21 Mayıs 2015 Perşembe

DİN BİLİM VE SOSYALİSTLER



DİN BİLİM VE SOSYALİSTLER

“…her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından, dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir.

Tarihin başlangıçlarında bu yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir.

Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısına dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görünüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alırlar.

Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.

Evrimin daha da gelişmiş bir aşamasında, çok sayıdaki tanrıların tüm doğal ve toplumsal öznitelikleri, bu kez soyut insanın yansımasından başka bir şey olmayan her şeye yetenekli tek bir tanrıya geçirilir.

Tarihte, çöküş durumundaki bayağı Yunan felsefesinin son ürünü olan ve dörtbaşı bayındır cisimleşmesini Yahudilerin kendilerine özgü ulusal tanrısı Yahova'da bulan tektanrıcılık, işte böyle doğmuştur.

Bu elverişli, kullanılabilir ve her şeye uyarlanmaya yetenekli biçim altında din, insanlar o güçlerin egemenliği altında kaldıkları sürece onları yöneten yabancı, doğal ve toplumsal güçlere göre dolaysız, yani duygusal biçim olarak varlığını sürdürebilir.

Oysa bugünkü burjuva toplumda insanların, gene kendileri tarafından yaratılmış ekonomik ilişkiler, gene kendileri tarafından üretilmiş üretim araçları aracıyla, sanki yabancı bir güç aracıyla yönetilir gibi yönetildiklerini birçok kez görmüş bulunuyoruz. O halde dinsel yansımanın gerçek temeli ve onunla birlikte dinsel yansının kendisi de varlığını sürdürür.

Ve burjuva iktisadı, bu yabancı egemenliğinin nedensel bağlantısına bir göz atmaya izin verse bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Burjuva iktisadı ne genel olarak bunalımları önleyebilir, ne bireysel kapitalisti yitiklerden, karşılıksız borçlardan ve batkıdan, ne de işçiyi işsizlik ve sefaletten esirgeyebilir.

Atasözü hep haklı: İnsan önerir, Tanrı düzenler (Tanrı, yani kapitalist üretim biçiminin yabancı egemenliği). “ ( F.Engels-Anti-Dühring)

Sosyalist harekette zaman zaman yılgınlık ve mücadeleyi terk etme dönemleri baş gösterir ki bu çok doğaldır; hareketin karşı devrimci saldırılarla bunaldığı, devrimci yükselişin gerilemeye başladığı durumlarda hem işçiler hem de aydınlar arasında devrim kapısından dönenler çok görülür.

Ne var ki, bu olgu Türkiye’de kendine has bir özgünlüğe sahiptir; eskiden beri yılgınlık ve hareketi terk etmek yalnızca gerileme dönemlerinde değil, hareketin hemen her döneminde ve üstelik yükseliş için nesnel koşulların mevcut olduğu dönemlerde de ve de hareketi terk ederken hareketin gömleğini yanında götürerek ortaya çıkmaktadır!

Bu olgunun 12 Eylül öncesi sol/sosyalist harekette baş gösteren bir olgu olduğunu ve 12 Eylül rejiminin ideolojik-politik hegemonyasının da etkisiyle Türkiye sol/sosyalist siyasal hareketine, hem de hızlı bir cahilleşme ve mürtecileşme dinamiği eşliğinde yapışıp kaldığını ve süreç içinde sistemli ve kalıcı bir mekanizma haline geldiğini bugün çok daha açıklıkla görebiliyoruz!

Daha önce sol/sosyalist hareketi “ivmelendirme hayali” içinde İslamla kaynaştırma teorileri pompalanırken, 12 Eylül ile birlikte bu hayalden çıkılıp, bu hayalin de son tahlilde varacağı yer olan sol/ sosyalist hareketin dinci hareketin hegemonyasına teslim edilmesi olgusu baş göstermiş ve artık tam içinde olunduğunu, bilumum “sol/sosyalist” gömlekli devrim kaçkını yeni mürtecilerin, ölçüsüz bir utanmazlık ve cehalet içinde ümmet toplumu ile sosyalist toplumu özdeşleştiren vaazlar vermelerinden, devrimciliği “ kapanma özgürlüğü” için mücadeleye indirgemelerinden görebiliyoruz.

Buradayız ve buradan devam ediyorum.

Elbette Türkiye’de insanlar, okullara, sokakta yasak olmayan her kıyafetle girebilmelidirler; isteyen sakalla ve isteyen türban ile okullara, üniversitelere girebilmelidirler.

Bu ayrıdır, ancak Türkiye’de bir laisizm sorunu vardır ve Türban, dinci politikayı yoğunlaştırmak amacıyla bir kampanyaya dönüştürülmüş ve önemli oranda başarılı olmuştur; bu anlamda, sosyalistlerin buna karşı çıkması normaldir ve hem hakkı, hem de görevidir ve bu da ayrıdır.

Asıl olan burada izlenen politikadır, sosyalistlerden bağımsızdır ve aşırı yasakçı bir politika olmuştur ve TC’nin yönetimini çoktan dinci akımlara teslim etmiş olan laisizmden de Kemalizmden de çoktan uzaklaşmış olan “Kemalist” yüksek kadrolar eliyle uygulanmıştır!

Bu politika ile bilinçli olarak türban üzerinden siyasal İslama bir mağduriyet şemsiyesi sağlanmıştır; velhasıl, aşırı baskı, dinci akımlara “türban özgürlüğü” üzerinden alan açmayı ve açık olan alanların da genişlemesini kolaylaştırmıştır; istenen de zaten Dühring’in felsefi, Bismarck’ın pratik cinliklerinden beri hep bu olmuştur!

Bu noktada en passant hatırlatmak isterim ki devleti ve dini, yavaş yavaş sistemin dışına çıkarmak sosyalistlerin temel ilkelerindendir.

Bu arada gene geçerken ekliyorum ki Öcalan’ın, devleti sistemin dışına çıkarmak gibi bir düşüncesi yoktur; Öcalan’ın düşüncesinde, devletin sistem içinde olduğu ama sadece ulus-devlete yer olmadığı apaçık anlaşılmaktadır.

Oysa devleti ve dini sistem dışına çıkarmadan, sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, devletsiz, demokrasisiz ve kavgasız-gürültüsüz bir dünya kurulamaz!

Ayrıca, bırakalım dinci tekke ve tarikatların özgürlüğünü savunmayı, hiçbir Marxist-Leninist, Yunus Emreci, Mevlanacı bile olamaz, olmamalıdır demek istiyorum; her ikisi de idealisttir ve başkaldırıyı reddeder, edilgenliğe felsefi methiyeler düzer!

Bununla birlikte, dinci siyasal akımların Muaviye’den beri tek mücadele silahı takiye ve hiledir ve İslamdaki bütün kavgalar, iktidar kavgasıdır ve siyasidir; İslam dininin, siyasal iktidar mücadelesinin dışında hiçbir tartışması yoktur!

Türkiye’de dinci politikanın yoğunlaştırılması da bu temeldedir ve 12 Eylül’ün nedenlerinden ve egemen sınıfın ihtiyaçlarından biridir; bu ise, Türkiye’nin sosyalist hareketini, laik burjuva ideolojisiyle, Kemalizmle durduramamaktan doğmuştur.

Bu nedenle sosyalist harekete karşı yoğun bir dinci eğitim gerekli görüldü; 12 Eylül rejimi, Kemalist edebiyatı abartarak, Kemalizmin çok gerilerine çekildi ve Cumhuriyet tarihinin en irticai hükümetlerini kura kura ilerledi ve de sonunda, Erbakan’ı tasfiye ederek, Erbakan’dan çok daha yoğun bir dinci politika izleyecek olan AKP’yi buldu; AKP, ihtiyaç keşfin anasıdır özdeyişini haklı çıkaran bir olgudur!

28 Şubat konusunda kafası karışık olanlar, bu olguya puslu gözlerle bakanlar, bugün dinci politikanın hangi boyutlarda olduğuna bakmalılar!

Diğer yandan, Türkiye’de sosyalistler ile dinci siyasal akımlar arasında tam bir karşıtlık vardır; buna karşın, bazı aydınlar ve“sosyalist” etiketli politikacılar, Türkiye’de yasal bir komünist partisinin kurulmasıyla, tekkelere, tarikatlara izin verilmesini aynı kefeye koymuşlardır ki hâlâ aynı kefededir; oysa bu, her ne amaç güdülürse güdülsün, kendine güvensizliğin ifadesidir, değilse yeni mürteciliğin gereğidir!

Tekke ve tarikatlar, ülkeyi burjuva dönemin de gerisine çekmek içindir; sosyalizm ise kendisini burjuva dönemin sonrası olarak tanıtıyor; öyleyse bu ikisi yan yana getirilemez!

Türkiye’de dinci siyasal akımlar hükümetlere çok ortak oldular ve sonunda kendileri hükümet oldular, hatta devletin en yüksek katlarına çıktılar; örnek olsun mecliste siyasal af tartışılırken, söz verdikleri halde, dinci örgütlenmeleri engelleyen yasakları kaldırırken, sosyalistlerin hapiste kalmalarını sağlayacak düzenlemeler içine girdiler.

Ayrıca, bu güne kadar ve bu gün fazlasıyla, Türkiye’de siyasal İslam hep iktidarda ve baskıcı olmuştur. Sosyalistler ise ancak ezilenlerle işbirliği yapabilir; oysa "siyasal İslam", Türkiye’de ezilmiyor, aksine eziyor; öyleyse sosyalistlerin siyasal İslam ile işbirliğinin imkânlarını düşünmeleri, mümkün değildir.

Dinci siyasal akımlar, türban özgürlüğünü, türbanla üniversiteye girebilme özgürlüğünü, özgürlüklere inandıkları için değil, dinci akımların, dinci örgütlenmelerin egemenliğinin artırılması için, dolayısıyla özgürlüklerin daha kolay kaldırılmasının sağlanması için savunuyor ve bunun için kampanyalar yapıyorlar; yaptılar demek istiyorum!

Ve sosyalistler bilirler ki, insanlık tarihi aynı zamanda bir ilericilik - gericilik tarihidir; dünyanın hiçbir yerinde ilericilik-gericilik ayrımını ve tartışmasını ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır; ancak ileri ya da gerici olarak nitelenen kişiler yer değiştirebilir.

İlerleme yönündeki gelişmenin merkezinde ise sınıf savaşı vardır. O nedenle gericiliğe karşı mücadele kendiliğinden ileri ve ilericidir ve de sınıf mücadelesinin içindedir.

Bu anlamda bilimin ilerleme yönünde gelişmesi, insanlığı kadere boyun eğmekten, edilgenlikten kurtarıp, kaderine hükmetmesi için gericilikle mücadele etmesine, din alanının geriletilmesine olanak sağlar.

Ama bu, zor yoluyla hesaplaşmanın ifadesi değildir. Bilimin ve ilerlemenin galip gelerek, din alanının insan bilincindeki tahakkümünü daraltması ve insanın bilincinin özgürleşmesini sağlaması demektir.

Öyleyse doğru olan, bilimin yasalarına sahip çıkarak, ısrarlı, soğukkanlı, dikkatli ve sabırlı bir entelektüel tavırla mücadele etmektir.

Aşırı hesaplaşma da, aşırı uzlaşma da tarikatların ve tarikatçıların alan bulmasına ve alan genişletmesine neden olur; ayrıca, aşırı uzlaşma, akıl alanının daralmasına neden olurken tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açar.

Dini olanla rasyonel olan, iki ayrı alandır ve dinin kuralları ile aklın yasaları uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Bunlardan birinin etki alanının genişlemesi, diğerinin daralması demektir. O nedenle aklın alanı sabırlı bir mücadele ile genişletilerek, dinin alanı daraltılabilir.

Din alanının daraltılması, insanların dini inançlarına ve namazına niyazına müdahale edilmesi, yasak konulması demek değildir

Demek ki, ne din alanını genişletmesi anlamında, bu alanla barış içinde olmak, ne de bu alanı tümüyle kısıtlamak için düşmanca mücadele etmek doğrudur.

Buradan hareketle ne aydın din adamı, ne de açık görüşlü İslamiyet mümkündür. Bu ancak İslamdan uzaklaşanların deşifre olmasına yarar ve bu türlerin dışlandığını ve hatta zaman zaman katledildiğini hepimiz biliyoruz ki, yine de bu alanın genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmamıştır.

Öte yandan sosyalistler, dine ve namaz kılanlara saygılıdır; kimsenin dini inançlarına zorla müdahale etmezler!

Sonuç olarak, sosyalistler, kimsenin bireysel olarak sürdürdüğü dini inançlarına zorla müdahale etmediğini, etmeyeceğini, ancak bunun devlet eliyle güçlendirilen tarikat örgütlenmeleri ile yerine getirilmesine de ön ayak olmayacağı gibi, bu yöndeki uygulamalardan tümüyle ayrılacağını da açıklıkla anlatmalı ve pratikte de göstermelidir.

Örnek olsun, sosyalistler, gericilikle mücadele adına, türban takmanın, ibadet etmenin, cenazenin dini kurallarla kaldırılmasının önüne zorla engel koymazlar ama sırf özgürlük yanlısı olmak adına, bunu özendirici düzenlemeleri de üzerine vazife olarak almazlar ve savunmazlar.


Fikret Uzun

14-Mayıs-2015

KENAN EVRENİN ARDINDA KALAN BURNUMUZU GIDIKLAYAN GERÇEKLER



KENAN EVRENİN ARDINDA KALAN BURNUMUZU GIDIKLAYAN GERÇEKLER; MEDİNE SÖZLEŞMESİ, ÜMMET TOPLUMU, İLKEL AŞİRET KOMÜNÜ GERİCİ KÜRT-TÜRK İTTİFAKINA: YERE DÜŞEN SOSYALİZM BAYRAĞINI YÜKSEĞE KALDIRIP SOSYALİZME ALAN AÇMAK VE LAİK HALKÇI DEVRİMCİ BİR EMEKÇİ CUMHURİYETİ KURMAK SOSYALİSTLERİ DIŞLAMAYAN İLERİCİ KÜRT –TÜRK KARDEŞLİĞİNE TEKABÜL EDER

Barış Zeren, geçen yıl, bu ay içinde, Öcalan’ın çağrısıyla, toplanan “Demokratik İslam Kongresi” bağlamında Öcalan’ın yaklaşımını eleştiren bir mektup yayınlanmıştı.

B.Zeren’ in aktarımıyla hatırlatmak istiyorum ki, Öcalan’ın çağrısıyla toplanan “Demokratik İslam Kongresi”nin, çağrıya icabet eden, Şeyh Saidçi” likten ve küçük cemaat temsilcilerine dek çeşitli akımlardan 349 Ortadoğulu ve Türkiyeli delegenin katılımıyla gerçekleştirdiği toplantıda, Kürt kimliği ile İslam’ın hangi noktada buluşacağını tartışmıştı.

Kongrede, Türklerle Kürtlerin İslam bayrağı altındaki “kardeşlik ve dayanışma” hukuku, Öcalan’ın “Medine Sözleşmesi” gibi temelsiz sloganlarıyla sürdürülmüştü.

İlginçtir ki Barış Zeren’ in de dikkatinden kaçmamış, Kürt yayınlarında, Medine Sözleşmesi’nin çağdaş anayasalardan daha ileri olduğunu söyleyen örnek olsun TKP artığı şimdi HDP muhibbi Veysi Sarısözen gibi hık deyiciler, bu sloganlara balıklama atladılar ve “Medine Sözleşmesi” sloganı, kongrenin ana konusu olarak benimsendi, benimsetilmeye çalışıldı!

Böylece, bu topraklarda en karanlık ideolojilerin bir numaralı besin maddesi olan bir argüman, Kürt siyasetinin dağarcığına sokulmuş oldu!

Kongre’ye, Öcalan, her zaman olduğu gibi, Kürt siyasetinin içine yönelik olarak ve ideolojik bir çerçeve çizmeye çalıştığı açıkça belli olan ve de MİT eliyle bir mektup göndermişti!

Bu mektupta kültürel bir İslam öneriyor. “Ümmet”i ulustan üstün ve daha “insani” bir birlik olarak gösteriyor AKP ideologlarını kıskandıracak bir netlikle “otoriter laikçiliği” yerden yere vuruyordu ki, hık deyicilikte sınır tanımayan Veysi bey, sınırlarını zorlayarak,”ümmet toplumu” nu, sosyalist toplum ile özdeşleştirmiş ve bazıları Veysi’ yi de aşarak, “ümmet toplumu” nun, daha doğrusu “demokratik komün” de cisimleşen ümmet toplumunun sosyalizmden de ileri olduğunu vaaz etmeye başlamıştı; Öcalan’ın öteden beri dikkat çektiği ve yakındığı kraldan çok kralcı eğilimler harekete geçmiş ve Öcalan’ın pek bir itirazı olmadığı anlaşılıyordu.

Barış Zeren’ in vurgusuyla, biz de Öcalan’ın sözlerinin uzun ideolojik eleştirisini yapmayı anlamlı bulmamıştık ama bu kongrenin ve Öcalan’ın düşüncelerinin ve politikasının özüne dair eleştirel düşüncelerimizi aktarmıştık.

Öcalan, bu mektubuyla, Kemalizmin İslam’a biçim verme çabalarını mahkûm edip aynı kulvara dalma tutarsızlığını göstermiş ve bu, söylediklerinde pek bir “teorik özen” olmadığını yeterince gösteriyordu.

Zaten, bu söylemlerin, kongre dinleyicilerinin beklentisine yönelik ve dinleyicilere göre gericilik bahçesinden derlenmiş bir demet olduğu sır değildi; ancak bunları savunan bir kimsenin ileri toplumsal güçlerle, hedeflerle ilgisi olmadığı da belliydi.

Dolayısıyla Tam da B.Zeren’ in vurguladığı gibi, bu tarih ve bilim dışı fikirlerle pek fazla oyalanmadık ve bunu Öcalan’ın her hareketini sol adına aklamaya çalışacaklara bıraktık; bunun yerine, gene B. Zeren’ in vurgusunu ciddiye alarak, biz Öcalan’ın Gezi’ye göstermediği teveccühü İslamcılığa gösterme nedeni ne olabilir? Sorusunu sorduk, sorulmasını istedik!

Diğer yandan, B.Zeren’ in dikkat çektiği bir konu da, son müzakerelerin ana metninin, Cengiz Çandar raporu olduğuydu; Çandar raporunun özü de Kandil’in by-pass edilmesi ve İmralı ile BDP üzerinden Kürt siyasetinin rejime payanda edilmesiydi. (sonrasında buna uygun olarak ve şimdi apaçık bellidir, şimdilerde TC’nin yönetimine ortak olma yolunda ve Türkiye’nin “sol” renkli bir düzen partisi olma yolunda canhıraş bir çaba gösteren HDP, BDP’den klonlandı))

B.Zeren’ e göre, bu programda, Çandar’ ın bir uyarısı ilginçti ki buna biz de dikkat çekmiştik, Rapor, PKK içinde sol ve Alevi kökenli kadroların varlığını, “barış” önünde engel görüyordu. Pürüz çıkaranlara ise Paris konseptinin uygulandığına tanık olmuştuk!

Öcalan, MİT-AKP ve dün BDP, bugün HDP milletvekillerinden oluşan dünyasında İslam açılımını bugün de pek zekice buluyor olabilir. Ama Türkiye’nin de, bölgenin de kritik bir eşikte bulunduğu günümüzde, “pragmatizm” artık bir güvence olmaktan çıkmıştır; nitekim BDP içinde, seçimlerde Kürt aşiretlerinin katılmasını, “göstermelik” sol vitrin kurmaktan daha önemli görenler seslerini hiç olmadığı kadar yükseltmişlerdi ve sonuçlarını şimdi HDP’de görebiliyoruz!

Bu sonuca göre HDP, “sol” görünümle ve “muhalefet” cephesi ve “iktidar” cephesi birlikte bütün iktidar bloğunun el ve ağız birliğiyle bütün Türkiye’ye pazarlandıkça, aynı oranda, Kürt milliyetçiliğinin dar doğasının, artık solun etiketine bile açıkça itiraz ettiğini ki bunu Altan Tan’ın çıkışlarında çok sık gördük, Başka deyişle Çandar raporunun işlediğini ve MİT-AKP açısından hareket içinde Kürt sağı pekişip sivrilirken sol, Aleviler ve hatta kadın hareketi giderek “fuzuli” ya da “süs” hale gelmesi isteğinin işlerliğini koruduğunu görebiliyoruz.

Herkesin bildiği sır misli, Öcalan’ın ağzından yayılan “İslamcılığın”, ne tarihsel mezhepleri “aştığını” ne de kuşaklarca bunlara bağlı bir tabanı cezbettiğini, gören ve daha çok da görmek isteyen gözler görmektedir; ama aynı gözler, bu programla Kürt siyasetinin, artık solu vitrin olarak kullanarak da dengelenemeyecek bir sonuca ,“ Kürt gericiliğine” yürümekte olduğunu da görmektedirler!

Kürt siyasal hareketinin Türk gericiliği ile sarmaş-dolaş olması, yani Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakına yürümesi kaçınılmazdır ve diyalektiktir; bu varsa, karşısında ilerici Kürtler ile İlerici Türklerin sarmaş dolaş birlikteliğinin yükselmesi de kaçınılmazdır!

Nerden nereye diye soracak olursak, cevabı “Medine Sözleşmesi” sloganında ve öteden beri vurguladığımız “gelip gelip bir karanlığın içine girdiler” sözündedir!

Gören gözler, duyan kulaklar ve kendine mukayyet olan akıllar, yani “öğretilmiş düşüncelerin” kıskacında olmayan, başka ifadeyle “yitik olmayan” akıllar, bütün bunları ve ayan beyan görmektedirler!

Biz de görüyor ve göstermekten kaçınmıyoruz ki herhalde burada, bu burunları gıdıklayan gerçekleri, Turgut arkadaşla birlikte sadece Ulak göstermektedir; görenler mi çoktur, yoksa görmemeyi politika sayanlar mı çoktur bilmiyoruz ama görüp de sessizliği tercih edenlerin daha çok olduğunu görüyor ve anlıyoruz; en azından ben öyle düşünüyorum!

Burası, adı ve iddiası “sosyalist”,“sosyalizm okulu” olan bir forum olduğuna göre, bütün bu gerçekler, burayı izleyen ve hatta yüksek tutan ve elbette yüzü öyle ya da böyle sosyalizme dönük olan bütün sosyalistler için, hele ki, güncel olarak, sosyalistlik adına Kenan Evren’i mahkûm etme konusunda, arkasından beddualar ederek “devrimciliği” keskinleştirme yarışına girilip, Kenan Evrenlerin büyük büyük zenginlere hediyesi olan 12 Eylül faşist rejiminin, dinci-gerici bir diktatörlük biçiminde devam ettiği ve tam da büyük zenginlerin Kenan Evrenlerden uygulamasını istediği programı harfi harfine izlediği gerçeği konusunda kör ve sağırı oynadıkları bir zamanda, artık pratiğe düşmüş, tarih tarafından doğrulanmış, burunları gıdıklayacak denli fiziksel bir gerçek olmuş bir gerçekliğin ifadesidir; en azından öyle olmalıdır ve öyle görünmüyorsa, gören gözlerin, duyan kulakların ve kendine mukayyet olan akılların, it izlerinin at izleri ile örtülmesi yarışı karşısında sessizlikten başka sığınak bulamadıklarını düşünmek gerekmektedir!

Öyleyse demek ki Ulak’ın, böyle uzun ve hem de zaman zaman bıktırıcı bir şekilde, bu gerçekleri tekraren hatırlatması, üzerindeki örtüleri kaldırması, örtmeye çalışanları deşifre etmesi, bir zorunluluğun ifadesidir; bu forumdaki gerçeklere sahip çıkma katsayısı düştükçe, yerlerde süründükçe, Ulak’ın yerden kaldırması, kendi nezdinde katsayısını yükseltmesi kaçınılmaz olmaktadır!

İşte tam buradayız ve tarihe bir kez daha not düşmek için, “sen Lenin’den ya da Marx ve Engels’ten daha mı iyi bileceksin” diye düşünüp de bunu, kıt dağarcıkları, dar pencereleri ve sığ düşünce yapıları nedeniyle söze dökemeyenlerin feveranlarına aldırış etmeden, buraya kadar hatırlattıklarımı bütünlemek üzere, ilave olarak, sosyalistlerin din olgusu ve sorununa nasıl baktıkları konusundaki hatırlatmalarımı da aktarmak istiyorum; bu isteğimi, bu sözümü, siz Sosyalist Forumdaki, yere düşen ve başkalarının, yani sosyalizm düşmanlarının göz diktiği ve üzerinde tepinmek için türlü çeşit bahane uydurdukları yetmiyormuş gibi, bu tepinmeye “sol”-“sosyalist” bir kılıf bulmaya çalıştıkları sosyalizm bayrağını yükseğe kaldırma konusunda hassas olan forumdaşların, buraya kadar aktardıklarımı eleştirel bir gözle irdeleyene kadar yerine getireceğimden kuşkuları olmamalıdır!

Barış Zeren'e şükranlarımla...

Fikret Uzun

13-Mayıs-2015

11 Mayıs 2015 Pazartesi

TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ



TEORİ VE PRATİK ÜZERİNE GENÇLERE SESLENİŞ
Bu çağda gencinden yaşlısına, işçisinden, işsizine ve memuruna, kadınından, erkeğine kadar herkes, yani toplumun ezici çoğunluğu sorunlarla boğuşuyor ama bu boğuşma gölgesi ile güreş eder gibi oluyor. Gerçek anlamda bu sorunların çözümü nerededir sorusunu cevaplayacak nitelikte hâlâ somut bir yaklaşım geliştirememiş; Hatta işçiler bile, hemen hemen, kişisel sorunları bir yana, aynı toplumsal, sınıfsal sorunları yaşadıkları halde, hem farklı çarelere, hem farklı örgütlere, hem de birbiri ile kavgaya bile yönelebilmektedir.
Diğer yandan, onca yenilen kazıklara, vaatlerin üst üste yerine getirilmemesine rağmen, yine de aynı siyasi aktörlerin ya da örgütlerin oy deposu olmaya devam edilmektedir.
Ortada bir de Kürt sorunu var. Kimi der UKKTH; kimi der hem de hâlâ, Kürtler yabanıldır, onlara devlet mevlet yok, otursunlar oturdukları yerde; kimi der, Kürtler değil, onları kendi içindeki ağalık, beylik düzeni içinde olan, Türkiye’nin egemen burjuvazisi ile iş tutan kapital sahibi zenginler devlet ister; kimi der, verelim kurtulalım; kimi der, devlet verelim ama aynı zamanda da, Kıbrıs’ta olduğu gibi ekonomik olarak biz bakalım.
Kimi de der ki, Kürtlerin, özellikle de yoksul, emekçi Kürt halkının kurtuluşu Türkiye’nin işçilerinin, emekçi halkının kurtuluşu ile bağlıdır ve bunun anlamının, Türkiye’nin bölünerek küçülmesi değil, bölünmeden, büyüyerek Kürt ulusunun emekçi halkının, işçi sınıfının, köylülerinin demokratik bir kalkınma hamlesi ile Türk halkı ile birlikte düze çıkabileceğini söyler.
Bununla birlikte, Kürtlere özerklik bahane, emperyalizme ve tekellere devasa zenginlik akıtan musluklar şahane diyenler de vardır.
Uzatmayacağım, yani Türkiye’de her geçen gün, faşizm dişlerini göstermek üzere yerleşirken, yine her gün bu yerleştirme "ileri demokrasi "diye yutturulurken, bazı akıllılar hem bunu ileri demokrasi belleyip ve de belletip, hem de demokrasi mücadelesini temel sorun ve temel mücadele olarak alırken, bazıları daha ileri giderek, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sömürülenlerin hiçbir zaman iktidara gelmemesi gerektiğini, onların hep demokrasiyi genişletme mücadelesi vererek toplumu iyileştirmelerini yüce bir düşünce misli salık verirler.
Bazıları da vardır ki, insanın bilincini düzelterek, iyiden yana düşünceler kazanmasını sağlayarak, yani bireyi düzeltip toplumu da düzeltmiş olarak, mesela sömürünün bile ortadan kaldırılabileceğini, savaşların kalkabileceğini, çevre katliamının son bulabileceğini, şiddet, terör vesaireyi hortlatan saldırganlık içgüdülerinin terapiye tabi tutularak iyileştirilebileceğini dolayısıyla terörün ve şiddetin ortadan kaldırılabileceğini, hatta daha da ileri gidilerek, insanlara erdemli duygular aşılayarak, bireysel olarak bunu çoğaltıp, mesela hiç hırsızı olmayan toplum yaratılabileceği gibi birçok teori yanında, örgütlenme dinamiği öne sürülmekte, kafalara kakılmaktadır.
Öyleyse, sorunları çözmek için önümüze bir proje koymak üzere, hangisinin ne derece doğru ve hangisinin ne derece maksatlı olarak, insanların kafasını bulandırmak için ortaya atıldığını nasıl anlayacağız.
Bunda netleşmeden, sorunların çözümüne yönelik projeler nasıl gelişebilir ya da gelişebilir mi? O nedenle, Sorosvari örgütlerin Fonlamak amacıyla yönlendirdikleri projelerin, toplumda grift hale gelmiş sorunları tek tek çözmek bir yana, genel olarak bu sorunların kaynağından uzaklaştırmak üzere ve daha çok demokrasi ve insan hakkı, özgürlük, barış gibi temalar üzerine işlendiğini görmüyor muyuz?
Bu gün özgürlük derken, net olarak ne demek isteniyor? Hangi gencimiz özgürce görüş bildirebiliyor. Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik 1789 burjuva devriminin harcı olan yaklaşımlardı. Burjuva devrimini gerçekleştiren ve bunun için işçi sınıfı ile birlikte hareket eden yeni yetme burjuvazi, daha sonra iktidara geçince, hem işçi sınıfına ve hem de bu harca saldırmadı mı? Saldırırken hep evrensel barıştan, evrensel kardeşlikten, evrensel özgürlükten söz etmedi mi? Şimdi ise artık, o devre de çok geride kaldı. Şimdi tekeller daha çok kâr için, üretimi artırmaları da para etmediğinden, artı değerlerini yani işçilerin emeğinin ürettiklerinden çaldıklarını artırmanın telaşındadır.
Bu da daha çok baskı, daha çok kölelik demektir. Öyleyse, özgürlük bu noktada ne anlama geliyor. Uluslararası tekeller ta Çin’e, Endonezya’ya ne bileyim Nijerya’ya ya da başka bir ülkenin topraklarına girip üretim yapıyorsa, oradaki insanları iş sahibi yapmak, ekonomiyi canlandırmak için midir, yoksa çok daha ucuz iş gücü sağlamak ve çok daha fazla kâr elde etmek için midir? Bu nedenle işçileri vatansız, ne oldukları belli olmayan, dünya vatandaşı misli köleler yapmak istemiyorlar mı?
Ve daha birçok olguyu sayabiliriz ama uzadıkça uzar, sözün özü bütün bu dediklerimde hep birlikte fikir birliği içinde miyiz ki, Teoriden kaçıyoruz, eyleme geçilmesi gerektiğini haykırıyoruz, eylemi fetişleştiriyoruz.
Bu olguların üzerinden yükselen sorunlar, bu sorunların yarattığı ve keskinleştirildiği çelişkiler, teori olmadan çözüm yolunda değerlendirilebilir mi?
Bu gün dünyanın kapitalizmin barbarlık derecesindeki saldırısı ve sömürüsü koşullarında, bir taraf sürekli yoksullaşıp, yoksunlaşırken, kapitalistler ise hem merkezileşmekte, hem azalmakta ve hem de daha da zenginleşmekte dünyanın bütün doğal kaynaklarını bu uğurda talan etmektedir. Yani Kapitalizm, geldiği noktada artık hem işçi sınıfını, emekçileri ve ezilen halkları daha çok ezip, daha çok sömürmekte, hem de onların para vermeden kullanabilecekleri doğa ürünlerinden mesela suyundan, havasından, denizinden, güneşinden, ağaç gölgesinden onları mahrum etmekte, ederken de doğayı da geri dönüşsüz tahrip etmekte, mesela ozon tabakasını delmekte, kanseri artırmakta, balık neslini tüketmekte, doğaya zehirli atık atarak, gömerek nesillerin yavaş yavaş zehirlenmesine neden olmakta vesaire vesaire.
İşte bunlar ve diğer bütün üretim faaliyeti içindeki yaşamsal sorunlar, kapitalizmin geldiği son noktanın ürünüdür ve bunlarla nasıl baş edileceği konusunda envai çeşit proje geliştirilmekte, geliştirenler fonlanmakta ama değişen bir şey olmamaktadır. Yani sorunlar çözülemediği gibi, daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Çünkü dünyanın egemenliği, üretim araçlarının egemenliği, doğa üzerindeki hâkimiyet Kapitalistlerin elinden alınıp, dünyanın neredeyse toplamını teşkil eden, bütün zenginlikleri yaratan emeğin sahiplerine, onların nesnel ve öznel bağlaşıklarına verilirse ancak çözülebilecek sorunlar olduğunu onlar da biliyor ama gerçeklerin üstünü örtmek ve geri dönüşsüz bir köleler dünyası yaratmak için, var güçle demagojik, şaşırtmacalı, akıl bozucu projeleri ve propagandaları kitlelerin önüne koyuyorlar.
Öyleyse, gençler, bu gün üşenip, anı yakalamakla, yaşamakla vakit tüketirlerse, tükettikleri gelecekleri olacaktır. Bu da geleceğin tüketilmesinde kapitalistlerin ekmeğine yağ sürmek demektir.
Demek ki teori en önemli silahlardan biridir ve bu günlerde çok daha önemlidir. Ama teori öyle anı yaşar gibi, insanın aklına, bilincine, ruhuna, davranışına, sorun çözme hünerine, anı doğru yaşama yeteneğine içerilemiyor maalesef. Bunun için biraz akıl yürütmek, bunun için de aklımızı kendi elimize almak gerekiyor. O da okumaktan, okuduklarımızı eleştirmekten geçiyor. Yadsımıyorum, olmasın da demiyorum ama bir iki kelimeden ibaret aforizma tabir ettiğimiz sloganlaştırılmış sözleri bile yakalayamayan iletişim kümeleri ile bunu başaramayız.
O,sadece birbirimizle iletişim köprüsünü aynı renk ve tonda oluşturmamıza yarar ve bu da gereklidir elbet ama bu hâkim olursa, bir süre sonra o köprünün de rengi solar, tonları grileşir, kapkara bir hal alır ve de o köprüden birbirimizin yüreğine aklına yönelmemiz mümkün olmaz. Olsa da ki bu daha tehlikelidir, karanlık, nereye yöneldiğimizi görmemize engel olacağı için, muhtemelen hiç istemediğimiz veya ummadığımız bir noktaya ilerleyebiliriz ki, bu özünde gerilememiz demektir.
Bu nedenle, 80 kuşağının, belli oranda bir dünya görüşü var ve rengini 12 Eylül karşıtlığı ile boyamış olarak yer alıyor, bu dünya görüşünün şekillenmesinde bu rengin hakkını vermek gerekiyor. Bunun için de teoriyi küçümsememek, aksine çok daha fazla ciddiye almak gerekir.
Nazım ustanın dediği gibi, teoriyi ciddiye alacaksın, çünkü yaşamın sorunları ile baş etmeye çalışmak şakaya gelmez, anı yaşamaya çalışarak sorunları çözemeyiz de, çözümü için formüller de geliştiremeyiz. TEORİ BU GÜN EN DEVRİMCİ İŞTİR. ( diğer bütün yaşamsal görevleri askıya almadan tabii)
Teori, hem karanlıkta hareket etmekten kurtaracak, hem de özverinizin sahte dinamiklerce kullanılmasının önüne geçecek bir silahtır ama daha çok bu teori ile anı da, geleceği de bir bütün halinde ve geriden gelenlere yansıtabilecek iradeyi de kazanarak yaşamanın kodlarını sağlayacaktır.
Hem toplumun, hem bireysel olarak, bu temelde hareket etmeyen gençliğin bir adım önünde olmanın ve kendi geleceğini yönlendirebilmenin yanında, toplumsal gelişmeye de katkı olacaktır.
Bunları konuşmayacak, bunlar üzerinden fikir geliştirmeyeceksek, 80 Kuşağı rengi ile alanları doldurmanın, taraftar çoğaltmanın ne gibi bir kıymeti harbiyesi olabilir?
68liler bir rüzgârla ilerledi, hızlı ilerledi, 78lilerle aralarında çok mesafe bırakmadan 78 kuşağının koşusunu başlattı ve hâlâ iki kuşağın üyeleri de bu toplumda yerlerini korumakta ama daha çok bu kuşakların ruhu toplumun yüreğinde dolaşmaktadır.
Denizlere toplumun bu gün daha da fazla sahip çıkması, bu sahip çıkma üzerinden rol kapmak ve bu dinamiği sömürmek için oyunlar oynanması, bu toprakların iyiye, güzele olduğu kadar, doğruya ve yiğitliğe de yüzünü kararlı bir şekilde dönmüş damarları hâlâ akışkan olduğunu göstermektedir.
Şimdi 80 kuşağı, bu kuşakların üzerine ama arada bir boşlukla geldi. 80 kuşağının, bir taraftan, kendisinin elle tutulur, gözle görülür bir gerçekliği yaşamaktan uzak olması, diğer taraftan kendinden öncekilerin taşıdığı, eksiklikleri de, doğruları da süzgeçten geçirmelerinin ve kendi doğrusunu bulmalarının gerekliliği ona daha fazla sorumluluk yüklemekte, o oranda teoriye daha fazla eğilmesini gerektirmektedir.
68liler 40 ile 50 doğumlulardı. 12 Martı da 12 Eylülü de yaşadılar. 78 liler 55–60 doğumlulardır ve bunlar, 12 Martı daha çok 68 li ağabeylerinden dinlediler ama 80 kuşağı, 80 doğumlular ve 12 Eylülde bebek ya da çocuk olanların kuşağıdır ve onlar ne bizden ne de bizden öncekilerden kalanlardan 12 Martı da,12 Eylülü de dinleme fırsatı bulamadan büyüdü. Bu kopukluğu ve karanlık boşluğu doldurmak ve yepyeni bir düzlemde yaşamın yeşil ağacının yeşil rengini toplumsal gelişmeyi tarihin nesnel ilerleme çizgisi ile örtüşecek biçimde ana kanala akıtabilmek için, özveriyi geçmişten bağımsız ama onu inkâr etmeden göstermek şeklindeki tarihsel bir sorumlulukla yüz yüze kalmışlardır.
Bu sorumluluğu yerine getirmek için özveri göstermeleri, onlardan hemen sonra yaşama adım atan kardeşlerini de, geçmişin eksikli ve yanlış bakışlarından ama daha çok da bilinçli olarak, sahtekârca bu güne monte edilmeye çalışılan, hatta geçmişteki isimlerini de ön plana çıkararak monte edilmeye çalışılan eksikli ve yanlış düşüncelerden koruyacaktır.
Bunun için hâlâ en ileri ve en bilimsel teori ile yakınlık kurmak, onu küçümsememek, onu şakaya getirmeden ele almak bu gün onları güçlü yapacak ve geçmişten gelen ufuk karartan, perspektiflerini zayıflatan tehlikelerden koruyacaktır.
Bunu kendilerinden sonra geleceklere ve bu topraklardaki ezilen, sömürülen emekçi halklara borçlular. Ama en çok kendilerine borçlular.
Fikret Uzun
Mayıs 2011