23 Ocak 2015 Cuma

BİLİMSEL SOSYALİZMİN BUNALIMINI KAPAK YAPAN İMRALI GÜNLÜKLERİNİN HAKİKİ OLMAYAN HAKİKATİ ÜZERİNE EN AZ SÖZ!



BİLİMSEL SOSYALİZMİN BUNALIMINI KAPAK YAPAN “İMRALI GÜNLÜKLERİ”NİN HAKİKİ OLMAYAN HAKİKATİ ÜZERİNE EN AZ SÖZ!

Marx’ın, sosyalizmi burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşündüğü, bilinen bir gerçektir; Marx bu düşünce ile bu yeni bilimin temellerini atmıştır ve bu temellerin bir kısmını ütopyacı sosyalistlerden ve diğer bölümünü de burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan almıştır.

Bunu Marx’ın kendisinin de onayladığını Grundrisse’de, siyasal iktisadın kurucusu Ricardo’ya yöneltilen eleştirilerden söz ederken, eleştiricilerin, “ siyasal iktisatın anti-tezinin, yani sosyalizm ve komünizmin teorik ön kabullerini, başta siyasal iktisatın tam ve nihai açıklaması olan Ricardo’da olmak üzere, siyasal iktisatın klasik eserlerinde bulduğunu kavradıklarını “ ifade etmesinden de anlıyoruz.

Öte yandan sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu teorik önermesi de Marx’a aittir ve reel sosyalizm ile bu pratik olarak kanıtlanmıştır!

İlaveten, yine Marx’ın düşüncesinin temel dayanaklarından biri olan, emek sürecinin belirleyiciliği hala sürmektedir ki, bunu, dünyada ve Türkiye’de bütün kaygıların kaynaklarını hala emek süreçlerinde bulmasından anlıyoruz; böyle olmasa idi, ABD emperyalizmi bu kadar paralı askeri, ki beş yüz bin gibi bir rakamdan söz edilmektedir, Arap çöllerine herhalde yığmazdı!

Ve ayrıca, tarihsel ve toplumsal gelişmenin lokomotifinin hala sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini, sınıf mücadelesini köreltmenin hala bütün gelişmiş ve gelişmemiş devlet politikalarının odağını oluşturmasından anlıyoruz!

Hepsi birden Marx’ın düşüncesinin temellerinin sapasağlam durduğunu göstermektedir!

Oysa Öcalan, bir süredir “Marx’ı aşmaktan ve bilimsel sosyalizmin bunalımını çözmek” ten söz etmekte ve reel sosyalizmin çözülüşü ile PKK’de ki köklü dönüşüm arasında, ki bunun PKK yerine “KADEK” ve “Kongra Gel” örgütlenmesi olduğunu yine kendisi ifade etmektedir, korelâsyon kurmakta ve böylece çok daha fazla “hakiki “ ve de daha “bilimsel” ve elbette ille de “demokratik” bir sosyalizmin temellerini attıklarının müjdesini vermekte ve haliyle yukarda dikkat çektiğim Marx’ın düşüncesinin temellerinin sapasağlam durduğuna delalet olan pratik göstergeyi reddettiğini de ilan etmiş olmaktadır!

Diğer yandan aynı Öcalan’ın, son derece sinsi ve Kürt halkı yanında bölge halklarının ve elbette Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin varsayılan ayarlara döndürüldüğü varsayımı üzerinden hazırlanan bir emperyalist işi oyunun kilit oyuncusu rolüne soyunmuş olduğu da apaçık görülmektedir!

Demek ki, elbette mutlak değildir ama en azından son birkaç on yılda ampirik olarak da kanıtlandığının kabul edilmesi zor olmamalıdır, eğer herkes “dün nerede ise daha sonra da, mesela bu gün de, aynı yerdedir” şeklindeki aksiyoma bağlı kalacak olursak, Öcalan’ı bir ihanet oyununun başrol oyuncusu saymak yanlış olmaktadır; bu, öncekine göre en ters köşeye savrulunmuş olsa da değişmemekte ve yalnızca varsayılan ayarlara döndürülmüş olduğu varsayılanların ters köşeye yatırılmalarını kolaylaştırmaktadır.

Öyleyse ortada, olsa olsa insana ve insanlığa karşı işlenmiş, affedilemez bir ihanet var demektir; ki burada apaçık görülen, bu oyunun hem prodüktörü ve hem de senaristi olan ABD emperyalizminin de ihanet eylemini bu şekilde açıklamak mümkündür ve bu, sadece aksiyomumuzu güçlendirmektedir!

Öyle ki, ABD emperyalizmi, emperyalizm olalı beri hep aynı ihanet çukurlarını eşeleyip kazmakta ve her atladığı eşiğin öteki tarafında başka bir ihanet çukurunu eşeleyip kazdığı görülmektedir!

İşte şimdi yaptığı da, belki de son eşelediği ihanet çukurudur ve kuvvetli bir şekilde hem mümkün ve hem de muhtemeldir ki, artık kendi çukurunu kazmaktadır; ama bugün kazdığı, ya da kazdırdığı çukur, insanlığın başına sardığı en büyük ve en tahrip edici çukurdur!

Diğer yandan bu sinsi oyunun kilit oyuncusu rolüne soyunan Öcalan ile bugün tarihte kalmış mesela 165 yıl öncesinde kalmış benzerlerini karşılaştıracak olursak, Öcalan’ın, “İmralı günlükleri” yle müjdelediği Marx’ın teorisinin ve bilimsel sosyalizmin bunalımını zihninde aşarak bir “hakikat” misli ve öncelikle Kürt insanının önüne koyduğu idealist söylemlerinin, tıpkı 165 yıl öncesinin yarı-âlim, yarı-filozof, hatta erken gelmiş dahi-bireyleri olan azizlerinin boş-beleş, gerçeklerden kopuk söylemlerine benzediğini görebiliriz.


O kadar öyle ki, Öcalan bir süre sonra, belki özgürlüğüne kavuşup, kendi en hakiki Kürt “sosyalizm”ini son derece demokratik özerk bir şekilde kurduğunda, kapitalizmin Fransız, Reel sosyalizmin Rus,“demokratik” ve ”bilimsel”“sosyalizm”in Kürt olduğunu ve artık komünizme gerek kalmadığını müjdelerse hiç şaşırmam!

Yeter ki, dünyanın maddi gerçeği Öcalan’a ve bu maddi gerçeklikten bağımsız olarak zihninde kurduğu “demokratik özerk sosyalizm”ine dokunmasın!

İşte o saat dünya ebedi kurtuluşun basamaklarını hızla tırmanacak ve yeryüzündeki bütün insanlar, zengini, fakiri hiç fark etmez, hümanizmanın doruğunda ebedi saadeti yakalayacaklardır!

İşte bu, Öcalan’ın zihninde kurguladığı, maddi dünyanın gerçekliğinden bağımsız olsa da, onunla ve yine Öcalan’ın zihninde, sırf insanlar ki öncelikle Kürt insanı mutlu olsun diye, barışık hale getirdiği hümanizm, pratik haline kavuşacaktır!

Yani, Marx’ı aşarak, günümüz dünyasının maddi gerçekliğinde hiçbir değişiklik yaratmadan, son tahlilde pratik hümanizm olan komünizmi, gerçekte zihninde oluşturduğu ve gerçekliğin de kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal olarak insanoğluna hediye eden tek dahi birey Öcalan olacaktır; ki, yaşasalardı önceki benzerleri eminim Öcalan’ı çok kıskanırlar, hasetliklerinden kriz geçirirlerdi; kim bilebilir, belki şimdi de, ebedi istirahatgâhlarında, aynı hezeyanlar içinde, ters dönerek, kemiklerini tıkırdatıyorlardır!

Böylece, Marx’ı da, Marxizm’in ve bilimsel sosyalizmin bunalımını da aşan ve hatta bir“firavun sosyalizmi” ne dönmüş olan reel sosyalizmin defterini de düren Öcalan, insanoğluna ki öncelikle Kürt insanına, her şeye kadir, her şeyi bilen, her şeyi kapsayan bir bilim yanında bonus olarak, en ”bilimsel” , en ”demokratik” ve en “sosyalizan” ve hatta en “özerk” bir “hakiki sosyalizm” hediye etmiş olacaktır!

Kürtlere ve Kürtlerin “öncülük ettiği” insanlığa, sadece ve sadece, Öcalan’ın bıraktığı her şeye kadir bilimi ve bu bilimin yalnızca bir dalı olan “hakiki sosyalizm”i özümseyerek ve özümseterek sağladıkları eski sefil ve vahşi yaşamlarından kurtuluşlarını, “…ne diye sosyalist, ne diye komünist, biz insanız, insan!” şiirsel haykırışları eşliğinde yaşadıkları ebedi saadet içinde kutlamak ve kutsamak kalmaktadır!

Demek ki bütün mesele sosyalizmi “hakiki” yapmak için, sosyalizmin “hakikat”ini toplumun en akılcı düzeni olarak kurgulamaktadır; ve işte bunu ilk başaran geç gelmiş dahi birey unvanı ile birlikte Öcalan olmuş olacaktır; sosyalizm bir kere “hakiki” statüsü kazandı mı, yani sosyalizme metafizik yoluyla, maddeden özerk bir siyaset yoluyla ulaşıldı mı, insanoğlu için en akılcı, en hakiki, en ahlaksal düzen kapıda demektir!

Burada, Kürt ulusunun ya da Türk veya başka ulusların komünist bakış açısının siyasal, metafizik ya da başka türlü bir renge sahip olup olmamasının bir önemi yoktur. Hatta, söz konusu ulusların gelişiminin derecesi de önemli değildir. Bunun için, geç gelmiş bir dahi bireyin, bu ulusların maddeden özerk bir politika aracılığıyla elde ettikleri politik gelişimleri aracılığıyla “komünizm”e ulaştıkları sonucuna ulaşması yeterli ve daha önemlidir.

İşte komünizme metafizik yoluyla, maddeden bağımsız bir siyaset yoluyla vb. ulaşmanın ifadesi olan Öcalan’dan çok önce yaşamış yarı-âlim, yarı-filozof fikir pazarlamacılarının pek sevdiği boş söylemler, daha doğrusu ve aynı anlama gelmek üzere maddeden özerk idealist söylemler, Öcalan’ın üstlendiği rol gereği, Öcalan’ın da mahkûm olduğu en sevimli söylemlerdir!

O kadar öyle ki, her şeyi, maddeden özerk bir “hakikat”in içine hapsederek “en hakiki” sıfatıyla görücüye çıkaran ve beğenmekte tereddüt edilirse türlü-çeşit yollarla dayatılmasına da önderlik eden Öcalan, “emeğin köleliğine dayanan devlet” in “hakikat”ini de “en hakiki” suretle önce Kürt’lere ve sonra da kurtuluşunu, kurtarılmış Kürtler’e borçlu olacak olan insanoğluna pazarlamaktadır!

Dünyanın maddeden bağımsız “hakikat”ini sığdırdığı “İmralı günlükleri” ile müjdelediği biliminin bir dalı olarak, bir “toplum sözleşmesi” misli yansıttığı ama kendi zihninde( yerleştirilmiş de olabilir) ve el çabukluğu ile üretilmiş tasavvuru olan KCK sözleşmesi ile ilan ettiği “bilimsel”,”demokratik” ve “sosyalizan” “sosyalizm” ile ulaşılan toplumda, “metalaşma ve kara dayalı ekonomiden, kullanım değerine ve paylaşıma dayalı komünal ekonomiye geçiş sağlanarak”, “hiç kimsenin kişilik haklarını zedeleyecek şekilde ve emeğinin karşılığı verilmeden çalıştırılamaması” ve “herkesin haksız yollardan olmamak, sömürüye, statü eşitsizliğine ve dengesizliğe yol açmamak kaydıyla, ekonomik yaşamını örgütleme ve mülkiyet edinme hakkı” garanti altına alınıp,“hakiki mülkiyet”e, ya da “hakiki bireysel mülkiyet”e, ya da hatta “hakiki toplumsal mülkiyet” e ulaşılarak,“özel mülkiyet” in “hakikati” değiştirilecek ve bunun sonucu emek de “özgürleşmiş” olacaktır; ve en sonu, emeğin köleliğine dayanan “devlet” de ortadan kaldırılmış olacaktır.

Ama bu Öcalan’ın zihninden “olmayacak dualara âmin” misli akan ve Öcalan’dan daha çok Öcalanist olan Kürt aktivistlerince tapılan iyiliksever çabalar ile ne “devlet” ortadan kalkabilir, ne “emek” ve ne de “özel mülkiyet”!

Çünkü emeğin köleliğine dayalı olan devletin ifadesi olan modern devlet, yani Öcalan’ın ifadesi ile “kapitalist modernite”, bu “özgür emek”e dayanır; yani emek tüm modern devletlerde özgürdür!

Ve emin olunmalı ki, bu kadarını Öcalan da biliyordur ve Öcalanist Kürt aktivistler de bu bilgiden yoksun olmadıklarını söylemleri ile göstermektedirler, emeğin özgürlüğü, işçilerin kendi aralarındaki serbest rekabetten başka bir şey değildir!

İşte mesele de buradadır, marifet emeği özgürleştirmekte değil, onu kaldırmaktadır!

İşte Öcalan’ın “İmralı Günlükleri”ne sığdırdığı ve kendisi de inanmaya mahkûm olduğu “hakikat”lerin hakikati budur; yani gerçeklerle taban tabana zıttır! Zaten, maddeden özerk bir “hakikat”in içine, maddeden özerk olmayan hakikatlerin sığdırılabilmesi, mümkün değildir; tersi de mümkün değildir!

Demek ki, komünizmin, özel mülkiyet dünyasına karşıtlığı, en kaba haliyle, yani bu karşıtlık tüm gerçek koşullarından arındırılıp, en soyut biçimiyle tasavvur edilecek olursa, mülkiyet ve mülkiyetsizlik karşıtlığı ile yüz yüze gelinir. İşte o zaman, bu karşıtlığın ortadan kaldırılmasına, karşıtlığın bir tarafının ya da diğer tarafının ortadan kaldırılması olarak bakılabilir; ya mülkiyetin kaldırılması olarak, ki bundan genel mülkiyetsizlik ya da sefillik elde edilir, ya da mülkiyetsizliğin kaldırılması olarak, ki buradan ulaşılacak sonuç hakiki mülkiyettir.

Gerçekte bir tarafta gerçek özel mülkiyet sahipleri, diğer tarafta da mülksüz komünist proleterler durmaktadır.

İşte meselenin diğer ucu burasıdır ve bu karşıtlık hızla keskinleşmekte ve bu keskin haliyle içine doğru yol aldığı kriz de ve hem de küresel ölçekte ve de son derece belirgin çizgilerle kendini göstermektedir; dolayısıyla diğer taraftaki mülksüzlüklerinin sınırında yaşayan proleterlerin ve emekçilerin teorik temsilcileri, düşünsel ve yazınsal faaliyetleri ile proleterleri ve emekçileri bu yabancılaşmanın dayanılmaz etkilerinin farkına varmasına yarayacak herhangi bir şey başarmak istiyorlarsa, her şeyden önce bu karşıtlığın keskinliğine dair bilinci daha da zayıflatan bu boş söylemlerin, bu karşıtlığın üstünü örten ve hatta güven kaygısı taşıyan burjuva insan sever bir coşkuyla komünistlere yanaşma fırsatı veren tüm boş söylemlerin ipliğinin pazara çıkartılarak, sökülüp atılmasında ısrarcı ve inatçı olmak zorundadırlar!

Yani meselenin bu ucundaki marifet, komünist hareketin, Kürt olsun, Türk olsun ya da her nereli olursa olsun, birkaç laf ebesinin boş söylemleri ile zarar görmeyeceğinden hareketle, meseleyi ciddiye almamak, ya da küçümsemek değildir; tam tersine, asıl marifet, şekilde görüldüğü gibi, felsefi söylemlerin veya maddeden özerk teori ya da politikaların 165 yıldır ve hala bir baş belası misli belli bir güce sahip olmaya devam ettiği, en başta “dinsel” ve “ kendisi de bir din misli dayatılan “demokrasi” illuzyonları yanında, egemen sınıfların yoğun ideolojik saldırısının yarattığı, Öcalan’ın ifadesiyle, “hegemonik” yanılsamaların devam ettiği bir atmosferde, akılları ve bilinçleri daha da geriletebilecek, köreltebilecek veya bulandırabilecek tüm bu boş söylemlere karşı durmaktır!

Öcalan’lar, üstelik tümüyle emperyalist senaryolar gereği ve yönlendirmesiyle, düşlerin göksel âlemiyle, “insanın özü” nün âlemini, kurtuluşunu bekleyen ve örgütüne güvenmek isteyen ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların önüne sürüp, gerçeklere meydan okumaktadırlar!

Kendilerine ait veya mahkûm oldukları ya da dayatılan ütopyalarını, her alanda ezilen ve sömürülen halkların ve sınıfların eylemleri hakkındaki nihai hüküm olarak gördükleri için, tüm dünyayı yargılamaya ve tüm tarihi nihai amacına Türkiye’de ve hatta dünyada ulaştırmaya sadece kendilerinin yetkili olduklarına inanmaktadırlar!

Oysa bu ölçüsüz ve aşırı ulusal kibrin, son derece bayağı, dar kafalı ve küçük esnaf zihniyetli bir pratiğe karşılık geldiğini ve hatta ulusal dar kafalılık her yerde itici iken, bu coğrafyada iğrenç bir hal aldığını da hepimiz biliyoruz ve bunu pek sıklıkla görmekteyiz.

Ve bu ölçüsüz ulusal kibir, milliyet ve tüm gerçek çıkarların üzerinde bulunulduğu illuzyonu eşliğinde, ulusal kibirlerini ve gerçek çıkarlara dayanmalarını açık yüreklilikle teslim eden ulusların karşısına sürülmektedir; kaldı ki bugün hala tüm halklar içinde, ulusta ısrara, yalnızca burjuvalarda ve onların yazarlarında rastlanır.

Velhasıl, Öcalan da, tıpkı 165 yıl önceki benzerleri gibi ve daha çok üstlendiği rolü gereği, kavramların dünya yaratan ve yıkan gücüne dair duyduğu felsefi inanç ile, yani tüm gerçek bölünmelere “kavramların bölünmesinin” yol açtığı inancıyla, gelişigüzel bir bireyin, kavramları herhangi bir “yok etme”si ile , ”yaşamın bölünmesini yok edebileceğini ” sanmaktadır!

İşte Öcalan, “devlet”i de,”ulus-devlet”i de ve dahi“özel mülkiyet”i de, yok olmasının tarihsel-nesnel koşullarının yokluğunda bile yok edebileceğine, kendi zihninde ürettiği veya zihnine girmelerine izin verdiği kavramların gücüne güvendiği için inanmakta ve bunu yarı-âlim, yarı-filozof bir yaklaşımla savunmakta ve hatta dayatmaktadır!

Oysa Engels’ in deyişiyle, eğer ütopyacılar, ütopyacı idiyseler bu, kapitalist üretimin henüz çok az gelişmiş bulunduğu bir dönemde, başka bir şey olamayacakları içindi. Eğer yeni bir toplumun öğelerini kafalarından çıkarmak zorunda kaldılarsa, bunun nedeni, bu öğelerin henüz eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamalarıydı; eğer yeni yapılarının temellerini atmak için usa başvurma durumunda kaldılarsa, bu, henüz çağdaş tarihe başvuramamalarının sonucuydu.

Ama şimdi, onlardan hemen hemen seksen yıl sonra Bay Dühring’in ve yakın zamanda “yeni hakiki sosyalist”lerin yaptığı gibi, ütopyacılardan 165 yıl sonra Öcalan da, tarih içinde oluşan bu sistemi kendi zorunlu sonuçları olarak veren güncel gereçlerden hareketle değil de, onu yüce kafasında, kesin doğruluklara gebe olan aklında kurarak, yeni toplumsal rejimin "kural hizmeti gören" bir sistemini açıklama savıyla sahneye girerse, o zaman, bu geç gelmiş dahi birey, yani Öcalan, ütopyacıların artçılarının en sonuncusundan, yani sonuncu ütopyacıdan başka bir şey değildir.

Üstelik, Dühring’in ütopyacılara yaptığını, Marxizm-Leninizm’in kurucularına yapmakla, yani onları neredeyse "toplumsal simyagerler" olarak göstermekle ütopyasına bir gerçeklik katmamaktadır; ama o zamandan beri, büyük sanayinin, kapitalist üretim biçimi içinde uyuklayan çelişkileri son derece açık karşıtlıklar durumuna getirdiği gerçeğinin; ve bu üretim biçiminin yakın yıkılışına, deyim yerindeyse, elle dokunulabilir oluşuna; yeni üretici güçlerin, ancak onların bugünkü gelişme derecelerine uygun düşen yeni bir üretim biçiminin kurulması ile korunup geliştirilebilir oluşuna; iki sınıfın, şimdiye değin egemen olan üretim biçimi tarafından yol açılan ve durmadan daha keskin bir çelişki içinde üreyen savaşımlarının bütün uygar ülkelere yayıldığına, bunun gün be gün daha zorlu bir durum aldığına ve bu tarihsel bağlantının, bunun zorunlu kıldığı toplumsal dönüşüm koşullarının bilgisinin, son olarak gene bunun koşullandırdığı biçimiyle bu dönüşümün temel çizgilerinin bilgisinin, daha şimdiden edinilmiş bulunuyor oluşuna dair gerçekliğin, ütopik hezeyanlarını sığdırdığı “hakikat”i ile tezat teşkil ettiğini görmezden gelmeyi kolaylaştırmaktadır!

Ve eğer şimdi Öcalan, tıpkı Dühring gibi, var olan iktisadi gereçlerden yararlanacak yerde, yüce beyninde yeni bir toplumsal ütopya imal ederek, "toplumsal ilm-i simya"dan başka bir şey yapmış olmuyor!

Ya da daha doğru ifadeyle, modern kimyanın bulunmasının ve yasalarının saptanmasının çoktan gerçekleşmiş olduğu bir zamanda, eski ilm-i simyayı yeniden kurmak ve atom ağırlıklarını, molekül formüllerini, atomların birleşme değerini, billurlar bilimini ve tayf analizini sadece filozof taşının bulunması için kullandırmak isteyen biri gibi davranmış oluyor!

Fikret Uzun

23-Ocak -2015

18 Ocak 2015 Pazar

MARXI AŞIYORUMCULUK 2





Sıkışmış sorunlara çözüm bulabilmek adına, sorunlara çözüm bulunmasının önüne geçilmesi veya yanlış çözümlere kapı açılması için, o sorunu çözebilecek anahtarları veya anahtar teorileri ıskartaya çıkarmaya çalışmak için, en moda ifadesiyle, yeni kavram ve teoriler geliştirerek, eskimiş veya ıskartaya çıkarılması gereken teorileri “aşmak” fikri ve demogojisi, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin ideolojik saldırısı ve hegemonyası içindedir.

Derinlemesine irdelersek, toplumsal düşüncede, büyük teorilerin, hep daha önceki sosyal yapılara dayanmış olduğunu gözlemlemek zor olmaz. Örnek olsun, Marx ve Engels’ in kendi ifadeleri ile bir dönem hem de ateşli birer Hegelist ve sonraki bir dönem Feuerbahyen oldukları bilinen bir gerçektir.

Hatta Marx’ın büyük bir dürüstlükle “ne modern toplumdaki sınıfların varlığını, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetme şerefi bana aittir; burjuva tarihçileri benden çok önce bu sınıflar mücadelesinin tarihsel gelişimini, burjuva ekonomistler de sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koymuşlardır” dediğini ve yeni olarak yaptığının, “ sınıfların varlığının, sadece, üretimin belli bir tarihsel gelişme aşamasına bağlı olduğunu; sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü ve bu diktatörlüğün kendisinin, sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi oluşturduğunu kanıtlamak ” olduğunu söylediğini biliyoruz!

Marx’ın kapitali, kapitalizm yokken ortaya çıkarılan bir bilgi veya formül değildir; tam aksine, bir tarihsel-nesnel zamanın coğrafyasının, mesela 15-17. Batı Avrupa coğrafyasının ekonomik yapısına dayanmaktadır; başka ifadeyle önceden yazılıp,15-17. Batı Avrupa coğrafyasına dayatılan bir ekonomik yapının anlatımı olmuyor!

İlgili çağın, politik-ekonomik yapısı ne ise, bu yapının yüzeyinden ve giderek derinliklerinden bulup çıkarılan ve daha önceki düşünsel zenginliği de işin içine katarak, ortaya konulan bir tarihsel-nesnel –maddesel, yani gerçek insan faaliyetlerine dayanan, fiziksel ilişkilere, üretim ilişkilerine dayanan bir anlatımın ifadesidir!

Yani Marx, kendinden önce oluşan bir sistemi yazmak durumunda kalmıştır; bu sistemi yaratmak için yazmamıştır; böyle bir imkânı da yoktur; bu nedenle Marx kapitali yazarken, yaşanmış ve yaşanmakta olan bir iktisat tarihine dayanmıştır.

Öte yandan Marx, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşünmüştür; bu düşünce ile bu yeni bilimin temellerini atmıştır ve bu temellerin bir kısmını ütopyacı sosyalistlerden ve diğer bölümünü de burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan almıştır.

Bu anlamda, Marx’ın Grundrisse’de siyasal iktisadın kurucusu Ricardo’ya yöneltilen eleştirilerden söz ederken, eleştiricilerin, “ siyasal iktisatın anti-tezinin, yani sosyalizm ve komünizmin teorik ön kabullerini, başta siyasal iktisatın tam ve nihai açıklaması olan Ricardo’da olmak üzere, siyasal iktisatın klasik eserlerinde bulduğunu kavradıklarını “ ifade etmesi, oldukça öğreticidir ve çok açık olarak, sosyalizmi bir bilim olan siyasal iktisadın anti-tezi olarak ve bir bilim olarak ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.

Burada önemli ve dikkat verilmesi gereken nokta budur ve zaten “Marx ve Engelsin Kapitalizmi inceledikleri ama sosyalizmi geliştirmedikleri” şeklindeki tezler, bu noktadan hareketle öne sürülmektedir;

Elbette, Marxizmi karalama niyetiyle yapılıyor olması bir yana, bunda kısmen doğruluk payı var; çünkü Marx ve Engels, bir bilim olan sosyalizmin kuruluşunu ilgilendiren ve kendisi de bir bilim olan siyasal iktisattan bazı temelleri çıkararak teorik geliştirmelerini başlattılar; ancak, pratik olmadan bilim ve teori olmayacağı açıktır; Marx ve Engels, sosyalizm bilimini geliştirmek üzere işe koyulduklarında, Owen ve Fourier’in yaptıklarını, bununla birlikte, Babeuf’un mücadelesini ve kısa süreli Paris komünü deneyimini saymazsak, sosyalizmin pratiği yoktur; bunları bir ölçü olarak kabul etsek bile, bu pratiklerin değeri önemlidir ama sosyalizm biliminin geliştirilebilmesi için gerekli ölçekte bir pratik olmadığı açıktır; gerekli pratiğin tamamlanması, ilk ve tek ülkede sosyalizmin kuruluşu ile birlikte başlamış, ancak bu zamanda sosyalizm biliminin geliştirilmesi için son derece değerli bir fırsat doğmuştur!

Diğer yandan, burjuvazinin iktidar bilimi olan ve haliyle burjuvazi iktidara yürürken devrimci, iktidarı aldıktan sonra tutucu bir bilim olan siyasal iktisat, kapitalizmin küçük ve artizanal işletmelerden geliştiğini gösteriyor; yani küçük burjuvazi, burjuva düzenin başlatıcısı oluyor; bunu siyasal iktisat bulmuştur.

Burjuva iktidarına son veren İşçi sınıfı, köylülükle ittifak yaparak iktidara geliyor ve iktidarının ilk yıllarında köyde ve kentte küçük burjuvazi varlığını koruyor ve sürdürüyor;ancak, küçük burjuvazinin, özellikle tarım kesimindeki küçük işletmelerin varlığı, sosyalist bir düzende kapitalist restorasyonun kapısını açık tutuyor; bunu da siyasal iktisatın anti tezi olan sosyalizm bulmuştur.

Ancak yeterince geliştirilememiş, daha doğrusu Stalin’den sonra yerinde sayılmıştır; bunu, Lenin’in erken ölümüne ve Stalin’in yeterli desteği bulamamasına ya da fazla bir muhalif güçle karşılaşmasına veya belki daha açıklayıcı bir ifadeyle maddi yapının direncine karşı işçi sınıfı iktidarının zor mekanizmasının yeterli olmamasına bağlayabiliriz; bu etmenler, tek ve/ ya da hep birlikte bir engel olabilirler; bu ayrı, ama buradaki ders başkadır; ders, artık sosyalizm biliminin geliştirilmesi için yeteri kadar pratik olması olgusu ve gerçeğindedir!

Bununla birlikte bir başka ders daha var; ilk ve tek ülkede sosyalizmin bilimsel ve reel olarak kurulması çalışmaları, sınıf mücadelesinin son derece şiddetli atmosferinde ve hem çalkantılı ve hem de git gelli bir dinamikle sürdürülmüştür.

1920’li yılların başında Lenin, küçük işletmeleri, sosyalizm için büyük işletmelerden daha büyük bir tehlike olarak görmüş ve göstermeye çalışmıştır; 1920’li yılların başında küçük burjuva yapı, kırda ve kentte, ilk sosyalist iktidarın karşısındaki en büyük tehdit olarak tespit edilmiş ve başlangıçta birlikte yaşamaya tahammül gösterilerek, daha sonra üzerine gidilmiştir.

Stalin, 1920’li yılların sonuna doğru, Sovyetler Birliğindeki tarımsal yapıyı, kapitalist restorasyonun tohumlarını içeren bir kesim olarak görüyor ve tedbir alarak kollektivizasyonu başlatıyordu; ancak son derece şiddetli bir dirençle karşılaşılıyor, fakat tedbirler ve mücadele bırakılmıyordu; sonuçta küçük burjuvazinin varlığı ve aynı zamanda siyasal iktisat da, tam bir tasfiye süreci içine sokulmuştur.

Ve bu, yeni sorunlar doğurmuştur ki, başka nedenler yanında, en önemli neden, köylülükten yeni çıkmış işçilerin nicel olarak çok büyük olması, küçük burjuva ideolojisinin bazı unsurlarının ve bu arada “değer yasası” nın etkinliğini korumaya devam etmesidir!

Bu süreçte, eski sınıftan kalan siyasal iktisat kaldırılmadan okutulmuş olan siyasal iktisat dersleri ve kitapları eleştirilmeye başlamıştır; eleştiriler giderek, “siyasal iktisat okutulacak mı, okutulmayacak mı?” tartışmasına gelmiştir ve tartışma, değer yasası işleyecek mi, işlemeyecek mi tartışmasında düğümlenmiştir!

Eğer siyasal iktisat burjuvazinin bilimi ise, değer yasası da burjuvazinin yönetici ilkesidir!

Tartışma bu noktada düğümlenmiştir ve söylenen şudur ve söyleyen Stalindir:

“ Özellikle bizim derslerimizde ve ders kitaplarımızdaki yanlış düşünce, sosyalizm iktisadında “değer yasası” na yer olmadığı düşüncesinden kaynaklandı. Bu düşünce Marxizm ustalarının çeşitli açıklamaları ve tüm sosyalist kuruluş deneyimi ile açıkça çelişmektedir. Değer yasasının kapitalizmin yükselişinden çok önce işlemeye başladığı, Engels’in yasanın “yaşı” olarak 5 ile 7 bin yıllık bir zaman tahmin ettiği çok iyi bilinir. ( bu, değer yasasının yazılmadan veya formüle edilmeden, pratik olarak binlerce yıl işlediği anlamındadır) Kapitalizmin ortadan kaldırılmasından sonra sosyalist toplum, devleti aracılığıyla, değer yasasını, sosyalizmin çıkarlarına, ekonominin planlı yönetimine tabi kılar ve bu mekanizmayı ( para, ticaret, fiyatlar vb.) bu amaçlar için kullanır.”

Gerçekten, Marx ve Engels, sosyalizmde değer yasasının bir süre daha işleyeceğini önceden görmüşler ve pratik bunu doğrulamıştır; ilk sosyalist iktidarda değer yasası varlığını kuvvetli bir şekilde hissettirmiştir.

Ancak aynı Marx ve Engels, sosyalizmde değer yasasının etkinliğinin giderek artacağını söylememişlerdir; sosyalizmin kuruluşu aşamasında değer yasasından yararlanmak başka şeydir, etkinliğini artırmak, ona daha etkin bir yer açmak bambaşka bir şeydir; sosyalizmin bilim olarak ve reel olarak kurulması ve geliştirilmesi aşamasında, değer yasasını etkinleştirmek ve ona etkin bir alan sağlamak, gelişkin sosyalizm veya komünizm aşamasına geçmenin kapılarını kapatmak demektir!

İşte Sovyet sosyalizminin bilimsel olarak ve reel bir sosyalist toplum olarak, daha kapsayıcı bir ifadeyle komünist topluma geçişi garantileyen bir toplumsal yapı olarak kurulması ve geliştirilmesi sürecinde ilk sosyalist iktidarın, yani ilk işçi sınıfı iktidarının yaşadığı coğrafyada, sosyalizm kuruculuğu ve geliştiriciliği çerçevesinde süren sınıf mücadelesinin bilimsel ve pratik yansıması budur ve bu yansımanın pratiğinde neler yaşandığını hemen hemen hepimiz, ancak tarihe kaydedildiği biçimiyle biliyoruz ve buna göre hüküm veriyoruz!

Bununla birlikte, bunun tarihe nasıl kaydedildiğinin ve bu kayıtın nasıl okunması gerektiğinin ve elbette düzeltilmesinin gerekip-gerekmediğinin anlaşılmasının ne kadar zaman alacağının ve bu sorunun nasıl aşılacağının şifreleri veya öğretici dersleri de, bu yansımalarda mevcuttur!

Peki, bunun ifadesi ve/ya da çaresi, Marxizm-Leninizmi, hem de ondan çıkarak hatta ve hatta karşısında durarak aşmak mıdır?

Daha doğrusu, bu yansımaların bu biçimde gelişmesinin kaynağı, Marxizm-Leninizm’in eksikli ve yanlış yönlerinde ya da eskimişliğinde midir? Yani “aşmak”fiiline ihtiyacı belirleyen bu“olgu”mudur?Yoksa Marxizm-Leninizm’den, kapitalizmde daha fazla kalarak, uzaklaşmış olmak mıdır?

Öyleyse, yani tüm soruları üst üste koyarsak, Marxizmi aşmaktan çok, Marksizm’de kalarak onu en tam ifadesiyle anlamak ve bu çerçevede, yani içinde kalarak geliştirmek için daha fazla teorik bakışa ihtiyaç olduğu anlaşılmıyor mu?

Ve önceleyen teorik işaretleri yanında, reel pratiğin göstergeleri ile birlikte hüküm verilirse, sosyalist düzende de, ancak giderek etkinliğinin ortadan kaldırılması, yani giderek ortadan kaldırılması şartı-kaydıyla, değer yasasının var olacağı ve bir süre etkinliğini korumasının kaçınılmaz olacağı gerçeğini teslim etmek gerekir!

Bu çerçevede Stalin’in “Ekonomik Sorunlar” başlığındaki çalışması son derece önemli ve öğretici açıklıklar getirmektedir!

Bu çalışmanın bir yerinde Stalin şöyle yazıyor; “ Elbette sosyalist rejimde de üretim ilişkilerini değiştirmek gerektiğini anlamayan geri kalmış atalet kuvvetleri olacaktır; ancak, kuşkusuz, olayları bir çatışmaya vardırmadan bunları yola getirmek kolay olacaktır.”

Çatışma çelişkiden doğar gerçeğinden hareketle Stalin’e şu soru sorulur ; “Sovyetler birliğinde, sosyalizmde, 1950 yılı başlarında çelişki var mıdır yok mudur ?”

Stalin bu soruyu şöyle cevaplıyor ; “ sosyalist rejimde, toplumun üretim ilişkileri ile üretici güçleri arasında hiçbir çelişki olmadığını öne süren Yareşonko yoldaş aldanmaktadır; kesinlikle vardır ve üretim ilişkilerinin gelişmesinin üretici güçlerin gelişmesinin arkasında kaldığına ve kalmaya devam edeceğine bakılacak olursa, çelişkiler olacaktır.”

Stalin, bunun ne anlama geldiğini de açıklıyor ; ” eğer yönetici kurumlar doğru bir siyaset izlerlerse, bu çelişkiler uzlaşmaz çelişkilere dönüşmezler ve üretim ilişkileri ile toplumun üretici güçleri arasında bir çatışmaya yol açmazlar. Yaroşenko yoldaşın önerdiği gibi, yanlış bir siyaset izlersek, durum bambaşka olur. O zaman bir çatışma kaçınılmaz olur ve üretim ilişkilerimiz, o zaman üretici güçlerin sonraki gelişmesi için çok ağır bir engel olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.”

Stalin, doğru bir siyaset izlenmezse, sosyalizmde de bir çatışma tehlikesi olacağından söz ediyor.

Stalin aynı çalışmasında,” Bizim sosyalist koşullarımızda ekonomik gelişme devrimle değil, derece derece değişikliklerle yapılır, o zaman eski, doğrudan doğruya yok edilmemektedir; yeniye uymak için eski niteliğini değiştirmekte ve yalnızca biçimini sürdürmektedir; yeniye gelince, o,eskiyi doğrudan doğruya yok etmez ama onun içine girer, biçimini kırmadan ama onu yeninin gelişmesi için kullanarak, niteliğini ve görevlerini değiştirir.”

Diğer yandan “meta dolaşımı rejiminde bile sosyalizmden komünizme geçilebileceği, meta dolaşımının, bu durumda bir engel olmayacağı” kanısında olanlara cevaben, bunun Marxizm’i eksik olarak kavramaktan doğan büyük bir yanılgı olduğunu vurgulayan Stalin’in, Marx’ın kapitalizmi tahlil etmesinin, işçi sınıfının sömürülmesinin kaynağı olan artı-değeri saptamak için ve üretim araçlarından yoksun olan işçi sınıfına kapitalizmi devirmesi için manevi bir silah sağlamak için olduğunu ve Marx’ın bunu yaparken, tamamen kapitalist ilişkilere uygun gelen kavramlar kullandığını, ancak işçi sınıfının, iktidardan ve üretim araçlarından yoksun olması şöyle kalsın, iktidarı elinde bulundurduğu ve üretim araçlarına sahip olduğu sosyalizm koşullarında, bu kavramları kullanmanın gariplikten de fazla olduğunu işaret eden ifadeleri son derece yerinde ve öğreticidir!

Öyleyse ve öncelikle, sosyalizmde değer yasasının etkinliğini artırmanın sosyalizmi geliştirmeye engel olduğunun bir kez daha altını çizerek hatırlamak gerekir ki, sosyalizmde meta üretimi ve dolaşımının etkisi daraltılmalıdır; değer yasasının alanı daha da daraltılmalı ve giderek alansız bırakılmalıdır.

Bunlar nesnel işler; ancak başka işler de gerekiyor; öyleyse bilim adamları, iktisatçılar, aydınlar, bu yeni pratiğe uygun geliştirmeleri, yapmak zorundadır.

Artık sosyalizm reeldir ve bir pratik zenginliğidir; bu durumda, artık kullanılacak kavramların tümü Marx’ın kavramları olamaz. Yenilerini eklemek gerekir!

Öyleyse ne olacağına ; ” İktisatçılarımız, eski kavramların yerlerine, yeni duruma uygun yeni kavramlar koyarak, eski kavramlarla sosyalist ülkemizin yeni durumu arasındaki uyumsuzluğa son vermelidirler” diyerek yine Stalin işaret etmektedir!

En sonu, aynı çalışmanın başka bir yerinde Stalin şöyle ifade ediyor;” Değer ve değer yasası, meta üretiminin varlığına bağlı bulunan tarihsel bir kategoridir. Meta üretiminin yok olması ile değer ve değer yasası da bütün biçimleriyle yok olacaktır.”

Fazlasıyla açık ve Marx’ın teorik olarak, yaşadığı zamanın kısıtlı pratiği içinde ortaya koyduğu önermelerini Stalin, Sovyet sosyalizminin pratik ekonomik sorunlarının içinde ortaya koyuyor!

İşte Stalin’in ifadeleri bu nedenle son derece yerinde ve öğreticidir ki Marxizm-Leninizm’i aşma konusunda ölçüsüz ve ilkesiz konuşanların kulağa hoş gelen lakırdılarına tav olmadan önce, eğer gerçekte sosyalizm için “yerim dar” denilmiyorsa, bu öğreticiliği göz ardı etmemek gerekmektedir!

Ve biz, at izinin it izine karıştığı bir zamanda; Negri ve Hardt türünden, sayıları oldukça fazla olan Marxizm-Leninizm ve haliyle sosyalizm düşmanı ne kadar dejenere olmuş kapitalist yolcu varsa, hepsinin birden “Marxizm-Leninizm’i aşıyorum” culuk oyunu ile majestelerinin gözüne girmeye çalıştıkları ve bunun ayırdına varamama ahmaklığının tavan yaptığı bir zamanda; henüz daha Marxizm-Leninizm’in lafzından çıkamadığımız, özünü kavrayamadığımız, ruhunu içeremediğimiz, ama sık sık “aslolan dünyayı tanımlamak değil, değiştirmektir “ sözünü bir nakarat misli ezbere tekrarladığımız bir zamanda, Marxizm-Leninizmi anlamak yerine, Marxizm-Lenininizmi aşıyorum” culuk oynayan Marxizm-Leninizm düşmanlarının, başka ifadeyle gerçeklerin düşmanlarının peşine takılırsak, bu orta oyuncu Marxizm-Leninizm’in düşmanları tarafından pazarlanan majestelerinin istediği kıvamdaki “Marxist-Leninist” teorilerin karanlık labirentlerinde, “dünyayı devrimci yönde değiştirme” yi bırakalım, dünyanın güneşin etrafında dönerken, kendi etrafında da döndüğü kanıtlanmış gerçeğini bile unutturacak bir kör karanlığın içine, bile isteye hapsolmuş oluruz!

Oysa bugünün gerçekliğinde, şimdi yıkılmış olsa da, bir coğrafyada 70 yıl yaşamış olan reel sosyalizmin, Marx’ın düşüncesinin temellerinin hâlâ sapasağlam ayakta durduğunu görmemek için kör olmak ya da kör numarası yapmak gerekmektedir!

Bugünün gerçekliği ki, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu bir zamanın ifadesidir, sosyalizmin, ne Hardt ve Negrilerin “çokluk” unun düzeni olduğunu, ne de “hakiki” ve “yeni hakiki” sosyalistlerin “ savladığı ,“sınıftan bağımsız” olarak kurulabilen bir sosyalizm olduğunu ve ne de işçi sınıfının düzeni olmadığını gösterir!

Bu anlamda Hardt ve Negri’nin Marx’ı ve teorisini ıskartaya çıkarmak gibi bir niyetleri olduğunu söylememeleri veya olmadığını vurgulamaları, onların, Marx’ın teorisinin temellerini dinamitlemek için bilerek, isteyerek çabaladıkları gerçeğini değiştirmez; değilse zaten bu iki profesörü ahmaklık şampiyonu saymak yerindedir!

Bugün, Sovyet sosyalizmi deneyimi, Marx’ın, bunun ikna edici kanıtlarının ve pratiğinin olmadığı bir zamanda teorik olarak ileri sürdüğü sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu önermesinin doğruluğunu pratik olarak göstermiş olduğunu kimsenin yadsıyabileceğini sanmıyorum.

Öyleyse, Negrilerin iddiası ile sosyalizm, eşitsizliğin ve baskının pek çok biçimine karşı,bir sürü mukavemeti bir araya getiren “demokratik” mücadeleler çokluğu ile gerçekleştirilen ve dolayısıyla işçi sınıfının egemenliğini içermeyen bir düzen değildir!

Diğer yandan, bugün reel sosyalizmin yıkılmış olduğu bir zamanda, egemen sınıflar ve devletler, kaygılarının ve korkularının, kaynağını hâlâ emek süreçlerinde buluyorlarsa ve buradan hareketle, emperyalistler, kendi coğrafyalarına çok uzak topraklara, paralı asker yığıyorlarsa, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ sürmekte olduğu gerçeği yadsınamaz derecede açıktır.

Ayrıca, yine reel sosyalizmin yıkık olduğu bir zamanda, hâlâ sınıf mücadelesini köreltmenin, gelişmiş-gelişmemiş bütün ülke politikalarının odağını oluşturması, tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini göstermeye yetmektedir.

Bütün bunlar, Negrilerin Marx’ın teorisinin temellerine dinamit koyma peşinde olmalarının nafile çaba olduğu yanında, bu çabaların ve “Marxizm-Leninizmi aşıyorum” culuğun, egemen sınıfın ideolojik saldırısının içinde olduğunu, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin hegemonyasını güçlendirmenin aracı olduğunu gösteren olgu ve gerçeklerdir.

Söz konusu Marx’ı ve teorisini aşmak olunca, herkesin, öncelikle Marx’ın kişisel gelişimini ve Marx’ın düşüncesinin oluşumunu, yeterince Marxist yöntemlerle ele alınıp alınmadığını düşünmesi gerekmektedir!

Bu konuda, Lenin’in bir makalesi olduğunu ve önemli açıklıklar sağladığını biliyoruz; ”Karl Marx’ın Öğretisinin Kaderi” başlıklı Mart 1913 tarihinde yazdığı makale’ye ulaşmak pek zor değildir; ama sonrasında, hatta Marx’ın ve Engels’in adına kurulan okullarda daha çok Marx’ı düzeltmek ve/veya aşmak hatta reddetmek üzerine çabalar öne çıkmıştır!

Diğer yandan Marx’ın eserleri Türkçe’ye çevrilirken veya başka dillerde okuyucuya sunulurken, bu konu sık sık işlenmiştir ve hatta hepimiz eğer Marx ve teorisinin hâlâ içinde olduğumuza inanıyorsak, Marxist yöntemlerle Marx ve teorisinin oluşumu ve gelişimini ele alabilir ve tümden red etmek ve tümden tapınmak dışında olan ve çağımızın ihtiyacına cevap verecek şekilde bir bilimsel ve ayrıca devrimci sonuç çıkartabiliriz ; ”Marx’ı aşıyorum” culuk oyunları karşısında Marx’ın ve teorisinin içinde kalarak ortaya konulan bu tür bir yaklaşım oldukça yararlı ve etkili olacaktır!

Ama bunun yeni, aşılmış ve bir “sol marxizm” yazımı olmayacağı açıktır ki, bu tür bir yaklaşımı, sık sık örnek ve kaynak gösterdiğim Anti-Dühring’in yazımı ile Engels’in de gösterdiğini ve bunun da yeni ve aşılmış bir “sol marxizm” olmadığını ve böyle bir iddianın da olmadığını ve de elbette ne anlama geldiğini de biliyoruz.

Engels, Anti-Dühring’i yazarak, marxist dünya görüşünün tüm bilgi alanlarındaki bileşimini, marxizmin temel ilkelerinin açık ve eksiksiz bir açıklamasını yaparak, Marx’ın ve düşüncesinin en tam ifadesiyle anlaşılması ve öğrenilmesini sağlayan bir yapıt bırakmıştır!

Engels böylece, Materyalizmin kendi zamanındaki bilime uygun düşen biçimini saptamış ve bilimin eriştiği yeni sonuçlar içinde, Marxist yöntemin, bilgimizin gelişme ve derinleşmesine katkıda bulunduğunu kesin bir dille ortaya koymuştur.

Aynı şekilde Lenin de ve Engels’ten 30 yıl sonra, Materyalizm ve Ampiriokritisizm adlı çalışması ile Materyalizmin kendi çağının bilimsel bulgularından çıkan biçimini belirlemeye giriştiği gibi, bugün de, aynı eleştirel çalışmaya girişmek zorunludur; bu tarihsel-nesnel gelişmenin dayattığı açıktır.

Ve Lenin’in Marxizme en büyük katkısı ve Marx’ın sisteminin devrimci yönde revizyonu olan “Ne Yapmalı” yapıtını unutmamak, hatta daha fazla ele almak yerinde olacaktır!

Ama bütün bunlar, ne Marx’ı ve düşüncesini aşmaktır, ne reddetmektir, ne de tapınacak bir kitap yapmaktır ; sadece ve sadece marxist yöntemlerle çağımıza uygun, çağımızın karmaşık sorunlarına cevap verecek şekilde yeni bir açıklaması olacaktır.

Emin olunmalıdır ki, ne yapılırsa yapılsın, Marx’ın düşüncesinin bugün hâlâ en bilimsel ve en devrimci teori olduğu, temellerinin sapasağlam ayakta durduğu ama elbette insanlığın son sözü olmadığı sonucundan başka bir sonuca ulaşılmayacaktır!

Fikret Uzun

17-Ocak-2015

17 Ocak 2015 Cumartesi

MARXI AŞIYORUMCULUK



“Marx’ı aşıyorum” culuk’un otopsisini yapmayacağım; bunun yeteri kadar yapıldığına inanıyorum; ancak, Negrilerin de, kendileri reddetseler de, bu “aşıyorum” culukun içinde olduklarını net olarak ve tekraren vurgulamayı, Marx’ı anladığına inanan biri olarak, bir hak, bir görev ve sorumluluk olarak görüyorum.

Başka bir başlıkta, Negrilere dair görüşlerimi ki sizinkilerle taban taban zıt olduklarını anlamış olmalısınız, ifade etmiştim, şimdi bu başlıkta da Negrilere ve düşüncelerine, üstelik Marx’ı anlamanın önemine vurgu yapmış olmanıza rağmen, yüksek değer vermenizi pek anlaşılır ve kabul edilir bulmadığımı belirtmek istiyorum.

Antonio Negri’nin 21.yy başında söyledikleri, yani, ”Biz Marks’ı okuduk. Ancak onu aştık türü bir iddiada bulunmuyoruz. Zira yaşadığımız bu zamanda insanlığın ilerleyemediğini gördük ve bu anlamda ilerleyebilmek için kendimize bir yol aramaya çalıştık. Küçük de olsa kendimize bir yol bulduk. Ancak o bulduğumuz yolda Marks’ın ayak izlerini gördük; Marks bizim bugün bulduğumuz yolda daha önce yürümüş “ şeklindeki ifadeleri, son derece sinsi bir demagojiden öteye gitmeyen ifadelerdir.

Ancak bunu anlaşılır buluyorum, hangi Marxizm düşmanı delikanlı olmuştur ki?

Fakat bir kez daha vurgulayacağım ki Marx’ı anlamanın önemi ve gerekliğine vurgu yapmanıza rağmen, bu ifadeleri ve genel olarak Negrileri yüksek tutmaktan vazgeçmediğinizi göstermenizi anlaşılır bulmuyorum; Yani bu ifadeler, Marxizm düşmanlığını gizleyerek ve üstüne üstlük bu düşmanlığın yansıması olan demogojileri, Marxist göstererek akıl karıştırmayı kolaylaştırmak içindir!


Israrlı ve kararlı bir şekilde böyle düşünüyorum!

Tekrar etmek zorundayım ki bu edebiyat ve felsefe alanında profesörlük kariyerine sahip aktörleri bu yönde motive eden, Marx’ı anlamayacak denli ahmaklık içinde olmalarından ziyade, mevcut düzenden kopmak istememenin getirdiği bir savunma mekanizmasının gereklerini yerine getirme istek ve telaşı olmalıdır!

Bunları hep söylüyorum ama pek dinlenmediği açıktır; yani Marx’ı anlayıp, Negrilerinin bu demogojilerine prim vermek mümkün değildir; peki öyleyse prim verenlere ne diyeceğiz?

Negrileri tarif ederek, Marx’ın yolunun içine soktukları yolların çıkmaz sokak olduğunu, dolayısıyla Marx’ın yolunu genişletmeye yaramayacağını ve zaten böyle bir amaçları olmadığını, aksine tam da Marx’ın yolunu daraltmak, içine girilmesini zorlaştırmak ve giderek Marx’ın yolundan uzaklaştırmak ve çıkmaz sokaklara sokmak için, Marxist yol görünümdeki yolları parlatmak olduğunu göstereceğiz!
Bunu görmemekte ısrar edenlerin ise Marxizmi anladıklarına inanmalarının bir yanılsama ya da koca bir yalan olduğunu yüzlerine vuracağız!

İnsanlığın ilerleyememesinin nedeni Marxizm ya da Marksizm’in eksikleri değildir; tam tersine, başka ve nesnel nedenler bir yana, bu yolun kapatılması, bu yoldan uzaklaştırılması, başka yollarla akılların bozulması çabalarıdır ve bu çabalar, tümüyle insanlığın ilerleyememesinin asıl nedeni olan insanlık düşmanı, kan emici sömürgenlerin ideolojik saldırısı ve hegemonya çabaları içindedir!

Diğer yandan bu nesnel durum, yani insanlığın içinde bulunduğu durumun maddi yansıması, nesnel –maddesel bir olguya veya bu yöndeki kaçınılmaz bir müdahaleye dayalı olarak vuku bulmuş değildir!

Üretim sürecinin maddi karakterinin yabancılaştırıcı etkisinin, insanlığı bu etkiye tahammül edemeyeceği bir çizgiye doğru sürüklemesiyle orantılı olarak, bu tahammülsüzlüğü fark edici ve buna tepki verici bir noktada olunmaması, tümüyle olmasa da, tümüne yakın oranda maddeden özerk, öznel müdahalelerin değiştirici, dönüştürücü, geriletici yöndeki etkileri iledir!

Öyleyse son tahlilde bu en edilgen görünümü altında bile insanlığın ilerlemediğini söylemek pek de doğru bir ifade olmayacaktır!

Kaldı ki bunun örneğini ortaçağın, sonunda zembereğinden boşanmışçasına fışkıran insanı vermiştir! Binyıl bir ölüm sessizliğinde yaşayan ortaçağ insanı, sonunda bütün biriktirdiklerini etrafa saçarak, bir çağı tarihten silecek denli bir güçle yepyeni bir çağa fışkırmıştır!

Bu yeniçağı, bu fışkırmanın başlattığını da söyleyebiliriz!

Demek ki insanlığın en edilgen, kendine ve kendisi ile ilişkili ve kendisini belirleyen maddi yaşama en yabancı olduğu bir zamanda bile bu yabancılığa isyanının nüvelerini taşıdığını söylemek işkembeden atmak değildir!

Negrilerin yaptığı ise, söz uygunsa, “insanlık ilerleyemiyorsa, insanlık gerilemiştir, o halde insan üzerinde çalışıp, insanlığı ilerletmek gerek” yaklaşımıdır ve bu aslında bir kılıftır ve insanlığın kendi içinde biriktirdiği isyanının fışkırmasının önlenmesi ya da denetim altına alınmasını kolaylaştırmak içindir; oysa insan üzerinde çalışmak değil, bu insanın yaşadığı maddi dünyayı, yani tekellerin düzenini değiştirmektir, bunun için de, öncelikle tekellerin bu düzenlerini korumak ve sürdürmek için kurdukları ideolojik hegemonyayı kırmaktır insanı yabancılaşmaktan kurtarmanın çaresi!

İnsanın içinde yaşadığı ve kendine yabancılaşmış olan dünyanın maddi koşullarını değiştirmeden insanın yabancılaşmadan kurtulması mümkün değildir!

İşte bu işi, kendine ve kendisini belirleyen maddi koşullara yabancılaşmış insanı, tam da bu haliyle ancak bu yabancılaşmanın tahammül edilemez olduğunun farkına varmasını sağlayarak, bu değiştirme, dönüştürme faaliyetinin öznesi yaparak kotarmaktır aslolan!

Kategorize edersek, had safhada olan ve artık insanlığı ve çevrenini topyekün yıkıma uğratmanın eşiğini eşeleyen barbarlık, ancak bu barbarlığın anladığı dilden bir barbarlıkla ve söz uygunsa bu barbarlığın bizzat kendisinin yarattığı bir barbarlıkla yenmek mümkün olacaktır; insanlık ancak bundan sonra, yani tarihin tamamiyle evrensel-tarihe dönüşmesi ölçüsünde özgürleşerek ilerlemesini garanti altına alacaktır.

Demek ki, yabancılaşmış insandan söz ettiğimize göre, bu değişimin asıl öznesi insan değil, yabancılaşmış insandır! Öyleyse mesele bu yabancılaşmış insanı değiştirmekte değil, bu yabancılaşmış insanla, onu yabancılaştıran maddi dünyayı değiştirmektir.

Diğer yandan, Yabancılık, cehalet, vahşet, devlet ve sermaye’nin, maddeden ve tarihten bağımsız olmadığı, kendi başına, özerk yapılar ve güçler olmadıkları gerçeği yalın bir gerçektir; yani bunlar, hiçbir önceleyeni olmayan, tarihten ve maddeden bağımsız, öznel olarak oluşturulmuş şeyler değildir; tümüyle tarihsel-nesnel kategoriler olmanın ifadesidirler; bu anlamda üzerinde tartışmak totolojiktir ama ne yazık ki tartışma açmaktan, üzerinde tartışmaktan hâlâ kurtulamıyoruz; netleşmek için bunu yapmak zorunda kalıyoruz!

Yani bu olgularla tekil ya da hepsi ile birlikte, üstelik maddeden özerk bir yaklaşımla mücadele etmek değildir aslolan; tam tersine, bu olguları oluşturan, tarihsel-nesnel olarak ortaya çıkaran maddi koşulları değiştirmektir aslolan; demek ki mücadele, bu olgularla değil bu olguları yaratan koşullarla ve bu koşullara sebep olan maddi ilişkilere hükmeden etten –kemikten yapılmış olan ve maddi güç yanında, zihinsel güçlere de sahip olan güçlerle ve bu anlamda mekanizmaları ile olmalıdır!

Yani demek ki, bu maddeden özerk olmayan nesnel-tarihsel kategorileri, onları yaratan maddi koşulları ortadan kaldırmadan ortadan kaldırmak mümkün değildir; başka ifadeyle, bu nesnel-tarihsel kategorileri ortadan kaldırarak, onları doğuran koşulların ortadan kalkması mümkün değildir!

Öyleyse “devlet”i, onu yaratan maddi koşullara ve bu koşullara maddi ve zihinsel olarak hakim olan güçlere, ya da bu gücü oluşturan sisteme dokunmadan ortadan kaldırmak mümkün değildir!

Bu, Marxizmi anlamanın içindedir; dışındakiler ise Marxizmi anlamamak yanında, ondan uzaklaşmış olmanın yansımasıdır; işte Negri türü aktörlerin yapmak istedikleri de bu zihinsel kargaşayı yaratarak, Marxist görümümle, Marx’tan uzaklaştırmak içindir!

İşte sizin, Marx’ı anladığınızı ve buna önem verdiğinizi vurgulamanıza rağmen, şu tarihsel-nesnel bir kategori olduğu, maddeden ve tarihten bağımsız olmadığı apaçık belli olan “devlet” olgusuna tümüyle özerklik içeren bir yaklaşımla savaş açan bir haleti ruhiye taşımanız, Marxizm’in dışındadır ve Negriler, işte bu haleti ruhiyeleri güçlendirmenin “Marxist” gömlekle dolaşan cahil vaizleridir!

Marx’ı gerçekten anladı iseniz ve bunu gerçekten yüksek tutuyorsanız, bu dediklerimi de anlıyor olmanız ve haliyle sizi yanlış anladı isem, ya da kendinizi ifade edemediğinizi düşünüyorsanız ve elbette buna dayalı olarak, doğru olmayan ifadeler kullandı isem beni düzeltmeniz gerekmektedir; ilerletici olan budur ki burada ve bu çerçevede kurguladığımız her ifadenin kaynağında Marxist bakış vardır!

En azından bizi motive eden bu bakıştır; ifadelerimiz eksikli veya yanlış ise, bunu sorumlusu Marx ya da Marxizm değildir, Marx ya da Marxizm’i anlamamış olmaktır!

İşte Marx’ı anlamayı yüksek tutanların tartışmasındaki ana eksen, Marx’ı ve teorisini anlamayı netleştirmek olmalıdır; ilerletici olan budur!

Yoksa anti –marxist birine, hele ki bir düşmanlık içeriyorsa, Marx’ı ve Marxizm’i sevdirmek de, anlaması için çabalamak da karşılığı olmayan bir çabadır; nafiledir demek istiyorum!

Bu nedenle de ortada bir yanlış ya da eksik ifade varsa, ya da yanlış anlamaya mahal verecek vurgular varsa, buna itiraz etmek, eleştiri yöneltmek ve en sonu doğrusunu göstermek, Marx’ı anlamayı yüksek tutanların hem hakkı, hem görevi ve hem de sorumluluğudur; bence bundan kaçmak, Marx’tan kaçmaktır!

Ve inanmalısınız ki, bu ifadeler, Marx’ı anladığıma inandığım için kurguladığım ve aktardığım ifadelerdir; bu nedenle varsa bir yanılgım, düzeltilmesi şükranlarımı kazanacaktır!

Saygı ve sevgi ile kalın ama gerçekleri buna feda etmeyin, gerçeklere saygı ve sevgi hepsinden daha yüksektir ve bu sevgi ve saygı ile sahiplenme arasında diyalektik bir bağ vardır; insan sevdiğine inanır ve inandığını da sever.

Fikret Uzun

16-Ocak-2015