29 Temmuz 2014 Salı

BAZILARINA TUZLU GELEBİLİR AMA OLSUN ÇORBADA TUZUM OLSUN




BAZILARINA TUZLU GELEBİLİR AMA OLSUN ÇORBADA TUZUM OLSUN

Engels’in deyişiyle güvercinin suçsuzluğu ile yılanın kurnazlığını birleştirerek, deccal misli tasvir ettikleri “devlet” düşüncesi ve devletin her türlüsü için, insanlık adına çok dokunaklı bir kaygı gösterdikleri zaman, kendi kendilerini onurlandırdıklarını zanneden baylara ve yeni nesil filozoflara ithaf olunur.

Gerçi bu güne kadar kurduğum cümleler Diyarbakıra yol olur ama yine de Komün üzerine daha derli toplu ve daha kapsamlı bir çalışmaya giriştiğim bir zamanda önüme düşen bu tartışmaya, komüne yönelik çalışmama ara verip, giriş niyetine, her zaman ifade ettiklerimi derleyip toparlayarak bir kez daha tarihe not düşmek üzere katılmayı borç bildim.

Kim bilir belki de komün çalışmasının kapsamı böylece daha da genişler ve daha bir doyurucu olur; hep söylerim, tartışmak her zaman ilerleticidir!

Devrimciler, ilerlemekten değil,gerilemekten ve geriye sürüklenmekten kaygılanmalıdır ve bunun her zaman üzerine üzerine gitmelidirler.

Kürt Aktivistlerin, fetişleştirerek tutturdukları “komün” türkülerini duyan da Kürt coğrafyasına sosyalizm yağmış sanacak. S.S.Önder’in inandığı gibi, bir zamanlar Hakkar Aşireti’nin toprağı olan Hakkari’nin dağlarına, mezralarına, oralarda yaşayan halkların aklına fikrine, kaderine, NUR yağmış da, buradan doğan gün, tüm Kürt coğrafyasını aydınlata aydınlata, ferahlata ferahlata, kaderini değiştire değiştire yayılıyor sanacak…

Böylece cümle âlem,“komün”ü sosyalizme yeğleyerek, hem sosyalizmi aşacak ve hem de mutluluktan havalara uçacak.

Bu, sonunda ABD emperyalizminin politikalarına eklemlenmeyi politika sayan Kürt aktivistleri için taktik ve/veya stratejik hamle sayılabilir, bunun kendi çıkarları için doğru bir yol olduğuna inanabilirler; bunu köylü kurnazlığı da sayabilirler, bu onların sorunu ve niyetidir!

Ama bunun doğru bir politika olmadığını, hem Kürt halkının yükselişini tetikleyen ve hatta sıçratan politikaların tümüyle reddi anlamında olan bu politikaların, bir teslimiyet politikası olduğunu; gelip gelip, bir karanlığın içine girerek, aydınlığın ışığını taşıyan noktaların bir bir karartıldığının üstünü örtmek için önünde eğildikleri ve Kürt halkını da biat etmeye zorladıkları bu sihirli ve fetiş sözcükle, ”komün”, Kürtlerin ve önderlerinin, bütün Kürt coğrafyalarına sosyalizm yağdığı algısını yaratmak istediklerini göstermek de benim hakkım ve görevimdir.

“komün”, sosyalistlere, komünistlere, devrimcilere yabancı değildir ancak “komün”ü sosyalist iktidarın önünü kapamak ve dahi sosyalist devrimi ve dolayısıyla bir “devrimci zor” u yadsımak için, her devrin ilacı misli piyasaya sürme girişimlerinin hem ilkellik olduğunu, çünkü tarihte örnekleri var, hem de bir emperyalist akıl bozucu oyunun parçası olduğunu vurgulamak sosyalistlerin, komünistlerin, devrimcilerin sorumluluğudur.

Diğer yandan, bu “sihirli” sözcüğü her gün aşırı dozda haykırarak üzerinden yüksek atlama yapılıp aşılacağı aşılanan sosyalizmden komün’ün farkı olmadığını hatta ta kendisi olduğunu da belirtmek benim görevimdir.

Dolayısıyla komün’ün bir devletsiz, bir sınıfsız, bir kendi kendine yönetim olmadığı; tam tersine, devletli olduğu, biri bastırılmış olan birbirine karşıt iki sınıfın olduğu, egemenliğin eski egemen sınıfı bastıran sınıfın elinde olduğu ama mekanizmasında bastırılan sınıftan da bireylerin yer aldığı merkezi bir yönetim olduğu ve bu haliyle en tam demokrasiyi ve kapitalizmden sosyalizme geçiş evresini ifade ettiği açıktır!

Diğer yandan komün, insanoğlunun son türküsü değildir; komün insanoğlunun son türkülerine geçiş köprüsüdür veya kapısıdır; Bu kapı, bu köprü, ayakta kalabilmek için her türlü sinsi ve zalimane yöntemlere başvurarak insanoğlunu topyekün köleleştirmek için ölçüsüz bir ideolojik, psikolojik ve fiziksel saldırı içinde olduğu, tarihte eşine rastlanan örneklerinden kat be kat daha fazla şiddet ve korku içeren yöntemlerle saldırdığı ve “zor” aygıtını her geçen gün daha da katılaştırarak mekanize ettiği ve dünyaya yaydığı bir zamanda, her tarafından pislik akan, çürümüş, kokuşmuş bir sömürü ve zulüm imparatorluğuna kapatılması gerekirken ve dünya imparatorluğu kurma hayaline kapılmış olduğu apaçık belli olan bu zulüm ve sömürü imparatorluğunun ölçüsüz “zor”una karşı durabilecek ve insanoğlunun son türkülerine geçebilmesini güvence altına alabilecek şekilde, şekilde bir “zor” mekanizmasına kesinlikle ve zorunlu olarak sahip olması gerekirken, bu güvenceyi sağlayacak mekanizmayı ölçüsüzce reddederek,”komün” sözcüğüne sihirli anlamlar yüklemek zulüm ve sömürü imparatorluğunun elini kuvvetlendirmekten başka bir şey değildir!

Bunun anlamı, kurtuluşu için ve kurtuluşunu yepyeni bir insan formunda kendi eline alabilmesi için bu kapının güven içinde açık tutulmasına ihtiyacı olan insanoğlunun yepyeni türkülerine, bu zulüm ve sömürü imparatorluğunun akıl bozucu ideolojik-psikolojik şaşırtma teorilerinin bulaştırılması demektir!

Bunun iyi niyetle veya kötü niyetle yapılması sonucu değiştirmez; sonuç her zaman oportünizme savrulmaktır; böyle bir oportünizmin içine iyi niyetlice girmek, diğerine göre belki masumane bulunabilir ama bu masumluğa göre on kata daha fazla tehlikeli ve sinsidir!

Yani öyle biraz Bakuninden, biraz Blankiden alıp, hatta işin içine Kropotkin’i de karıştırıp, biraz da Leninden alarak, Marx’ı aşmakla komüne geçmek mümkün olmuyor; dahası komüne geçmek, komünün maddi koşulları oluşmadan komün biriktirmekle de olmuyor demek istiyorum; bu ancak pusulasını şaşırmış Fizik “profesörleri”nin fiziği alet ederek, “ol dedi oldu” zırvalarına bilimsel bir ton vermesi mislidir!

Öyleyse, dünyaya geç gelmiş bir dahi bireyin, mesela geç gelmiş Kropotkin misli bir Öcalan’ın “Ol” demesi ile her tarafı zulüm ve sömürü imparatorluğunun bataklığı ile dolu olan ve birbirleri arasında bin bir çeşit tuzaklarla dolu geçiş köprüleri olan bir çürümüş, kokuşmuş, her tarafından pislik akan coğrafyanın tam orta yerinde bir lotus çiçeği misli komün cenneti oluşuvermez; oluşuvermeyeceğini Öcalan da biliyor ki, bu oluşmayı, hem de çok uzun bir zamana yaymaktadır; ne var ki süreci bu günden başlatmak demek “ol dedim olacak” demektir ki bu hem kof bir kabadayılıktır ve hem de bilimsel olmadığı gibi, “ol” deme misyonuna sahip olanların önünü ve bu misyona yüzünü dönecek olanlarla irtibatı kesmektir!

“Ol dedim olacak” diyorsak, bu denli kabadayılıkla bu cenneti kurmak istiyorsak, önce bu cennetin önündeki engeller yanında, bu cennete her zaman bulaşacak sinsilikleri zaptı rapta almak ve tez elden düzlemek, kurutmak için bir güven köprüsü yanında, bir güvence mekanizması kurmak gerekir!

Bu olmazsa gösterilen “kabadayılık” kof kabadayılıktır ve daha çok düşmanla bir uzlaşma köprüsü kurmaya yarar!

Bu mekanizma devlettir, iktidardır, otoritedir, bir zor mekanizmasıdır, bir zapt-ı rapta alma mekanizmasıdır, ; bu olmazsa, bir zulüm ve sömürü imparatorluğu olan mekanizmadan kurtulunamaz ve artıkları baskı altında tutulamaz; bu olmayınca da, yeni insana da, insanoğluna da en çok yakışan toplumsal sistem olan sınıfsız, sınıf kavgasız, devletsiz ve demokrasisiz bir toplumsal forma geçilemez!

Komünistlere gelince,“komün” ü sosyalizmin önüne koyarken, sosyalist bir ton vermek için yolumuz “Paris’li Komünarların” yoludur yollu haykırarak, biraz Blankici, Biraz Bakuninci takılan ama gerçekte reformizmin dümen suyuna girmiş olan ve Blankiciler gibi her hareketi önünde saygıyla eğilen Kürt aktivistlerinin tersine, Paris Komün’ü ne kadar değerliyse, yanlışlarını ve özel koşullarını incelemeden ona dayanmanın da o kadar uygunsuz olduğunu düşünürler.

Peki, devletsizliği temel politika yaparken, devletin en ilkelini, bir “iyiniyetli” despotluğu kurmaya çalışmak, hatta bunun sistemini şimdiden müjdelemek akla zarar değilse, akıl taşıyanların zekâlarına hakaret değil midir?

Bu sistemin, yarı legal, yarı illegal olarak, bir sosyalizm olduğunu, bir Paris Komünü misli olduğunu ve reel sosyalizmi, yani Sovyet sosyalizmini aşarak, hatta inkâr ederek, zulüm ve sömürü bataklığını kurutmaya gerek olmadan, hatta onunla barış içinde bir arada ve karşılıklı etkileşim içinde yaşanabileceğini öngörmek hangi bilimsel temele dayanmaktadır?

Bilim dışılığı çoktan kanıtlanmış, yüzlerine vurulmuş ve tarihe kaydedilmiş figürlerin ve düşüncelerinin üzerinden böyle bir bilimdışı öngörüye temel yaratmaya çalışmak hangi akla hizmet için olabilir ki?

Ve bu öngörünün bilimdışılığı yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük, bu karşılıklı ilişkinin, tekâmül etmesi uzun bir zaman alacak olan bu “demokratize” edilmiş sosyalizmin, bu “demokratize” edilmiş komün’ün sihri ile mevcut sömürü ve zulüm mekanizmasının “demokratize” olacağı yani ehlileşeceği, sömürüden vazgeçmese bile, zulümden vazgeçeceği ve sömürüyü de adil bir biçimde sürdüreceği, yani “demokratik” bir moderniteyi benimseyerek sürdüreceği masalları ile dünyanın “kapitalist” değil, ”kapitalist olmayan” bir “modernite’ye, yani “pre-modernite” ye, yani “pre-kapitalizm”e dönüşeceği ve burada en önemli rolün Kürtlere ait olacağı ve onurun da Öcalan ve PKK’ye ait olacağı masalları ölçüsüzce etrafa saçılmakta, Kürt halkının ve de Kürt devrimci-demokratlarının kafalarına kakılmaktadır!

Başka ifadeyle, sosyalist devrime gerek duymadan, sosyalizmi “demokrasi” sihri ile aşarak ve bir deccal misli tasvir ettikleri “kapitalist modernite” nin bu günkü çürümüş, kokuşmuş, can çekişen, bozuk yapısı içinde, kitleleri “demokratize” edecek yoğun bir “bilinçlendirme” furyası ile aşiret geleneğine bağlı bir “demokratik komün”e geçilerek, Kürtler yanında Türklerin de hem “demokratik ulus” olacaklarına ve hem de kurtulmuş olacaklarına inanan ve inandırmaya çalışan, inanmayanlara PKK’nin “gücünü” hatırlatan Kürt aktivistleri, zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacak olan sınıf mücadelesini, deccal misli tasvir ettikleri ama “demokratikleştirerek” tamir edeceklerine inandıkları “kapitalist modernite”nin “demokratik” yüzlü biçimine uygun bir sınıra hapsederek, Öcalan’ın, başkasına ait düşüncelerini, ”dışardan şırınga etmek” suretiyle bu bölgedeki bütün kavgaları ortadan kaldıracaklarını masal tadında kafalara kakmaktadırlar!

Dolayısıyla bu masallarına bilimsel bir temel yaratmak için, proletarya diktatörlüğü düşüncesini daha 5 Mayıs 1852 tarihinde, yani Paris Komünü’nden yıllar önce, Weydemeyer’e yazdığı mektubunda ortaya koymuş olan ve bu diktatörlüğün kendisinin, sadece ve sadece, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi oluşturduğunu, yani “devlet” in hangi tarihsel koşullara varıldığında ve hangi mekanizmanın sağladığı güvence ile ortadan kalkacağını, daha doğrusu sönüp gideceğini, ya da uykuya dalacağını ortaya koyan Marx ve Engels’i ve bunu hem teorik ve hem de pratik katkısı ile zenginleştiren Lenin’i aştıklarına inanmakta ve inandırmak istemektedirler!

Hatta bu aşma hayaline kendilerini o denli kaptırmışlardır ki, en sonu artık Marxizm-Leninizm’i ve kurucularını topyekün ıskartaya çıkarıp reddetmekte ve yerine Kropotkinlerin hem bilim dışı ve hem de karikatür misli sosyalizme ve işçi sınıfının ve ezilen halkların kurtuluşu bir yana, insanoğlunun da kurtuluşuna dair olmayan görüşlerini, akıl taşıyanların zekâlarına ile hakaret edercesine ölçüsüzce yaymaya ve inandırmaya çalışmaktadırlar!

Oysa komün, tamı tamına bir proletarya diktatörlüğüdür ve tamı tamına proletaryanın merkezi devletidir; işte Marx’ta kalıyor gibi yaparak ama onu burjuvazi için kabul edilir kılarak devrim kapısından dönmenin en temel sapma noktası tam da burada kendini göstermektedir; burası sınıf mücadelesi ile proletarya diktatörlüğü arasına Çin Seddi koyma noktasıdır.

Bu hallere düşen, yani sınıf mücadelesi ile proletarya diktatörlüğü arasında kaçınılmaz bir bağ olduğunu ve bu bağın önemini anlamayan komünistlerin, sonuca varamamalarından hareketle, bu başarısızlığı, Sovyet sosyalizmine ve oradan da Marxizm-Leninizm’e, hem de hala, mal etme kurnazlığına sarılmak ise tam bir bulanıklıktır!

Evet, Sovyet sosyalizminde proletarya diktatörlüğünün işletilememiş olması yıkılışın nedenlerinden biridir ama belirleyeni değildir, belirleyeni tümüyle ekonomik alt yapıdan gelmektedir; yani küçük işletmelerin önüne set çekmeyip, serbestçe gelişmesine izin verilmesi ve bunun doğal sonucu olarak, bu gelişerek büyüyen kapitalizmin, pusuda bekleyen ve sosyalizmi hiç benimsememiş ve kapitalizmden ümidini hiç kesmemiş kapitalist yolcular ile buluşması, yıkıma giden yolu açmıştır; ondan sonrası Gorbaçov olmasa da başka bir kapitalist yolcu tarafından da kotarılabilirdi ve bu Gorbaçov’un eliyle tamamlanmıştır!

Bunu proletarya diktatörlüğü de, yani proletaryanın siyasal “zor”u da engelleyemezdi; çünkü bu ekonomik yöndeki gelişmenin boyutlarına ne denli sert olursa olsun karşı duracak bir siyasal “zor” artık söz konusu olamazdı!

Kim bilir, belki de bunu görüp, büyük bir komünist kıyımını önlemek üzere yeraltına çekilen Komünist partisi, o nedenle ilkeli çizgisini koruyarak bugün Rus federasyonunda azımsanmayacak bir yer tutmaktadır!

Bugün bile Sovyet sosyalizminin yıkılışından hiçbir ders çıkarmayarak, daha doğrusu Sovyet sosyalizminin yıkılışından daha iyi bir sosyalizm beklerken, kapitalizme razı olduklarından bihaber, “oh olsun” bedduasını okuyarak, kâh Blankicilik elbisesinin, kâh Troçkist elbisesinin içine girip, ya da Proudhonu veya Bakunini tekrarlayarak hala AntiSovyetizmde ısrar edenlerin ağzında “komün” sözcüğü komik kaçmakta ve iki yüzlülüklerini ele vermektedir!

Tabii burada bu ardıllık gömleği içindeki antisovyetik antikomünistler, işin kolayını bulmuşlardır; Sovyet sosyalizmine bir bürokratik sınıfın diktatörlüğünü yakıştırarak ve dahi bir devlet kapitalizmi gömleğini giydirerek, bütün ekonomik yasaları atlayıp, siyasetin iktisattan önce geldiği fikrinin bulanıklığı içinde, suçluyu icat etmişler, böylece de, ekonomik yapının belirleyiciliğini atlamaları bir yana, proletarya diktatörlüğünün işletilmemesi suçunu da görmezden geldiklerini örtebilmişlerdir!

Ancak bu çerçevedeki inandırıcılıklarında pek başarılı olamadıklarından veya bu meşakkatli yol ile zaman kaybetmeye tahammülleri olmadığı için, bu safsataları Marxizm-Leninizm’e dayandırmaktan vazgeçmiş oldukları, Marxizm-Leninizm’i aşma eylemlerinin Marxizm-Leninizm’i ıskartaya çıkarıp reddetmeye dönüştüğü apaçık görülmektedir!

Diğer yandan, kapitalizm koşullarında, kapitalizmin “zor” mekanizmasının faşist baskısı altında “komün” fikri, herhalde kaynağını Dühring’te bulduğumuz, Dühringvari iktisat’a dayanıyor olsa gerek; buna göre, kapitalist üretim biçimi tamamen iyidir dolayısıyla kapitalizm “demokratize” edilerek, yani ehlileştirilerek varlığını sürdürebilir ama kapitalist bölüşüm biçimi beş para etmez ve üretim biçimine dokunmadan ortadan kalkması daha doğrusu adil bir bölüşüm biçimine döndürülmesi yeter ve zaten “KCK sistemi” de bunun için vardır!

Bu arada KCK sistemi yıllar önce piyasaya sürülmüşken ve bu sistemin içinde oldukları gerekçesi ile binlerce Kürt aktivisti zindanlara atılırken ve bununla birlikte terörle ilişkilendirilen DTP kapatılırken, KCK, PKK’nin bir alt yapılanması olarak görülmeye devam etmiş ama ve üstelik bu sistemin içeriğine internette bile ulaşmak mümkünken bu konuda hiçbir düzeltmeye gerek duyulmamıştır; belki de bu sistemi, bu sistemin içinde olanların dışında kimsenin sorgulaması, anlamaya çalışması ve üzerinde tartışması istenmemiştir; ancak bu sistem ki bir “toplum sözleşmesi” biçiminde lanse edilmiş olup, bir devletimsi (devlet demek te de sakınca yoktur)yapılanmanın esaslarının ilanıdır; yani KCK sözleşmesi, bir toplumsal sözleşmeyi, yani bir anayasayı ifade etmektedir.

Doğal lider olarak Öcalan ve sosyo-ekonomik bir kuruluş olarak da “demokratik” ön ekli ve özel-mülkiyete dokunulmadan, demokratik paylaşıma dayalı üretim ve mülkiyet hakkı güdülerek gerçekleşecek bir “komün” ve bir yine “demokratik” şurubu içerilmiş bir “sosyalizm” öne çıkarılmıştır!

Bunun, politikanın özerkliğine dayalı olan ve toplumsal süreçler ile tarihsel olanaklar göz önünde bulundurulmadan öne çıkarılan bir projenin dayatılması olduğu apaçık ortadadır!

Öte yandan, Marxist anlayış da ortadadır ve bu anlayış, sosyalist hedeflerin tarihsel harekete ve toplumsal sürece ilişkin bir kuram üzerine temellendirildiği sistematik ve tutarlı bir yorum getirmektedir; yani sınıf mücadelesi yoluyla, sınıfın ve sınıf mücadelesinin ve devletin ortadan kaldırılması!

Öyleyse, bu projenin gerçekleştirilmesi için başlıca olumlu ve maddi güç, örgütlenmiş işçi sınıfından başka bir güç değildir!

Burada bir an için, Öcalan’ı, bu yarı geç gelmiş Kropotkin yarı erken gelmiş mesih olan dahi insanı anlama “saflığında” bulunalım ve işçi sınıfının başlıca olumlu güç “olmadığını” düşünelim ve toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu yönündeki önermeyi, öylesine söylenmiş ya da “devlet düşüncesi”nin dayattığı bir önerme olarak kabul edelim?

Yani sınıf mücadelelerine, ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak tümüyle siyasal bilinç ve eylemlerin müdahalesi ile gerçekleştirilmiş ekonomik ve siyasal kavgalar olarak bakalım!

Bu durumda, şu soruları sormak gerekmez mi?

İtici güç sınıfsal çıkar değilse, dolayısıyla tarihin motoru sınıf mücadelesi değilse, başka ne olabilir? Dolayısıyla tüm bu sınıfsal çıkar karşıtlığına rağmen, sınıfsal kimlik ve bu temelde bütünleşme yoksa başka hangi kolektif kimlik ya da birlik ilkesi tarihin motoru olabilir? Başka ifadeyle, insanların toplumsal örgütlenmesinin ve tarihsel sürecin temelinde yatan, üretim ve sömürü ilişkileri değilse, hangi toplumsal ilişkilerdir?

Soruları daha da çoğaltabiliriz? Yeter ki bu dahi bireyin dehası ile nesnel koşulların mantığının birbiriyle çarpışmasından bir garabet mi yoksa tarihin en mantıklı teorisi mi fışkırmaktadır bunu Öcalanistlikten başka aktivistlikleri kalmamış olan Kürt Aktivistlerin hatırına netleştirebilelim?

Sömürülmemek işçilerin çıkarına, sömürmek sermaye sahiplerinin çıkarına ise, bu çıkarların uzlaşmasının mümkün olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Dolayısıyla bu uzlaşmaz karşıtlık içindeki çıkarların sürekli olarak bir çatışma içinde olmasının kaçınılmazlığını “determinizm”le lekelenme korkusu ile kabul etmemek ne derece doğrudur!

Öte yandan hedef sınıfların ortadan kaldırılması ise, bu kimin için sadece soyut bir iyilik değil, ama gerçek bir hedef olabilir; kimin yaşam durumunun değiştirilip, dönüştürülmesine yönelik bir hedef olabilir? Kapitalist sömürünün ortadan kaldırılmasında “çıkarı” olanlar, doğrudan doğruya bu sömürüye uğrayanlar değilse kimlerdir? Dolayısıyla, bu sömürüden kurtulmayı başarmak için gerekli toplumsal yeteneğe sahip olanlar, kapitalist üretimin ve sömürünün tam merkezinde olanlar değilse kimlerdir?

Çok daha düz bir soru soralım; sosyalizmde kimin özgül bir çıkarı vardır? Özel olarak sömürüden direkt olarak etkilenen sınıfın özgül bir çıkarı yoksa bu özgül çıkar kime aittir? Ya da kimsenin özgül çıkarı yoksa sosyalizmde herkesin, dolayısıyla kapitalistlerin de çıkarı olamaz mı? Öyleyse, sosyalizm ereği için çatışmaya neden gerek olsun? Öyleyse şu soru doğmaz mı? Geçerli ilke çıkar değilse, başka nedir?

Tarihin sınıf mücadelesi olarak açıklanması ve üretim ilişkilerine belirleyici rol yükleyen temel materyalist ilkeler yanlışsa ya da bu ilkeler sosyalizme giden en muhtemel yolun sınıf mücadelesi olduğu sonucunu çıkarma hakkını bize vermiyorsa, hangi alternatif tarihsel açıklama ilkesini kabul etmemiz gerekir;ya da kurtuluş projesi ile tarih anlayışı arasında hangi farklı bağlantıları kurmamız gereklidir?

Öcalan’ın bu sorulara verdiği bir cevap yoktur!

Öyleyse lafı uzatmadan gerçeklere dönebiliriz, bu işin geç gelmiş bir dahi bireyin deha düzeyindeki teorisi olmadığını açıkça ve lafı dolandırmadan söyleyebiliriz!

Bu soruların, Öcalan’da eşyanın tabiatı gereği olmayan cevabı, zor değildir ve şu açıktır ki, işçi sınıfının burjuvazi ile birlikte tarih sahnesine çıktığı andan bugüne kadar gelen tarihsel süreçte, sınıf çatışmaları, sınıfsal oluşumlara doğrudan denk düşen siyasal örgütleri zorunlu olarak yaratamamıştır ama siyasal güçleri tarihsel olarak yapılandırmış ve tarihte birçok önemli ve siyasal alanı şekillendiren mücadeleye en belirleyici maddi temel olmuştur!

Dolayısıyla sınıfsal söylemler her zaman açık-seçik ortaya konulamamış olsa bile, bu gerçekliğin kalbinde olan insanların yaşam koşullarının ve bilinçlerinin bu gerçeklikten etkilenerek biçimlenmediğini kimse söyleyemez!

Öyleyse bu soruların üzerine, Marxizmin temel ve vazgeçilmez renginin, işçi sınıfının düzen değiştirici ve devrimci rolüne güven olduğunu ve bütün turnusollerin bu noktaya düştüğünü ve son tahlilde Marxizmi tartışmanın, bu rengi kabul etmek veya kabul etmemekten ibaret olduğunu hatırlamakta yarar vardır!

Bu noktada takıldıktan sonra daha ileriye gitmenin mümkün olmayacağı gerçeği kendiliğinden anlaşılacaktır! Çünkü bu güven işçi sınıfının niteliği konusunda bilimsel ve net bir iyimserlik taşıma ile bağlıdır!

Demek ki bilimden ve maddi yaşamın gerçeklerinden özerk bir biçimde, bir an için bile olsa, sırf tarihimizin bu dahi birey’ine haksızlık etmemek için, onun gibi düşünmeye çalışsak da meseleyi çözemiyoruz!

Çünkü mesele bir deha sahibinin, nesnel yaşamdan ve tarihten özerk öznel kurguları ile iyi niyetli filozofik öngörüleriyle, bu öngörülerin yöneldiği hedefi, en yüce hedef olsa bile, henüz üzerine konulacak gerçek bir alanın olmadığı bir zamanda tarih sahnesine çıkarmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır!

Bunu bir yere not edelim ve aklımızda tutup buradan devam edelim! Amacımız Öcalan’a ve Öcalandan çok Öcalanistlere haksızlık yapmak değildir; sadece gerçekleri ve doğru politikayı,yalanlardan ve yanlış politikalardan ayırmaya ve net haliyle ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.

Gerçek mi? Devleti nihai olarak ortadan kaldırmak için bile devlete ihtiyaç vardır! Ama devlet yine de bir tokat atarak ortadan kaldırılabilecek bir şey değildir; başka ifadeyle tarihsel koşulları olgunlaşmadan, bir siyasal zorun gücünü kullanarak ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir tarihsel olgudur! Dolayısıyla devleti kendisi ile birlikte ortadan kaldırmak için tarih sahnesine zorunlu olarak çıkan proletarya da ve devleti de, devleti ortadan kaldırmak için zorunu kullanmaz; bu zoru ve iradeyi ancak ve ancak devletin ortadan kalkmasının zorunlu koşullarını sağlamak için çalıştırır!


Ve çok açık değil mi? Öcalan’ın da timizlerinin de, Öcalanizm’i yükselen dalga olarak görüp kanatlarına tırmanmaya çalışanların da bir siyasal zor anlamında, bir baskı ve egemenlik mekanizması anlamında “devlet” ten vazgeçtikleri yok; Öcalan’ın anlattığı “demokratik” özerklik de ,”demokratik” modernite de ve bir devlet yapılanmasının şemasının ilanı anlamındadır; “KCK sözleşmesi” de bunu çok açık ve net olarak gösteriyor!

Ama nasıl bir devlet, nasıl bir siyasal zor, nasıl bir baskı ve egemenlik aracı?

Bunun cevapları da Öcalan’ın felsefi tonda ve biraz oradan, biraz buradan ve hatta biraz da birbiri ile hiç bağdaşmayan ve tarihin tozlu raflarında yanlışlıklarının, iflas etmişliklerinin pişmanlığını yaşarak yok olup gitmeye yüz tutmuş eskimiş düşüncelerden de alarak ürettiği, hiçbir maddi temele dayanmayan ama her nabza belagat çiçekleri misli şurup dağıtan bir düşünce amalgamasyonu içinde, biraz yapışkandır ama bağımsız bir akılla ve bilimin gözlüğü ile bakınca görülmektedir!

Yani aslında Öcalan’ın felsefi tonda ve belagat çiçekleri ile süslemeden kabul ettiremeyeceğini düşündüğü ve bu nedenle “demokrasi” çiçekleri ile bezeyerek anlattığı masal aslında “devlet”in ta kendisidir ama kapitalizm öncesinin rengini taşıyan “devlet”in!

Öyleyse hatırlayalım, Engels’ten öğrendiğimize göre, Aşiret komününü oluşturan toplulukta, korunması bu topluluğun denetimi altında da olsa, bireylere düşen, anlaşmazlıkların yargılanması; bazı bireylerin yetkilerinin dışına çıkmasının önlenmesi; suların gözetimi; dinsel görevler, vb gibi, bazı ortak çıkarlar vardır. Bu tür görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur ve bu bireylerin, belli bir erklik ile donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil ettikleri kolayca anlaşılır bir durumdur.
Ancak, yavaş yavaş üretim güçleri artar; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesi daha yeni bir iş bölümüne, ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır.

Daha o zamandan, tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında ,hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı, ya da öbür gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu ,az zamanda daha da büyük bir özerklik kazanırlar.

Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle, toplumsal görev zamanla toplum üzerinde bir egemenliğe yükselir ve durumun elverişli olduğu yerde, topluluğun bu ilkel hizmetkarı yavaş yavaş toplumun efendisi haline dönüşür; bu efendi, koşullara göre, Doğu despotu ya da satrapı, veya Yunanlılardaki hanedan, kelt, klan başkanı vb. görünümünü alır!

Yani aşiret komünü, eninde sonunda, bir despotluğa dönüşür ki bunda, ne ikna yöntemi, ne de topluluğun ikna olma yeteneği belirleyicidir!

Öyleyse, üretim ilişkilerinden özerk bir ideolojik-politik söylem üzerine kurulu olan ve pratik olarak henüz kurulmamış olan KCK sisteminin de son tahlilde kapısı, bu despotluğa sonuna kadar açık olan bir sistem olduğu apaçık bellidir!

Öcalan, “Koma Civakên Kürdistan(KCK) bir devlet sistemi olmayıp, halkın devlet olmayan ve sınırları esas almayan demokratik sistemi olduğundan, başta kadınlar, gençler ve emekçiler olmak üzere halkın tüm kesimlerinin, halk ve toplulukların kendi demokratik örgütlenmesini yaratmasını, politikayı doğrudan ve özgür, eşit KCK yurttaşlığı temelinde yerelde kendi özgür yurttaşlık meclislerinde, öz güç ve öz yeterlilik ilkesine göre yapmasını sağlamak. Kürt sorununun, başka toplum ve halklarla demokratik, eşit, özgür, bir arada yaşama çözümünü stratejik olarak ele almakla birlikte, bu doğrultudaki bütün çözüm yolları tıkatıldığında demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması benimsenerek özgür Kürdistan seçeneği temelinde bağımsız geleceğini belirleme hakkını da kullanmaktır. “ diyor ki çok muğlâktır ama esaslarına bakıldığında KCK sisteminin tamı tamına bir devlet sistemi olduğu apaçık görülmektedir!

Sırayla bazı önemli maddelerini öne çıkararak irdeleyelim, haksızsam haksız deyin!

KCK yapılanmasının misyonu, “Siyasetin demokratikleştirilmesi temelinde Kürdistan üzerinde egemen olan devletleri, köklü bir reforma yönelterek, küçülmelerini ve demokrasiye duyarlı hale gelmelerini sağlamak. “

Bu ne demek? Daha doğrusu Kürtçesi nedir bilmem ama öz Türkçesi; ulus-devlet yapısının çözülmesi, devletin parçalanması, cüce devletlere bölünmesi, sınırların ve dıştan gelecek, mesela emperyalizmin ihraç ettiği ve dayattığı “demokrasi” ye hazır hale gelmelerini,yeniden çizilmesini sağlamak demektir.

Buna karşı, bu cüce devletlerin ve haliyle küçük insan haline getirilmiş halkların tepesinde en keskin kılıcı ile duran bir "büyük" devletin varlığı demektir!

“Küresel emperyalizme karşı, halkların Küresel Demokrasi Kongresinin yaratılması temelinde mücadele ederek, sömürüsüz, baskısız, adil bir küresel sistem yaratmak.”

Bu da açık; çağımız ki emperyalizmin dayatmasıdır, “globalizm” çağıdır ve tümüyle emperyalist kapitalizmin rengi ile lekelidir ama bizim geç gelmiş dahi bireyimiz Öcalan, bu emperyalist küreselleşmeyi de “demokratikleştirerek” yani yıkmadan, zor mekanizmasını, yani devlet mekanizmasını parçalamadan, hem sömürüsüz, hem baskısız, hem de adil bir “Küresel sistem”i yaratmanın KCK’nin misyonu olduğunu kayda geçiriyor!

“Kürdistan’da doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes yurttaştır.” Diyor ve ekliyor,” Bu yurttaş’ın,” Bu sözleşmede belirlenen hak ve özgürlüklere sahip olduğunu” ve “bu sözleşmenin belirlediği yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini” vurguluyor!

Peki, KCK yurttaşları, KCK sözleşmesinin belirlediği yükümlülükleri yerine getirmekle mükellef ise, “…kendi demokratik örgütlenmesini yaratma” ya ne oldu?” … politikanın doğrudan ve özgür, eşit… öz güç ve öz yeterlilik ilkesine göre yapmasını sağlamak nerede kaldı?

“Bütün insanlar yasa önünde eşittir. Tüm KCK yurttaşları, KCK sözleşmesinin tanıdığı haklardan ayrımsız yararlanır. “ diyor ki, bunun yeni bir keşif olmadığı ve aşılmış bir “demokrasi”nin ifadesi olmadığı apaçık ortadadır! Ama bir de ayrıntı var; “KCK sözleşmesinin tanıdığı haklar…” diyor ki, bu sistem, bu toplum sözleşmesi KCK’nin bütün yurttaşlarını en baştan koşullandırdığı gibi, demokrasinin sınırını da çiziyor; “KCK sözleşmesinin tanıdığı …”

Yanlış anlaşılmasın, ben bu noktaya itiraz etmiyorum, sadece anlatılanın bir “devlet”in masalı olduğunu ama bunun demokrasinin aşılması, devletsiz bir devletin varlığının durumu şeklinde anlatılarak örtüldüğünü göstermeye çalışıyorum ki demokrasinin aşılması, devletten kurtulunmuş olmanın ifadesidir ki bunun bir başka kuşak tarafından gerçekleştirileceğini biliyoruz!

Yani bu, geç gelmiş ya da belki de erken gelmiş bir deha birey olarak Öcalan’ın aklı ile ve bu aklın peşine takılacak akıllarla gerçekleştirilebilecek bir şey değildir; yani işin içinde ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğinin kendini dayatmış olması yoksa buna Ne Öcalan’ ın ne de Obama’nın ve hatta ne de “demokratize” olduklarını varsaysak bile, tekellerin en cingöz ideologlarının aklı ve hatta emperyalist tekellerin siyasal zoru ve ne de Öcalan’ın, bir siyasal zorun ifadesinden başka bir şey olmayan KCK sistemi muktedirdir!

Ve demokrasinin aşılmasını ve devletin ortadan kalkmasını sağlayacak koşulları garanti etmek üzere, ekonomik durumun zorunlu sonucunun ifadesi olarak en devrimci sınıf olan proletaryanın ve onun teorisinin işin içine karışıp, zorun tarihte devrimci bir görev üstlendiğini göstermesinin ve bunu gerçekleştirmesinin ekonomik durumun belirleyiciliğine bağlı olduğu gibi, bu koşullar bir kere tarih sahnesine çıkıp kendini gösterdiği andan itibaren, tekellerin, emperyalizmin, çürümüş, kokuşmuş, can çekişen düzenlerini ölümden kurtarmak için, bin bir çeşit sinsi yöntemle güçlendirdiklerini sandıkları “zor” aygıtlarının ve bununla birlikte ideolojik, politik ve psikolojik baskılarının şiddetini artırmalarının beş para etmeyeceği açıktır; Engels’in ifadesiyle, böyle yapmakla tekeller, sadece Dühring'in, ”siyasal koşulların ekonomik durumun belirleyici nedeni olduğu" yolundaki kuruntusunun kurbanları olduklarını tanıtlamış olmaktadırlar.

Yani, dün olduğu gibi şimdinin büyük büyük zenginleri de, sahip oldukları hiçbir “zor” mekanizması ile yani “ne siyasal zor” u ile ne de tankları topları, füzeleri ve zindanları ile ekonomik durum ve onun kaçınılmaz evrimini dönüştürmeye, dünyanın buhar makinesinin ve onun tarafından harekete getirilmiş modern maşinizmin, dünya ticaretinin ve banka ve kredinin bu günkü gelişmesinin ekonomik ereklerinden kurtarmaya yetenekli değildir.

O halde Öcalan buna neden yetenekli olsun ki?

Öyleyse, Öcalan da ve daha çok tilmizleri, siyasal zorun, bu anlamda proletarya diktatörlüğünün, ekonomik çıkara ulaşmak için kullanılan bir araçtan başka bir şey olmadığını, oysa ekonomik çıkarın erek olduğunu tez zamanda ve nesnel pratiğin şiddetli tokadı ile anlayacaklardır;

Çünkü bu erek, bu ereğe ulaşmak için kullanılan araçtan ne denli “daha temel” ise, ilişkinin ekonomik yanı tarihte, siyasal yanından o denli daha temeldir

Diğer yandan, insanın köle hizmetine koşulmasını, hatta ücretli emek biçimi altında açıklamak için bile, işin içine ne zoru sokabiliriz, ne de zorun üzerine kurulu mülkiyeti.

Yani, devletin yaratılması dâhil, yaratıldıktan sonra, bütün bu zamana kadar ki olan biteni ve bugünkü kırbaçlı köleliğe dönüş biçimini açıklamak için işin içine soyut bir “devlet” düşüncesini koyamayız!

Ve yukarda Engelsin hatırlatmasıyla “devlet”in bir dahi bireyin yarattığı zor mekanizması olmadığını ama tümüyle ekonomik çıkara ulaşmak için kullanmak üzere ve toplumsal ilişkilerin ekonomik yanı ile ilişkili olarak ortaya çıktığını ve ilk çıkışında “devlet”in despotizmde vücut bulduğunu biliyoruz!

İşte Öcalan ve KCK şeması, “devletsiz devlet”i işaret ederken bunu kastetmektedir; yani “ kapitalist modernite” yerine “demokratik” moderniteyi koyması da; Sovyet sistemi yerine “demokratik” komünü koyması da; ve dahi “demokratik” ulusun inşa edilmesinden söz etmesi de hep bu “aşiret komün”ü üzerinden, ekonomik ilişkilerin zorunlu sonucu olarak tarih sahnesine çıkan “despotik” devleti işaret etmektedir ki bunun, ne demokrasinin aşılması, ne devletin ortadan kalkması olduğu ama bir “pre-kapitalizm”in ifadesi olduğu, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır!

Ancak daha önemli olanı ve taşların geride kalanlarının da yerlerine oturtulmasına temel teşkil eden bir denklik de, Öcalan’ın bu eskiyi yıkmadan, hatta eskinin yanı başında, hatta içinde, kurduğu ve kurar kurmaz pratik haline getirdiği ve bu pratiği de nesnel bir durum imiş gibi yansıtıp, bunu temel yaparak ortaya koyduğu teori ve politikalar, emperyalizmin ideolojik-teorik ve politik ekseni ile tam bir denklik taşımaktadır!

İşte asıl mesele ki, bunu böyle ifade etmese de, daha açıkçası, Öcalan’ın mistifiye edilmiş düşüncelerine ve önderliğine söz söylemek istemediği için bu gerçekleri dillendirmekten kaçsa da, sözünü ettiği tehlike konusunda haklıdır ve tehlike buradadır!

Çünkü bu ki buna işaret etmem yeni değildir, yani Öcalan’ın ve Kürt ulusal kurtuluş hareketinin bir insan hakları sorununa, bir demokrasi sorununa indirgenerek, en sonu çoktan emperyalist kapitalizm tarafından, eski eserlerini sakladığı müzesine gönderilen ”özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sınırına hapsedilmiş ve bu sınırlar içinde “kurtuluş” diye diye “kurtuluş”tan, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diye diye ve “demokrasi” diye diye,”insan hakları” diye diye ve en çok da “sosyalizm” diye diye ve de “devrimci” diye diye hepsinden uzaklaşıp, gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakının mayalandığı bir karanlığın içine girmesi ve devrimci renkleri budanmış, itaatkâr bir Kürt hareketi ile ABD emperyalizminin elli yıldır, genel olarak emperyalizmin ve siyonizmin yüz yıldır güttüğü politikanın içine girdiğinin mesajını vermesi; dün Türkiye’nin devrimine bir itilim verme misyonu taşıyan ve bunun renklerini de içeren Kürt ulusal kurtuluş hareketi, bu gün girdiği karanlıktaki haliyle bunun tam tersi bir misyonun, yani Türkiye’nin devrimine köstek olan bir misyonun sahibi durumuna gelmiştir!

Oysa tarihin mantığı, bu bölgedeki toprağın hareketliliğinin, gerici Kürtler ile gerici Türklerin ittifakı ile İlerici-devrimci Kürtler ile İlerici-devrimci Türklerin birliğinin karşı karşıya geleceğinin işaretlerini vermektedir ve muhtemelen Türkiye’nin hatta bölgenin devrimi bu karşılaşmanın içinden çıkacak ve yükselecektir!

Öyleyse uzun süren bir çatışmalı, hengâmeli, acılı ve üzüntülü bir tarihsel periyoda doğru sürüklendiğimiz açıktır; bu anlamda, şiddet kaysayısı yüksek bir tehlikeli viraja girmiş durumda olduğumuz doğrudur ve bu konuda Hasan Karataş ya da Gerçek İnsan mahlaslı forum üyesi haklıdır ama haklı olması, haklı olmamız bu sonucu değiştirmiyor ama bu haklılığı göz önüne alarak hareket etmek, bu sonucun bağrından kaçınılmaz olarak ve muhtemel oldukça geniş ve sıkışmış bir potansiyel biçiminde yükselecek olan bir toplumsal hareketin, çoktan eskimiş, hatta ölmüş ve hatta çürümüş, kokuşmuş olan siyasal biçimleri alt ederek parçalamak üzere devrimci bir güç haline gelmesi için ne yapılabilir konusunda silkinip, kendisine gelerek, bu virajda ezilen ve sömürülen sınıfların ve halkların en tam ifadesiyle yanında ve önünde olacak olan bir devrimci hareket belirleyici olacaktır!

Bu kaçınılmazlık içinde devrimcilere düşen başka da onur yoktur!

Gerisi, hep söylediğimiz, tekrar ettiğimiz ve tekraren vurguladığımız ama bir türlü sağırdan ve körden daha sağır ve daha kör olma yaklaşımını yıkamadığımız sözlerden ibarettir ve sözlerimizin en büyük doğrulayıcı olan pratiğin doğrulayıcılığı ile doğrulanacak ana doğru hızla sürüklenmekteyiz ki daha şimdiden burnumuzun ucunu tırmalayan bu anın gerçekliği, bütün sağırları ve körleri ve elbette bununla ters orantılı olan pabuç gibi dilleri altına almakta ve tarihin mahkûm edilmişler sayfasına göndermekte ikircim göstermeyecektir.

Öyleyse bu girizgâh bölümünün daha fazla uzatmadan bitmesinin vakti gelmiştir ama dedim ya, kodlar KCK sistemini anlatan ifadelerin içindedir ve bu kodları bulup çıkarmak ve göstermek için epey bir cümle kurmaya ihtiyaç vardır; öyleyse, bu mektubu daha fazla uzatmamak için, KCK sisteminin kodlarını deşifre etmeyi başka bir sayfaya bırakarak bitirelim!

Ancak bitirirken KCK sisteminin tamı tamına bir devletin işleyişini anlattığını ve bir burjuva cumhuriyetinden çok daha fazla demokratik olmadığı gibi, sosyalizm içeren bir yanının da olmadığını, aksine tamı tamına bir özel-mülkiyet rejimi olduğunu, eşitliğin yoklukta eşitlik, özgürlüğün kimlikte özgürlük olduğunu, dolayısıyla eşitliği ve özgürlüğü yok saymanın yerinde olduğunu ve öyleyse kardeşliğin de mümkün olamayacağını ve işte bu nedenlerle Emperyalizmin, tekellerin ve onlarla işbirliği içinde olan bilumum Kürt egemenlerinin ne “sosyalizm”e vurgu yapan; kar ve metalaşma yerine kullanım değeri ve demokratik paylaşımı esas alan; sömürüye, statü eşitsizliğine ve dengesizliğe yol açmamak kaydıyla, ekonomik yaşamını örgütleme ve mülkiyet edinme hakkına izin veren KCK sistemini ve elbette bu temeldeki Öcalan’ın “demokratik” ön ekli “açılımlarını” ayakta alkışlamakta olduklarını; bunun yanı sıra, bu alkışların, Rojavaya giden yolda kesildiğini, sopaya dönüştüğünü hatırlatmak yerinde olacaktır!

Sonuç olarak, gericiliğe karşı ilericilik, hangi sınırda olursa olsun, tarihi hızlandıran ve ezilenleri, sömürülenleri nihai kurtuluşuna yakınlaştıran en temel yaklaşımdır ve bu gün sadece Türkiye değil, ABD emperyalizminin sinsi oyunları ile karşı karşıya olan bütün dünya, hem tarihsel gericiliğin ve hem de dinsel gericiliğin, yobazizmin saldırısı ve kıskacı altındadır; öyleyse ilericilik, aynı anlama gelmek üzere aydınlanmacılık, ezilen ve sömürülenlerin, dünyanın ezici çoğunluğu olan çilekeş insanlığın, kendine yabancılaştırılan insanoğlunun insanlığını kazanmasının ve yükselmesinin ve de nihai kurtuluşunun en başı ve yegâne belirleyenidir; Tarihi hızlandıran bir momenttir; buradan gerisi karanlıktır, yani dinsel ve tarihsel gericiliğin tam egemenliğidir!

Bu eşiğin ilerisine doğru atlamadıkça, ne sosyalist mücadelenin, ne demokratik mücadelenin önemi kalacaktır; daha doğrusu, aydınlık için mücadele edecek güçler bile zor bulunacakken, demokratik ve sosyalist mücadelenin güçlerini oluşturmak mümkün olmayacağı gibi, önceliği de söz konusu olmayacaktır.

Ve tarih, bu momentin hızlandırıcılığı ile bu momenti geride bırakarak hızlanmış ve ilerlemiştir.

Öyleyse Aydınlanmaya vurarak, sosyalizmin ataları olan ütopyacıları yok sayarak, ilerlemeye karşı cephe alarak devrimci olunmaz hatta insana en çok vurgu yapılan bu günün konjonktüründe insan bile kalınamaz.

Bu ancak, eskimiş, tarihin gerisinde kalmış, hatta ölmüş olan, bu yenilmiş ve çoktan aşılmış olması gereken siyasal biçimleri ileriye doğru gelişmenin ifadesi olarak gösterip, ona sarılmak ve bunun üzerinden ileriye doğru gelişmenin ve yükselmenin önünü kesmeye çalışmanın bahanesi olabilir; bu ise, en sinsi gericiliktir ve gericiliğe hizmettir!

Demek ki, dünyanın karanlığa değil, aydınlanmaya ihtiyacı var! Dünyanın en ileri ve insana en yakışan düzeni veya toplumsal sistemi, karanlığın üzerinden değil, aydınlanmanın üzerinden yükseltilebilir!

Aydınlanmadan korkup, karanlığa sığınmak, devrimcilerin ve devrimci demokratların, yani ezilen halkların temsilcilerinin yaklaşımı değildir; bu, gericilikten başka seçeneği kalmamış olan emperyalizmin, tekelci düzenlerin ve bu gericiliğe teslim olanların yaklaşımıdır,

Fikret Uzun

23 Temmuz 2014

BOYKOT MU



AKP’nin genel başkanının bizzat kendi ağzı ile halka yutturulacak bir hap misli olduğunu söylediği 12 Eylül Anayasa Değişikliği Paketi’nin “referandum”a götürülmesi öncesi, ”BOYKOT” un Marxist bir tutum olmadığını ve “HAYIR” anlamının hiç olmadığını ama “EVET” anlamını taşıdığını anlatmak üzere aynı başlıkla bir mektup yazmıştım ve çeşitli tartışma ve iletişim alanlarında paylaşmıştım.

Mektubuma,”İşçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları ile sosyalist iktidar mücadelesinin çıkarları mümkün olduğunca tam bir politik özgürlüğe, dolayısıyla bugün 12 Eylül rejiminin dayattığı ve adım adım ilerlediği faşist sivil diktatörlük yerine, demokratik bir cumhuriyetin varlığına ihtiyaç duymaktadır.” Diyerek başlıyordum.

Bununla birlikte,“…Demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının, az ya da çok belli bir devrimci yükseliş ile ve halkın buna katılım isteğinin kendini göstermesi ile bağlı olduğunu ;yani emekçi halkın parlamentoya ve onun çıkardığı yasalara karşı kendi dolaysız çıkarları açısından inancının zayıflatılmış olması ile de bağlı olduğunu” vurguluyordum.

Bununla da yetinmeyip, şu çözümlemeyi ekliyordum:

“Bu gün, 12 Eylül rejiminin 30 yıldır ortaya koyduğu parlamentarizm oyununda, emekçi halk cılız da olsa, bu oyunlardan kendisi için bir şey çıkacağına inanmamaktadır. Ama bu cılız inançsızlığa bile orantılı olabilecek bir devrimci yükseliş ise söz konusu değildir. Yani işçiler, emekçi halk, devrimci bir yükselişe kesinkes inanmazken, parlamentodan gelecek olanlara hala inanmaktadır.”

Ayrıca, “… Kürt coğrafyasındaki ulusal sorun çerçevesinde kendini gösteren hareketlenmenin, çok karmaşık hatta kafaları karıştıran yanı ağır basan ama devrimci yükselişi ya da bu yükselişe inancı yükseltecek dinamiği içinde taşıyan bir karaktere sahip görünmediği” tespitimi de ekliyordum.


Bu tespitle birlikte nedenini de açıklamayı ihmal etmiyordum ve şöyle ifade ediyordum:

“Çünkü bu sorun, yasalar yoluyla ve Emperyalizmin verdiği kadarıyla, çözdüğü kadarıyla ve daha çok da emperyalizmin ve onunla entegre olmuş yerli tekellerin ve onlarla işbirliği içindeki Kürt egemenlerinin, ağasının, beyinin, tarikat şeyhinin ve elbette burjuvazisinin çıkarları çerçevesinde çözülme noktasındadır. … Halkın devrimci katılımını örgütleyecek ve bütünün devrimci yükselişini hareketlendirecek ve kendini ona bağlayacak bir dinamik içinde olduğunun işaretleri yoktur. … Ulusal sorun çerçevesinde yükselen hareketin hem devrimci bir yönelişini sağlayacak ve hem de bunu Türkiye’nin bütününde yükselecek bir işçi hareketine, devrimci harekete evirecek güçlü bir politik sınıf örgütlenmesinden de söz etmek mümkün değildir.”

Buna karşın, “…öte yandan, AKP nin 12 Eylül rejiminden ve ABD-AB emperyalizminden aldığı güçle minimum boyutta bir demokratikliğe bile tahammülsüzlükle burjuvazinin kendi koyduğu hukuk kurallarını da ortadan kaldırmasına ve gerici, dinci bir sivil diktatörlük kurarak var olan burjuva cumhuriyetini ortadan kaldırmasına karşı, bu cumhuriyeti savunma noktasında yükselen ve özünde düzen sınırları içinde seyreden ve hatta üst düzeyde iki büyük sermaye gücünün çatışması gibi görülen bir hareketliliğin olduğu”nun altını çiziyordum!

“Bu hareketliliğin akış yönü” nün ise,“…AKP'nin, özellikle 12 Eylül Anayasasını daha da güçlendirerek, burjuva hukukunun en önemli dayanak noktası olan, kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, otokratik bir cumhuriyete geri dönmenin sinyallerini verecek şekilde kendini gösterdiğine” işaret ediyordum.

AKP, gerçekten de,…” 12 Eylül anayasasının bazı maddelerini, bazı başka maddelerle yer yer süsleyip, yer yer kafa karıştıracak düzeltmeler yaparak, diktatörlüğe ve Osmanik bir ortaçağ düzenine geçişi kolaylaştıracak biçimde değiştirip gizleme içerikli bir paketi, bir oldubitti ile kabul ettirmeye çalışmakta” idi ve “ bunu yaparken, büyük burjuvazi içinde bile bir uzlaşma sağlayamıyordu ve genel olarak burjuvazi içinden tepkiler yükselmesini de göze almak zorunda idi; bu da tepkiden çok fazlasını biriktiren bir direnme noktasını açığa çıkarmaya” neden olabilirdi ve oluyordu da.

Bunu görüyordum ve bu direnç noktasının, “…Referandumda AKP ye ve politikalarına ve elbette ABD - AB emperyalizminin bu bölgedeki oyunlarına ve AKP iktidarına karşı "HAYIR" demek biçiminde ilerlemekte ” olduğunu da ifade etmiştim.

Bu,”AKP yi ve dayandığı güçleri telaşa sevk etmekte, acele etmelerine, bu anlamda her türlü yolu deneyecekleri, gerçek niyetlerini göstermek zorunda kalacakları noktalara doğru gerilemelerine neden olmakta” idi ama bu, ”… referandumda emekçi halkların tutumunu, referandumu tanımama noktasında irade göstermesini destekleyecek bir yükselişe yönlendirmenin habercisi olan bir hareketlilik, değildi.”

O gün, başka sorular yanında, “…AKP nin, tam merkezinde yer aldığı ve uzun zamandır hâkim kılınan, emperyalist burjuvazinin, tekellerin ideolojik kuşatması ile her anlamda geriletilen, edilgen hale getirilen işçi sınıfı ve emekçi kitleler, yine AKP nin ön safında yer aldığı ve açıkça eş başkanlığını yaptığını ilan ettiği emperyalizmin,12 Eylül rejiminin, tekeller düzeninin gerici, dinci ve tarihin gerisine, Türk-İslam tabanlı, Osmanik bir ortaçağ düzenine yöneltme çabalarının ifadesi olan saldırısının asıl amaç itibarıyla kendisine yöneltilmiş olan bu saldırıda, düzen içi güçlerin yedeğine düşme korkusu ile tarafsız mı kalacak, yoksa kendisine yönelmiş olan bu saldırıya karşı kendi direnç noktalarını oluşturup, saldırıyı püskürtmek için güç mü toplayacaklardır? “ ve “…Bu mücadele, son tahlilde emperyalist burjuvazinin direkt yönettiği ve bir yanıyla kendi ömrünü bu bölgeden aldığı kan ile uzatmaya, diğer yanıyla bu bölgedeki olası bir kalkışmanın sosyalist iktidar perspektifine yönelmesini toptan yok etmeye yönelik bir sınıf mücadelesi değil midir?” sorularını da sormuştum!

Yani “BOYKOT” sözcüğünden hiç söz etmeden mektubumu bitirmiştim; çünkü özellikle mektubumun başlığı ve ardından ifade ettiklerim,”BOYKOT”un değil, “HAYIR” iradesinin nesnel ve devrimci bir tutum olduğunu açıkça gösteriyordu!

Ama tıpkı bu gün olduğu gibi, ancak bu günkünden çok daha üstü kapalı bir sinsilikle ezilen ve sömürülen emekçi kitlelere kurulan bu “HAYIR” iradesinin önüne konulan barikat misli “EVET” oylarının ekmeğine yağ sürdürecek olan tuzaktan kurtulamamıştık!

Ve sonuçta, her iki kişiden birisinin bu pakete “EVET” oyu vermesi ile; iktidarı ve muhalefeti (BDP dâhildir) birbirlerine en olmadık hakaretleri yağdırmayı da ihmal etmeden, bir hap misli hazırlanmış olan ve diktatörlüğe kapıları ardına kadar açan bu “Anayasa Paketi”ni, el ele, hep birlikte emekçi halklara yutturmuşlardır!

BDP, bir taraftan "Darbeyle hesaplaşmak yürek işidir, mangal gibi yürek ister; Başbakan 12 Eylül'ün yavrusu"dur nutukları atarken, diğer taraftan bu nutuklar gereği, Kürt halkını referandumu BOYKOT etmeye çağırıyor ve yoğun kampanyalar yapıyordu.

Recep Tayyip Erdoğan için "Tayyip seni sandığa gömeceğiz" sloganlarının atıldığı miting alanlarında , "İnkârcı, tekçi, imhacı, statükocu, anayasaya da, bu anayasayı yeniden üreten değişiklik paketlerine de geçit vermeyeceğiz. Demokratik Anayasa için mücadelemizi sürdüreceğiz" afişleri asılı idi!

Bunları, “BOYKOT” ederek yapacaklarını anlatarak, bir yalan ve demagoji hapını da BDP yutturuyordu Kürt halkına!

Aslında, ne Tayyip’i sandığa gömmek istemeleri ve ne 12 Eylül anayasasına, ne de değişiklik paketine geçit vermeyecekleri doğruydu; ama söyledikleri bir doğru vardı; o da, “demokratik” anayasa için mücadelelerini sürdürdükleri idi ki bu gerçekte, AKP’nin, bir devlet politikası olarak başlattığı restorasyon çabalarının son durağı olan ve 12 Eylül faşist rejiminin yeni yönetiminin, devletle yönetişim içinde olan bilumum muhalefetten aldığı destek ve güçle Türkiye’nin üniter devlet yapısını parçalamayı ve Osmanik-İslamik bir modern feodal cumhuriyet kurmayı hedef alan anayasa değişikliği ile veya değiştirilemezse, referandumda çoğunluğun onayını alan anayasa değişikliği sayesinde konuşlandırılan dinci-faşist diktatörlüğün gücünü defacto kullanarak Kürtlere( bunu Kürt egemenlerini anlayın) tepeden, yasalarla, anayasal yolla verilecek ve Kürtlerin istediği gibi uygulayıp,ilerletebileceği (en azından öyle ümit edilen) ucu açık bir “statü”yü elde etmek için, RTE’nin “anayasa paketi”nin referandumda onay alması için mücadelelerine yeni bir boyut getirmişlerdi!

Böylece, cinlikte, “BOYKOT”çu anarşistleri saymıyorum, “Yetmez ama evet”çi sahtekârlarla yarışmışlar ve belki onlardan bile fazla AKP’ye destek olmuşlar ve Türkiyenin devrimcilerinin,devrimci-demokratlarının ,devrimci sosyalistlerinin zaten cılız olan direnme mevzilerini,büsbütün kaybetmeleri ve daha da önemlisi, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin büsbütün silahsız,savunmasız kalmaları için AKP’nin ve elbette yeni 12 Eylül faşist rejiminin elini son derece güçlendirmesine yardım etmişlerdi ki bunun bilerek,isteyerek yapıldığı; Kürt halkına bir gramı bile düşmeyecek olan ama Kürt egemenlerine ,emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarından arta kalanın hepsi düşecek olan bir “kurtuluş” masalı uğruna, Türkiyenin ezilen, sömürülen işçi ve emekçilerini, yani Kürt,Türk bütün halkları,dinci-faşist bir diktatörlüğün pençelerine atmakta tereddüt bile etmediler!

Ve şimdi aynı oyun bir başka versiyon ile tekrarlanmakta ve ters köşeye yatırılmak istenen hep ve yine ezilen-sömürülen işçi ve emekçi kitleler olmaktadır!

Dün ters köşeye yatırma aracı, 12 Eylül darbecileri ve/veya darbecilik ile hesaplaşmak idi; bu gün, 12 Eylül darbesinin failleri ile ve darbecilikle sözde hesaplaşan (ne kadar ve nasıl hesaplaştığı ortadadır) AKP’den ziyade, onun ve hükümetin başı olan RTE ile hesaplaşmak üzerinden işçi ve emekçi kitleler bir kez daha ters köşeye yatırılmaya çalışılmaktadırlar!

Ve bu oyunda, BDP, HDP suretinde, sahne almaya çoktan aday olmuş ve bu kez çıtayı da yükselterek oyunun tam ortasına yerleşmiştir!

Üstelik de “devletsiz”liğe methiye düzerken,“devlet”e gülle atan bir yaklaşımı taşıdıkları halde, devletin en tepesine oturmaya aday olmuşlar ve "Devleti ele geçirmeye değil, ele geçirilmiş devleti asıl sahibine, halka iade etmeye geliyoruz" diyerek Kürt halkını ters köşeye yatırmakta kararlı olduklarını göstermektedirler!

Nasıl, doğru mu duydum ? Halkla alay ettiklerini düşünüyorsunuz değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm!

Ve ne hoş ki, o devletin en yandaş medyasından birinde, anketler, Köşk’e en yakın adayın Demirtaş olduğu sonucunu çıkartıp ilan ederek, Kürt halkına müjde ile coşku, bütün “MHP ve CHP tabanına gözdağı vermekte, Kürtleri coşkun bir sel gibi Demirtaş’a, diğerlerini ise, Ekmeleddin’e bağlamaya çalışmaktadır! Böylece ilk turda RTE ipi göğüsleyemeyecek ve iş ikinci tur’a kalacak, o zaman da Demirtaş’ın jokerliği başlayacak! Tutar mı? Hesap hesaptır ve göreceğiz!

Oyun içinde oyunun sınırlarını zorluyorlar!

Bunların hepsi, yani bu tiyatrolar, dün nasıl AKP’yi ve RTE’yi “sandığa gömmek” için yapıldı ise, bu gün de “sandığa gömeceklerini” ikna etmek için, Kürt ve Türk emekçi halklarına “demokrasi” düşleri, “anayasal” kurtuluş hayalleri yaşatarak, onları da bu oyuna ortak etmek içindir!

Ve ne hoş ki, her şey tam bir “demokrasi” illuzyonu içinde ve son derece “beyefendice” cereyan etmektedir ki tarihe, bir kez daha en “demokratik” elbisesi ile sahneye çıkartılan referandum sandığına insanların akın ettiği ve bu “demokrasi” elbisesi giydirilmiş sandıktan, haliyle “demokrasi” çıktığı yazılacaktır!

Gel de inan, ama tersi de doğru; gel de bunun aksine inandır!

Bazıları bu dediklerimi “soyut” bulabilir çünkü önce somutu resmetmek gerektiğinden ve bu somutun zenginliğinden soyuta ulaşarak, gerçek netliğe ulaşmanın gerekliliğinden bihaberdirler ve işte bu nedenle merak etmesinler ki bu soyutlama ile ortaya çıkardığım somutun zenginliğinden, Kürtlere,yani tekellerle bin bir bağ kurmuş ağasına, beyine, şeyhine ve dahi aşiret reisine ve elbette Kürt burjuvalarına anayasal yoldan sağlanacak “kurtuluş”u garantilemek üzere, müzakerelerde elini kuvvetlendirecek bir pazarlık gücü peşinde koşan BDP/HDP/KÖH/ÖCALAN gerçekliği gene önümüze düşmüştür ama bu kez biraz daha fazla turnusol yaratarak !

Ve henüz ufukta “BOYKOT” cinliği görülmüyor ama “RTE’yi sandığa gömecekler” ya, bunu “eşikte tökezletmek” olarak alalım, tökezletir - tökezletmez, karşı taraf başka ve daha açık ve garantileyen bir desteği dayatmazsa, Kürtlerin akıllarına veya yanlarına başka bir alternatif gelmezse, ya da kulaklarına üfürülmezse, yine yeniden aynı silah gelecek ve o saat “ BOYKOT” düşüncesi yüreklerine vahyolalacaktır!

Zaten bu aşamada, bütün anarşistlerimiz hazır ve nazırdır; açıkça RTE’ye oy veremeyeceklerine göre, onlar da, muhtemelen, yerel seçimlerde “RTE’yi sandığa gömmek için” uzak durmayı tercih ettikleri, “BOYKOT” un erdemlerini hatırlayacaklardır!

Boykot mu?

Marks, Fransa’da iç savaşı anlatan broşüründe, devrimci geleneklerin ifadesi olan şiarların basit bir tekrarı ile yetinip, eski mücadele yöntemlerinin uygulanabilirlik koşullarını tahlil etmeden hareket etmenin düşünme yeteneğini kullanmamak olduğunu ifade ederek, önemli bir ders bırakmıştır.

Marksizm’i, yeni koşulların gereklerine göre en iyi şekilde değerlendiren Lenin ise, Marksın bu ifadesinden hareketle, “BOYKOT” un uygulanabilirlik koşullarını araştırmak zorunda olduklarına dikkat çekmiş ve bunu, “devrimci yükseliş anlarında boykotun kesinlikle doğru ve bazen de kaçınılmaz bir yöntem olduğu inancını kitlelere vermek zorundayız. Fakat bu yükselmenin, boykot ilanının bu temel koşulunun mevcut olup olmadığı sorunu, bağımsız bir biçimde ortaya konup, olguların ciddi bir incelemesine dayanılarak çözülebilmelidir. Gücümüz dâhilinde olduğu ölçüde, böyle bir yükseliş anını hazırlamak, uygun bir anda yapılabilecek boykotu baştan reddetmemek bizim yükümlülük ve boyun borcumuzdur. Fakat boykot şiarını iyi de olsa, kötü de olsa bütün temsilcilik kurumları için uygulanabilir saymak muhakkak yanlış olurdu” diyerek açıklamıştır.

Demek ki boykot, her derde deva ve her devre uygun, ezilen ve sömürülenleri, öyle ya da böyle politikalarından hoşnut olmayanları o devrin egemenlerinin karşısına çıkaracak bir taktik çizgisi değildir; nesnel duruma bağlı olarak şekillenen, çatışan toplumsal güçleri, doğrudan devrimci bir yol ile gerici bir anayasaya veya anayasal kılıfla dayatılan gerici-dinci bir diktatörlüğe dönüş yolu arasında âcil bir tercihle karşı karşıya bırakan bir tarihsel koşulda, esas olarak, yönetilen sınıflara dayatılan anayasacı ya da parlamenterist hayallerle savaşma aracıdır !

Başarısı ise, tümüyle devrimin kapsamlı, evrensel, hızlı ve güçlü bir yükselişine bağlıdır!


Bunu hatırlatırken, kendim de şunu hatırladım ki ibretliktir; 1905 devriminin en ateşli zamanında, genel grev fikrine karşı, bizim, “yetmez ama evet”çi cingözleri bile kıskandıracak bir cinlikle tavır alan İkinci Enternasyonalin oportünist lideri Auer, “bütün işçilerin işlerini bırakacakları bir genel grev başlatacak güçteysek, devrim de yapabiliriz demektir; o kadar güçlü isek genel greve gerek kalmaz; yok o kadar güçlü değilsek, genel grev başlatamayacağımız için bunu konuşmak bile saçmalıktır” diyordu; işte bizde de bunlardan çok olduğu hepimizce malumdur ve eminim onlar da, “mademki devrimin yükselişine bağlı olarak boykot diyeceğiz, o halde böyle bir yükseliş, dolayısıyla güç var demektir; böyle bir güç varsa, yani halk ayaklanmasının şartları varsa boykota ne gerek var, devrimi yaparız olur biter; demek ki bu durumda boykot saçmalıktır ” diyebilirler ve dediklerini duyabiliyoruz! Hem de bir süre önce “BOYKOT” dediklerini unutarak!


Lenin, “ 1905 ve 1906 başlarında boykotu savunduklarında, seçime katılmanın bezginlik yaratıyor olduğunu, düşmana bir mevzi bıraktığını, devrimci halkın kafasını karıştırdığını ve çarlığın karşı-devrimci burjuvazi ile anlaşmasını kolaylaştırdığını söylediklerini” vurguluyordu.


Daha sonra Lenin, “Boykotun ve gerekçelerinin her zaman telaffuz edilmediğini” de vurguladıktan sonra,” gerekçelerin temel önkoşulunun ne olduğunu “ sorarak, şöyle cevaplıyordu; “ bu önkoşul, tüm anayasal kanalların dışında, dolaysız bir çıkış arayan ve bulan kitlelerin zengin devrimci enerjisiydi. Bu önkoşul, devrimin gericiliğe karşı kesintisiz saldırısıdır. Genel saldırıyı zayıflatmak için düşman tarafından bize kasten bırakılan bir mevziiyi ele geçirip, savunarak, bu saldırıyı güçsüzleştirmek suç olurdu.”


Ve Lenin, şunu da eklemeyi ihmal etmemiştir; “Bu gerekçeler, bu temel önkoşulun dışında tekrarlanmaya kalkışıldığında, müzikteki falso, ana notanın yanlışlığı hemen fark edilecektir.”


Yeterince açık ama gel gör ki, sağıra ve köre yatandan daha sağırı ve körü olmaz ve şimdi bir de ahmağa yatanlar türedi ki yeme de yanında yat!


Bu gün mü?


Bugün ve 31 Mart seçimleri ve özellikle de sonuçları ile birlikte, seçimin de politikanın da iflas ettiği, parlamentonun epeyden beri bir dekor bile olmadığı ve elbette Gezi ruhunun henüz sönümlendirilemediği gerçeği de göz önüne alınırsa, boykot şiarı anlamlı bir müziğin, hoş ve coşturan notası olabilir!


Ancak ben daha sonra gurur duyulacak bu onuru öncelikle anarşistlerimize bırakıyorum ve mesela anarşistlerin, en azından bir kısmının medarı iftiharı, olan ve 31 Mart’ta, “Boykot mu? Sakın ha! “ diyen Gün Zileli’nin, (ne yalan söyleyeyim başka da onun gibi tescilli anarşist eskisi tanımıyorum) bu dediğini de masaya yatırarak ama “hemen şimdi”, “boykot anarşistliğin şanındandır” diyerek güzel bir
mektup patlatmasının çok hoş olacağına inanıyorum!


Ama önce, hepimizin, bu günün nesnel koşullarını iyi tahlil etmesi ve öyle işkembeden atılan nutuklarla, içi boş, saman tadında notaların tınılarıyla ve fetiş yaklaşan yüreklerle değil, nesnel koşulların somut tahlilinden, yani somutu soyutlayarak ortaya çıkardıkları zenginlikten fışkıran teorik çıkarsamalarla bugünün teorik-politik rengini ortaya koyması gerekmektedir!


Bu sonuçta aradığımız bellidir; bir devrimci yükseliş eğilimi var mı? Parlamenterist hayaller, seçime, politikaya inanç ve güvenç ne durumda? Ve devrimci yükselişe inanç ve güven var mı yok mu? Boykot şiarı, varsa devrimci yükselişi daha da yükseltir ve gericiliğin üzerine üzerine sürükler mi? Yoksa parlamenter hayallerin peşinde daha mı çok gidilmesine neden olur?

AKSEYMEN pirimizin dediği gibi, hepsi bu!

Bir de ortada Ekmeleddin ile tahterevalli oyunu var ki, her halde kendisini değil, aynı tahterevallinin öteki ucundakini, yani RTE’yi yükseltmek içindir ve Demirtaş ki tahterevalli oyununda deneyimlidir, bir onların, bir RTE’nin yükseltildiğini hepimiz görüyoruz,Ekmeleddin’in itilimi yetmezse,“ in oradan aşağı” demeyecektir ama herhalde tahterevallinin tam orta yerinden kim daha çok ısrar ederse o tarafa doğru ağırlığını verecektir(tabii bu tahterevalliye göre ağırlığını çekmek oluyor) ki, bu da zaten en başından, her türlü hayali körelten ve hayallerden uyandıran bir yükselişin habercisi ve tetikleyicisi olabilir!


Yeter ki aklımızı kullanalım, bu tahterevalli oyununu iyi anlayalım ve bu oyuna dâhil olmamak yanında, seyirci de kalmayalım; öyleyse ne yapalım? Tahterevallinin yüksek ucundakini de, alçalan ucundakini de ve ortada denge kuranını da ham hayalinden uyandıran bir yükselişin önünü açmak için, bu tahterevalli oyununu bozma kararlılığının gerekliliğini bilince çıkarıp, irade haline getirelim!

Fikret Uzun

19 Temmuz 2014