16 Mayıs 2014 Cuma

GENEL GREV GENEL BİR SAÇMALIK MIDIR?

GENEL GREV GENEL BİR SAÇMALIK MIDIR?

II. Enternasyonal’de Alman Partisi’nin oportünist lideri Auer’in sözleri oportünistliği kadar ünlüdür; Menşeviklerin bu sözlere balıklama atlayıp, bayrak edinmesi bugüne taşıdığı derslerle birlikte, son derece öğretici ve önemlidir!

Ama gelin görün ki, kimsenin ders almadığı bir yana, hatırlamak bile istemediğini görüyoruz!

Generalstreik ist Generalunsinn, genel grev genel bir saçmalıktır!

Auer işte böyle yani, “Eğer, bütün işçilerin işlerini bırakacakları bir genel grev başlatacak güçte isek, devrim de yapabiliriz demektir. Eğer o kadar güçlü isek, genel greve gereksinmemiz kalmaz; yok o kadar güçlü değilsek, genel grev başlatamayacağımız için bunu konuşmak bile saçmadır.” Diyordu.

Ama Lenin ve arkadaşları, Lenin’in önderliğinde, üçüncü kongre, genel grevin bir saçmalık olmadığını, Rusya’da bunun gününün geldiğini ve grevin gerçekleştirileceğini ilan ederek, 1905 Şubat devrimi ile yükselen devrimci harekete büyük bir hizmette bulunmuştu!

Ancak bu günün, dünün artıkları olan ve Türkiye’nin devrimci birikimini daha dün burjuvaziye teslim edip, gününü kurtarmaya çalışan, politikacı, parti lideri, işçi lideri, sendikacı, gençlik lideri, aydın vb. bilumum sol gömlekli sahtekârlar, bir kere emperyalist kapitalizme, tekelci düzene ve sahiplerine gönüllü köle olmuşlardır; onlara köle olmadan, onlar adına, ezilen ve sömürülen sınıfların cehennem zebanisi rolünü üstlenmezlerdi; çalışan sınıfları uysal uysal meleyen kuzular misli edilgen sürülere dönüştürmek için tekellerin ideolojik tetikçiliğini yapamazlardı.

Açın gazete arşivlerini ki zor değildir, internet kolaylığı burada da hazırdır, dün devrimci hareketin tepesinde olanların, çok az bir miktar bozulmadan kalanları ayırıyorum, hemen hepsi, bugün yeni mürtecidir ve emperyalist politikaların en sadık kölesidirler ve utanmadan bunu sol adına yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar!

Yaşar Nabi Yağcısından, Veysi Sarısözenine, Danyal Oral Çalışlarından, Osman Cengiz Çandarına, Oya Baydarından, Aydın Enginine, Zülfü Diclelisinden, Halil Berktayına kadar nice sol gömlekli şimdi zaman zaman birbirlerine ters düşerek ama her zaman emperyalist kapitalizmin, tekellerin, onların yönetimlerinin borazanını öttürerek solun içinde ellerini kollarını sallayarak, yüzleri bile kızarmadan, bir elleri ceplerinde, diğer ellerini kaşıyarak envai çeşit yalan ve demagoji ile sol/sosyalist alanların akıl yapısını bozmaya, akıl bozucu mekanizmayı kitlelerin en dip noktalarına kadar yaymaya, böylece tekellerin ihtiyacı olan kimliksiz, kişiliksiz, adı sanı belli olmayan, her türlü doğmaya teslim olmuş, edilgen sürüler haline getirmeye çalışmaktadırlar ki hepsinin ortak noktası, inançlarından değil, sahtekârlıklarından ve ilk önce kendilerinin emperyalizme gönüllü köle olmalarından, yeni mürteci olmalarıdır ki sahte de olsa sol söylemlerle kitleleri, ne de güzel mürteciliğin aynasında en aydınlık geleceği görmeleri için kandırırlardı ve sol gömlekli bu azap zebanilerinin eninde sonunda dini sosyalizm suretinde kitlelere yutturmaya çalışacakları belli idi ve artık herkese müjdeler olsun, o da olmuştur!

Üç gündür, en çok öne çıkarılan ve yayılan en renkli görüntü, en sonu dün gece TV’den de yayılan Soma’da bir katliam misli gerçekleşen ve hâlâ nedeni, nasılı tespit edilememiş olan ama Soma’dan başlayıp, bütün Türkiye’yi sarmak için biriktiğinin işaretlerini veren öfke kabarmasına neden olan, bu cinayet misli “kaza” ile hayatlarını hem de kitlesel olarak kaybeden ve madenin derinliklerinde kalan ve gözden çıkarıldıklarının işaretlerinin görüldüğü yaşayıp yaşamadıklarını henüz bilmediğimiz madenci işçilerin taksiratlarının affedilmesi için ama sanki yönetici sınıfların korkularından kurtulmak için gerçekleştirilen dua ayininde, geride kalanların acılarına ve öfkelerine merhem olmak üzere dualar okunmasıdır!

Aynı anda ise, pek çok yerde ve arkalarında pek fazla işçi ve emekçi olmayan duyarlı ve kararlı gruplar, bu kabaran öfkenin varlığına ve biriktiği yerde saklanamadan ortaya çıkması gerektiğine işaret kıvılcımı misli, biber gazları ile coplarla yüz yüze kalmaktadırlar.

Oysa sadece Soma’da ve sadece maden işçisi olarak 12 bin işçi bu acıyla yanıp kavrulmakta, hatta lanetler yağdırmakta ama lanetlerinin adresleri büyük oranda kaderlerine olmaktadır!

Ve gerçeğin diğer fotoğraf karesinde, GSM firmaları, reklam niyetine, ama kabaran öfkenin işaret fişeklerini kitlelerden yalıtlama amaçları temel güdüleri olarak, Soma halkının hem cep telefonu borçlarını silmekte, hem borçları nedeniyle kapalı olan hatlarını açmakta ve hem de sim kartlarına bedava kontür yüklemektedirler; tabii SGK’da boş durmamakta, daha maden sahibinin suçu sabit görülmediği halde, muhtemelen örtüleceğinin işareti de olabilir, katledilen, bir işverenin kâr hırsını tatmin etmek için, belli ki hâlâ ilkel yöntemlerle işletilen madeni tarafından hunharca yutulan madenci işçilerin ailelerine maaş bağlamanın formüllerini aramaya başlamışlardır!

Ve sendikalar, kimisi her gün üç dakika, kimisi bir kereliğine bir gün ya da iki gün iş bırakıp, “zavallı” sıfatına sokulan maden işçilerinin ailelerinin bu acılı günlerinde desteklerini esirgemediklerini göstermek için “sendikacılık”larını konuşturmaktadırlar!

Daha birkaç gün önce, henüz bu katliamdan haberimiz yoktu, bir konuda sürdürdüğümüz tartışmaya katkı olsun diye yazdığım mektupta, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin, dar gelirliden de öte, yoksulluk sınırındaki işçi ya da işsiz kalmış çalışan sınıfların, 12 Eylülden itibaren ki 12 Eylülün temel hedefinin de bu olduğunu hatırlatarak, bir taraftan devletin kolladığı tarikatlar eliyle ve devletin uyguladığı yardım programları ile düşkünleştirilirken, diğer taraftan büsbütün ve her anlamda silahsızlandırılmaya başladığını ve bunun yeni olmadığını, nerdeyse biti kanlanmış kapitalizm ile yaşıt olduğunu hatırlatmıştım.

Yani, İngiliz Sanayi Devrimi’nin, topraklarından uzaklaştırmış olduğu köylüleri, kitleler halinde, büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladığını ve bir iş bulma şansına sahip olmayan insanların açlığın insafına terk edildiğini ve çok kalabalık oldukları için, hepsine iş bulmak zor olduğu için, 1795’te “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasasının çıkarıldığını; yasa uyarınca, bir iş bulamayanların Kilise’ye sığınacak olduklarını ve Kilisenin bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacak olduğunu ve düşkünleştirmenin özet tarihinin bu olduğunu hatırlatmıştım.
Ekleyerek, İngiltere’de sendikal hareketin ortaya çıkmasının ancak düşkünler yasasının kaldırılmasıyla mümkün olduğunu, Hayır için yardımın ise, sadece profesyonel düşkünler ürettiğini ve Profesyonel düşkünün, dilenci olduğunu, bütün refleksi, dağıtılan hayır için yardımlardan daha çok pay almaya yönelik olduğunu hatırlatmıştım ki, her halde sınıftan uzaklaştırmak ve gönüllü köleliğe alıştırmanın bir yöntemi de bu olsa gerektir.

Ancak sınıfın sınıf olması için, önce sadakadan kurtulması gerekir ki maalesef, bunu dünün artıklarını saymıyorum, bu günün işçi liderleri de, sendikacıları da, işçilerin emekçilerin partisi olduğunu iddia eden partilerin liderleri de her halde bilememektedirler!

Ve taşeronlaştırmanın kolaylaştırılmasında, her halde bunun payı yüksek olsa gerektir!

Öyleyse, bir taraftan düşkünleştirerek, diğer taraftan fabrikadan sınıfı atıp, yerine Öcalan’ın ve tilmizlerinden biri rolüne soyunmuş olan Veysi Sarısözen’e göre sosyalist toplumun embriyonik hali olan ümmeti koyarak ve başka bir taraftan da taşeronlaştırma yanında sendikasızlaştırarak işçi ve emekçilerin büsbütün silahsızlandırılması neredeyse tamamlanmış demektir ama hayır, henüz tamamlanmamış olduğunu görebiliyoruz!

Ayrıca, Türkiye’de daha öncesi de var ama asıl ve güçlü olarak, “bir daha asla!” ant’ları eşliğinde 12 Eylül faşist darbesi ile ve Kemalizm nutuklarının şemsiyesi ile hızlandırılan İslamizasyon operasyonunun, kolay yönetim ve diktatoryal rejim için taban yaratma işi olduğunu yani bilgisiz ve tabi insan imalatı demek olduğunu da hatırlatmıştım ki işte sonuçları ortadadır ve çalışan kitleler hem ümmete dönüşmenin yüzü suyu hürmetine, hem de sadaka ya da bir lütuf misli gördükleri iş bulma şansını kaybetmemek uğruna, bir daha böyle katliamlara maruz kalmamak için örgütlenmek ve bunun hesabını sormak gerektiğine inanarak ayağa kalkacaklarına, alanlara koşacaklarına, dizlerinin üzerine daha fazla çökerek, hem Allaha yakarmakta ve hem de kendi cellatları misli bir mekanizmanın tertiplediği dua ayinlerinde çare aramışlardır!

Şimdi peşi sıra “baş sağlığı” dilemekle ve popülizm yapmakla meşgul liderler, bizzat kendilerinin canavar olarak niteledikleri ve ondan kurtulmanın yolunu ise bu canavarı yavru canavar haline getirmek, sevimli canavar haline getirmek olarak ifade ettikleri ulus-devlet ile yel değirmeni misli kavga etmeyi politika sayarken, şimdi kendisini Soma’nın yüzlerce kat dibinde Azrail misli gösteren sömürü mekanizmasına karşı savaşmak yerine, ümmet olmayı ve bunun en yüce erek olduğunu böylece insanlığın kurtulacağını ve bunun mekanizmasının da bu canavarlaşmış sömürü mekanizmasının sevimli hali olan, yavru hali olan “demokratik” modernite’de, “demokratik” ümmet toplum’unda olduğunu vaaz etmektedirler!

Oysa 12 Eylül’ün, Emperyalizmin küresel hedefi olan, ulus-devlet yapısının çözülmesi, dünyanın bir şirket dinamiğinde yönetilmesine yönelik bir açılım olduğunu ve bu nedenle kapitalizmin kendi yasallıklarına bile hücumla bütün yapılarını ve kurumlarını dümdüz ettiğini, bunun için de post-modern ideolojiyi kullandığını ama asıl hedefinin, oklarının sivri ama sinsi ucunun, yine yeniden ve en zayıf olduğu bu günkü anında bile korktuğu sosyalist harekete yönelik olduğunu çok önceden beri hatırlatmıştım.

Öyleyse hepsi bir bütündür ve evet, asıl söz konusu olan bu bütünsel resmin orasında burasında, renklerle ve tonlarla oynayarak, resimden pek anlamayan, anlasa da resmin bütününe bakmasını bilmeyenlere resmi beğendirmek değildir; önce, bu resmin bütünselliğinde, hangi canavarlıkları içeren renk ve tonların bir düğüm misli birbirine sıkı sıkıya bağlandığını ve ortaya gerçekte nasıl bir canavarın görüntüsünü koyduğunu göstermek, gösterenleri çoğaltmak; sonra da böyle bir resimden kimseye, özellikle de kölece çalışmaya mahkûm edilmiş işçi ve emekçilere bir hayır gelmeyeceğinin bilincini yükseltmek; ama en önemlisi bu resme her gün bakan ve bu günün medyatik akıl bozucu atmosferinde sadece canavarlığının boyutlarını göremeyen ama yine de ters giden bir şeyler olduğunu, bu resmin kendisine uymadığını ve kendisi bu resme uyduğu için de kendini kaybettiğini, kendine yabancılaştığını ve sonuna koştuğunu göstermek; bu nedenle de hem bilinç hem de öfke biriktirdiğinin farkında olmayan bu çalışan sınıfların bu birikimini hem bu canavarlaşmış sömürü mekanizmasına teslim etmeye çalışanları deşifre ederek, hem de bu birikimin doğru adrese yönelmesini kanalize etmek; böylece de, kurtuluşun her tarafından canavarlık fışkıran, pislik akıtan, pis kokular yayan bu karanlık resmi sevimli hale getirerek değil, orasını burasını güzelleştirerek değil, tam aksine bu resimden topyekün kurtulup, yerine en başta işçi ve emekçiler olmak üzere, bu resmin, bir darağacının ipi misli boğazlarını sıkan canavarlık düğümlerinden zarar gören tüm sınıf ve katmanların özlem ve beklentilerini yansıtan gerçek anlamda sevimli bir resmi koymak gerektiğini göstermektir!

Devrimci olmak, devrimcileştirmek işte böyle bir şeydir! Bugün devrimci olmanın en başında kitlelerin edilgenleştirilmesine karşı olmak gelmektedir! Topluma müdahale etmek istiyorsa, gidişe dur demek istiyorsa, devrimci budur ve bunun için önce edilgenliğe ve buna neden olan etmenlere ve mekanizmalara karşı durması gerekmektedir!

Yani bu olmadan, nutuklar da, içilen antlar da boşunadır ve çok zaman, bir gerçeğin üzerinin örtülmesine yarar!

Edilgenlik isyankârlığın zıttıdır ve hem edilgenlikle ve etmenleri ile mücadeleden uzak durup, hatta su taşıyıp, hem de nutuklar atarak insanları isyan için ant içmeye çağırmak yaman bir çelişkidir!

Ve ortada, içinde işçilerin, emekçilerin olduğu bir mahkûmiyet var ve bu mahkûmiyete dur denilmezse, hepimiz, görüyor ve biliyoruz ki, bu mahkûmiyetin son durağı müebbeden kırbaçlı kölelik olacaktır ama tek mahkûmiyet bu değildir; bu mahkûmiyeti kalıcı kılmak, son durağına zorsuz zahmetsiz götürmek için, devrimcilerin, devrimci-demokratların, sosyalistlerin, aydınların, gençlerin, bu toprakları ve emekçi halklarını, ezilen ve sömürülen sınıflarını seven, dertlerini dert edinen, kaderlerinin önünde devrimci bir kalkan gibi duranların mahkûm edildiği bir gerçeksizleştirme, bir devrimcisizleştirme, bir akılsızlaştırma, bir ufuksuzlaştırma, bir teorisizleştirme bataklığına mahkûm edildiğini de görüyoruz ve işte buna karşı durmadan devrimci olmak ve kitleleri devrimcileştirmek mümkün değildir!

Bu mümkün olmazsa, hangi kararın doğru ve hangi karar merciinin adaletli ve devrimci yönde olduğunu ayırt edecek kimsenin kalması mümkün değildir; bu mümkün olmazsa, çalışan sınıfların mahkûmiyetini müebbeden kırbaçlı köleliğe yükseltecek karar mercilerinin elleri bile titremeyecektir!

Yani ümmet toplumunu sosyalizm sanan bir topluluk içinden, ancak ve ancak bu kırbaçlı mahkûmiyetlerin bütün toplumun mutluluğu için kaçınılmaz olduğunu ve bunun bir yüce hizmet olduğunu akıllara bir çivi misli çakan gönüllü birlikler çıkartılabilir ve bunların, çalışan sınıfların iktisadi, sosyal ve politik kurtuluşları için değil, çalışan sınıfların köleliklerine razı olmaları için çıkacakları, ya da bu biçime sokulacakları apaçık bellidir!

Ve o zaman emin olunmalı ki, ne bankaya ne medyaya gerek olacaktır ki söz konusu olan kırbaçlı kölelik ise ve bu evrede düşkünleştirme taban yapmış ise, belki biraz hırsızlık ve pek çok arsızlık olacaktır ama ne işsiz, ne de aylak kalacaktır!

Yani ey aklı sağlam, yüreği pek bir çalkantılı, öfkesi ise bilinçlice tavan yapmış yurdumun devrimci yürekleri, işte resimden fışkıran canavarlık yanında, akla, izana uymayan, eşyanın tabiatına büsbütün ters ve olmayacak duaya âmin misli sırıtan renkler bunlardır ve bunun bir nafile çabanın resmi olduğu apaçık ortadadır!

Çünkü tarihin de bir mantığı var ve bize apaçık göstermektedir ki, buna izin vermeyecek ve eninde sonunda bu karanlık tabloyu tuzla buz edecektir ve bu eninde sonunda’nın ucunun görüldüğünü görmemek körlük değilse, bu resme ve canavarlıklarına tutulmuş olmak demektir!

Diğer yandan, ortadadır ortada olmasına ama gelin görün ki bu ortadakini görmeden nutuklar atılmakta, antlar içirilmekte, dolayısıyla işin kolayına kaçılmaktadır!

Ancak bu nutuklar, bu ant içirme ayinleri, işin tarihin mantığına bırakılmasını önermekten başka bir şeyi ifade etmemektedir! Oysa tarihin mantığı bir bütündür ve devrimcilerin, yani bu mantık içinde tarihin ortaya çıkardığı devrimci aktörlerin işin içine girmesini de içermektedir!

Demek ki, nutuktan, ant içmekten önce, tarihin mantığını anlamak ve anlatmak gerekmektedir!

Öyleyse, bunun beş para etmez olduğunu söylemiyorum elbette ve yürekleri harekete geçireceğini de yadsımıyorum ancak, bu nutuk furyasının, bu ant içirme ayinlerinin bir kenara bırakılıp, önce geldiğimiz noktada, hangi resmin içinde, hangi canavarlıkların pençesinde olduğumuzun farkına varmamız gerektiğini, bu anlamda bu noktadan sonra tarihin mantığının neyi ve nereyi işaret ettiğini görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum!

Bütün günahları, soyut bir “ulus devlet” olgusunun boynuna asıp, böyle yaparak sorunun çözülemeyeceğini, bu “ ulus-devlet” in canavarlığını büyütenin, soyut bir mekanizma olmadığını, bu “ulus devlet” in sahipleri olduğunu, besleyenleri, büyütenleri, canavarlaştıranları olduğunu ve bizzat bu sahiplerinin, bu canavarlığı yanında işlemezliği deşifre olan ve hatta bu canavarın sahiplerinin, yararından çok zararı olduğu, köstek olduğu görülen bu “ulus-devlet” den kurtulmak istediğini, dünyayı bir şirket misli yönetmek istediğini; tarihin motorunun durdurulması için, bu motoru oluşturan bütün olgulardan, mesela sınıftan, mesela sınıf mücadelesinden kurtulmak istediğini; bu nedenle tarihin gerisine yönelmek ve dünya çapında bir kölelik cumhuriyeti kurmak hevesinde olduğunu ve bunun da son tahlilde bir “demokrasi” olduğunu gösterenleri ve dahi ilkel aşiret komününün eninde sonunda despotluğa veya hanedanlığa ve yahut da klan başkanlığına dönüştüğünü ve böylece şimdiki devletin embriyon halini ortaya çıkaran bir egemenliği ortaya çıkardığını ve bunun için zordan çok daha fazla ekonomik nedenlerin etken olduğunu işaret edenleri, “bu ulus-devlet”in destekçileri olarak görmenin akılla izanla bağlı olmadığının farkına vararak, bütün mahkûmiyetler yanında, bir de bu canavardan, onun barbarlıklarından, barbarlıkla kurtulmaya mahkûm olmamak için, silkinip kendimize gelmek zorunda olduğumuzu hatırlatıyorum!

Ve öyleyse, bir kez daha en son hamleleri olan “İslam açılımı” ile Kürtlerin gelip gelip nasıl bir karanlığa girdiğini ve bu karanlığa sıkı sıkıya nasıl sarıldığını, kendisine nasıl alan açmaya başladıklarını ve hepsinin bu büyük resmin içindeki düğüm olmuş canavarlıkları hem büyütmek, hem de sevimli hale getirmek üzere adım adım gerçekleştirildiğini; yani emperyalizmin, tekellerin resmi politikalarının içinde olduğunu; yani kendi yasallıklarını da, kendisinin oluşturduğu yapı ve kurumları da reddedip, tarihinin gerisine yönelmiş olan bir canavar ile karşı karşıya olduğumuzu ama bu akla izana sığmayacak olan ve “demokratik” şurupları ile sevimli hale getirilmesi mümkün olmayan politikaların bu canavarın bir sinek ısırığı kadar bile canını yakmayacağını, aksine kendisinin sağlayabileceğinden çok daha büyük bir güç elde etmesine yarayacağını herkesin görmesi, idrak etmesi ve nutuklarını ona göre atması, ant’ larını ona göre içip, ona göre içirtmesi gerekmektedir!

Artık, hadi Gapon’lar demode oldu, ortalıkta dolaşmıyor pek fazla, ya şu Berkeley kafalı yeni mürteciler, onların peşinden gitmekten vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? Hatta onların üzerlerindeki yaldızları un ufak etmenin vakti gelmedi mi?

Bunlardan birisi de, belli ki, TKP’ yi ararken de köy imamı kafası ile dolaşıp duruyordu ve ne yazık ki onun bu köy imamı kafasını görmezden gelip, en yüksek yerlere koopte edenleri de ıskartaya çıkararak, tekellerin, tekelci düzenin, yani 12 Eylül faşist rejiminin, tam da yine yeniden “demokrasi” peçesine ihtiyacı olduğu bir zamanda, TKP nin rahmine likidasyon şelalesini fışkırtan ekibin bir muhibbi olan Veysi Sarısözen’dir ve yeni mürteciliğini, aynı anlama gelmek üzere, üstüne eski de olsa bir “komünist” gömleği geçirdiği gövdesinin üzerinde bir Berkeley kafası taşıdığını göstermiştir!

Engin “komünist” bilgileri ile ümmeti ulustan üstün ve daha “insani” bir birlik olarak gösterecek kadar Berkeley’leşen; Öcalan’ın her hareketini olduğu gibi, “İslam açılımı”nı da sol adına aklamak için, en pespaye ifadelerle sosyalizmden ne denli uzaklaştığını gösteren Veysi Sarısözen ne ilktir ve bu gün ne de tektir; ondan öncekiler bir yana, bu gün onun gibi pek çok yeni mürteci vardır ve geçmişi hiçbir zaman inkâr etmedim; geçmişimi bahane ederek hiçbir zaman umudumu ve iyimserliğimi kaybetmedim, ama bunun gibilerle ve bunun gibilerin yönetimi altında ne idüğü belirsiz sahte suratlı, çift inançlı insanları yoldaş belleyip, canımı, geleceğimi ve umutlarımı teslim ettiğim için gerçekten sonsuz lanetler yağdırıyorum; ancak bu dejenere olmuş kapitalist yolcular, her nasıl bir ikbal peşinde koşuyorlarsa koşsunlar çabaları nafile olan bu sosyalizm düşmanları, umutlarımı da, iyimserliğimi de köreltemeyecekler ve yakalarını da tarihin adaletinden kurtaramayacaklardır!

Öyleyse bir kez daha vurgulamak istiyorum ki, mesele, insanların inançlarını ve buna uygun olarak ibadetlerini, hiçbir müdahale, baskı ve yönlendirme olmadan özgürce, yaşayabilmelerine karşı çıkmak veya ortada böyle bir güç ve mekanizma varmış gibi dini ve dini inançlarını yaşamak isteyenleri bu güçten ve baskısından kurtarmak için savaşmak değildir; böyle bir kavga veya karşıtlık yoktur!
Dolayısıyla dinsizleştirme sorunu da yoktur!

Ayrıca, bu inanç sahiplerinin, inançlarını ve ibadetlerini yaşamak istedikleri için, sırf bunun için, ezilmeleri de söz konusu değil!

Sosyalistlerin dine ve dini inançlara ve elbette bu inançlarına göre ibadet edenlere saygılı oldukları ve kimsenin dinin inançlarına zorla müdahale etmedikleri ve etmeyecekleri de açıktır!

Ezgi ise, sömürü ile birlikte ve sömürüyü hem katmerleştirmek ve hem de kalıcı kılmak içindir yani tümüyle sınıfîdir!

Öyleyse mesele, dinselleştirme, meselesidir ki bu da sınıfsaldır ve öğrenme kabiliyetini tüketerek insanı bozma meselesidir; bilinci bozarak, fabrika düzenine ümmeti yerleştirme meselesidir; çünkü artı-değer üreten çalışan sınıflar artık ve ancak, bu operasyonlarla, en ucuz disiplin olan din ile ve düşkünleştirilerek tımar edilebilir, tekellerin düzenlerini büyütmeleri, kârlarını katlamaları ve sonsuza kadar sürdürmeleri ancak böyle mümkün olabilir!

Özet olarak, dinselleştirme eninde sonunda akıl düzenini ortadan kaldırmak ve kamu yönetimini şeriata dayandırmak demektir.

Öyleyse dinci politikayı yoğunlaştırmak, Türkiye’nin laik burjuva ideolojisiyle durdurulamayan sosyalizme akışını durdurmak için olduğu apaçık görülmektedir!


Öyleyse, dine saygı adına, dinci akımlarla uyuşmak için gedikler açmak, sosyalizmin durdurulmasına katkıda bulunmak demektir ve elbette dinci akımların Türkiye’yi burjuva dönemin gerisine götürmek için var olduklarını ve sosyalizmin burjuva dönemin sonrası olduğunu ve sosyalizmin gelişiminin dinci akımların etkisini kırmakla mümkün olduğunu görmezden gelmek demektir!

Öte yandan biraz tarih bilgisi olan İslamın bütün tarihinin siyasal iktidar savaşı olduğunu bilir; dahası, Muaviye’den bu yana İslam’ın mücadele silahının takiye olduğunu da bilir!

Son olarak, ister İslam olsun, isterse Hıristiyanlık olsun, dinde araştırmaya yer yoktur!

Öyleyse, Öcalan, dindar Kürtlere ki, hemen hepsi bir tarikatın içinde veya etkisindedir, “demokratik” şurubu içirerek, bütün dünyanın iyiliklerini içinde topladığını iddia ettiği “komün” ünü, çıkarlarına uygun olmadıktan sonra, daha da doğrusu, çıkarlarına uygun olup olmadığına kani olana kadar, benimsetmesi mümkün değildir; ayrıca tarikat bağları söz konusu olduğuna göre, genellikle de bu bağı yok sayıp kendi iradeleriyle karar veremeyeceklerine göre, işin gene tarikat şeyhlerine kalmakta olduğu ve işin özünün de pratikte çıkar olduğu görülmektedir!

Burada bitiriyorum ve bitirirken, bütün bu ifadelerimle, insanları bu gidişe dur demeye çağırmak için, bu anlamda topluma, devrimci yönde bir müdahale anlamında propagandif nutuklar atmanın gereksizliğini söylemeye çalışmadığım açıktır; öte yandan hiç kimsenin içtiği andı küçümsediğim veya gereksiz saydığım da yok; sadece ve sadece gerçek tabloyu ve gidişatı ve bu gidişatı durdurmak için bin bir yanlış dışında hiçbir şey yapılmadığını; dolayısıyla öncelikli olanlardan başlayarak artık herkesin üzerine düşeni devrimci yönde yapması gerektiğini, nasılı ve niçini ile birlikte, kendi lisanımla gösterebilmek istedim, hepsi budur ve bunun için bir sürü cümle kurmak zorunda kaldığım için özürlerimin kabulü ile aramızdan ayrılıp, geri dönülmeze göç eden madenci işçi arkadaşlarımıza ve geride bıraktıklarına olan borcumuz gereği, bu sıkıntıya katlanıldığı için de şükranlarımı sunuyorum!

Saygı sevgi ve dizginsiz bir öfke ile
Fikret Uzun
16 Mayıs 2014

14 Mayıs 2014 Çarşamba

ŞİMDİ AKILLI YÜREKLİ ÖFKELİ, İSYANLAR ZAMANIDIR



ŞİMDİ AKILLI YÜREKLİ ÖFKELİ, İSYANLAR  ZAMANIDIR

Dün geceden bu yana, nete küs, kadere küs, insanlıktan uzaklaşmış insanlığa küs ve elbette akıl taşıdıklarına inandığım ama hâlâ en somut gerçekliklere bile uzak duran çevremdekilere küs, hatta yazmak isteyen ellerime küs, düşünen aklıma, acı çeken yüreğime küs, öfkemi ve ızdırabımı içimde büyüterek, iyimserliğimi ve umudumu sınayıp durdum ve yine de, ne iyimserliğimden, ne de umudumdan vazgeçebileceğimi anladım!

Ama yine de, böyle bir acı ile cinayetin en sefil hali ile duygusal olarak nasıl baş edilebileceğini bilemediğimi; bu anlamda bir ensesi kalının dizginsiz zenginliklerini artırması pahasına göz göre göre, bağıra bağıra gelerek gerçekleşen kitlesel cinayet sonucu, Soma’lı maden işçilerinin kaybettikleri yaşamları nedeniyle duyulan acının nasıl dindirilebileceğini ve geride kalanlara, bu katliam niteliğindeki ölümler nedeniyle duydukları acılarına ortak olunduğunun, sabırlar dilendiğinin nasıl söylenebileceğini düşünüp durdum ve içinden çıkamadığımı belirtmek istiyorum!

Ancak yine de şunu söylemek isterim ki sabır, evet bu gerekiyor ama öfkenin ve acının dindirilmek yerine canlı tutulması daha çok gerektiğine karar verdim!
Şüphesiz kimsenin eli kolu bağlı değil ama hâlâ bir sessizliktir, kayıtsızlıktır sürmektedir; öyleyse insanlığın nasıl bir şey olduğunun farkında olup olmadığı tartışılır halde olan insanların ve öncelikle kış uykusunda misli bir kurtarıcı mesih bekleyen, gelmiyor diye de edilgenliği seçen işçilerin, emekçilerin ve onların “sendikacı” suretinde ortalıkta dolaşan temsilcilerinin, işçilikten ve emekçilikten çoktan uzaklaşmış liderlerinin ve elbette politik hırsları için her kötülükle pazarlığa girişebilen politikacıların belli ki akılları, vicdanları, yürekleri bağlanmış, kaskatı kesilmiştir!

Öyleyse acıdan duyulan ızdırabın ve yarattığı öfkenin canlı ve etkin tutulması gerek şarttır; hiç kimse, benden uzak acı benim değildir, benden uzak öfke bana ait değildir dememelidir!

Ama hiç kimse çektiği acıyı ve duyduğu öfkeyi boşaltmak için kendine ve yakın çevresine zarar vermemelidir!

Acı ve öfke boşaltılacaksa eğer, kader diye yutturulan ve kaderse bile bu acılara, bu acıların yarattığı öfkelere kaynaklık eden dizginsiz kâr hırsı yaratan ve büyüten mekanizmanın çarklarının bam teline ve bu mekanizmayı çalıştıran, çalıştırdıkça hırsları artanların ve onlarla, onlardan değilmiş gibi görünerek işbirlikçilik yapanların veya bu dizginsiz kâr hırsına nasıl dur denileceğini, bu dizginlenemez kârları ve hırsları büyüten mekanizmanın nasıl durdurulacağını düşünmek ve bunun için azıcık insanlık göstermek zahmetine bile katlanmayanların ve elbette bu acının yarattığı öfkeden korkarak, bu öfkeyi dizginlemek için her türlü kurnazlığı yapan işçi ve emekçilerin, çalışan çalışmayan ama her şekilde kâr hırsı içinde yanıp tutuşanların yarattığı risklere maruz kalan herkesin içinde ve yakınında cirit atan ve onların hak ve hukukunu savunuyormuş gibi yaparak, bu kâr hırsı içinde yanıp tutuşanların mutsuzluklarına derman olmak için var olan, arsız, akılsız, vicdansız, belleksiz bütün çanak yalayıcılarının suratlarına, sıfatlarının içine ve hem de bu öfkeyi en duyarsız insanların yüreğine bir bilinç misli akıtarak boşaltmak, böylece yüreklerin ve akılların bu bilinçle harekete geçmesinin ve öfkeden bir volkan misli patlamasının ve bu patlamada kaderlerinin ellerinde olduğunun ve kaderlerini ellerine almadan bu acılardan ve öfkeden kurtulmanın ve bu acıları ve öfkenin kaynağını kurutmanın mümkün olmadığının farkındalığını yaratan eylemli bilinci olmak gerekmektedir!

İşte bu nasıl olacaksa, olması için zamanı gelmiştir ki pek az da olsa, akıl ve yürek taşıyan arkadaşların bu eylemli bilincin adresini yüreklice göstermeleri önemlidir!
Böylece herkesin, bütün işçi ve emekçi düşmanı olan, insanlık düşmanlığında sınır tanımayan ama buna rağmen işçilerin, emekçilerin, ezilen ve sömürülenlerin içinde onlardan biri imiş gibi, hatta onlardan daha akıllı ve daha cesur imiş gibi dolaşanların büründükleri rol, takındıkları poz, edindikleri kalkan, sarındıkları yaldız hepsi tuzla buz olacak ve çırılçıplak orta yerde kalacaklar, o sırada şaşkınlıkla da bu daha önce görmedikleri durumu görmenin şoku ile ayağa kalkan kitleler, kendilerinin daha büyük ve artık herkesten akil olduklarını fark edeceklerdir!

Şimdi herkesin çok net olarak anlaması gerekir ki kahramanlık,evet gereklidir ve yüreklice yükselen isyanlar kahramansız olmaz, ama her tarafı tutulan ve herkesin katılmayacağı çok önceden belli olan Taksim ile imtihana girip koltuklarına sıkı sıkı yapışmanın yansıması olan kahramanlık,kahramanlık değildir; kahraman olmak mı isteniyor, işçilerin, sınıf olduklarını ve her şeyi yaratan olduklarını yaratmazlarsa yaşamın,sadece kendilerinin içinde olduğu değil, zenginlerin de içinde olduğu yaşamın duracağını bilince çıkartmalarına yarayacak kahramanlıklar göstermelidirler ve bu, akıl ile bilim ile ve bundan duyulan umut ve iyimserlikle mümkündür!

Bir işçi, bir emekçi, yarattığı zenginlikleri, zenginliklerine doyamayan dizginsiz hırs sahiplerinin cebine koymaktan vazgeçerse, yer yerinden oynamaz, hatta yaprak bile kıpırdamaz ama işçi olduklarını, emekçi olduklarını bütün hücrelerine kadar duyumsayarak, bütün işçi ve emekçiler, en azından azımsanmayacak bir birliktelik içinde olanlar, “hop dedik, artık zenginlik üretmiyoruz” deseler, işte o zaman yer yerinden oynar, akıllar karışır, yürekler alabora olur, telaşlar artar, korkular yer değiştirir, vicdanlar kendine gelir ve öfkeler büyür büyür, kendini en doğru yere doğru püskürtür ki işte o an ve ondan sonrası, bütün acıların dindiği, bütün öfkelerin yerini bularak dizginlendiği, umutların ve iyimserliğin anlamını bulduğu ve hemen yakında olmasa da, ufukta o cehennem sıcaklığı yaratan öfke patlamalarının içinden yükselen bir cennet kendini gösterebilir!

Bu, dün kâr hırsı ile yanıp tutuşanların bu hırslarına derman olan “büyük grev”e benzemez, kâr hırslarını da, kâr çarklarını da tuzla buz eden ama kâr hırslarının kurbanı olanların kanlarını yerden kaldıran, geride kalanların acılarını dindiren, öfkelerini en anlamlı bir noktaya kanalize eden en anlamlı ve en hızlı ve en güvenli değiştirici, dönüştürücü bir kolektif derman olur!

Türkiye’nin işçi sınıfına, emekçilerine, onlar ile yürekten ve akılla, bilimle bağlı yiğit, kararlı ve inançlı temsilcilerine, işçisınıfının yolunda yürüyen gençlerine, kadınlarına, emeklilerine ve en büyük acının onların yüreklerine düştüğüne inandığım, cinayete kurban giden, katliamın daniskası ile katledilen, göz göre göre ölüme gönderilen Soma’lı maden işçilerinin yakınlarına, çocuklarına, eşlerine sabırlar dilerken, öfkelerini ve acılarını yüreklerinde büyütmelerini, bu cehennem çukurunda ölmeyi göze alarak ekmek paralarını kazanmak için, birilerinin ceplerini doldurmaya ve bunun için bu kâr hırsını yaratan canavarın dişlileri arasında ölüme mahkûm edilen maden işçilerine bunu borçlu olduklarını, hepimizin borçlu olduğumuzu ve o cehennem çukurundan kurtulan yaralı olan veya burnu bile kanamamış olsa da yürekleri yaralanmış olan tüm işçi arkadaşlara acil şifalar ve sabırlar diliyor, neden diğerleri gibi ölmedikleri için kendilerini kahretmemelerini, bunun için yüreklerini karartmalarını, ama isyanlarını büyütmelerini dilediğimi belirterek, gözlerim ağlamaya muhtaç, ağlamamaya and içmişçesine şişmiş, yüreğim kabarmış, öfkem öncekilere hiç benzemez olmuş bir halde bitiriyorum!

Fikret Uzun

14-Mayıs 2014

13 Mayıs 2014 Salı

POPÜLİZM İLE HALKÇILIK AYNI ŞEY DEĞİL DEMEMİŞ MİYDİK 3 (son)



“Proletarya partisi dine özel bir anlam yüklemez yani ne onunla savaşır ne onunla uzlaşır
onu ortaya çıkaran asıl güçler ile savaşır.
Bu Marks'ta da Lenin'de de böyledir.
Gerçek Bolşevikler de buna göre tutum alır.
Biz ancak yığınların inancı üzerindeki baskıları kaldırmak için mücadele ederiz. Dini inancından kaynaklı ezilenlere özgürlük deriz.
Ama bu dini alıp bayraklaştıralım ya da ondan yararlanalım anlamında olamaz. Buna oportünizm denir. Devrimcilik değil.
Ortadoğu toplumu Müslümandır. O zaman biz de Müslümanlara göre bir program ile kitlelerin karşısına çıkalım demek din ve mezhep baskısı altında olanların hakkını çiğnemektir.”
Ekim_Arat'ı kutluyorum ve teşekkür ediyorum; çok net ve sade ve de en az cümle ile açıklamış ve pek doğrudur!
İşte bu! dedim ve durdum!

Dün okumuştum ve yerinde idi, Ekim_Arat, Lenin'den uzunca bir alıntı aktarmıştı; aklımdan geçmişti, Ekim boş birisi değil, Lenin’i anında bulup çıkarıp buraya aktarıyorsa, buraya aktardıklarının büyük bir bölümü aklında olmalıydı; bekliyordum ve işte Ekim_Arat aklındakileri özetlemiş ve çok güzel özetlemiş; ama ne benim o uzun uzun yazdıklarımı ne de Ekim_Arat'ın aktardığı bu rafine bilgileri kimsenin iplediği yoktur; sanki kompozisyon ya da güzel konuşma sanatı üzerine bir yarışmadayız ve Sosyalist Forum, Forum değil, "podyum"; yazıların geçit yaptığını görüyoruz ve izleyenler podyumun etrafına dizilmiş, kendi aralarında içkilerini veya çaylarını yudumlarken konuşuyor amma ve lakin podyumda salına salına geçen mektupları bütün endamıyla göremiyorlar, duyamıyorlar!

Bazılarına ise daha podyumun kapısında belirdiği anda sırtlarını dönüp, neredeyse gözlerini yumarak, ellerindeki içkiyi ya da çayı, kahveyi her neyse, fondip yapıyorlar ve dişlerini sıkarak, gene mi o! diye kızgın kızgın mırıldanıyorlar.

Bazılarına ise, işte idolüm, işte podyumların en kral mektubu, ne dese altına imza atarım yollu kadeh kaldırıyorlar ve kim bilir belki de gözlerinden iki damla sevinç ve heyecan gözyaşı da yanaklarına doğru süzülüyor olabilir!

Oysa mesele bu mu, meselenin özü bu mu, bu ise, sağ olsun, Turgut_Fatsa arkadaştan aldım, aklıma getirdi demek istiyorum, ortalığı, sözü podyuma getirdiğimize göre, podyuma, belagat çiçekleri ile donatılmış eciş-bücüş mektupların salınmasına da şaşırmamak ve hatta en çok bunlara kadeh kaldırılmasına hayret etmemek gerekir!

Malzeme bu demek istiyorum; inanıyorum öyleyse doğru söylüyor doğmasına teslim olmanın yansımasıdır!

Bu,“inandıklarım,’taş olsa inan’ dedilerse inanırım” anlamımdadır ve bunu açıkça söyleyenler de olmuştur; önder taşı gösterse ona oy veririm diyenler olmuştu ki, bu Menderes'e kadar uzanan bir hikâyedir ve elbette Hitleri de unutmuyoruz; ortaya ceketlerini koyanlara oy verilen bir dünyada yaşıyoruz; bu, cellât getirseler koysalar ona da oy veririm demektir; öyleyse, konumuz burada laf yarıştırmak olunca, elbette önümüze salata koysalar beğenirim ve ne güzel anlatıyor diye önünde eğilirim yaklaşımına dikkatle eğilmek gerekmektedir!

Peki, neden böyle?

Bu uzun hikâye ve zaman zaman anlatıyorum ama kıssadan hisseler bir biri ile yarıştığından içinden kimse kendisine uygun hisse bulamıyor; ama şudur; diğer bütün etmenler ki, emperyalizmin beyin yıkama yöntemlerinden, medyanın günde 24 saat beyinleri iğfal etme ameliyelerine kadar ve dahi, hep vurguladığım gibi sol içinde cirit atıp, sol gevezeliklerini belagat çiçekleri ile donatmadıkları zamanlarda Marx ve Engels’i, yetmezse Lenin’i, modası geçmiş sayıp, ne kadar dejenere olmuş Marxizm kaçkını varsa onları ve dillerini ve öğretilmiş düşüncelerini model yapmaya çalışan tekellerin ideolojik tetikçilerine kadar hepsi bir yana, dini bir yönetim aracı ki çok ucuzdur, olarak en başa koymak; ayrıntısı da var, fabrikadan sınıfı kovup, Öcalan'ın şimdi bunu da yüksek tuttuğunu anladığımız ümmeti koymak ve haliyle "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğmasını beyinlere kolaylıkla kakmak içindir ki böyle olunca bilim-milim, bilimsel düşünce, teorik bakış, yedi kat yerin dibindedir ama podyum, hiçbir zaman laf salatalarından, uyduruk ve biraz da belagat şekeri ile tadlandırılan saman tadındaki çorbaların resmigeçit yapmasından kurtulamaz!

Böyle olunca da, herkes sınıftan ve sınıf mücadelesinden hiç çekinmeden söz eder amma ve lakin ortada sınıfın da sınıf mücadelesinin de olmadığını düşünerek, ne yüce bir söylemle kendilerini onurlandırdıklarını düşünerek yastığa koydukları başlarının üzerindeki o iki cin gibi gözlerini huzurla kapatırlar!

Oysa akıl taşıyanlar için bu kadar tantanaya hiç gerek yoktur ve ben "geldiler geldiler..." derken, hadi kadeh kaldıranları anladık, ya diğerleri, o kadeh kaldıranlardan önemli oranda ayrı düşenler, "...bir karanlığın içine girdiler" diye tamamlaması gerekirken, neden bu gerçeğe gözlerini, kulaklarını kapatırlar?

Hadi bunu geçtik, peki ya yüreklerini, onu nasıl kapatabiliyorlar! Öyleyse yüreksiz olduklarını da mı düşünmeliyiz?

Burada söz konusu olan, ağa olmuş, şeyh olmuş, işbirlikçi burjuva olmuş, maraba olmuş, işçi olmuş, işsiz olmuş, aydın olmuş, devrimci olmuş, devrimci-demokrat olmuş, karşı-devrimci olmuş, ilerici olmuş, gerici olmuş, Amerikancı olmuş, bu toprakları ve halklarını seven olmuş, UKKTH'ndan ve bunun içeriğinden uzaklaşan olmuş, buna sıkı sıkıya sarılan olmuş vb... fark görmeksizin, sırf Kürt olduğu için hepsini birden ve aynı çorba kâsesine koyarak yürekten içimize sindirmek midir?

Bunu yapamadığımız için mi, içimize sindiremediğimiz için mi kızıyoruz?

Bunun için mi Kürt halkını bir karanlığın içine sürüklediklerini görmüyoruz?

Filmin sonunu, ilerici Kürtler ve ilerici Türklerin birliği ile gerici Kürt ve gerici Türk ittifakının mücadelesinin -ama öyle böyle değil, örnek olsun, sözlerinin şiddetindeki titreşim bile podyumlarda belagat çiçekleri ile bezenmiş yalanlara kadeh kaldıranların kadehlerini tuzla buz edecektir-  belirleyeceğini söyledik diye mi bütün bu tantana?

Bunun için mi eller çabuk tutuluyor ve gerici Türk-Kürt ittifakına hortumla su basıp söndürüleceğine, kova kova ateş taşıyıp canlandırılıyor, kor haline döndürülmeye çalışılıyor?
Buna dikkat çekmek mi ulusalcılıktır, Kürt düşmanlığıdır, devrim kaçkınlığıdır yoksa buna gözlerini kapamak mı asıl Kürt düşmanlığı ve hatta ilkel milliyetçiliğin esiri olmak ve dahi devrim düşmanı olmaktır; hangisi ey yürek taşıyanlar, aklınız ve yüreğiniz hangisini sindiriyor?

Din mi?

Arat arkadaşımız özetlemiş, hassas bir olgudur, bir mayın tarlasında yürür gibi hassaslık ister'

Şükran duygularımı yansıtmak niyetine, ben de ekliyorum ki aklın yolu birdir ve aynı yere aynı yerden bakan ama aklındakilerle bakan herkesin aklıdır söz konusu olan, aşırı hesaplaşma, din alanında örgütlenen tarikatların ve tarikatçıların alan bulmasına ve genişletmesine yarar ve öyle olduğunu görüyoruz!

Alanları hiç bu kadar genişlememişti!

Aşırı uzlaşma ise, akıl alanının daralmasına ve dolayısıyla tarikat ve tarikatçıların örgütlenmesinin önünü açmaya yarar, yaramıştır!

Sovyet sosyalizminde de bu yanlış net olarak kendini göstermiştir ve yanlıştan dönmek fayda etmemiştir; bu gün Sovyet bloğundan saçılan parçaların, hem gerici ve hem de milliyetçi bir sıçrama ile emperyalizme köle işbirlikçiler haline geldiklerini hepimiz görüyoruz!

Bir şey daha var; Fransız devriminin öncesi ve sonrası ile birlikte burjuvazinin, kendi sınıf görüşüne uygun, kendi öz ideolojisine sahip olacak kadar kuvvetlendiği bir zamanda, dinle ancak kendisi için bir engel olduğu ölçüde ilgilenerek kendi büyük, kesin devrimini yaptığını ama eskinin yerine yeni bir din koymaktan kaçındığını ve bununla birlikte, ne zaman ki, diğer sınıflar üzerindeki, özellikle de proletaryanın üzerindeki egemenliğini pekiştirdi, o andan itibaren, din ve tanrı fikrinden, burjuva düzenin korunmasının ideolojik kuvveti olarak, Marks'ın deyimiyle, halkın afyonu olarak yararlandığını hatırlatmak istiyorum!

Buradan hareket ederek akıl yürütmek o kadar zor mu?

Yani, ne aydın din adamı, ne de açık görüşlü İslamiyetin mümkün olabileceğini idrak etmek o kadar zor mu?

Bunun yine yeniden, din alanının genişlemesine yaramaktan başka bir işlevi olmayacağını anlamak zor mu?

Diğer yandan, Türkiye’de kamu işlerine dini, yani İslamı egemen kılmanın tarihi çok önce olmakla beraber, bunun, 12 Eylül faşist darbesi ile hızlandırıldığını ve sonunda en tam ifadesiyle dini egemen kılacak kadroların keşfedildiğini ve Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle Türkiye’nin İslamlaştırıldığını görmek de mi zor?

Hadi görülmüyor, ama bas bas bağırılırken, bu gerçekler haykırılırken kulaklar da mı duymuyor?

Ayrıca, dinselleştirmenin Sınıfsal olduğunu da biliyoruz ve önce iç dinamiklerinin harekete geçtiğini kabul etmek durumundayız; bunu görmenin de pek zor olmadığı açıktır!

Öyleyse din’e vurgunun da veya din’i de özgürlükler alanına, mazlumlar kategorisine katarak, dolayısıyla kendi halinde dindar yurttaşlar üzerinden, tarikatlar ve şeyhler eliyle gericiliğin aynasında hırçınlaştırılan dincilerin de mazlum halklar kategorisine sokulmasının da, “resmi politika” dinamizminin içinde olduğunu görmemek pek kolay olmasa gerektir!

Bir öğretici gerçek daha var; herkes sözde sosyalizme- sınıfsız bir dünyaya, dolayısıyla bu dünyanın insanına vurgu ile dolaşıyor ama Türkiye’ye karanlığın, “Komünizmle Mücadele Dernekleri “ içinden geldiğini hiç aklına getirmiyor!

Ve bu karanlığın siyasete atılmış olduğunun; Fethullah Gülen dâhil, bu karanlığın birçok önderinin bu karanlıkla büyümüş ve karanlığı daha artırarak ilerlemiş olduklarını sonunda buraya kadar geldiklerini ve artık pek çok yerde tepemizde olduklarının kimse ayırdında değilmiş gibi görünüyor!

En sonu, apaçık değil mi, eğer kafasında bizim bilmediğimiz ve emperyalizmin diğer hepsini kapatıp, sadece kendi politikası anlamında, kendisinin açık bıraktığı köprüden geçilmesini dayattığı için, bu köprüden geçene kadar, Kürt halkının mutluluğuna yönelik olarak bize söyleyemeyeceği bir köylü kurnazlığı yoksa ki olmadığı çok net görünüyor, Öcalan ya ne dediğini ve ne yaptığını hiç bilmiyor, ya da uzun hapislik yıllarının değiştirici, dönüştürücü gücüne yenik düşmüş ve resmi politikayı, resmi politikadan çok daha fazla yüksek tutuyor ve ısrarcısı oluyor!

Öyleyse, öteden beri, Kürt coğrafyasındaki tarikat dinamiğine ve hatta ortada ne denli büyük paraların döndüğüne ve Hizbullah sorununun Kürtlerin başına sarılmış bir devlet politikası olduğuna dikkat çeken Öcalan’ın bu gerçeğin üzerinden atlayıp, din üzerinden popülizm yaparak Kürtleri devrimcisizleştirme amacından başka bir şeye hizmet etmeyen İslam açılımını devrimci tonda resmetmenin bir anlamı ve gereği var mıdır?

Üstelik Öcalan’ın söylediklerinin sırf Müslüman Kürtleri tavlamak için olduğu ama son derece saçma ve hiçbir maddi karşılığı olmayan, tarih bilincinden ve bilgisinden uzak ifadeler olduğu da görülüyor!
Örnek olsun, şu ifadeye bakıp da bir yaşımıza daha girdik diyen yok mu?
İngiliz İmparatorluğu, ulus- devletçiliği İslam ümmetini parçalamak için icad etmiş ve başat ideolojisi olan milliyetçiliği, çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına, beynine ve rahmine yerleştirmiş; sanki Çinlileri afyona alıştırdıkları gibi, İslam ümmetini de ulus-devletçiliğe alıştırmış İngilizler ve alıştırmasalardı kapitalizm olmayacaktı; bu ne demek? Öyleyse Suudi Arabistan’ı ve o tür prenslikleri, ulus-devlet olmadıklarından hareketle ve Amerika’nın gönüllü kölesi olduklarını da görmezden gelerek, otoriterliklerine hatta karanlık birer
diktatörlük olduklarına bakmadan yüksek mi tutmalıyız!

Dahası var, konuşlanması doludizgin süren 12 Eylül rejiminin dine dayalı faşist diktatörlüğünü ne yapacağız?

Böyle ajitasyon mu olur, propaganda mı olur? Hem gerçeklerle taban tabana zıt ve hem de gülünç ifadeler değil mi bunlar?

Akıl taşıyan ve akılla gören arkadaşlar, daha önce de vurgulu biçimde hatırlattım, bir daha vurgulamak istiyorum:

Halkçı olmak, popülizm değildir!
Kürt ulusal hareketi, çıkışında halkçı olduğunu ve popülist olmayan bir konumda olduğunu, ezilen Kürt halkının değerlerinden bir bölümünü yitirmiş olduğu saptaması ile göstermişti.
Bu saptamasına bağlı kalarak, Kürt halkının yitirilen değerlerini yerine koyarak, Kürt halkına yeni bir biçim ve yükseliş vermek, Kürt halkını yeni bir teori ve inanç ile donatmak, kısaca Kürt halkını değiştirerek devrimcileştirmektir “halkçılık”.
Halka yeni bir biçim ve yükseliş vermek, devrimcileştirmeyi anlatıyor. Halkı yeni bir teori, inanç ve kavramlar demetiyle donatmaktan geçiyor. Dolayısıyla devrimcinin işi, halkı değiştirmek ve değiştirirken zenginleştirmektir.
Demek ki, popülizm ile devrimcilik, birbirinin zıddı iki yoldur.
Popülizm, halkın mutlak saf olduğunu kabul ediyor, değiştirmeyi ve zenginleştirmeyi hedeflemiyor.
Devrim yürüyüşünün önündeki en önemli tuzaklardan birisi popülizmdir. Bunun karşıtı ise, halkların bozulabileceğini kabul etmektir; halklar, sadece gerçektirler, hem hain, hem kahramandırlar, hem bozulmuş, hem de yücedirler.
Halkçılık bunu kabul etmeyle başlıyor ve halkı devrimci yönde değiştirme ile devam ediyor ve halkın yükselişi ile birlikte halkçılık da yükseliyor ve kalıbını parçalayarak devrimciliğinin zirvesine çıkıyor!
Bütün bunlar, daha önceki, kendi aklı ve bilinci ile düşündüğü ve konuştuğu zamanlarda Öcalan’ın da inandıkları ve söyledikleridir!
Devrimcisizleştirmenin popülizm içinde olduğunu ve Kürt halkını devrimci düşüncelerle donatmanın halkçılık olduğunu kendisinin de bildiğine emin olduğumuz, en azından anlatımlarında bunun işaretlerini verdiğini bildiğimiz Öcalan’ın mesajı, hem bu popülizmi ve hem de devrimcisizleştirmenin nasıl bir şey olduğunu daha doğrusu vardığı noktayı apaçık gösteriyor;
Öyleyse, Öcalan’ın karanlığı pek sevdiğini, daha doğrusu karanlıktan pek fazla medet beklediğini de düşünmek zorundayız!
Bir kere düşüncelerimize girdi ise gerçekleri söylemek boynumuzun borcudur ve sözümüzün özü işte budur ki bu, devrimcileştirmenin de boynumuzun borcu olduğunun ifadesidir!
Ve demek ki halkçı devrimcilerin görevi, devrimcisizleştirmenin karşısında durmaktır!
Bu anlamda HDP, karanlığın bu tarafa doğru yayılmasının ve hem devrimcileri tavlamanın ve hem de devrimcisizleştirmenin üzerini örtmenin aracı olarak görünmektedir.

Altan Tan ile Ertuğrul Kürkçü arasındaki dinsel söz düellosu ise, bunun tez elden gerçekleşmesinin istendiğinin işaretleridir!

Türkiye’nin devrimcileri için ezilen, sömürülen yoksulluğun pençesinde inletilen ve potansiyel köle ve büyük devletlerin tetikçisi olarak görülen Kürtlerin yanındadır; onların yanında imiş görünüp, düşmanları ile bir olan, birlik olan işbirlikçi Kürtler, ağalar, beyler ve şıhlar sırf Kürt oldukları için devrimcilerin sevmek zorunda oldukları Kürtler değildir; tam tersine, Türkiye’nin devrimcileri ki onları Kürkçülerle kimse karıştırmamalıdır, bu işbirlikçi Kürtleri, Türkiye’nin tekelci kapitalistleri ile büyük büyük zenginleri ile bir ve aynı görmektedirler, ve onlara nasıl bakıyorlarsa bu işbirlikçileri de, Öcalan’ın deyişiyle her türlü kötülüğün içine girebilecek Kürtleri de öyle görmektedirler!
Öcalan, bütün günahları“kapitalist modernite”de ararken, yanı başındaki bu İşbirlikçi Kürtlerin nasıl bir günah çukuruna doğru yol aldıklarını ve bunu Öcalan’ın açılımları ile daha da büyüttüklerini görmüyor mu?
Öcalan, o şimdiden ünlendirdiği “demokratik komün” ünün ekonomik işleyişinin, metalaşma ve kâra dayalı ekonomi ile değil, kullanım değerine ve paylaşıma dayalı, yani artı-değer üretmeyen bir biçimde olacağını söylerken, acep bu işbirlikçi Kürtlerin şimdiye kadar el koydukları artı-değerlerle yaratılan zenginlerini milat sayarak mı onları da “demokratik komün”ünün içinde bağrına basarak, “bunlar da benim Kürdüm” diyerek mi demokratikleştirecektir!
Bu asalaklardan kurtulmadıktan sonra, binlerce kez “kapitalist modernite”ye lanetler yağdırsa ne faydası olabilir ve “komün” nereye ve ne kadar demokratikleştirilerek götürülebilir?
Sonunda, yani "komün" daireyi tamamlar tamamlamaz, gene başa dönüleceğini, Öcalan görmek istemiyorsa da, akıl taşıyan devrimciler neden göremiyor?
Öyleyse mesele “demokratik” İslam Kongresi üzerine lehte ya da aleyhte nutuklar atmak değildir; mesele iş artık buralara dayandığına göre, bu vesile ile artık silkinip kendine gelmektir; yani mesele, bir devrimci hareketin ve hem de içinden, hatta en tepesinden düşmanlarına teslim edilmenin canhıraş çabalarını görmek gerektiğidir!
Gerisi podyumda salınan belagat çiçekleri ile süslenmiş güzel lafların geçididir!
Bir şey daha eklemeliyim ve başka yerde de aktardım, Öcalan ve tilmizleri, eminim kabul etmeyecekler ama dünyanın kalbinin ve hızlı hızlı attığı bu coğrafyada, Türkiye devriminin “öz”ü, tarihsel zorunluluk anlamında, sosyalist olmak durumundadır; ancak özünde halkçı devrim temeli vardır.
Öyleyse, bu topraklarda Türkiye devrimini üstlenen bir örgütlenmenin, gelip gelip bir karanlığın içine giren "PKK" vesayetinde olması sakıncalıdır.
Ayrıca, vesayet yoluyla yapmak başkadır, ortak yapmak bambaşkadır.

Bu kadar ve bitirirken, Ekim_Arat arkadaşa şükranlarımı bir kez daha hatırlatarak, bu ifadelerimin, şükran borcumu ödemenin bir aracı olduğunu belirtmek istiyorum!

Ve bir aforizma gibi sözle bitiriyorum; dine devrimci bakış, din adına mı yoksa devrim adına mı olmalıdır? Diye soruyorum; yani muhteremler hangisini kastediyorlar, karar vermelidirler demek istiyorum!

Açık yüreklilikle karar verdiklerinde Kürt sorununa da neyin, kimin adına yaklaşıldığı önemli oranda netleşmiş olacaktır, ekliyorum!

Sevgi ve saygı ile…

Fikret Uzun
13 Mayıs 2014