24 Ekim 2014 Cuma

DEMOKRASİ ÖZGÜRLÜK DEV LET VE KOMÜNİZM ÜZERİNE NETLEŞME



DEMOKRASİ ÖZGÜRLÜK  DEV LET VE KOMÜNİZM ÜZERİNE NETLEŞME

Kırçıl kardeşim,

ya okuduğunu anlamıyorsun ya da kafan karışık ve üstelik ne dediğini de bilmiyorsun!

Öncelikle, Doludizgin adlı üye senin anladığın anlamda konuşmuyor; yani devleti kutsayan bir tarafı olmadığı açık; komünizmde devlet olmadığını da yadsımıyor ve ama diyor, devleti var eden sebepler, yani bir sinifin bir diger sinif üzerindeki baski araci, hic ele alinmiyor; ve komünizm aşaması ile sosyalizm aşamasını ayırarak, sosyalizm kurulsa dahi, devlete olan ihtiyacın zaruri olduğunu söylüyor; bu zarureti, komünist topluma uygulamıyor!

Yani bu dediklerine dayanarak, Adıgüzel adlı forum üyesinin, “devleti kutsadığını, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyenlerden biri olduğunu söylemen büyük haksızlık ve aynı zamanda senin yukarda dediklerime uymuyorsan, dikkatsiz olduğunu gösteriyor!

Adıgüzel'i eleştireceksen, sosyalist toplum ile komünist toplumu sanki arasında çin seddi varmış gibi birbirinden ayrı iki toplum olarak gördüğü için eleştirebilirsin ama bunda bile gene de haksızlık etmiş olursun; çünkü bu anlayışın temeli Marxizmin kurucularından geliyor ve bu sadece ve sadece bir isim-tarif sorunudur; kaldı ki ben pek çin seddi görmemekle birlikte bu ayrımı gördüm ama sen ayrımı dahi görmemişsin ve bol keseden salvo atışı yapmışsın; cephanene yazık ve adresin de yanlış; ve gerekirse bu konuyu da açarım ama biz konuyu dağıtmadan ve uzatmadan devam edelim!

Eğer konunun daha da açılmasını istersen, daha önce uzun-uzun yazdıklarım var ve uzun olduğu için sıkılmazsan aşağıdaki linkten okuyabilirsin; yetmezse bir kez daha başka ifadelerle gene anlatırım!

http://www.sosyalistforum.net/bizden-makaleler/59244-devlet-olmayan-devlet-ve-komun-uzerine.html

Diğer yandan, hakkını vermek gerek ki, komünizmi temel olarak ifade etmişsin ve ifadelerinin bir yerinde doğru olarak şöyle diyorsun;

“...Çünkü Komünist Toplumda, Kapitalist Toplumdan arta kalan ve bu olumsuzluklara maddi temel teşkil eden tüm olgular ortadan kaldırılmıştır...”

İşte püf noktası burada ve Adıgüzel kardeşimiz tam da bu püf noktasına işaret etmiş; ama işte ortada, yeteri miktarda cümle kullanılmazsa, anlatım eksik kalabiliyor ve zaten anlama özürlü olan bir toplulukta püf noktası güme gidebiliyor ve sen kendin vurguladığın halde Adıgüzel'in işaretindeki püf noktasını ıskalamışsın!

Demek ki, komünist topluma, kapitalizmi yıkar yıkmaz, başka ifadeyle kapitalist devleti ele geçirir geçirmez, varılamıyor; aradakine biz proletarya diktatörlüğü diyoruz ve bir sınıfın başka sınıf üzerinde egemen olduğu bir durum, yani devlet durumu burada da var oluyor; ama bu devlet durumu, kelimenin tam anlamıyla bir devleti ifade etmiyor; devletten devletsizliğe geçiş şeklini ifade ediyor!

İşte bu durumu, Marxizm'in kurucuları, komünizmin ön aşaması, kapitalizmden komünizme geçiş aşaması, yani sosyalist aşama, yani proletaryanın iktidarı, yani proletarya diktatörlüğü olarak ifade ediyorlar ki özünde bir yanlış yok ama isim ve tarif haliyle farklı biçimlerde algılanabiliyor!

Ve işte Adıgüzel kardeşimiz de, haklı olarak, komünist topluma geçişin maddi koşullarının olmadığı bir tarihsel zamanda “devletsizlik” ten söz etmenin, vurguyu buna yapmanın ve hedefe bunu koymanın gülünçlüğünü hatırlatıyor ki senin dediklerine sadık kaldığımızda da Adıgüzel'in dediği bunu aşmıyor ve sen böylece, devleti kutsadığını, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyenlerden biri olduğunu söyleyerek, Adıgüzel kardeşimize büyük bir haksızlık yapmış oluyorsun!

Ve dikkatsiz olduğunu veya önyargılı olduğunu da açıkça göstermiş oluyorsun!

Merak etme, burada bitirmiyorum; daha söyleyeceklerim var ve söylediklerinde samimi ve inançlı ve de bilinçli isen, söyleyeceklerimle bilincin çok daha fazla berraklaşacaktır!
Evet, bir kere şunu net olarak ve vurgulu bir şekilde hatırlamak gerek ki, siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar.

İşte bu, senin mihenk noktası olarak aldığın, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyi içeriyor!

Ama anti-otoriterciler, yani anarşistler, buna katılmıyorlar; aslında buna onlar da katılıyorlar, yani onlar da devlete karşı çıkıyor ve devletsiz topluma vurgu yapıyorlar ama onlarınki başka!

Onlar, siyasal otoriteye, yani devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar, siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar.
Yani anti-otoriterciler, toplumsal devrimin ilk işinin, otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar.

Engels'in ifadesiyle, belli ki bu baylar hiç devrim görmemişlerdir; öyle anlaşılıyor!

Çünkü devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla, yani akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla dayattığı bir eylemdir ve eğer muzaffer olan taraf, yani devrimi gerçekleştirip, egemen tarafın egemenliğine son veren taraf, bu egemenliği eline aldıktan sonra, yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı korku ile sürdürmelidir.

Gene Engels'in ifadesiyle, Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, değil yetmiş gün, bir gün bile dayanamazdı! Ve zaten, Paris Komünü, daha çok, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı yeterince kullanmamış olduğu için yenildi!
O halde, Engels haklı değil mi?

Yani anti-otoriterciler ya neden söz ettiklerini bilmiyorlar ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da neden söz ettiklerini bilerek konuşuyorlar ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar demektir!

Öyleyse, her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş olmuyorlar mı?

Buradan anlaşılması gereken bir başka püf noktası da, her şeyden önce, devlet pılı pırtısından kurtulmanın koşullarının yaratılabilmesi imkânını yakalamak için, proletaryanın iktidarı olan sosyalist iktidarı alabilmenin ön koşulu olan proleter devrimi gerçekleştirmek gerekmektedir!

Ve biz biliyoruz ki, devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur;

İktidarı hangi sınıf elde tutuyor? Sorunun özü budur.

Öyleyse sosyalist devrimi en tam ifadesiyle ilerletmek ve tamamlamak ve sonucunda sınıfsız-devletsiz-demokrasisiz topluma ulaşmak için bu sorunu kavramak son derece can alıcı önemdedir; proletarya, komünizm kuruculuğunda karşısına çıkan engelleri “demokrasi”nin aynı anlama gelmek üzere “demokratizm”in şefkatli ellerine bırakıp, elindeki iktidarın otoritesini ve zor'unu kullanmazsa ilerleyemez ve bu iktidar, henüz komünist aşamanın eşiğine ulaşamadan, eski sınıfın eline geçer ve bütün o çabalar ve karşılığında yaşanan acılar, boşa gider!

İnsanlığın böyle bir deneyim yaşadığını hepimiz biliyoruz ve pek çoklarımızın bundan sosyalizmin ve Marxizm-Leninizmin tarihten silindiği sonucunu çıkardıklarını da biliyoruz!

Yani Kırçıl kardeşim, anarşizm, burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş sırasında devletin ve devlet iktidarının zorunluluğunu reddederken, komünistler, tersine, her türlü yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir açıklıkla, bu dönemde, yani burjuvazinin egemenliğinden proletaryanın egemenliğine geçiş sırasında, devletin zorunluluğunu,Adıgüzel'in deyişiyle zaruriliğini savunurlar ve Adıgüzel kardeşimizin yaptığı da budur!

Ama komünistler, elbette alelade bir burjuva parlamenter devletin değil, ama sürekli ordusu olmayan, halk düşmanı bir polisi bulunmayan, halkın üzerinde yer alan bir bürokrasisi olmayan  bir devletin gereğini savunuyorlar;

Marx'ta kalarak ve Paris Komünü deneyimi ile uyuşarak, bundan başka bir savunu komünistlerden uzaktır!

Kime yakın olduğu ise çok bellidir; fakat hayret ki sen görmemişsin ve yanlış yere salvo atışı yaparken, asıl salvo atışı yapacağın yerin içinde dolanıyorsun!

Öte yandan, özgür devletin, kendi vatandaşlarına karşı özgür olan devlet olduğunu; yani despotik bir hükümeti olan devlet olduğunu da biliyoruz ki bunun embriyonik halinin şimdi geç gelmiş dahi birey Öcalan'ın, “demokrasi” çiçekleriyle süsleyerek sosyalizmin önüne koyduğu ilkel aşiret komününün rengini veren hatta yetmeyip “bilimsel” ön eki ile birlikte en “demokratik” “sosyalizm” olarak da lanse edilen “demokratik özerklik”te kendini gösterdiğini sık sık göstermiş bulunuyorum!

Ayrıca, Paris Komününün ise, kelimenin tam anlamıyla bir devlet olmadığını; devletten devletsizliğe geçiş şekli olduğunu ki bunun da tamı tamına bir proletarya diktatörlüğü olduğunu da biliyoruz!

Ve ikisi bir arada kafamızın etini yiyerek önümüze fırlatıp durulan ve koşulsuz biat etmemiz istenen “demokratik özerklik”in belagat çiçekleri misli kullanılmak istenen Paris Komünü ile yakından uzaktan ilgisi olmadığını gösteriyor!

Parisli işçiler, Thiers'in hunhar saldırısı ile yenilecekleri ve yok olup gidecekleri çok belli iken ve ittifak halinde oldukları küçük-burjuvalar bir bir Thiers'in tarafına ricat ederlerken, ne Prusya hükümetinden yardım istemişler, ne de Thiers ile pazarlığa girişmişlerdir ve kahramanca komünü savunmuşlardır!

Yanlış ve eksikliklerinin bu olmadığı açıktır ve öncesinde taşıdıkları eksiklikler ve yanlışlıklar onları bu sonuca mahkûm etmiştir ki bu da tarihin önümüze koyduğu ders yüklü netliklerden biridir!

Öte yandan, ve yeri gelmişken belirtmeliyim ki, çoğunlukla ve öteden beri “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır.

Gerçekte ise, demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği, (ileriye doğru seyri) şöyledir; Mutlakıyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe; yani devletsizliğe!

Hepsi bu ama biz yine de devlet konusunu hâlâ ve hem de bizim dediğimiz gibi konuşan pek çoklarına dahi kavratabilmiş değiliz ve her seferinde eksikliği üzerimize alıp, bir daha, olmadı, bir daha anlatıyoruz ama bu kez de, hep aynı şeyleri tekrarladığımızdan dem vurarak anlattıklarımızı ıskartaya çıkarmaya çalışıyorlar!

Aslında anlattıklarımız Marxizm-Leninizmin kurucularının anlattıklarıdır ve işte şimdi senin de Adıgüzel kardeşimizi eleştirmek için kullandığın ifadelerin kaynağı yine onların anlattıklarıdır ki bu anlatılanlar, kesinkes öznel bir kurgunun ürünü değildir, tam tersine tarih aracılığıyla elde edilmiş olan verilerin süzgecinden dökülenlerdir; yani son derece maddi dayanakları olan ifadelerdir!

Sadece devlet konusu da değil, onunla birlikte ve ondan ayıramayacağımız “demokrasi” konusu da böyledir!
Bugün “demokrasi”, hiçbir bilimsel yaklaşıma sığmayacak denli, bir kontroller sistemi, bir kuramlar bütünü olduğu tümüyle reddedilerek, süjelerin kendi kültürlerinde ve kendi özgürlüklerinde mücadeleleri olarak; yani bireylerin bir kültür mücadelesi olarak tanımlanmaktadır!

Artık demokrasi, hiçbir altyapısı ya da kurumu olmayan bir şey, bir ambianstır! Demokrasi kategorisi artık, bilim dışı ve akıldışı yaklaşılabilen bir düzeye indirilmiş ve dayanakları ve içeriği, anlaşılması ve anlatılması zor bir kültür sorununa indirilmiştir.

Oysa çok açıktır ki, demokrasi devletin bir durumu ya da biçimidir; başka ifadeyle devletin iki durumundan birisidir; yani burjuva devletin bir biçimi demokrasi ve diğer biçimi ise diktatörlüktür!

Buna karşın, sürekli olarak devletsizliğe vurgu yapan Öcalan ve tilmizlerinin ağzından “demokrasi” lafzı hiç düşmemektedir; ”demokratik” sözcüğü ise olmazsa olmazlarıdır ki bu son derece gülünç bir durumdur! Devlet sorunu, günümüzde hâlâ ve artan ölçüde özellikle Yenidünya Düzeni için hazırlanan ABD emperyalizminin, ezilen ve sömürülen emekçi halklara kakmaya çalıştığı kozmopolitizm ve ulusal-nihilizm ile bağlı olarak, gerek teorik bakımdan, gerekse pratik-politik bakımdan çok daha fazla önem kazanmıştır!

Elbette Devlet konusunda, emperyalist kapitalizmin ideologlarının ideolojik saldırıları yanında oprotünistlerin tahrifatları da daha da ince yöntemlerle son gaz devam etmektedir.

Bu koşullarda, emekçi kitleleri, emperyalist kapitalizmin ideolojik kuşatmasından ve oportünistlerin şaşırtıcı demagojilerinin etkisinden kurtarma mücadelesi, devlet ile ilgili oportünist önyargılara karşı mücadele olmadan başarılı olamaz.

Çok uzun yıllardır, burjuva yalanlarını ve emperyalist politikalarını yayan en zengin kapitalist ülkelerdeki en zengin gazetelerin her biri, sosyalist iktidara karşı temel itirazlarını ve suçlamalarını, örnek olsun, ABD, İngiltere ve İsviçre'nin halk yönetimine dayalı ileri devletler olduğunu, oysa Sovyet sosyalist cumhuriyetlerinin özgürlüğün bilinmediği bir haydutlar devleti olduğunu yineleyip dururlar.

Sosyalist iktidara karşı bütün dünyada yinelenen bu müthiş suçlamalar bizi doğrudan şu soruya götürür:

Devlet nedir?

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin kökeni adlı yapıtında, devletin tarihsel çözümlemesini özetlerken şöyle yazar:

"...Devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Hegel'in ileri sürdüğü gibi , 'ahlak düşüncesinin gerçekliği', 'aklın imgesi ve gerçekliği' de değildir. "

Hegel’in genelde idealist olduğunu herkes bilir ve devlet sorununda da idealist kaldığı anlaşılmaktadır. Hegel'e göre ahlak, insanda doğuştan vardır. Ahlakı yaratan insanlar değil, tam tersine, ahlak insanların bilincinde onlardan bağımsız özel bir ahlaki yasa olarak yaşardı.

İşte devlet, Hegel'in idealist düşüncesine uygun olarak, bu ahlaki yasanın yansımasının ürünüydü. Yani dünyanın temelinde yatan ,"mutlak zihnin" ,"mutlak aklın" etkimesi olan ve her şeyin kendisine tâbi olmasını isteyen bu ahlaki yasanın en mükemmelleşmiş halidir.

Hegel'e göre, insanlardan bağımsız olarak var olan ahlak düşüncesi devlette cisimleşmesini bulur. Bu nedenle devlet, Hegel'e göre, tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak görülmelidir.

Geç gelmiş dahi birey Öcalan'ın “yokol” diyerek devletin ortadan kalkacağına inanarak vaaz vermesi, onun Hegel ile aynı yere bastığını göstermeye yeter!

Engels'de ise devlet, " daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; bu, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması ve 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir; ve işte toplumdan doğan,fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu güç devlettir."

Engels devlet üzerine bu söyledikleri ile onun tarihsel rolü ve anlamı üzerine temel düşüncesini tüm açıklığı ile dile getirmiş oluyordu. "O halde” diyerek devam eden Engels, şunları da söyler; ”devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur.
Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline gelmiştir.”

Yani devletin mimarları Marxizm-Leninizm'in kurucuları değildir; onların yaptığı bu tarihsel kategoriyi tarih aracıyla çözümlemek ve anlatmaktır!

Ama geç gelmiş dahi birey Öcalan ise, KCK sözleşmesini derinlemesine irdeleyen herkes görecektir ki, bir despotik devletin zihinsel mimarıdır!

Öcalan'ın proletaryanın devletini ki Sovyet sosyalizmidir, burjuva devlet ile aynı kefeye koyması, bu zihinsel mimarlığın albenisidir!
Oysa proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek yenilerek mukavemeti on kat artan sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.
Diğer yandan anarşistlere de göz kırpan ve anarşiste yatarak devletsizliğe vurgusunun gerçek niteliğini, yani ABD emperyalizminin ulusal-nihilizmi ile senkronize hareket ettiğini gizlemeye çalışan ve dahi böylece ilkel bir aşiret komününe sosyalist renk vermeye çalışan Öcalan'ın anarşistliğe kırptığı göz de aldatmacadır!

Engels'in aktarımı ile Bakunin'den dinleyelim:

Engels, Friedrich Cuno'ya yazdığı bir mektupta,"Bakunin için temel kötülük devlet olduğuna göre, devleti, yani cumhuriyet olsun, krallık olsun, ya da başka çeşit devlet olsun, her türlü devleti ayakta tutmak için hiçbir şey yapılmamalıdır. Bunun sonucu olarak, her türlü politikanın tamamen dışında kalınmalıdır. Herhangi bir siyasi eylemde bulunma ve özellikle bir seçime katılma, ilkelere ihanet olur.

Propaganda yapmalı, devlete karşı atıp-tutmalı, örgütlenmelidir ve bütün emekçileri tarafına kazandıktan sonra, yani halkın çoğunluğunu kazandıktan sonra, bütün makamları alaşağı edersin, devleti ortadan kaldırırsın ve onun yerine Enternasyonalin örgütünü koyarsın. Bin yıllık krallığı başlatacak olan bu yüksek başarının adı sosyal tasfiye'dir." diye yazıyor ve bunun kulağa pek aşırı devrimci gibi geldiğini, beş dakika içinde ezberlenebilecek denli basit olduğunu ve bunun için, bu Bakuninci teorinin, İtalya ve İspanya'da genç avukatlar, doktorlar ve başka doktrinciler arasında hızla yayıldığını ifade ediyor.

Bakuninci toplumda her şeyden önce hiçbir otorite yoktur,  otorite demek devlet demektir... ve hiçbir işe yaramaz (nihai olarak kararı veren bir irade olmadan insanların, nasıl bir fabrikayı işletecekleri, trenleri yürütecekleri, bir gemiyi yola çıkaracakları hakkında hiçbir şey söylenmemektedir)

Peki Önder Öcalan, her ne kadar onursal başkan statüsünde olsa da, bir otorite değil midir; o değilse, “önderlik” in kendisi tam olarak bir otorite değil midir? Kandil ise ayrı bir otorite ve bazen otoritelerin trafiği karışmıyor mu? Buna karşın hepsi Öcalan'ın otoritesini, en azından şimdilik ve gene en azından Önderliğin otoritesini yüksek tutmuyor mu?

Ve boşuna mı, kimi “Kürtsever” kalemşörlerin, akıl hocalarının Suriyeli Kürtlere Kandili değil İmralı’nın sesine kulak verin demesi?

"Burada çoğunluğun azınlık üzerindeki otoritesi de sona ermektedir. Her birey, her komün özerktir; ama iki kişiden meydana gelse bile, her biri özerkliğinin bir parçasından vazgeçmedikçe bir toplumun nasıl mümkün olabileceği konusunda da Bakunin susmaktadır. Demek ki enternasyonal de bu modele göre örgütlenmelidir. Her seksiyon özerk olduğu gibi, her seksiyondaki her üye de özerktir. Genel konseye zararlı bir yetki tanıyan ve onu ifsat eden Basel kararları bize vız gelir! Bu yetki, gönüllü olarak verilmiş olsa bile, sona ermelidir, çünkü yetki otorite demektir. Bu şarlatanlığın belli başlı noktaları kısaca bunlardır...."

Bir de Engels'in Bebel'e yazdığı 1875 tarihli (Paris Komünü'nden sonra) mektuptaki ifadeleri var :

"... Özgür halkçı devlet, özgür devlet şeklini almıştır. Bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına karşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle kelimenin tam anlamıyla bir devlet olmayan Paris Komünü deneyiminden sonra.
Daha Marx'ın Proudhon'a karşı kitabından beri ve sonra da Komünist Partisi Manifestosu'nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıtıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler, yeteri kadar "halkçı devleti" kafamıza çalmış durmuşlardır.
Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için (buradaki bastırmak, tam anlamıyla ezmek değildir, eski düzeni kurmalarına engel olmak, onları tabi durumda tutmak demektir) yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır.
Proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.
Onun için biz devlet kelimesinin yerine her yerde "topluluk"(Gemeinwesen) gibi Fransızca "komün"ün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz.
Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır. Onlarla birlikte, kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır."

Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak yani proletaryanın devleti olarak ortaya çıktığı ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi, çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer.

Devlet 'ortadan kaldırılmaz', sönüp gider. 'Özgür halk devleti' safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, devletin bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de bununla ölçülmelidir.

Demek ki, Engels'e göre sönüp giden burjuva devlet değildir; burjuva devlet, proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır; Sönüp giden ise proleter devlettir.

Yani burjuvazinin devleti, proleter devrim yoluyla ortadan kaldırılır; "sönüp gitme" üzerine sözler ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgilidir.

Yani ilk çağlarda köleleri baskı altında tutan köle sahibi yurttaşların ortaçağda serfleri baskı altında tutan feodal soyluların, çağımızda proletaryayı, kır ve kent emekçilerini baskı altında tutan burjuvazinin devleti ve sonunda tüm toplumun temsilcisi haline gelen ve öncekilerin aksine sömürülenleri değil, devlet erkini parçaladığı eski sömürücü sınıfı, yani burjuvaziyi baskı altında tutan proletaryanın kendi kendisini gereksiz hale getiren devletidir.

Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak , Lenin'in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde "sönüp gitmekten" ve hatta daha canlı ve renkli biçimde "uykuya dalmak" tan söz ediyor.

Lenin, bu dönemde,"devlet"in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamaktadır ve Engels'in devletin "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan (ki bu çok daha açıklayıcıdır) söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır.

Engels'in "devlet sönüp gider" tezi, hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiştir.

Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, şiddete dayalı devrim olmadan kesinlikle olanaksızdır.

Proleter devletin ortadan kaldırılması , yani her türlü devletin ortadan kaldırılması, "sönüp gitme"dışında başka bir yoldan imkansızdır.

İşte öğretinin özü budur.

Ve bu öz, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir.

Bütün önceki devrimler,devlet mekanizmasını yetkinleştirdiler, oysa onu yok etmek ve parçalamak gerekir.

Bu sonuç, Marxizm'in devlet öğretisinde asıl ve temel meseledir. Ve bu temel mesele, sadece egemen resmi sosyal-demokrat partiler tarafından toptan unutulmakla kalmamış, aynı zamanda Karl Kautsky tarafından tahrif de edilmiştir.

Komünist Manifestoda, tarihin genel sonuçlarının özetlenmesi ile devlet, sınıf egemenliğinin bir organı olarak görülmeye zorlanmış ve proletaryanın, önceden politik iktidarı ele geçirmiş, politik egemenliği kazanıp, devleti egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryaya dönüştürmüş olmaksızın burjuvaziyi deviremeyeceği ve bu proleter devletin zaferinden hemen sonra sönüp gitmeye başlayacağı zorunlu sonucuna vardırılmakta ama burjuva devletin yerine, proleter devletin geçmesinin nasıl gerçekleşeceği sorusu sorulmamakta idi.

Bu sorunu Marx, 1852 yılında,1848-1851 devrim yıllarının tarihsel deneyimlerini ele alarak yazdığı Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'inde ortaya koyar ve çözer. Burada Marx, devlet sorununu somut bir biçimde koyar ve burjuva devletin, burjuvazinin egemenliği için gerekli devlet mekanizmasının tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığı sorusunu; burjuva devrimlerinin seyri içinde ve ezilen sınıfların bağımsız eylemleri karşısında uğradığı değişiklikler, evrim nelerdir sorusunu; proletaryanın bu devlet mekanizmasına karşı görevleri nelerdir sorusunu ortaya koymuş ve çözümlemiştir.

Marx,5 Mart 1852 tarihini taşıyan ve Weydemeyer'e  yazdığı bir mektubunda şöyle yazar:

"Bana gelince, ne modern toplumda sınıfların varlığı, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir.

Burjuva tarihçiler benden çok önce sınıfların mücadelesinin tarihsel gelişimini ve burjuva iktisatçılar bunların ekonomik anatomisini ortaya koymuşlardı.

Benim yeni olarak yaptığım, 1- sınıfların varlığının sadece üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarına bağlı olduğunu; 2- sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü ; 3- bu diktatörlüğün bizzat sadece tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi oluşturduğunu kanıtlamaktı."

Marx bunu söylerken, devlet öğretisinin özünü ifade etmeyi son derece çarpıcı bir şekilde başarmış oluyordu.

Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür.

Kapitalizmden komünizme geçiş de muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır!

Proletarya diktatörlüğü.

Demek ki Kırçıl kardeşim, ortada devleti kutsayan, sınıfsız ve devletsiz bir toplum için mücadele etmeyen bir sosyalist yok; komünist toplumda devletin varlığını zorunlu gören de yok!

Ama burjuva devletin, bir proleter devrimle ortadan kaldırılması gerçeğini reddedip, bu devletin, yani sınıfların hâlâ mevcut olduğu kapitalist toplumun içinde kurulan bir “aşağıdan demokrasi” ile sönüp gideceği hayalini pompalayanlar çok; özellikle Öcalan ve tilmizleri bu kategoridedirler ve “devletsiz” bir toplumsal düzene vurgu yaparlarken, dillerinden devletten ayıramayacağımız, devletin bir biçimi olan “demokrasi”yi düşürmeyenler de onlardır ve işte asıl gülünç olan budur!
Diğer yandan, sosyalistler ütopyacı da değiller ve Lenin'in ifadesiyle, aniden, herhangi bir tâbiyet olmadan devletin “sönüp gideceği” düşü görmezler; proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren böylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır.

Ama Blankizme ve anarşizme yatan bizim Kürt aktivistlerine çok yakışmaktadır!

Bu düş, sosyalizmi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder; oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de izinleri de yoktur. Sosyalist devrimce sosyalizm, şimdiki insanlarla, tabiyet olmadan ,denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeci olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştirilecektir!

Peki Kırçıl kardeş, bütün bu hatırlattıklarımı, kendi ifade ettiklerinin üzerine koyunca anlayabildin mi acaba, bu sitede "anti-devletçi" takılmanın pek de matah bir yaklaşım olmadığını?

Hele ki senin anladığın veya lanse etmeye çalıştığın anlamda komünizan bir tutum hiç olmadığını anlayabildin mi?

Fikret Uzun
24 Ekim 2014

17 Ekim 2014 Cuma

KOBANE VE ÇARESİZ EMPERYALİZMİN SON OYUNLARI 4



Kobane ve çaresiz emperyalizmin son oyunları 4
BORGA birader,

Çeşitli toplumsal ve siyasal biçimlerin hep aynı kalan zor aracıyla değil, ama zorun kendisine uygulanan şey aracıyla, yani her çağın ürünleri ve üretici güçleri ile; o çağın bu ürünler ve üretici güçlere öngelen yapısı ile açıklanmaları gerektiğini, daha önce Engels’e dayanarak, hatırlatmıştım!

Ama hiç kimse, bu hatırlatmaya kulak asmadı!

Kulak assalardı, o zaman, Doğu despotluğunun ortak mülkiyete, ilkçağ cumhuriyetlerinin tarım yapan kentlere, Roma imparatorluğunun Lâtifundialara, feodalizmin kırın kent üzerindeki egemenliğine dayandığı kendiliğinden bulunurdu!

İşte senin, benim dediklerimi, “ölü ve çürümüş mevzular” diyerek çürüteceğini sanmandaki kıymeti harbiye buradadır; böylece, bu kulak asmama konusunda epey bir ciddi olduğunu gösterirken, aynı zamanda neden kulak asmadığının da ipuçlarını veriyorsun!

Yani bu Aşiret işi, senin ya da benim veya senin her dediğini bilmeden anlamadan alkışlayanların niyetinden ve inisiyatifinden bağımsız olarak, tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı bir tarihsel kategoridir ve siz ikna yöntemini, ya da “zor” u işin içine sokarak “ol” dediğiniz için olacak bir şey değildir; üstelik “aşiret komünü” eninde sonunda bir despotun egemenliğinde olan devlete dönüşmesi de komün üyelerinin niyet ve insiyatiflerinden bağımsız olarak, yani ikna yöntemini ve “zor”u işe karıştırmadan tümüyle, bu komünün verili bir zamanındaki, ürünlerin ve üretici güçlerin durumuna öngelen yapısına dayanan bir “zor” un uygulanmasıyla gerçekleşir.

Marxistlere göre, zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır; ilkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar.

İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkâr durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir.
Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, zor, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer.

Bu birkaç istisna, en barbar fatihlerin bir ülke halkının kökünü kazıdıkları ya da kovdukları ve ne yapacaklarını bilemedikleri üretici güçleri kırıp geçirdikleri ya da yitip gitmelerine göz yumdukları yalıtık fetih olaylarıdır.

Sürekli fetih olaylarının büyük bir çoğunluğunda, daha kaba olan fatih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek "ekonomik durum"a uymaya zorlanır; fethedilen halk tarafından özümlenir ve çok kez, onun dilini bile benimsemek zorunda kalır.

Ama bir ülkede —fetih olayları bir yana bırakılırsa— devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal iktidar bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği bir yerde, savaşım her zaman siyasal iktidarın yıkılması ile sonuçlanır.

Ekonomik evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar.

İşte bu, devrimcilerin neden Irak’ın, ondan önce Afganistan’ın, Libya’nın, Mısır’ın ve hâlâ Suriye’nin (ve daha önceleri, Vietnam’ın), iç zoru hangi aşamada olursa olsun, yani buralarda birer diktatör, despot işbaşında olsa bile, ABD emperyalizminin, “demokrasi” götürme bahanesiyle buraları fetheden fatih rolüne soyunmasına karşı çıkmasını net olarak açıklar.

Ve bunu bir tek siz anlamıyorsunuz; aslında, geldiğimiz noktada daha net görüldüğü biçimiyle bunu anlamak işinize gelmiyor!

Çünkü anlamış olursanız ya ABD emperyalizminin karşısına dikileceksiniz ki bunu, Suriye-Esat bağlamında, Suriyeli Kürtler, ABD emperyalizminin karşısına dikilmeseler de, Batı’nın Esad’a yönelik planlarına biat etmeyerek bir nebze yerine getirmiş oldular ve emin olunmalı ki, Batı’nın Ayn el Arap’ta, IŞİD’in saldırısı karşısında Rojavalı Kürtlere yeterince destek vermeyen tutumu, bir anlamda Rojavalı Kürtleri ABD emperyalizmin politikalarına karşı, Esad'ın yanında oldukları için cezalandırmak olarak değerlendirilebilir!

BORGA kardeş, her şey bir yana, yani ne kadar cümle kurarsam kurayım, ne denli doğru tespit ve açıklamalar yaparsam yapayım, seni aydınlatamayacağımı, çünkü senin öyle bir niyetinin olmadığını biliyorum ama bari şu somut, artık pratik olmuş ve herkesin burnunun ucunu gıdıklar hale gelmiş olan gerçekliğin üzerinde biraz düşünmelisin; gerçekten niyetin lafa ebeliği yaparak gerçeklerin üzerini örtmek değilse, bu gerçek emin ol sen de bile, müthiş bir bilinç sıçraması yapacaktır!

Dine dönüş, sol'un yükselişine karşı bulunan son derece sınıfsal bir tertiptir ve maliyeti çok düşüktür amma ve lakin başlangıçta bu tertibi topluma yedirecek güce gelmek ve toplumu bu kıvama getirmek için harcanan maliyet kesinlikle yüksektir!

Ve hali hazırda neredeyse üniversitelerin bile İmam Hatip okullarına çevrilmeye çalışıldığı bir atmosferde, devletin dine çok fena halde döndüğünü görmek zor değildir!

Öyleyse Laikliğe sorti vuruşlarının, türbanı nerdeyse ana sınıflarına kadar yaymanın, özgürlüklerle veya darbecilikle, hatta Kemalizmin kendine has karakteri ile ilgisi olmadığını, tamı tamına, solun ve daha çok sosyalist hareketin ilerlemesini durdurmak ve mümkünse hepten yok etmek için egemen sınıfın sarılmak zorunda olduğu bir sınıfsal tertip olduğunu anlamak zor olmamalıdır!

Bu işin doruk noktası elbette bu günlerde çok daha belirgin ve hissedilir ölçüde görülmektedir ama hazırlanışı ve bunun için Kemalizmden keskin dönüş, 12 Eylül ile ve daha çok da 12 Eylül rejiminin onuncu yılından sonra hız kazanmıştır; artık dine dönüş de, Kemalizmden çıkış da tamamlanmıştır!

İşte senkronize burada başlamakta ve artık fütursuzlaşmaktadır; TC nezdinde hiçbir gücü kalmayan Kemalistler ve Kemalizm, hâlâ bir deccal ve bütün oklar o yönedir ve bugün devlet olan ve bu anlamda en güçlü anını yaşayan din, hâlâ en mağdur olma sıfatıyla, kendisi de bir mesih beklemektedir.

Ve sen BORGA birader, tam bu noktada, bütün diğer senkronize politikalarınız yanında, bizim zaten gördüğümüz ve gösterdiğimiz, Kemalizm ve din konusunda da egemen sınıfla ve onun egemen düşünceleri ile senkronize olduğunuzun işaretlerini vermek ihtiyacı hissettiğin görülmektedir; daha doğrusu kendini bu temelde açıklama yapmaya veya dediklerimi çürütmek için bu tür argümanlar kullanmaya borçlu görüyor gibisin!

Öyleyse bu şartlar altında, ne düşünmemizi bekliyorsun ki?

Baktığımız yerden, “KÖH”ün politikaları ile ABD emperyalizminin politikalarının senkronize olduğu gerçeğini örtmek için, her türlü argümanı ki, bu argümanların, politikalarla uyum içinde olmaları gerek şarttır, kullanarak sanki bu borcu ödemeye mahkûmmuşsun gibi görünüyorsa, bu bizim suçumuz değildir!

Ve böyle olduğunu iddia ettiğimizde, zülfiyareye dokunmuşuz gibi yerinde duramayıp, öfkeni ve kinini gemleyemeyip, ille de bir şeyler söylemek ve içine, egemen sınıfların politikaları ile uyumlu argümanlar koyarak dediklerimizi çürütmüş görünmek istemen ve daha önemlisi hepimizi süzme “devlet yanlısı” ve daha çok da “TC yanlısı” göstermeye çalışman çok ilginçtir!

Ve BORGA biraderim, sen de pekâlâ biliyorsun ki, bütün bu dine dönüş operasyonları, münferit bir olay değildir; bu, ABD-AB emperyalizmi nezdinde sürdürülen güçlü ve bütünsel bir dine dönüş operasyonudur; ve tümüyle sınıfsaldır; yani bir devlet işidir; artık emperyalist kapitalizm, papaz ve cellât olmadan yapamamaktadır!

Onlar yoksa, biliyor ki, emperyalizm de yok olacaktır!

Ve sen, devlete ne denli cenk açmış gibi davransan da, bu devlet işinde, devletin yanında olduğunu gizleyemiyorsun ve artık kendi ifadelerinle bunu açık ediyorsun!

Ve emperyalistlerin bildiği gibi, sen de biliyorsun ki, eğer dine dönüş operasyonu salimen tamamlanamazsa, daha pahalı ve riskli disiplinler gerekecektir, bu da emperyalizmin ve işbirlikçilerinin, en azından henüz işlerine gelmemektedir; ya da henüz bu güçte değillerdir!

Amma ve lâkin tarihin ve emperyalizmin aczinin bir cilvesi olabilir, emperyalizm, IŞİD’ler yaratmaktan kendini kurtaramamaktadır ki pahalı ve riskli bir silah olduğunu görebiliyoruz!

Yani, dünyada Yeni Dünya Düzenine- emperyalist dünya imparatorluğuna; yani topyekün modern bir ortaçağ düzenine dönüşü gerçekleştirmek için; bölgede ise, bu yenidünyaya hazırlanmanın başlangıç aşaması olan BOP projesi adı altında başlayan bir ulusal-nihilizm ve kozmopolitizm operasyonu ile ulus-devletleri parçalamak, küçültmek ve yanında bir sürü cüce devlet, şehir devleti, muhtariyet vesaire ile Kürtler’e ABD emperyalizminin ve İsrail’in hegemonyasında bir manda, ama büyük bir devlet yapısında, yaratmak ve böylece bu bölgede silah ve mühimmat satışını ve bunun yanında bu bölgedeki tüm zenginliklerin emperyalistlerin kasalarına akışını, sonsuz çerçevede garanti altına almak için; ve işte bu istek ve niyetlere karşı duracağı muhtemel olan çalışan kesimlerin, hem emperyalizm ile ve hem de özellikle emperyalizme bağımlı ve işbirliği içindeki kendi hükümetleri ile çelişkileri keskin olan bölgedeki işçilerin ve emekçi halkların edilgenleştirilmesi için, bu dine dönüş operasyonunun gerçekleştirilmesi ve tamamlanması emperyalistler için zorunlu ve sine qua non bir gerekliliktir.

İşte bu nedenle ve yalnızca bu nedenle ileriye dönük olarak, emperyalizmin geleceğini garanti altına almak için, bütün dünyada dine dönmenin rüzgârları estirilmektedir.

Demek ki neymiş BORGA? Her şey, emperyalist ABD-AB’nin ve bilumum müttefikleri yanında, işbirlikçilerinin, sınıfsal çıkarları için, bu bölgeden başlayarak, dünyayı topyekün kırbaçlı kölelik düzenine döndürmek için, insanları yine topyekün tarih öncesi bir cahiliye düzenine uygun bir şekilde dönüştürmekten, yani işçileri ve emekçileri, tüm çalışan kesimleri edilgenleştirmek için dine dönmekten başka çareleri kalmamıştır!

İşte tam burada “KÖH” nezdindeki Kürt politikasının bu çareye köstek değil, destek olması, ABD emperyalizminin öteden beri istediği ve uğraştığı bir iştir!

Ve işte bu çareye, çorbada tuz olmaktan çok daha fazlası ile katkı verdiğiniz artık apaçık görülmektedir!

Ve ben bunları, bütün dayanakları ile net olarak gösteriyorum; sen ise buna itirazını, benim devlet destekçisi,hatta “TC destekçisi” olduğumu, hiçbir inandırıcı dayanak göstermeden, çok çok çarpıtmalarla oluşturduğun bilmeceli, bulmacalı ifadelerini kanıt olarak göstererek yapıyorsun; ama hiçbir soru işaretini, bugüne kadar ortadan kaldırabilmiş değilsin ve hâlâ en çok kullandığın argüman, “uzun yazmam” ve bunu “biçimsel” bulmandır!

BORGA kardeş, “anayurt” veya “vatan” da, “millet” gibi, bir tarihsel kategoridir; ve sosyalistler her zaman ezilenlerin yanındadırlar; bu nedenle de, demokrasiyi savunmak için ya da ulusal baskıyı defetmek için verilen savaşlara karşı çıkmazlar ve bu savaşlara ilişkin olarak “vatan savunması “ sözlerinden ürkmezler!

Ama siz hep ürktünüz hatta bu sözlere kükrediniz!

Ayrıca, devrimci sosyalistler, emperyalizmin girdiği her yere baskısını ve sömürüsünü götürdüğünün aşikâr olduğunu da bilirler ve inanırlar!

Diğer yandan her savaşın, siyasetin şiddet yolu ile davam etmesi demek olduğunu da bilir ve inanırlar!

Peki öyleyse, bu gün bölgede süren savaşta ne tür bir siyaset söz konusudur? Yani ABD-AB emperyalizminin ve irili ufaklı müttefiklerinin bu bölgede ne işleri var? Yoksa sen de Amerika’nın bu bölgeye “demokrasi” getirdiğini mi düşünüyorsun?

Yani bu bölgede süren savaşta Türkiye’nin veya diğer ülkelerin işçi sınıfının ve emekçi halkların, halkçı temelde bir demokrasiyi ve sosyalizmi savunan bir siyaseti mi, yoksa emperyalizmin her zaman olduğu gibi gerici, baskıcı, sömürgeci, güçsüz halkları ezme siyaseti mi devam etmektedir!

Sence de bu savaşın bir emperyalist savaş olduğu ve tarihinin en gerici savaşı olduğu ortada değil mi? Bu savaş, dün olduğu gibi, hâlâ mal derdine ve kavgasına düşen, köleliği daha da pekiştirip, bütün bir bölgeye ve kırbaçlı cinsinden yaymaya çalışan ABD ve AB emperyalizminin savaşı değil midir?

Yani ABD emperyalizminin, ne demokrasi ile, ne bu bölgedeki halkların kalkınması ile, ne de Kürtlerin kurtuluşu ile ilgilendiğini söyleyebiliriz; ama bu bölgedeki sömürgelerini korumak, daha bir zapt-ı rapt altına almak ve daha önemlisi, Ortadoğu’yu, bir “Büyük Kürdistan” çerçevesinde, kendi çıkarlarını sonsuza kadar korumak ve arttırmak için, gerici-dinci ve bir o kadar da itaatkâr bücür devletçikler ile donatmak ve ABD emperyalizminin ya da İsrail’in veya olur ya, Türkiye’nin hegemonyasında bir Kürt devleti yaratmak ile ilgilendiğini söyleyebiliriz!

Diğer yandan, devrimci sosyalistlerin, küçük ulusların kapitalist düzen içinde özgürlüğü ütopyası ile işleri olmadığı açıktır; yani bir dizi devrim olmaksızın ve her ülkede o ülkenin egemenlerinin baskı mekanizmalarına karşı devrimci bir mücadele yürütülmedikçe demokratik bir barışa benzer hiçbir şeyin mümkün olmadığını bildikleri ve inandıkları da açıktır; buradan hareketle burjuva teorisyenlerinin ve oportünistlerin, ulusların özgürlüğünden dem vurarak emekçi halkı kandırmalarına göz yummazlar!

Öyleyse lafı ve soruları uzatmaya gerek var mı?

Elbette yok ve buraya kadar sorduklarımla ve hatırlattıklarımla, bu bölgede süren savaşta, işçi sınıfı ve emekçi halkların, onların önderleri ve öncü örgütlerinin, şu yalın gerçeklikle, yani emperyalizmin yanında mı, yoksa kesinkes karşısında mı olacaklarına karar vermeleri gerektiği gerçeği ile karşı karşıya olduklarını söylemek için çok zeki olmaya gerek yoktur!

BORGA kardeş, siz, “silahlar sussun, barış olsun, kan dökülmesin, analar ağlamasın” dediğinizde, bunun bizim inisiyatifimizde olmadığını; biz istiyoruz diye silahların susmayacağını ve zaten silahların bir Amerikan pax’ı için susturulmak istendiğini ve bu nedenle de her şeye rağmen Kürtler ile Türklerin kardeş kalması gerektiğini ifade ediyorduk ama siz hemen “Kürt düşmanı ”diye küfür ediyor, sanki savaş istiyormuşuz, analar ağlasın istiyormuşuz gibi göstermeye çalışıyordunuz!

Ve işte bu acı gerçeği çok çabuk gördünüz; bu iş istemekle olmuyor; ama hâlâ burnunuzdan tek kıl kaptırmıyorsunuz! Kaptırırsanız bütün büyü bozulur değil mi?

Bütün dünyadaki burjuvazi devrilmeden, mülksüzleştirilmeden, hatta mülk sahibi olma hayallerini de ortadan kaldırmadan ve hepsinden önce silahsızlandırmadan savaşların durdurulmasının, son bulmasının olanaksız olduğunu söylediğimiz zaman bile bizimle alay ettiniz ve içine sokmadığınız yafta kalmadı!

Dolayısıyla sosyalizme geçişte de bunun mümkün olmadığını, yani “barışçıl sosyalizm” hayallerinin bir çıkmaz sokak olduğunu, bunun için sosyalist devrimcilerin çetin savaşlara, sınıf savaşlarına kafa yormalarının görevleri olduğunu ama sizin de bu boş hayallerden, geleceğin “barışçıl sosyalizm”inin hayalini görmekten vaz geçmeniz gerektiğini ve “komün”ününüzün de ve aynı anlama gelen ümmet toplumunuzun da “sosyalizmle özdeş” ve hatta ondan “daha ileri” olduğunu söyleyerek sizi kandırdıklarını söyleyip durduk ama hepiniz bir anda kör-sağır oldunuz ve hep bir ağızdan ve de hep aynı nakaratı,” Kürt düşmanı” nakaratını, bozuk plak misli haykırdınız durdunuz!

Bırakalım bilimsel ve teorik açıklamaları, yukardaki temel ve son derece mantıklı tanıtlamayı beş yaşında çocuklar bile kavrar ve her halukârda, şimdiler de gözü dönmüş ve kurtuluşu için, ömrünü kurtarmak için tarihin gerisine yönelmeyi bile kafaya koymuş olan emperyalist kapitalizme rağmen, onu ta can evinden vuracak sosyalizm için barışçıl düşler kurmak değil, ancak ve ancak son derece bilimsel bir politika sanatı, savaş sanatı üzerinde kafa yormak ve uygulamak gerektiğini anlar ve hatta sosyalizm safında heyecan duyar!

Ama siz bu heyecanı hiç duymadınız ve şimdi bu heyecanı gerçekten ve ısrarla duyanları, ABD emperyalizminin denetimindeki bir savaşta, sadece ve sadece vicdanları hareketlendirerek, bu çıkmaz sokağa çekmeye çalışıyorsunuz!

Yukarda hatırlatmıştım, sizler “vatan savunması” sözünden tiksinerek söz ediyordunuz ve şimdi birden “en vatansever” siz oldunuz!

Yani düne kadar ve temel politikanız olarak hâlâ öyle olduğu açıktır ki, ABD emperyalizminin kozmopolitizmi ve ulusal nihilizminin peşinden giderek, başka herkesi “ulusalcı-milliyetçi”, zavallı “vatansever” ler olarak küçümsüyor ve lanetliyordunuz ve bundan hâlâ vazgeçmiş değilsiniz!

Buna rağmen, Rojava çerçevesinde, önceki adı Ayn el Arap olan ve sadece Kürtlerin yaşamadığı, Kürtlerin dışındaki halkların ya da etnik grupların da yaşadığı ama buraları çoktan terk ettiği ve Kürtler göndere bayrak çekince adını Kobane yaptıkları bu yerde, Kürtler’i tutmakta , asker kaputu giydirerek savaştırmakta neden ısrar ediyorsunuz anlamak zor!

Bu arada, yanlış anlamaları ve çarpıtmaları önlemek için, hemen belirtmeliyim ki, bu tutumun yanlış olduğunu söylemiyorum, ABD emperyalizminin yarattığı IŞİD canavarına karşı, Kobane'yi savunmanın bir yanlışlığı yok; gerçi ortada bir de resmi olarak, devletler hukukuna göre de burasının Suriye’nin toprağı olduğu gerçeği ve sınır olması açısından belki Türkiye’yi de ilgilendirebilir ama Amerika’yı ilgilendirmediği gerçeği de var; ABD’nin kendi yarattığı IŞİD’i bahane göstererek buraya müdahale etmesi, son tahlilde, Suriye’nin iç işlerine müdahale etmesi demektir; ama bir de, ABD nin ve/veya onun maşası olan bir gücün yürüttüğü bu gerici savaşa karşı, Suriyeli Kürtlerin “vatan savunması”nı öne sürmeleri ilke olarak yanlış değildir; ancak diyorum ki, gene son tahlilde, bunun için her şeyden önce Rojavalı Kürtlerin, ABD emperyalizminin safında değil, aksine ve kesinlikle karşısında olmalıdır; ABD emperyalizminin politikaları ile senkronize olurken ve zırt- pırt Amerika’ya uçup, ondan yardım isterken, olmadı, dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminden silah yardımı bile isterken ve bunda ısrar ederken, Kobane’de Kürtlerin içine girdiği savaşı, hem “vatan savunması” sayamayız, hem de sonuç alabileceğini düşünemeyiz!

Amma ve lakin, bunlar işin bir yanıdır ve öte yanda, ABD emperyalizminin çocuğu olduğu aşikâr olan IŞİD canavarının, Amerika’nın Rojava’daki kestanelerini bu ateşten almanın maşalığını yaptığını ve aykırılıklar göstermesinin, tıpkı sobamızın veya mangalımızın üzerinden pişmiş kestaneleri alırken kullandığımız o teneke maşanın gösterdiği aykırılıklar gibi olduğunu ve her halukârda Suriyeli Kürtler’in bu IŞİD canavarının ve haliyle ABD emperyalizminin insafına bırakılmaması gerektiğini herkes biliyor; ama ya Suriyeli Kürtler ve daha çok Türkiyeli Kürtler, yani siz, siz biliyor musunuz?

Hiç sanmıyorum ve hâlâ ABD emperyalizminin “dost”luğundan, ”insaf”ından medet umduğunuz, Amerika seyahatlerindeki trafikten dahi belli olmaktadır!

Peki size rağmen, Türkiye’nin devrimcilerinin bir şey yapabilme şansı var mıdır?

Elbette yoktur!

Ve ilaveten hatırlatmalıyım ki, etrafınız emperyalizm ve kapitalizm denizi ile ve elbette bir işbirlikçilik denizi ile çevrili iken, emperyalizmin bu bölgeye dayattığı politikalarının sonucunun bu olacağı gerçeğine ve bu gerçeklik içinde bağımsızlığınızı da, özerkliğinizi de, hatta krallığınızı bile ilan edebileceğinizi ama bunu elinizde tutamayacağınızı söylerken gene kulaklarınızı tıkadınız ve bu gerçeğe gözlerinizi kapatarak ve bu politikaların sebep olduğu kaotik atmosferde göndere kolaylıkla bayrağınızı çektiniz!

Ve şimdi, demiştik demiyorum ama karşınızda Esat yönetiminin, yani Suriye’nin olmadığı, hatta buna, oraya “özerklik” bayrağı dikmenize, kapı açtığı koşullarda, buraya kolaylıkla bayrak çektiniz ama karşınıza, üstelik de bu sonucu en baştan isteyen ABD emperyalizmi, işbirlikçileri ve ondan daha çok dinci-faşist 12 Eylül rejimi ve güttükleri irili ufaklı çeteler ve en sonu yine ABD’nin yarattığı ve elinden tuttuğu IŞİD dikildiği için, göndere çektiğiniz ve üzerinde “demokratik özerklik” veya Kobane ”kanton “u yazan bayrağı gönderde tutmakta zorlanıyorsunuz!

Ve hâlâ, Suriye yönetiminden değil de, ABD emperyalizminden ve dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminden destek ve hatta silah yardımı bekliyorsunuz; siz bekledikçe de bir sürü asker kaputu giymiş Kürt emekçisi IŞİD’e kurban veriliyor!

Ve buradaki hadisenin aslı tamı tamına budur; kendinizin seçtiği bu siyasal sonucu korumak ve elinizde tutmak için savaşmak!

Öyleyse bu konuda yanınızda olacak olanlar, buradaki insanlık dramına vicdanı elvermeyenler değil, bu siyasal sonucun öznel ve nesnel olarak yanında olması gerekenler olacaktır ve bunların içinde ne ABD ne de gerici-dinci-faşist 12 Eylül rejimi vardır!

Eğer bunu sağlayamıyorsanız, buna ilaveten, elinde silah olan bütün Kürtleri de buraya yığamıyorsanız  ve temel politikanız, hâlâ ABD emperyalizminin kozmopolitizmi ve ulusal-nihilizmi ile bir ve aynı ise, o halde Kobane’deki Kürtleri de oradan çıkarın ve diğer kantonlarınızdan birine veya bir kaçına yerleştirin; bu en mantıklısı olur; böylece ne kan dökülür, ne analar ağlar!

Hem ,“Koma Civakên Kürdistan”ın bir “devlet sistemi olmayıp, halkın devlet olmayan ve sınırları esas almayan demokratik sistemi olduğunu” bizzat siz söylemiyor musunuz ve “anayasa”nıza da bunu kaydetmiş değil misiniz?

Hatta “bu Sözleşme ile birlikte Kürdistan halkının özgürlüğü de klasik ulusal kurtuluşçuluk ve isyancılıkta aranmamaktadır” diyen ve bununla birlikte,“ Kürt halkının özgürlüğünün güvencesi ne devlet ne de devletçiklerdir. Kürt halkının özgürlüğü ve Kürt sorununun demokratik çözümü Kürdistan ve Ortadoğu’yu demokratikleştirmektir” diyen de siz değil misiniz?

Dahası var, “Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı milliyetçi temelde devlet kurmak değil, siyasi sınırları sorun yapmadan ve sınırları esas almadan kendi demokrasilerini kurma hakkıdır. İçte demokratik ulusu, dışta ise ulus üstülüğü esas alır. “ diyen de sizsiniz!

O halde ve öyleyse,”vatan savunması”na ne gerek var? Bırakın bu toprak parçasını savunmayı, Kürtleri “demokratik ulus” yapmak için ve dışarda da “ulus üstülüğü” esas almak için çalışın!

Hem böylece şu tiksindirici “vatan savunması” sözünden de kurtulmuş olursunuz!

Ama işin aslı başka değil mi? Bu söz, dün olduğu gibi bugün de, sadece, bu bölgede süren emperyalist yağma savaşını ve bu çerçevedeki burjuva yalanları örtbas etmek için lazım gelmektedir değil mi?

Gerçekten öyle değil mi?

Yani bu bölgede para kaynağı olan bir petrol boru hattı söz konusu ve bu şimdi Kürtlerin mülkü mü oldu yoksa? Öyleyse iş değişti değil mi? Bu mevziiyi, asker kaputu giymiş Kürtleri, içiniz parçalansa da, analarının ağlamasına kulaklarınızı tıkayıp savaşa sürerek korumak gerek değil mi?

Peki Kürtler için bu gerekiyorsa, Türkiye’nin yer altı ve yer üstü zenginlikleri emperyalist tekellere peşkeş çekilirken, hatta bu işlerin ABD emperyalizminin bölgedeki politikaları gereği olduğu hiç saklanmazken, yani 12 Eylül rejiminin yönetimi defalarca,” Biz Ortadoğu’da ABD’nin BOP projesinin eş-başkanlığını yürütüyoruz, bu proje çerçevesinde Diyarbakır bir yıldız olabilir” demişken, Türkiye’nin yurtseverleri bu işe karşı durunca, bunun arkasında da Emperyalizm olduğunu ve bu nedenle de bu karşı duruşun emperyalizme karşı duruştan ayrılmayacağını hatırlatarak, dolayısıyla Amerikan emperyalizmine karşı Türkiye’nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü, doğal kaynaklarını ve kamu yatırımlarını savunduklarında, Türkiye’nin iç işlerine ABD-AB emperyalizminin karışmasına karşı çıktıklarında, yani Kürtlerin ne idüğü belirsiz “kurtuluşu” üzerinden, Türkiye’nin parçalanmasına karşı “vatan savunması”ndan söz ettiklerinde, bu neden size tiksindirici geliyordu ve hâlâ öyledir?

Üstelik bu, KCK sözleşmesine de geçmiş ve şöyle ifade edilmektedir; “Siyasetin demokratikleştirilmesi temelinde, Kürdistan üzerinde egemen olan devletleri (Türkiye-Suriye-Irak-İran) köklü bir reforma yönelterek küçülmelerini ve demokrasiye duyarlı hale gelmelerini sağlamak.

Öyleyse Türkiye’nin devrimcilerinin, sosyalistlerinin, komünistlerinin, yurtseverlerinin, söz konusu Türkiye olduğunda,”bırakın parçalansın” ”kapitalist modernite çöksün bize ne” diyen ama söz konusu Kendileri olunca, daha bütün bile olmamış ve hatta yalnızca fırsat bu fırsat bayrak dikilmiş bir toprağı “vatan” diye savunmanın en yüce hak ve insanlık görevi sayılmasını isteyen ve bunun için herkesi bu savunmada yanlarına çağıran ama Türkiye’nin emperyalist politikalarla parçalanmasında, emperyalizmin politikalarının yanında olan, dolayısıyla Türkiye’nin yurtseverlerine karşı olan Kürtlerin bu yaklaşımında bir çapanoğlu aranması ve bu nedenle de Kürtlerin Kobane’deki “vatan savunması” na uzaktan bakılması, Türkiye’nin devrimcileri açısından gayet normal değil midir?

Ama gerçekler çok acımasız değil mi?

Bu Kobane denilen yerde önemli bir petrol boru hattı var öyle değil mi? Bu bence sizin için de, “demokratik” ulus yaratma uğraşınızdan daha önemli bir ayrıntı ve olmazsa olmaz veya olsa da çok büyük bir kayıp olur değil mi?

Ve ABD emperyalizmi, bunu size yedirmeyeceğinin mesajını çoktan verdi değil mi?

Demek ki, kendimizi sözcüklerin ardı sıra sürüklenmeye bırakırsak, sözcüklerin kölesi olursak işler her zaman sarpa sarmaya hazırdır öyle değil mi?

Evet,“anayurdun savunulması” deyimi ve tutumu, tarihte bir kez işçi sınıfını bölerek, onları ulus birliği temelinde birbirlerine kurşun atar hale sürüklemiş ve devrimcileri de gerçek devrimciler ve oportünistler olarak ikiye bölmüştü!

Ama işi toparlayan ve yerli yerine oturtan da o sizin şimdilerde sık sık sevmediğinizi gösterdiğiniz, “kapitalizme hizmet ettiğini” vaaz ettiğiniz Lenin olmuştu!

Anayurt savunucularının, o zamanki emperyalist savaşı ve bu savaş üzerine söylenen yalanları örtbas etmek için bu sözü kullandıklarını da aynı Lenin öğretti ve tarihe kaydetti!

Ama sonra, işçiler burjuvaziyi devirip, sovyetleri iktidara getirince, Rusya’da çar’ın değil, burjuvazinin de değil, sovyet iktidarının bayrağı göndere çekilince iş değişti öyle değil mi?

O saatten itibaren, “anavatanın savunulmasını” kabul etmek, hem gerekli ve hem de zorunlu hale geldi!

Çünkü savaştan önce Rus proletaryasının devrimci politikası demokrasiyi ve sosyalizmi kurmak ve korumak üzerine idi; öyleyse proletarya burjuvazinin iktidarını devirip, kendi iktidarını kurduğunda, “anavatan savunması” nın, bu politikanın şiddet yoluyla sürdürülmesinden başka bir anlamı yoktu; yani işçi demokrasisini, proletarya devletini, emperyalist çetelere ve kapitalist karşı-devrimcilere karşı savunmak anlamına geliyordu.

Hatırlarsak ve Lenin’in ifadesiyle söylersek; “Emperyalist büyük devletlere karşı savaşlarında ezen uluslar yönünden ya da bir burjuva devletin bazı Galiffet'lerine (Paris Komününü insafsızca bastıran Fransız generali) karşı savaşında utkun bir proletarya bakımından 'anayurdun savunulmasını' kabul etmemek budalalık olur” du!

Ama bir de şu gerçek var; Ekim devrimini gerçekleştiren Rus işçisi bunu, çarın en acımasız zulmü altında inleyen emekçi halkların, yoksul köylülerin bu devrime bütün güçleriyle katılmaları sayesinde yaptı ve tersinden Rusya’nın ezilen halkları da bu devrimde işçi sınıfının yanında oldukları için özgürlüklerine kavuştu ve hatta pek çoğu bağımsızlıklarına kavuştu ve koskoca bir sosyalist cumhuriyetler birliğinin üyesi olarak geliştiler, serpildiler!

Ve sizin ne bu gerçeklerle ve ne de Kürtlerin bu güne kadar geçirdikleri evrim ile ilginiz var; işiniz gücünüz, yarım yamalak doğrularla çiftleştirdiğiniz yalanlarla ürettiğiniz demogojilerle hem Kürt halkını ve hem de Türkiye’nin işçi ve emekçilerini kandırmaya çalışmak!

Sonra da suçu, önce kendi kafanızda tasavvur ederek ürettiğiniz ve içine bütün ABD karşıtlarını, bütün dinci-gerici-faşist 12 Eylül rejiminin muhaliflerini ve elbette bütün ABD emperyalizminin politikaları ile senkronize olan politikalarınıza muhalefet edenleri içine doldurduğunuz soyut “devletçi sosyalistler”e yükleyerek işin içinden sıyrılacağınızı, karşılıklı oynanan tiyatroları kimsenin fark etmeyeceğini sanıyorsunuz ama fena halde yanılıyorsunuz!

BORGA kardeş, bu mektup, sana son mektubumdur; ister cevapla ister cevaplama, artık senin bilmeceli-bulmacalı hilkat garibesi ifadelerinle uğraşmak istemiyorum ve zaten artık sözün bittiği yere varmış bulunuyoruz; bu saatten sonra gerçekleri görmemekte ısrar edenlerin oportünizmden başka sığınakları olmayacaktır; bu da bu sığınaklara girmek istemeyenlerin tahmin ettiğinizden de çok olduğunu açıkça gösterecektir ve böylece, oportünizme boğazına kadar batanların, yani ABD emperyalizminin kölesi olanların kimler olduğu bütün çıplaklığıyla görülecektir.

Bu nedenle sana son defa tuttuğum gerçeklerin aynasının bir yansıması olan mektuplarımı iyi değerlendir; emin ol gerçeklerle birlikte bastığın yerin resmini de çok net olarak göreceksin!

Buna rağmen hâlâ yerim dar diyerek kaçıp, başkasının oyununa sığınıp üzerimize hilkat garibesi demagojik üfürükler fırlatmaya devam edeceksen senin bileceğin iş; ama emin ol tarih son sözünü söylemeye hazırlanıyor; ve Kürtler belki, bu kokuşmuş, irin akan düzenin sahibi zenginlerle birlikte yaşamayı "kurtuluş" olarak görüp, bunu mutluluk sayabilirler ve böyle yaşayabilirler; buna yakınlar da; ama Türkiye'nin devrimcileri bir tek Kürt bile katılmasa, bu kokuşmuş, her tarafından pislik akan soygun düzeninden kurtulana kadar mücadele etmekten vazgeçmeyeceklerdir!

Fikret Uzun

11-Ekim-2014