaki fark ikincisinin birincisinden daha kötü olmasıdır!

Öyleyse “demokratik” lafazanlık ile beraber “devletin reddedilmesi” lafazanlığı, birbirinden farkı olmayan bir burjuva lafazanlığın ötesine geçemez; başka ifadeyle, bugün dillerinden “demokrasi” ya da “demokratik” sözcüğünü düşürmeyenlerin, “devleti istemezük” diye haykırması majestelerinin soytarılığından öte değildir!

150 yıl önce, nasıl ki Alman İşçi Partisi bugünkü toplumu, bugünkü devletin temeli olarak kabul edeceğine, tam tersine, devleti, kendi entelektüel, manevi ve özgür temellerine sahip bağımsız bir gerçeklik olarak ele alıyorduysa; “devlet” gerçeğinin üzerinden atlamak için “anarşist” takılan bilumum zevat da, bugün aynı şekilde ele almaktadır.

Oysa Marx ve Engels’in çoktan vurguladıkları ve “anarşist” takılan zevatın ve onları izleyerek burjuvazinin ardından sürükleneni bilumum zevatın,“150 yıl öncedir” diyerek burun kıvırdığı dünyanın gerçekleri, hala bu günkü dünyanın da gerçekleridir; bu gerçeklikte, insanlığın büyük çoğunluğunun mülksüzleştirilerek, zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirilerek bu tabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının pratik koşullarının hazırlanmış olduğu gerçeği de vardır!

Diğer yandan, çok doğrudur ki, sosyalizmin, devlet yönetiminin fonksiyonlarını basitleştirdiğini, buyrukçuluğu ortadan kaldırmayı ve tüm meseleyi tüm toplum adına işçiyi, ustabaşını ve muhasebeciyi egemen sınıf olarak işe alan proleterlerin örgütüne indirgemeyi mümkün kıldığını biliyoruz.

Ancak bunun, aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tabiyet olmadan yapılamayacağını da biliyoruz.

Öyleyse proletarya diktatörlüğünün görevlerini yadsımaya dayanan, bürokrasiyi her yerde aniden ve tamamen ortadan kaldırma yönündeki bu anarşist düşlerin, marksizmin özüne yabancı olduğunu ve gerçekte sosyalist devrimi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet edeceğini de biliyor olmalıyız.

Dolayısıyla sosyalist devrimin şimdiki insanlarla, tabiyet olmadan, denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeci olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştireceğimizi de biliyor olmalıyız.

Kapitalistler devrildiğinde, direnişi kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında, karşımıza asalaklardan kurtarılmış, teknik açıdan mükemmel bir mekanizma çıkar; birleşmiş işçiler, bu mekanizmayı, teknisyenleri, gözetimcileri, muhasebecileri işe alarak pekâlâ işletebilirler; işte komün’ün tüm tröstler karşısında somut, pratik, derhal uygulanabilir görevi budur. Bir sonraki hedef ise, tüm ulusal ekonomiyi posta örneği misli örgütlemektir.

İşte proletaryanın devletinin ekonomik temeli budur.

Engels, Friedrich Cuno' ya yazdığı bir mektupta,"Bakunin için temel kötülük devlet olduğuna göre, devleti, yani cumhuriyet olsun, krallık olsun, ya da başka çeşit devlet olsun, her türlü devleti ayakta tutmak için hiç bir şey yapılmamalıdır. Bunun sonucu olarak, her türlü politikanın tamamen dışında kalınmalıdır. Herhangi bir siyasi eylemde bulunma ve özellikle bir seçime katılma, ilkelere ihanet olur. Propaganda yapmalı, devlete karşı atıp-tutmalı, örgütlenmelidir ve bütün emekçileri tarafına kazandıktan sonra, yani halkın çoğunluğunu kazandıktan sonra, bütün makamları alaşağı edersin, devleti ortadan kaldırırsın ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koyarsın. Bin yıllık krallığı başlatacak olan bu yüksek başarının adı “sosyal tasfiye'dir."diye yazıyor ve bunun kulağa pek aşırı devrimci gibi geldiğini, beş dakika içinde ezberlenebilecek denli basit olduğunu ve bunun için, bu Bakuninci teorinin, İtalya ve İspanya'da genç avukatlar, doktorlar ve başka doktrinciler arasında hızla yayıldığını ifade ediyordu.

Engels burada durmuyor, buna karşın, emekçilerin tabiatları gereği, politik olduklarını hatırlatarak, politikayı bir yana bırakmalarını öğütleyen kimseleri eninde sonunda bir yana bırakacaklarını ve işçilere, şartlar ne olursa olsun, politikadan uzak durmayı vaaz etmenin, onları papazların ya da burjuva cumhuriyetçilerinin kucağına itmek olduğunu da yazıyordu.

Burada çoğunluğun azınlık üzerindeki otoritesi de sona ermektedir. Her birey, her komün özerktir; ama iki kişiden meydana gelse bile, her biri özerkliğinin bir parçasından vaz geçmedikçe bir toplumun nasıl mümkün olabileceği konusunda da Bakunin susmaktadır.

Demek ki enternasyonal de bu modele göre örgütlenmelidir. Her seksiyon özerk olduğu gibi, her seksiyondaki her üye de özerktir. Genel konseye zararlı bir yetki tanıyan ve onu ifsat eden Basel kararları bize vız gelir! Bu yetki, gönüllü olarak verilmiş olsa bile, sona ermelidir, çünkü yetki otorite demektir. Bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...

İşte Engels böyle söylüyordu ve eminin, o zamanki anarşistlere olduğu gibi, bugünün anarşist de takılan ve burjuva devletin yıkılmasından itibaren sönüp giden bir devletten söz ettiklerini ve şu “demokratik komün" vurgusunu da bu çerçevede yaptıklarını gördüğümüz Kürt aktivistlerinin kulaklarına da pek hoş gelmiyordur.

Peki, neden hoş gelmiyordur?

Fikret Uzun

12-Ağustos-2015