27 Temmuz 2015 Pazartesi

HALKI KENDİ DURUMU ÜZERİNDEKİ YANILSAMALARDAN VAZGEÇİRMEK İÇİN ONU GERÇEĞİN ÖTEKİ DÜNYASINDAN KURTARIP ÖNÜNE BU DÜNYANIN GERÇEĞİNİ KOYMAK GEREKİR




HALKI KENDİ DURUMU ÜZERİNDEKİ YANILSAMALARDAN VAZGEÇİRMEK İÇİN ONU GERÇEĞİN ÖTEKİ DÜNYASINDAN KURTARIP ÖNÜNE BU DÜNYANIN GERÇEĞİNİ KOYMAK GEREKİR

Marx, Kapital’de, “Makine ve büyük sanayi- Makinenin Gelişmesi” bölümünde, John Stuart Mill’in, Principies of Political Economy adlı yapıtında, “Bugüne kadar yapılan bütün mekanik buluşların, insanoğlunun katlandığı günlük meşakkatleri hafiflettiği kuşkuludur.” sözlerini hatırlattıktan sonra ve “makinelerin, hali vakti yerinde aylakların sayısını büyük ölçüde artırdığını” ekledikten sonra, “Ne var ki bu, hiçbir şekilde, makinenin kapitalistçe uygulanmasının amacı (günlük meşakkatleri hafifletmek) değildir. Emeğin üretkenliğindeki diğer bütün artışlar gibi makine de, metaların ucuzlatılması ve işçinin kendisi için çalıştığı işgünü kısmını kısaltarak, karşılığını almadan kapitaliste verdiği diğer kısmını uzatmak amacıyla kullanılır. Kısacası makine, bir artı-değer üretme aracıdır.” Diye yazar.

Marx’ın yaklaşımını Mill’in bu “duygu”lu yaklaşımı karşısında, “duygusuz ve ruhsuz” bir yaklaşım olarak görenlerin çok olduğuna eminim; ancak bu tür yani duygusal bir yaklaşımın da bu sorun karşısında pek fazla yapacağı bir şey olmadığı açıktır!
Bu konuda, bir papaz olan Edmund Cartwright adlı şair gibi duygusal yaklaşarak, yani dokumacıların haline acıdığı için, makineli dokuma tezgâhının üretilmesi ile birlikte aç kalan dokumacıların yoksulluklarından duydukları acının birçok yeni şairin doğmasına neden olduğunu hatırlamak oldukça öğreticidir!
Buradaki ders ise, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” yaklaşımını nahoş bulup, J.S.Mill ve iyi yürekli papaz şairin makinelerle işçilerin günlük meşakkatleri arasında dokunaklı bir ilişki kurup, mülkiyeti gözden kaçırdıklarının ve böyle olunca da, teknolojik buluşların insanın yaşamını kolaylaştıracağına, nasıl olup da, daha da kötüleştirdiğinin bir bilinmez olarak kalmasına dokunaklı bir dokunuş ile yardım etmiş oldukları gerçeğidir!
Ve haliyle sorunu çözmek, o “duygusuz ve ruhsuz” yaklaşımı ile insanın yerine proleteri koymak ve yine Marx’ın sözüyle, “en gelişkin makinenin, işçiyi bir vahşinin çalıştığından ya da kendisinin en basit, en kaba aletlerle çalışacağından daha fazla çalışmaya zorlayacağı” nı hatırlatmak Marx’a düştü…
“Teknolojik gelişme ile eskiden canlı işçiye ait olan etkinliğin, artık makinenin etkinliği haline geldiği ve böylece de insanın en temel ilişkisinin, doğa ile olan ilişkisinin, dolaylı olarak mülkiyete tabi kılındığı” gerçeğinin; yani “büyük sanayinin, yalnızca kapitalist olan ilişkileri değil, işin kendisini de işçi için dayanılmaz hale getirdiği” gerçeğinin ve dahi “bu sonuca yol açan şeyin makine olmadığı” gerçeğinin; böylece de “üretim araçlarının ve emeğin gerçekleşme koşullarının insana yabancılaşmasının da , ‘kötü ’ insanların marifeti olmadığı ama doğa-insan ilişkisinin bu özel biçiminin tarihsel bir kategori olduğu” gerçeğinin hatırlatılması da açıklayıcı olacaktır.
Bunun için, yani bu dersten dersler çıkarmak için, tek yapılması gereken şey, sorunun çözümü ve anlaşılabilir kılınması çerçevesinde, Marx’ın ”duygusuz ve ruhsuz“ yaklaşımını göz önünde bulundurmaktır.
İşte şimdi de önümüzde ve kuşkusuz büyük çoğunluğumuzun yüreklerinde küçük ya da büyük bir yara misli taşıdığımız ve yüreklerimizin her dokunaklı etkiye verdikleri tansiyon yükselten tepkileri ile kanayan Kobane gerçekliğinin, amacının da, hedefinin de ve çözümünün de, “iyi” ya da “kötü” insanların marifetlerinden ziyade, nesnel-tarihsel koşulların yarattığı bir sonuca bağlı olduğunu ; “iyi” ya da “kötü” insanların duygularından ya da duygusuzluklarından bağımsız olarak, tarihsel vazgeçilmez çıkarların ivmelendirici etkisiyle yükselen ve bir örgütlü hareket içinde vücut bulan ezilen ve sömürülen halklara ve sınıflara has bir öfkenin, kinin ve isyanın yarattığı sonuca bağlı olduğunu ve bütünsel bir tarihsel-nesnel zaman yanında, koşullarından da bağımsız olmayan bir tarihsel kategori olarak durduğunu görüyoruz!
İşte burada, bu kategoriye de ve bu kategoriye yaklaşımın ikili ve daha çok taşıdığı sınıfsal özü ile kategorize edebileceğimiz yanına da, “duygusuzluk”  ve “ruhsuzluk” ile nitelendirilme riskini göze alarak, Marx’ın yaklaşımında kendini gösteren “sınıfsal ve bilimsel bir yaklaşım ile mi yaklaşsam?”, yoksa “Mill’in ‘duygulu’ yaklaşımı ile mi yaklaşsam?” diye sorup, düşünüp, taşınıp, tam da Marx’ın yaklaşımını tercih etmişken, bu tarihsel kategoriye benim tercih etmediğim bir yaklaşım ile yaklaşılmasının da payı olan bir trajik sonuç ile karşılaştık.
İtiraf ediyorum ki, her ne kadar bu sonucun, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” olarak nitelenebilen ve uzaktan öyle görünen yaklaşımı ile ortaya koyduğu nedenlerle bağlı olduğuna ve dahi buradaki yaklaşımımın Marx’ın yaklaşımı ile bağlı olması gerektiğine inanmış olsam da ve hatta bu yaklaşım temelinde düşüncelerimi kurgulayıp formüle etmiş olsam da, yüreklerimizi kanatan, öfke ve kinimizin duygularımıza yansıyan şiddetine tavan yaptıran, artık insanlığın zerresinin kalmadığını, dahası artık “kötülüğün”,”iyiliğe” baskın olduğunu düşündürten bir insanlık dışı katliamın yarattığı halet-i ruhiye içinde açıklamaya ne yüreğim, ne de dilim el verdi.
Bu insanlık dışı trajedinin yarattığı ve bütün dünyanın vicdanında geçmişteki dokumacıların yaşadıkları acıları bin kat sollayan bir acıyla yankılanan haykırışların papaz şair gibi “duygusal” sesi olmayı denedim ama yapamadım. Çünkü bunu iki yüzlülük saydım ama bu halet-i, ruhiyeden çıkana kadar, doğru olduklarına duyduğum inançla formüle ettiğim düşüncelerimi paylaşmak için, hem kendimin ıstırap çeken yüreğine ve hem de bu trajik atmosferin yarattığı ıstırap yüklü öfke ve intikamcı duyguların bilimsel-sınıfsal yanına baskın çıktığı bir kin ile dolu olarak kitleye sinen ilk şaşkınlığın dağılmasını ve acıların biraz olsun dağlanmasını bekledim!
Ancak henüz önceki şaşkınlık dağılmadan, acılarımız yeterince dağlanmadan, önümüze aynı türde bir içerikle başka bir trajedi ve bunun yarattığı başka bir şaşkınlığın çıkarılması, beni Marx’ın yaklaşımına döndürmüştür!
Yani, Marx’ın yaklaşımına dönerek, insanoğlunun yabancılaşmasının zirvede olduğu bir zamanda ve nesnel-tarihsel koşulda, “iyi” ve “kötü” insanın varlığının, hatta ve hatta” iyi” insandan çok ”kötü” insanın varlığının yadsınmayacağı ama yine de insanın bu “kötü” halinin, tümüyle emeğin gerçekleşme koşullarına bağlı olan yabancılaşmanın bir ürünü olduğunu bilerek ve iyiliğin kötülüğe savaş açmasından daha çok ve belirleyiciliğini teslim ederek,  insanın bu “iyi” haline baskın çıkan “kötü” halinin de sorumlusu olan yabancılaşmanın asıl müsebbibi olan emeğin gerçekleşme koşullarına savaş açmanın çözüme ve sonuca en yakın seçenek olduğu gerçeğinden hareket etmek kaçınılmaz olmuştur!
Bu yüzden, samimiyetimin ağırlığı bir yana, yüreğimde büyüyen ve içimi ateş gibi yakan en öfkeli, en kinli ve en tiksintili acıların ıstırabıyla ama bir o kadar da bilimsel bir iyimserlikle yüklü umudumla kısa bir süre uykuya yatırdığım düşüncelerimi, yüreğimde hâlâ kanayan bir yara halinde büyüyen öfkemin ve kinimin yanında tiksintimin de gereği olarak ikircimsiz aktarmayı bir borç biliyorum!
Nesnel durumunun taşıdığı yıkıntılı savaş halinin umut kırıcı gerçekliğinden uzaklaştırmak için,  Kobane’nin harap olmuş tüm sokaklarının taşıdığı yalın gerçekliğin üzerini imgesel çiçeklerle örter misli, rengârenk oyuncaklarla donattırmak üzere, ellerinde ve sırt çantalarında plastik arabaları ve bebekleri,  yüreklerinde ise bir insan sevgisinin varlığını ve elbette buruk da olsa bir yanılsamalı “katastrof finalin” coşkusunu taşıyan insanları, bir bayram, bir festival, hatta katastrofa ermiş bir zafer coşkunluğu havasında ama tüm silahsızlıkları, hatta tüm savunmasızlıkları içinde Kobane yolculuğuna çıkarmak; yanılsamalara gereksinim duyan bir halkı, Kobane halkını, bu gereksinimine kavuşturmak üzere, bilimsel bir iyimserlik içermeyen umutvar bir yanılsamanın içine sokmak pahasına, sinsi ve egemen bir şemsiye altında kurulu tuzaklarla dolu olan ve henüz bitmemiş bir savaş alanında ve henüz yenilmemiş bir düşmana hedef yapmak demektir!
Bunun, kendiliğinden bir coşkunluğun, kendiliğinden bir ivmelenmesi ile kendiliğinden dile gelen bir eylem olmadığı açıktır. Hatta belki de hesapsız, kitapsız öngörülmüş bir eylemdir demek şimdi hak edilmemiş bir haksızlık olarak görünse de, bu trajedinin ilk şaşkınlığı ve can yakan acısı hafiflediğinde, ya da belki daha fazla can yakan başka bir trajedinin yarattığı acı ile üzeri küllendiğinde bir haksızlık olmadığı anlaşılacak ve kabul edilecektir.  Bu, henüz başlamamış ve ilk tuzakla, taşıdıkları insan sevgisinin varlığının sökülüp alınmış ve yerine, kalpsiz bir dünyanın yürekleri dağlayan kızgın sıcaklığının yarattığı gerçek üzüntüye duyulan nefret ve öfke yüklü iç çekişlerin konulması ile sonuçlanmış bir trajedidir!
Aniden patlamış bir kasırganın ürünü misli görünen bu trajedi, aslında zincirlerle ve patlamalı bir şekilde birbirine bağlanarak ve de bütün işaretleri ile kendini göstererek ve büyüyerek ilerleyen bir ateş topu misli yuvarlanarak büyümüş olan ve önü alınmazsa daha da büyüyecek olan bir trajedi yumağı mislidir!
Bunda, sırtlarındaki çantalarında taşıdıkları plastik oyuncakları, yüreklerinde taşıdıkları insan sevgisi ve Kobane’de yaşanmış ve katastrof finali yakalamış bir devrimin coşkunluğu içinde, sosyalizme değil, sosyalist iktidara hiç değil, ama Kobane’nin yıkıntıları üzerinden yükselen sosyalizmin iktidarsız biçiminin, bütün insanlığa umut olacağına inandıran partilerine inanarak, henüz hâlâ bir savaş alanı olan ve sinsi-açık envai çeşit tuzaklarla dolu Kobane yolculuğuna çıkartılıp, savaş alanına pek de uzak olmayan, hiçbir güvenliği olmayan, hatta sağlanmadığı da anlaşılan bir alanda kamp kurdurularak, coşkunluklarının belki de zirvesinde oldukları bir zamanda, bütün sözleri kifayetsiz bırakan bir insanlık dışı katliama maruz bırakılan çoğunluğu gencecik fidanlar olan bu insanların hiçbir suçu ve dahi hesabı kitabı yoktur!
Burada baş suçlu elbette, insanoğlunu tersine dönmüş bir dünyanın, tersine dönmüş bilinci içinde yabancılaşmanın en uç noktasına sürükleme ameliyesi içinde bütün bunlara neden olmanın nesnelliğini taşıyan emperyalist kapitalist dünyanın sahipleri ve bu dünyada yer tutmak isteyen, dünyanın yok olması pahasına elde edilmek istenen zenginliklere ortak olmak isteyen bilumum işbirlikçileridir!
Bu suçtan, onları bu yolculuğa uğurlayanları masun tutamayız, masum sayamayız!
Çünkü Kobane halkı, yanılsamalı mutluluklar vererek değil, tümüyle bilimle yüklü iyimser umutlarla donatılmış mutluluklar vererek, gerçek bir mutluluk için birleştirilebilir, bu mutluluk için kararlı bir mücadelenin içine sokulabilirdi!
Yüz elli yıldan da önce, Marx ve Engels’in vurguladıkları, yabancılaşmanın en yüksek biçimine kapitalizmde ulaştığı ama öte yandan bu aynı kapitalizmin, insanlığın büyük çoğunluğunu mülksüzleştirerek ve zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale getirerek bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasının pratik koşullarını da hazırlamış olduğu gerçeğini, Marxizm’i aşma bahaneleriyle görmezden gelmeleri bir yana, bugünün çürümüş ve kokuşmuşluğu içinde, bu yabancılaştırmanın da yetmediğinden hareketle, “gerçeğin öteki dünyası”nı dayatarak çaresizliğini ortadan kaldıracak bir tersine çevrilmiş dünya ve tersine çevrilmiş bilinç yaratmak için, dünyanın genel teorisi olan, gerçek bir gerçekliğe sahip bulunmayan insanal özün doğaüstü gerçekleşmesi olan dini dayatan emperyalizmi, tekelci düzeni;  aynı anlama gelmek üzere, tersine çevrilmiş bir dünyayı ortadan kaldırmak suretiyle bu tersine çevrilmiş dünyanın kaçınılmaz olarak yarattığı tersine çevrilmiş bilinci ortadan kaldırmak yerine, emperyalizmin karasularında, bu çürümüş ve kokuşmuş insanlık dışı düzenin sahipleri ile  “barış içinde bir arada” yaşamayı, daha somut ifadesi ile “bin yıl sürecek bir Amerikan pax’ını bir reçete misli, allayıp-pullayarak öneren, hatta türlü çeşit demagojilerle dayatan aydıncıkların suçları belki de daha büyüktür!
Diğer yandan, insanoğlunun en yüksek yabancılaşmaya ulaştığı kapitalizmde, dinin vaad ettiği göksel mutluluk egoizminin, zorunlu olarak dinsel bireyin maddi egoizmine, göksel gereksinimin yersel gereksinime, öznelciliğin ise özel çıkarlara dönüştüğü biçimindeki açıklama varken ve bu açıklama yadsınmamışken, “göksel gereksinimler” bahane edilerek, “demokratik din açılımları” ile yabancılaşmanın en uç noktasına sürüklenmiş kitleleri, “gerçeğin öteki dünyası”na sürükleyerek, dünyanın maddi gerçeklerinden uzaklaştırmak, bu aydıncıkların suçlarından daha az değildir!
Daha önemlisi ki bütün saptamalarımı teyit eder mahiyettedir, “suçlu sensin veya sizsiniz!” deyip, suçlu olarak ilan edilenlerin karasularında veya suçlu olduğunun işaretlerini en tam ifadesiyle taşıdığı alanlarda yer kapmaya, bu alanları “demokratize” ederek suçlarından kurtarılmış kılmaya çalışmak, ikiyüzlü bir şekilde suça ortak olmak demektir!
Öyleyse ,“barış” özlemleri ile alay eder misli ve “biz istemezsek, ya da bizim istediğimiz tipteki bir ‘barış’tan başka ‘barış’ olmaz” der misli işlenen bu insanlık suçunu “lanetlemek” yetmez, hatta suçluyu işaret etmek de yetmez; bu lanetlenenlerin ve işaret edilen suçluların soyutlanarak somutlanması, yani en tam ifadesiyle netleştirilmesi, deşifre edilmesi ve bunlardan tümüyle ve de kesinkes kopulması ve de mutlak karşı tarafa konulması gerekmektedir!
Ancak böyle hem lanet okumalar ve hem de bu lanetlenen suçlulardan da, bundan sonra işlenecek suçlarından da kurtulmak üzere verilen sözler inandırıcı ve umutvar olur; en önemlisi de gerçek olur!
Bu yapılmazsa, yabancılaşmanın uç noktasında yaşayan kitleler, mutluluğu ne göksel dünyada bulacağına, ne de maddi dünyada bulacağına inanır ve bu uç noktadaki yabancılığına sıkı sıkı sarılarak korkularından kurtulmaya ya da korkularıyla empati kurmaya çalışırlar ki ikisi de aynı kapıya çıkar!
Yani bütün can yakıcı gerçekliği ile yüz yüze olduğumuz gerçek dünyanın içinde bir gözyaşı vadisi misli büyüttüğümüz acılarımızı, yeni ve ansızın gelen acılarımıza katık ederek, gerçeğin öteki dünyası ile avunmaktan başka bir yere varmamış oluruz!
Öyleyse bilimsel, iyimser, umut yüklü öfkemizi ve kinimizi ve dahi tiksintimizi yüreğimizde soğutmadan, Marx’ın “duygusuz ve ruhsuz” gibi görünen ama aslında gerçeğin yansısı olan yaklaşımını göz önünde bulundurmak hepimize iyi gelecektir. Ama daha çok, gerçeği öteki dünyasından kurtarıp gerçeğe dünyanın gerçekliğinde sahip çıkarak, şimdi bir ezilen ve bir proleter suretindeki canlı, yaşayan, somut insanı ücretli emeğin yabancılaştırıcı ve aslında köleleştiren ama özgürmüş gibi gösteren yanılsamalı dünyasından kurtarmak için bir bilimsel yol olacaktır!  
Fikret Uzun
27 Temmuz 2015



20 Temmuz 2015 Pazartesi

NEREYE PAYİDAR NEREYE ? Türkiyelileşme serüveni: Quo Vadis?



NEREYE PAYİDAR NEREYE ?

Türkiyelileşme serüveni: Quo Vadis?

 
Egemen sınıfların ideolojilere sadakat diye bir düsturu yoktur. Türk-İslam sentezi derken, yükselen Kürt hareketine karşı keskin bir dönüşle Doğu illerinin Kürt-İslam sentezine teslim edilmeye çalışılmasını izledik. Şimdi, Amerika Ortadoğu’da Barzani’nin gücüne ve Erdoğan’a güvenemeyeceğini anladığından daha modern muadiller arıyor. Ancak Amerika’dır; son kertede, onurlu, emekçiden yana ve özgürlükçü hiçbir Kürdü kabul edemez ve temelde, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğini birleştirme çabasında bir değişiklik bulunmuyor. Farklı olan, Suriye’de rejimi düşürememiş olmasının ve bu çerçevede kendi adamlarını istediği gibi kontrol edememesinin getirdiği büyük sıkışmışlık durumudur. İmkânları burada aramak gerekiyor.

Politika bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevk etme sanatıysa, Amerika, Suriye cephesinde, neden olduğu çok büyük yıkım bir yana, başarısız olmuştur. ÖSO’ nun artık esamesi okunmuyor; Esad yerindedir ve sonunda kendisi çekilecek dahi olsa Suriye’de rejimin değişmesi artık pek zor görünmektedir.

Obama yönetimi, Washington’da Irak’ın “İran’ın yeni eyaleti” haline geldiği argümanına karşı kendini savunmaya çalışıyor ve ek olarak, PKK/PYD’ yi Barzani’nin ideolojik ve nihayetinde politik hâkimiyeti altına sokma umudunu yitirmiş, PKK/PYD’ ye muhtaç olduğunu kabullenmiş görünüyor.


Muhtaçtır, ancak sorun bu kabullenişle bitmiyor. Bir yanda Barzani ve diğer yanda PKK/PYD güçleri çevresinde, doğrudan Amerika’nın “elinde” bir devlet bulunmuyor; bu tanıma en yakın sayabileceğimiz Irak’ın ordusu ve yönetimindeki İran etkisinin Amerika’da bulduğu yankıyı başka yazılarda ele aldım, ancak yukarıda aktardığım argüman da konuyla ilgili bir fikir veriyor. Amerika’nın somut olarak yanıt üretmek zorunda olduğu soru, Kürtlere, bulundukları coğrafyada hangi Amerikancı gücün koruyucu ve destek olabileceğidir. Elinde, her türlü güçlüğe rağmen, tek bir aday bulunuyor: Türkiye.


Öcalan “Eşme ruhu” diyordu ve Newroz meydanında okunan mesajında selamlıyordu; selamladığı ve selamlattırdığı, Süleyman Şah Türbesinin bir gece yarısı TSK-YPG ortak operasyonu ile Suriye Eşme’sine taşınmasıydı.


Yakın zamanda, Erdoğan’dan Vatan Partisi’ne farklı çevrelerin, TSK’nın Suriye topraklarına girip “Kürt avına” çıkabileceğini/ çıkması gerektiğini savunduğunu biliyoruz; IŞİD bunun gerçekleşebileceğini düşünmese de, dile getirilmesine bile pek sevinmiş olmalıdır, ancak bu tehdidi/talebi buraya almaktaki amacım, meselenin başka bir boyutunu vurgulamak. Bu tehdidi/talebi sahiplenenler, Kobane döneminde tezkereyi savunurken de aynı “umutla” savunmuşlar ve nihayetinde TSK’nın PYD’ ye yardıma gitmek üzere Türkiye topraklarından geçen peşmergeye göz kulak olmasını izlemişlerdi. Bu son tehdit/talep karşısında Amerikalı think-tankçiler ise eğlenmiş görünüyor; Washington Enstitüsü’nde “inemez, inemez amma TSK ileride illa biraz aşağıya inecekse PYD ile birlikte IŞİD’e karşı savaşır, pek de güzel olur,” yorumlarını okuyoruz.


Kolay değil, ancak Amerika’nın pek de gizlemediği planı budur, “Eşme ruhu” dur; Amerikancı bir Türk-Kürt cephesi örebilmektir. Bu planın HDP’nin geniş medya destekli “Türkiyelileşme” atılımında etkisi olmadığını söyleyemeyiz; gene de, Amerika’nın planları bir yana, mesele gerçeklikte nasıl bir “Türkiyelileşme” nin mümkün olabileceği meselesidir. Politika girifttir ve Amerika’nın, Erdoğan’ın başkanlığına karşı ve HDP’yi yükseltme çabası içinde, eninde sonunda HDP’yi, bir elinde Türk bayrağı, Türk ilerici seçmeninin oyuna talip olmaya çağırmak zorunda kaldığını biliyoruz.


İlerici Türk seçmeni, 7 Haziran’a giderken, tespihli CHP’den, seçimlerin meşruiyetini dahi tartışma konusu yapmayan sol’a, tüm politik öznelerce seçeneksiz bırakıldı ve HDP, işte bu kesişim noktasında durumdan iyi yararlandı. HDP’nin seçime parti olarak girme kararını, Amerika’ya ve Türkiye sermayesine dayanarak aldığını söylemek mümkün görünüyor. Amerika, seçimlere giden süreçte, tüm medya organlarında “win-win” diyordu; iki yolda da HDP kazanıyordu: HDP ya barajı geçer, böylelikle Erdoğan’ın başkanlık yolunu keser ve mecliste, anayasa pazarlığında elini güçlendirir, ya da altında kalır, Erdoğan’ın başkanlık yolunu ayaklanma ile keser, anayasa pazarlığında elini gene güçlendirir.


Amerika, HDP’ye “win-win” pazarlıyordu pazarlamasına ama özellikle AKP’nin meclise hâkim olmasını sağlayacak alternatifin, Türkiye ilericileri için hiç de öyle “win” lik bir yanı bulunmuyordu. İlerici kesimler, sonunda pek net iki seçenekle karşı karşıya bırakıldı: “ya Erdoğan’ın Başkanlığı ya HDP’ye oy” ve bu kadardır. Lafı çok dolandırmadan “şantaj” da diyebiliriz; ancak şantajdan daha önemlisi, HDP’nin bu kumarı kazanmasını sağlayanın, Şirin Payzın’ ın koşulsuz desteğindense, ilerici kesimin kuşkularını yatıştırma zorunluluğunun farkında olan Demirtaş’ın “AKP’ye içeriden de, dışarıdan da destek olmayacağız” açıklaması olmasıdır.


Gezi’de ve Reyhanlı’da hükümete destek açıklamaları yapan HDP’nin, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışında Amerika ve Türkiye sermayesinin onayını görebiliyoruz, ama “AKP’ye içeriden de dışarıdan da destek olmayacağız” çıkışı Amerika ve sermayenin programının pek ilerisinde, örgütsüz ve programsız da olsa bu ülkenin ilericilerinin kazanımıdır. Sermayenin medyası HDP’yi yükseltmiş olabilir ancak HDP’nin 7 Haziran’da gördüğü desteğin kalıcı olmasını sağlayabilecek güç Şirin Payzın ve Cumhuriyet gazetesi değil, bu ülkenin ilericilerinin desteğidir ve bu destek bedava değildir.


Bedava değildir; ilericilerin desteğini alacaklarsa, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olsun, diyemezler.


Bedava değildir; Amerika ve AB’nin yıllardır isteyip getiremediği anayasaya rıza isteyemezler.


Bedava değildir; tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla kavga edemezler.


Bedava değildir; Kemalistlere ve sosyalistlere, “laiklik üzerinden kavga etmek yanlış” dersleri veremezler.


Yukarıda saydıklarımın son ikisi, HDP’nin sosyalistlere ittifak çağrısı yaptığı günlerde gerçekleşti. Gene aynı günlerde, çocuktan al haberi, Pervin Buldan, “Öcalan Hakan Fidan’a çok güvendiğini birkaç kez belirtti” diyordu. Sosyalistlerin bu koşullarda bir ittifak kabul etmemesi maddenin tabiatı gereğidir.


Oy başka ve ittifak başkadır. Bir yanda, Amerika’nın oyununun kendisi için ne denli tehlikeli olabileceğini gittikçe daha çok hisseden Erdoğan’ın “çözüm” sürecini yokuşa sürmesi ile diğer yanda, Can Dündar’ın “dışarıdan destek” haberinin etkilerinden korkan HDP’nin “destek vermeyeceğiz” açıklaması da seçime yaklaşan günlerde Türkiye’nin ilericileri ile HDP’nin arasındaki mesafeyi kısalttı. Ancak Türkiye ilericilerinin oylarıyla verdiği desteği yanlış okumamak önemlidir. Bu oylar, HDP’den çok AKP’ye karşı verilmiştir. Bu oyların sahipleri, “AKP’ye karşı” olduğu sürece HDP’ ye destek vereceklerini göstermişlerdir ve fazlası yoktur.


Seçim sonuçları Türkiye’nin ihtiyaçlarını da, bu ülkenin ilericilerinin taleplerini de değiştirmedi. Obama’nın de-İslamizasyon rüzgârı Türkiye’de esiyor, ancak Obama bu yola güçlü olduğu için değil, güçsüz olduğu için girdi ve hedefi yeni ve güncellenmiş bir Türk-Kürt gericileri birliği olsa da, “makas değiştirirken” bu ülkenin ilericilerinin oylarına muhtaç kaldı. Yineleyelim: Politika, bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme, yönlendirme sanatıdır. Amerika ile sermayenin oyunu açık ve tehlike büyüktür; ancak gelinen durum, Türk ilericileri-Kürt ilericileri için de bir fırsattır. Bir zamanlar, “taraf olmayan bertaraf olur,” diyorlardı; şimdi “bu fırsatı Kürtlere sevimli görünmek için HDP’nin gerici çıkışlarına göz yumarak heba eden, heba olur,” diyoruz. Zaman, sosyalistler için, “AKP’ye düşman da karşı da olmadığı” açıklamaları yapan bir HDP ile yeni ittifak ya da bu yolda bir HDP’ye destek arayışlarında değil, gerici her açıklamanın ve adımın karşısına dikilerek ileri ve somut taleplerde birlikte mücadele çağrısında bulunma zamanıdır.

“Hesap soracağız” ve genel af, başlangıçtır.


http://ilerihaber.org/yazarlar/deniz-hakan/turkiyelilesme-seruveni-quo-vadit/1408/

Deniz Hakan-İlerihaber Yazarı


Fikret Uzun


18-Temmuz-2015

CUMHURİYET MAHKEMESİ



CUMHURİYET MAHKEMESİ

Parti hareketimizin ortaya çıkışında en önemli iki etkenden biri Vietnam Devrimi, bir diğeri ise Türkiye Devrimci Gençlik Hareketidir.” (Serxwebun,Aralık 1988)

Cumhuriyet Mahkemesi

Biraz ötede bir genç kız; bir ayağı yanmış, diz kapağına kadar sargılar. Ağlıyor, çömelmiş. O da yanan evinin külleri üzerinde… Biraz ötede bir kadın, iki çocuğu ile. Kızının eli yanmış, kendisi ve öteki çocuğu da hafif yanıklar almış… Bunlar Mahkeme’den cani Amerikalıları mahkûm etmelerini istiyorlar.

Yukarıdaki satırlar Mehmet Ali Aybar’ın Vietnam Günlüğü’nden. Hangi mahkemeden mi söz ediyor? Russell Mahkemesi’nden…(*)

Aybar’ın Vietnam Günlüğü’nde bilyalı bombalar, fosfor ve napalm bombalarıyla parçalanan uzuvlar, yüzler, bebekler; kreşlerin, okulların, hastanelerin en kalabalık oldukları saatlerde hedef alınması var; yine de Vietnam Savaşı’nın bütün vahşetini ortaya koymakta her tekil kayıt gibi yetersiz kaldığını düşünebiliriz. Ancak tarihin en dehşetli ve en haksız saldırılarından biri Vietnam halkını tüm dünyanın gözü önünde olanca acımasızlığıyla vurmaya devam ederken, Amerika’yı işlediği ve işlemeye devam ettiği suçlar nedeniyle sanık sandalyesine oturtacak bir mahkemenin bulunmadığını - en azından Russell Mahkemesi’ne kadar bulunmadığını - tahmin etmek zor olmayacaktır.


Kanun vardı, ama kanunları uygulayacak bir yargı organı oluşturulmamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın sonunda Nürnberg’de uluslararası ilişkilerde zora başvurulması yasaklanmış; barışa karşı suçlar, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar kategorilerine giren fiillerin işlenmesinin idam cezasıyla karşılanacağı karara bağlanmış; Amerika Birleşik Devletleri kararları tanıdığını açıklamıştı.


Nürnberg’de Amerika’yı savcı olarak temsil eden yargıç Jackson, Nürnberg kanunlarının yalnızca Nazi liderleri için çıkarılmadığını; bu suçları işleyen bütün devlet adamlarına ve Amerika bu suçları işlediği takdirde ona karşı da uygulanacağını dünyaya ilan etmişti.


Öte yandan, Jackson’ın bu ilanıyla, Hiroşima’ya atılan atom bombasının aynı günlere rastlaması bir büyük kara mizah örneği değil, kaskatı emperyalizm gerçeği idi.


Gücü elinde bulunduran ve oluşturduğu şebeke, kendi yargılanmasını önlemek için hukuk ve yargıyı elinde tutarsa ne olur?


Sol görüşlü filozof Bertrand Russell, 1966 yılında dünyanın dört bir yanındaki aydınlara, birlikte bir Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi oluşturmak için davet gönderdi.


İçlerinde önemli hukukçularla birlikte Jean-Paul Sartre’ın, Simone de Beauvoir’ın, tarihçi Isaac Deutscher’in, yazar James Baldwin’in, oyun yazarı ve yönetmen Peter Weiss’ın, Barışçıl Öğrenci Koordinasyonu Komitesi Başkanı Stokely Carmichael’ın ve Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın da bulunduğu bir grup aydın aynı yılın Kasım ayında Londra’da bir araya gelerek mahkemenin statüsünü ve programını hazırlayıp Vietnam’a tahkik komisyonları göndermeyi kararlaştırdı. Aybar’ın Vietnam günlüğü, bu komisyonlardan birinde görevli olarak gittiği Vietnam’daki gözlemlerini ve Russell Komisyonu’na sunduğu raporu içeriyor.


Russell Mahkemesi, Fransa ev sahipliği yapmayı reddedince, Londra, Stockholm ve Kopenhag’da yapıldı. Mahkeme süresince, aralarında Amerikan askerlerinin de bulunduğu 30’dan fazla kişi tanıklık yaptı, sunulan raporlar ve belgeler incelendi. Amerika, savunma yapmaya çağrılmış olmasına rağmen mahkemeyi tanımadı.


Aybar, tıpkı Russell ve Sartre gibi, cezai açıdan yaptırım gücü olmayan bir mahkemenin kararının ne işe yarayacağı sorulduğunda şu cevabı veriyordu: “Bu mahkemeyle, pervasızca suç işlemeye artık göz yumulmayacağı anlaşılmıştır... Mahkeme, meşruluğunu, kamuoyu tarafından benimsendiği ölçüde kazanacak…” Russell, “Force majeur’den yoksunuz,” diyordu, ama emperyalizmin dayattığı düzenin getirdiği “aşikâr kısıtlamaların bir üstünlük olduğunu” da ekliyordu.



“Hikmet-i hükümetin gerekliliklerini yerine getirmek ya da buna benzer yükümlülüklere bağlı kalmaksızın önemli ve tarihsel bir soruşturma yürütme özgürlüğüne sahibiz”.


Mahkeme, Amerika’yı Vietnam halkına karşı saldırı ve soykırım suçları işlediği hükmüne vardı. Mahkeme ve hüküm, dünya gazetelerinde geniş yer buldu; çok daha önemlisi, Amerika içinde ve dışında Vietnam savaşına karşı mücadelenin yükseltilmesinde çok büyük etkide bulundu.


Şimdi Ali İsmail mahkemesini bekliyor. Ayakkabı kutuları; Ergenekon, Balyoz davalarında yitirilen hayatlar; Devrimci Karargâh ve KCK; Reyhanlı;MİT tırları; Sivas için “Hayırlı olsun” açıklamaları; 6 yaşında evlendirilebileceği söylenen kız çocuğu ve Özgecan; Soma’da kapanan tam 301 çift göz; “güzel öldükleri” söylenen tüm emekçilerimiz; tüm kaynakları, tüm sahilleri, tüm limanları bir bir satılan bu halk; Fatiha’lara teslim edilen meclis; imam hatiplere teslim edilmiş geleceğimiz;bir dönem yükseltip şimdi unutmuş göründüğümüz “cumhuriyet kazanımları” mahkemesini bekliyor.



Seçim öncesinde “yargılanacaklar” diyen düzen partileri çoktan “aklama” sessizliğine bürünmüş durumda ve şaşırmıyoruz, kaskatı gerçektir.


Ancak, pervasızca suç işlemenin zamanı geçti ve sözümüzü söyledik:
Hesabı sorulacak!


Tüm Türkiye’nin önünde toplanacak, görevinin, meşruiyetinin ve ciddiyetinin farkında bir Cumhuriyet Mahkemesi için çağrıdır.


Deniz Hakan-ilerihaber.org


01-Temmuz-2015
Deniz Hakan - Cumhuriyet Mahkemesi - ilerihaber.org

(*) Russell Mahkemesi:


Genellikle Russell Mahkemesi olarak anılan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi İngiliz filozof Bertrand Russell'ın önderliğinde Vietnam'da Amerika Birleşik Devletleri tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak amacı ile kurulmuştur.
Mahkeme, 1966'da kurulmuş, oturumları ise 1967 yılında Stokholm ve Kopenhag'da yapılmıştır. 18 ülkeden temsilcilerden oluşan Russel Mahkemesi uluslararası alanda büyük ilgi görmüş ve yankı uyandırmış olmasına karşın Amerika Birleşik Devletleri'nde önyargılı ve gösteri amaçlı bir oluşum olarak algılanmış ve görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Mahkeme üyeleri genellikle sol görüşlü barışseverlerden oluşmaktadır, üyeler arasında bazı Amerikalılar olsa da ne Amerika' nın ne de Vietnam'ın temsilcileri bu oluşumda yer almıştır.



Mahkeme'de Vietnamlıların yanı sıra Amerikalı askerlerin de ifadelerinden yararlanılmıştır.


"Bizler yargıç değiliz. Bizler tanığız. Görevimiz insanoğlunun bu korkunç suçların tanıklığını üstlenmesini sağlamak ve insanlığı Vietnam'da adaletin safında birleştirmektir." Bertrand Russell.

Russel Mahkemesi, son oturumu İstanbul'da yapılan Irak Dünya Mahkemesi'ne de esin kaynağı olmuştur. Mahkeme Üyeleri:
Mahkemenin Ulaştığı Sonuçlar:
  • ABD hükümeti uluslararası hukuka göre Vietnam'a karşı saldırı suçu işlemiştir.
  • ABD hükümeti ve silahlı kuvvetleri Sivil hedeflere karşı yoğun ve sistemli bombardıman yaptığı için suçlu bulunmuştur.
  • Tayland hükümeti, ABD'nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için suçlu görülmüştür.
  • Filipinler hükümeti, ABD'nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için suçlu görülmüştür.
  • Japonya hükümeti, ABD'nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için oy çokluğu ile suçlu görülmüştür. Kararın aleyhine oy kullanan üyeler Japonya'nın ABD'ye hatırı sayılır yardımı dokunduğunu ancak saldırı suçuna iştirak ettiğini düşünmediklerini belirtmişlerdir.
  • ABD hükümeti uluslararası hukuka göre Laos'a karşı saldırı suçu işlemiştir.
  • ABD silahlı kuvvetleri savaş hukukunca yasaklanan silahlar kullanmıştır.
  • ABD silahlı kuvvetleri savaş esirlerine savaş hukukunca yasaklanan muamelelerde bulunmuştur.
  • ABD silahlı kuvvetleri sivillere uluslararası hukukça yasaklanan insanlık dışı muamelelerde bulunmuştur.
  • ABD hükümeti Vietnam halkına karşı soykırım yapmaktan suçlu bulunmuştur.
4 Temmuz 2015
Fikret Uzun